31 Mart 2009 Salı

Maddi Manevi Her İşinize Bakılır

Bir önceki yazımda Ece Temelkuran’ın bir yazısını hatırladığımı söylemiş, “Niye bir ömür eşittir bir hayata?” sorusunun cevabını düşünelim demiştim. Şimdi yazarın diğer önerileri ile devam ediyorum. Yeni teklif şu; hep aynı bedende ve hep aynı kafayla hayatı sürdürmektense, arada bazı durumlar için dublör kullansak mesela. Sevgilinizden ayrılacaksınız da söyleyemiyorsunuz. Zam isteyeceksiniz patronunuzdan yada sizin yapmakta sıkıntı duyacağınız bir durum var. Çağırıyorsunuz dublörünüzü ve “Action!” film devam ediyor. Bu sahneler sizsiz, dublörünüz tarafından çevriliyor. Nasıl hoş değil mi?

Devam ediyor yazar, şuna benzer bir şey diyordu; hayatınızın bazı sıkıcı bölümlerini taşerona vermeye ne dersiniz? “Maddi manevi her işinize bakılır” şeklinde bir iş bu. Bazı şeylerin akılda tutulması, kimlere nasıl davranılacağının hesap edilmesi, akrabalara nezaket telefonlarının açılması yada film festivaline bilet almak için uzun kuyruğa girilmesi gibi mesela… Sizin yapmak istemediğiniz bu işeri anlaştığınız taşeronunuz yapıyor sizin yerinize, ne dersiniz?


Hatta “hayat değiş tokuşu” nasıl olurdu diye devam ediyordu yazar. Sorunlarınız zaaflarınızdan kaynaklanıyorsa, bir başkasının da öyle zaafları yoksa, sizin sorunlarınızı daha kolaylıkla çözebilir. Siz de bir süreliğine onun yerine geçeceksiniz ama. Canınız sıkıldığında da yine eski hayatınıza geri döneceksiniz. Neşenizi bulacaksınız. Böyle bir hayata ne derdiniz?



Yada hayatlar evler gibi olsa keşke der yazar. İstediğinizde kapısına kilit vurup dışarıya çıkacaksınız ve selam veren tanıdıklarınıza “ben bir süreliğine ben değilim, kendim de tatildeyim” diyeceksiniz.
Benim hoşuma gitti bu durumlar biliyor musunuz? Hayal etmeyi seven bir bünyem olduğu için okuyunca keyiflenmiştim. Ama siz “Çok karışır işler, girmeyelim böyle olaylara” diyebilirsiniz. Yazar yazısını şöyle bağlıyordu zaten; “Son derece mantıklı olan,aslında herkese de pekala iyi gelecek bu öneriler yine kabul edilmeyecek. İnsanlık böyle tuhaf bir şey işte. Herkes illa kendinde kalacak, kendine sahip olacak,kendine yapışacak,”kendi olacak”. Ne demekse? İnsan, kalabalık bir şeydir oysa. Bazı kalpler ana-baba günü…”
Bu gün de böyle işte… Sevgiyle..

30 Mart 2009 Pazartesi

Bir Soru ve Bir Film

Okuduğum bir yazısında Ece Temelkuran"Niye bir ömür eşittir bir hayata?" diye soruyordu. Yazı "birisi" olmanın ne kadar sıkıcı bir şey olduğundan bahsediyordu. Ömür boyu hep aynı kişi olmak ve hep o kişi gibi davranmak. Oysa insan istediği zaman keşke başka birinin yerine geçebilse, onun hayatını yaşayabilse, öyle görkemli bir hayat yaşaması şart değil sadece farklı bir kişi olabilse. Mesela Barselona'da uzun ve gizli hikayesi olan bir kadın, Londra'da çapkın bir genç adam, Prag'da kürk şapkalı orta yaşlı bir kadın, İskoçya'da çok zengin olacağına inanan bir serseri, Roma'da bir deli, bir yük gemisinin burnunda bir Afkanlı kadın mesela... Bütün bunları,hepsini birden bir ömürde yaşasaydı insan daha iyi olmaz mıydı diye soruyordu. Daha iyi olabilir miydi bir ömürde birkaç hayatı yaşamak sizce?

Bu yazıyı okuduğumda, seyrettiğim bir film gelmişti aklıma. "Yıllar Sonra" yada orjinal adıyla " Sommersby" adlı film. Amerikan iç savaşının son günlerindeyiz. Jack Sommersby (Richard Gere), sekiz yıllık savaş ve esaretin nihayetinde evine dönüyor. Karısı Laurel (Jodie Foster) bu kadar yıldan sonra kocasındaki değişiklikler karşısında şaşkına dönüyor. Çünkü kocası fizik olarak aynıdır aynı olmasına ama davranışları başkalaşmıştır. Kocasının nasıl bu hale geldiğini sorgulamaya başlıyor. Konuyu tam anlatmak istemiyorum. Sadece şu kadarını ipucu olarak veriyorum. Filmin konusu yukarıda yazdıklarımla ilgilidir.

Bir ömür bir hayata eşit olmasaydı ve biz birilerinin yerine geçiyor olabilseydik, o kişilerin yaşayacağı tüm olumsuzlukları da kabullenmemiz gerekecekti tabii ki, öyle değil mi? Her hayat güllük gülüstanlık değil ki!...

28 Mart 2009 Cumartesi

Kendini Ihlamur Ağacı Olarak Hissetmek Gibi Mesela!

Son günlerde çok sevip,vazgeçemeyip, bir tutkuya dönüşünce yazma isteğim, büyük ustalardan misaller veriyorum. İşte bakın demek istiyorum, böyle bir şey yazmak sevdası, sanki bir çeşit gönül yarası... Dün Sait Faik "Yazmazsam çıldıracaktım." diyordu. Bugün ise Edip Cansever'i konuk edeceğim kendi yazılarıyla bloğuma... Hani her gün yazma gayreti içindeyim ya... Hatta aynı gün birden fazla yazı yazarsam ve atlarsam daldan dala muhtelif konulara... Olur olur... Olur a! Demek istiyorum ki sakın şaşırma... Yazmak bir nevi müptelalık veya bir nevi hastalık galiba... Bu nedenle yazarlardan misaller vermek istiyorum. İhtiyacım var mahçubiyet duygumu yatıştırmaya...

Bakın ne diyor Edip Cansever "Yazmak"ile ilgili:

"Yazmak istiyorsun ya,yazmak yani, kolay mı sanıyorsun bunu? Neyi yazmak, niye yazmak, nasıl yazmak demiyorum.Yazmak yalnızca. Çok yapay bir şey! Ve yazmak üzerine yazılan her şey,sanki bu yapaylığı gizlemenin bir yolu. Bir şir yazıyorsun; ne demek bir şiir yazmak? Bir şeyi duydun,düşündün,bunu başkalarına iletmek istedin. Olacak iş mi bu. Biz bir şeyi güzel bulduk mu kendimize saklarız onu;kimseye vermek,bölüşmek bile geçmez alımızdan. Ama şiire gelince.. Olmuyor,bir yapaylık var bana kalırsa. Kendimizi tarif etmekten hoşlanıyor muyuz yoksa? O zaman da sıradan bir insanla ozanı ayıran nitelik ne?

Bence bir anlamı var yazmanın; dünyaya yazmak biçiminde çıkmak. Sanki bir yazı makinesi gibi. Gördüğün, duyduğun,düşündüğün vb. durmadan harflerini oynatıyor senin. Kaçınamıyorsun. Ya doğal bir şey bu, ya da hastalık. Ne olursa olsun gerçeğin ta kendisi. Bir ıhlamur ağacı gerekir mi dünyaya? Ihlamur ağacı olmasaydı olmaz mıydı? Bilmem. Ama var ıhlamur ağacı. İnsanın bir "yazmak" olarak olması gibi. Akarsu da var,kayanın içine gömülmüş bir zümrüt de. Yazmak, insan olarak biçimlenmiş bir edim.O kadar ki -ve inan buna-sen yazmasan bir başkası yazacaktı yazılması gerekeni. Bir Dostoyevski olmasaydı bile, Karamazov Kardeşler yazılacaktı gene de. Ben böyle düşünüyorum. Böyle düşündüğüm için de kızmıyorum kendime,yapay bulmuyorum yaptıklarımı ve yazdıklarımı. Hatta yazmazsam kötülük yaptığıma inanırdım. Bir ıhlamur ağacını kesmekle, kendimi yazı yazmaktan alıkoymak aynı şey. Yada ıhlamur ağacının olmasıyla benim olmam anlam bakımından farklı değil. Bundan sonrası ayrıntılar..."

Böyle diyor işte büyük şair Edip Cansever. Bir Sait Faik ve bir Edip Cansever'le kendimi mukayese etmem mümkün değil. Cüret edebilir miyim? Asla! Ben demek istiyorum ki "yazmak" böyle bir sevda işte; dedikleri gibi bir şey. Kendini ıhlamur ağacı olarak hissetmek gibi mesela!...

27 Mart 2009 Cuma

Yazmazsam Deli Olacaktım!

En sevdiğim mevsim güz ve peşi sıra gelen kış, artık bana el sallayıp veda ediyorsa... Hani doğa pembe beyaz baharlıklarını alelacele giyiyorsa... O zaman Sait Faik düşmeli aklıma...Selam vermeliyim şimdi "Bir insanı sevmekle başlar herşey." diyen bilge insana... Hele son günlerde "Yazma, bu kadar yazma bir daha!" diye kendi kendime söz verip, bir türlü kendime verdiğim sözü yerine getiremiyor, kendi kendime mahçup oluyorsam mesela...Sahiden Sait Faik düşmeli aklıma mutlaka! Ne der büyük yazar kitabında:

"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi ? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım,oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."

Bende de aynı durum var işte... Yazmazsam deli olacağım galiba!..

24 Mart 2009 Salı

Her Şerde Bir Hayır Vardır!

Madem geçmişe özlem dolu bir hafta geçiriyorum. O halde iki gündür şakılarını dinlediğim Julio Iglesias, bu günkü blog konuğum olsun!1943 doğumlu diyebilir misiniz bu şarkıcıya? Tam 63 yaşında!..
Julio İglesias başarılı bir atletizmciyken, öğretimine de devam etti ve Madrid Complutense Üniversitesinde hukuk eğitimi aldı. Real Madrid’in kalecisiyken, bir trafik kazası geçirdi ve bir buçuk yıl yarı felçli gibi yaşadı. Bu arada kendini müziğe verdi. “Her şerde bir hayır var!” sözüne inanmak lazım. Eğer o kaza olmasaydı, kadife sesli İspanyol şarkıcının o harikulade şakılarından mahrum kalacaktık öyle değil mi? Her otuz saniyede bir dünyanın herhangi bir yerindeki radyolarda onun şarkıları çalıyor. Kendisini yıllar önce, Efes’te canlı dinleme şansına nail olduğum Julio İglesias, bu hafta şarkılarını dinlediğim yoldaşım anlayacağınız. Şu anda bu yazıyı yazarken Crazy’yi dinliyorum. Peki La Cumparsita’ya, El Amor’a, Momentos’a veya Manuela’ya ne diyeceksiniz? Of of of!! Ya Hey veya Gozar la Vida… Beni kendimden geçirir…Bu müzikleri dinlerken, dünyanın sonuna kadar araç kullanabilirim… Peki oğlu da şarkı söyler, hani Enrique İglesias diyenleriniz vardır bilirim. Ama söyler misiniz, babası dururken oğlunu kim dinlemek isteyebilir?!..

22 Mart 2009 Pazar

Haydi Köfte Yiyelim!

Birkaç gündür köyümden uzaktaydım. Evli evine köylü köyüne diyerekten bugün Değirmendere'ye vardığımda,ilk iş olarak hem yüreğimin hem de midemin götürdüğü yere gittim. Nereye mi? Değirmendere meydanına gelin diye adres tanıtımına geçeceyim diyorum ama meydan bırakmadılar ki ortada. Nedir bu belediyecilerin her yeri doldurma gayretleri anlamıyorum gerçekten. Sanki benim duymadığım bir ses bu insanlara diyor ki:" Ey adamım her yere bina kondur. Boş alan bırakma sakın!" Nasıl bir dünya görüşüdür bu bilmem! Neyse ozaman şöyle başlayayım sözüme,Değirmendere merkezine geliniz. Hani eskiden çınarlık meydanı denilen yere... Önünüzü denize alınız ve sola doğru bakınız. Sol tarafta Değirmendere'nin deresi akar. Peki değirmen nerede diye sormayınız,zira değirmen olmadığı gibi dereye de bin şahit lazım dere demek için,incecik bir su akıyor işte kumunu sere sere...
Bu derenin diğer yakasında "Meşhur İnegöl Köftecisi Muhittin Usta" diye bir tabela göreceksiniz.
İşte bugün köfte yiyeceğim yer Muhittin ve Mine Potok çiftinin birlikte işlettikleri minik, sevimli köftecimiz!

Aslen dedeleri Yugoslavya'dan göçen Rumelili Muhittin Usta, babadan elini devralmış, 50 yıllık köfteci. Babasını eski Gölcüklüler çok iyi biliyorlar. İsmi diğer Dayko Usta. Okadar güzel ev yemekleri yaparmış ki Dayko Usta anlata anlata bitiremez eskiler. Hemen bir porsiyon köfte, bir piyaz istedim. Muhittin Usta'nın güzel eşi Mine, ben bir porsiyon köfte deyince gördüm ki tebessüm etti. Niye? Bir porsiyon derim önce, sonra dayanamam bir daha isterim. Biliyor beni eski müşterisiyim. Bir de yanında kırmızı biberli acı sos mutlaka. Türk mutfağında okadar köfte çeşidimiz var ya neden her birinin lezzeti farklı? Misal, şimdi yediğim İnegöl köftesi, hele ustasının elinden çıkmışsa, hele bir de güleryüzle sunulmuşsa, insanın damağında harikulade bir tat bırakıyor! Siz siz olun köfte ve piyaz üzerine, mutlaka sütlü ve bol cevizli kadayıf tatlısı yemeyi sakın unutmayın Muhittin Usta'da! Her zaman olduğu gibi önerdiğim lokantaya gidersiniz eğer, benim için mutlaka bir tavşan kanı çay için olur mu? Lütfen!!!

Adres : Meşhur İnegöl Köftecisi "1960'dan bu güne"
Muhittin Potok
Çınarlık Meydanı - Dere Sok - No:1
Değirmendere/Kocaeli
Tel: 0 262 426 90 94

Eskiiii Şarkılarrr



Bu gece Zurich Sigorta'nın acenteleri için düzenledigi gala gecesinde, İstanbu Gelişim Orkestrası vardı. Garo Mafyan, Attila Özdemiroğlu, Uğur Başar, Asım Ekren ve Neco... Bu eski kurtlar üç saat olağanüstü performans sergilediler. Hep eski şarkıları söylediler. Beatles-Yesterday, Tom Jones-Dalilah, Oscar Harris-Alta Gracia, Demis Roussos- Paloma Blanca, Frank Sinatra-Stranger in the night, My Way daha neler neler... Bunlar kesmedi beni odaya gelince uygun bir yol izleyip youtube girdim. Önce ....



Cat Stevens'ın My Lady D' d'arbanville şarkısı aklıma geldi. Hemen onu buldum ve dinledim. Bu da kesmedi... Hep eskilere gittim ve kimi mi dinledim?



Adamo'nun Tomba La Neige şarkısını dinlemek istedim. Hani aynı müziğe "Her yerde kar var, Kalbim senin bu gece " diye şarkı sözü yazılmış ve Ajda Pekkan söylerdi. Ozamanlardan bugüne severek söylediğimiz şarkının Fransızcasını Adamo'dan dinlerdik. Bu gece de dinlemek istedim ve dinledim... Böylece çoook eskilere gittim. Nerelere mi? Anlatacağım. Ama şimdi çok uykum geldiiii... Sonraaaa.... Amaaa....Son olarak ... Son olarak bir de şeeeyy dinlemeliyim....Ne mi?

Müsadenizle bir de Bob Marley dinlemeliyim... Önce No Women No Cry dinledim.... Evet işte böyle... Ardından da Could you be loveeeeed! ... Owww! Uykum kaçtı bu müzikle... Sabah uçağım var... Nasıl uyuyacağım şimdi? Peki başa romatiklere döneyim bari dedim... Döndüm geriye... Çoook gerilere! Nereye mi? Bakın anlatacağımmmmm!!!! Şöyleeee.......

20 Mart 2009 Cuma

Çocuk Olsam Beleklere Belensem

İnsan kuş misali. Sabah İzmit’teydim. Şimdi kısa bir uçak yolculuğundan sonra, az önce Belek’e vasıl oldum. Gelmeden önce “Belek ne demek?” diye kafama takmıştım ama çok işim vardı araştıramamıştım. Şimdi yerleştim ya otele. Hava şahane, dışarıya çık, dolaş biraz değil mi? Yada muhabbet et, diğer acentelerle... Yoo! Kafama takıldı bir kere. Zaten öldürürse beni bu her şeye olan merakım öldürecek. Neyse. Baktım ki belek, beşiğe konulan yatak demekmiş. Hatta aşık Veysel’den bir alıntı var:”Çocuk olsam beleklere belensem” diye. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek bir anlamı varmış meğerse. Ayrıca tabi ki Belek, Antalya’nın Serik ilçesine bağlı turistik bir belde.


Belek, Marmaris gibi on binlerce yılda oluşmuş doğal bir koyda veya Kapadokya gibi milyonlarca yılda oluşmuş olağanüstü harikalar arasında yada Bodrum gibi daha önceleri medeniyetler beşiği olmuş bir yerde değil de bataklık, balçık ve ormanlık bir arazi üzerine kurulmuş. Yani mevcut bir güzelliğin üzerine inşa edilmemiş de, ortada böyle bir yer yokken 80’li yıllardan sonra kurulmuş. Çabuk gelişmiş,altyapısı iyi programlanmış,iyi politikalar uygulanmış ve yurt dışı tanıtımı iyi yapılmış. Türkiye ilk golf merkezi Belek’te kurulmuş.

Önceleri her şey plan dahilinde ilerlerken, basiretsiz müteahhitlerin el atmasıyla ve yerel yönetimlerin hırsları sebebiyle,iğrenç renklere boyanmış villalar,yazlıklar,yan yana dizilmiş siteler, oteller mantar gibi çoğalmaya başlamış. Böylece bir ulusal kaynağımızın da kıymetini bilemez ve koruyamaz olmuşuz. Yol üzerinde sayısız “Satılık villa”, “for sale”, “kiralık yazlık” tabelaları görmek mümkün.

Memeleketimizdeki bu başıbozukluğa kim dur diyecek merak ediyorum doğrusu. Şimdi ben bu dert edinmemle, bu akşam nasıl eğlenebilirim? Mümkün mü? Bu durumda dikkat çekiyorum ve neden hüzünlü görünüyorsun diye sorduklarında ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Of, işte böyle…

17 Mart 2009 Salı

İhtiyaçlar ve İstekler

TEGV gönüllü öğretmeniyim ya bugün gene küçük arkadaşlarımla birlikteydim. İki saat resim yaptık, konuştuk,şarkı söyledik, oynadık. Haftada bir gün iki saat, bu miniklerle olmak hoşuma gidiyor. İnsanın küçükken neler bilmediğini hatırlıyorum. Sanki şu anda bildiğimiz herşeyi, içgüdüsel olarak biliyormuşuz gibi geliyor. Oysa iki çocuk büyütüm. Doğumdan itibaren öğrenmenin ve öğretmenin ne zorlu bir süreç olduğunu çok iyi bilmeliyim. Galiba insan o günleri unutuyor. Altı yedi yaşındaki çocukların neleri bilmediğini hatırlamak şaşırtıyor. Hoş bir duygu bu. Benim yaşımdaki bir insan için, en güzel duygulardan biri şaşırmak çünkü!

Ayakkabı bağlamak, düğme iliklemek, ıslık çalmak, adını yazabilmek, makas kullanabilmek ne büyük bir maharetmiş meğer. Bu gün ilk olarak el işi ile başladık. Ortada renkli kalemler, yapıştırıcı, makas. Önlerine konulan kağıtlardaki içi boş yaprakları istedikleri renklerle renlendirecekler, sonra kesecekler ve başka bir düz kağıt üzerine çicek şekli vererek yapıştıracaklar. Yaprakların içlerini doldurmak, boya kalemlerinin uçlarını açmak, sonra asıl zorluk tek tek bu yaprakları kesmek, Allahim ne zor bir iş bu minik insanlar için! Ama nasıl keyifle yapıyorlar. Bu arada bilmece soruyorum ben de boş durur muyum? "Biz biz idik, biz idik, 32 kız idik, ezildik,büzüldük,iki duvara dizildik. Bilin bakalım ne olabilir?" "Kız" diyorlar, "duvar" diyorlar. "Diş" demek akıllarına gelmiyor tabi.. Bir kaç kez tekrarlıyorum bilmeceyi arada. Artık biliyorlar "Diş". Hani onların bu yaşlarda ağızlarından dökülen dişler!!

Bu hafta "İhtiyaçlarım ve İsteklerim" günün konusu. Neler bizim ihtiyaçlarımız, neler olmadan yaşayamayız? Soruyorum: "Yemek yemesek yaşayabilir miyiz?" "Hayııııırrr!", "Su içmeden yaşayabilir miyiz?" "Hayyyıııırrr!" "Giysimiz olmadan dolaşabilir miyiz?" "Hayııır!" "Peki bir de isteklerimiz var ya hani... Mesela çukulata, kalem, silgi, sakız, kalemtraş vs... Bunlar olmadan yaşarız degil mi? " (Oysa ben çukulatasız yaşayamam!.. ) Demek ki neymiş ihtiyaçlarımız onsuz yaşayamayacağımız şeyler, isteklerimiz ise arzu ettiğimiz ama onsuz yaşamamız mümkün olan şeylermiş. "Peki hani bazen bizde olan şeylerden başkalarında olmaz ve bizde fazla olanı ihtiyacı olana veririz değil mi? Buna yardımlaşma denir hani...Mesela arkadaşınız kalem getirmeyi unutmuş, sizden istiyor. Sizde de fazla kalem var. Verirsiniz değil mi?" Kimi "Eveeeet!" diyor. Kimi "Hayııır!" diyor. Samet: "Ama öğretmenim Ahmet hep unutuyor. Vere vere bıktım!" deyince hepimiz gülüyoruz. Ahmet mahçup gülümsüyor.

15 Mart 2009 Pazar

Hızlı Kısır

Bu akşam kısır yapmak istedim.Of of of! Şöyle bol limonlu, bol sumaklı,baharatlı ve nar ekşili şahane bir kısır. Bezgin bezgin oturmadım, üşenmedim,biri yapsa da getirse diye beklemedim, ahlamadım, oflamadım, dayanamadım,kalktım, yüreğimin götürdüğü, nefsimin buyurduğu yere gittim. Nereye mi? Tabi ki sevgili mutfağıma! "Merhaba!" dedim ve girdim. Baktım benim erzak dolabıma. Dedim ki ona: "Selam, eğer varsa biraz kısırlık bulgur alabilir miyim acaba?" Bu benim erzak dolabım var ya, okadar şekerdir ki tipi. İki camı var üst tarafında, iki incecik tülle gizli. Neden? Çünkü, büyüklerimden öyle öğrendim ben. Dolabın içinde ne kadar erzağım var kimseye gösteremem. Olmaz! Alan var,alamayan var. Bizde adet böyle. Sahip olduklarını sergilemeyeceksin, marifet gibi herkese!.. Çok ayıp!


Hemen bulguru yıkadım bol suda. Tabi ki tanelerini şefkatle okşaya okşaya. Hemen aldım bir kaba, yıkadıktan sonra. Üzerine birer yemek kaşığı domates ve biber salçası ekledim. Karıştırdım hepsini hemhal oldular birlikte.Üzerlerine döktüm kaynar suyu. Bulgur sever sıcak suyu. Bu onun banyo sefası salça kardeşleriyle birlikte. Üstüne kapattım kapağını ve bıraktım yalnız başına salçalı bulguru. Şöyle bir rahatlasın,kendini bıraksın diye. Hemen dörtbeş sap yeşil soğan ve maydanoz doğradım ince ince. Bir limon sıktım. Bulgura baktım. Çekmiş suyunu. Toz karabiber, kırmızı biber, fesleğen,tuz... Amma illa sumak.. illa sumak... Sumaksız kısır asla düşünemem. Limon ve halis zeytinyağı mutlaka. Bu akşam canım nar ekşili kısır istedi. Nar ekşisi de ekledim. Hepsini şöyle bir harmanladım sevgiyle. En son incecik kıyılmış maydanoz ve yeşil soğanları ekledim. Bir daha kaşıkla çevirdim karıştırdım hepsini. Hani benim salatamın özelliği neydi? En son karıştırmalı deli gibi biri. Öyle karştırdım ben de. Tüm içindekiler iç içe girdiler. Lezzetler birbirleriyle dans ettiler. Aman Allahım bu güzellik ne? Bir kaşık aldım ağzıma çaktırmadan. Off! Lezzeti fevkaladenin fevkinde!...

NOT: Şimdi ben hızlıca kısır yaptım.Hem yedim hem de bloğuma yazdım. Ayıp olmadı değil mi? Canı çeken var, çekmeyen var! Hımm! Bilmiyorum ki!

Sil Baştan



"En yakın tarihli hatıralarınızla başlayıp,geriye doğru gideceğiz. Her hatıramızın duygusal bir özü vardır. Ve o özü yok ettiğinizde,hatıra bozulmaya başlar. Yarın sabah hedef alınan tüm hatıralar yok olmuş olacak. Uyandığınızda yok olan bir rüya gibi. “





Bu sözler “Enternal Sunshine of the spotless mind” yani Tükçe isimiyle “Sil Baştan” adlı filmden bir alıntı… “Onu aklından çıkardın,peki ya kalbinden?” 2005 en iyi senaryo Oscar’ı alan bu film benim en sevdiğim filmlerden biri ve bugün önce gözüme,sonra elime değdi. Yüreğime değdirmek için, tekrar seyretmek istedim ve seyrettim.



Jim Carrey ve Kate Winslet’in başrollerini oynadığı ve enteresan kurgusu ile şahane bir aşk filmi. Konusu şöyle : Joel ve Clementine birbirinden çok farklı yapıda iki sevgilidir. Fırtınalı bir ilişkileri vardır ve ayrılırlar. Clementine, bir hafızadan anıları silme merkezinde, Joel’le ilgili tüm anılarını sildirir. Bunu duyan Joel de aynı işlemi kendine yaptırmak,yani aklından Clementin’le ilgili tüm anıları sildirmek ister. Zira onu düşündükçe çok acı hissetmektedir. Joel bu işlemi yaptırırken,pişman olur ve anılarını sildirmekten vazgeçer. Ama silme işlemi devam etmektedir. Bu durumda, Clementine ile olan anılarını, hafızasının en gizli yerlerine saklamak ister. Mesela utanç dolu anılarının arasına ki ulaşamasınlar kendilerine…



“Unutkanlar çok şanslıdır çünkü hatalarının acısını çekmezler.” Nietzsche

14 Mart 2009 Cumartesi

Haydi Köfte Yiyelim!

Müdavimi olduğum lokantaları,zaman zaman bloğumda yazmak istiyorum. Köfteyi çok severim. Şöyle bir düşünüyorum memleketimin ne çok köfte çeşidi var. Çiğ köfte,tükürük köftesi, kadınbudu köfte, patates köfte, ekşili köfte, sulu köfte, kuru köfte,şiş köfte,salçalı köfte,tavuklu köfte,hamsili köfte, terbiyeli köfte, İzmir köftesi,Tekirdağ köftesi,Rodos köftesi, İnegöl köftesi, Akçaabat köftesi, Sultanahmet köftesi bir kalemde aklıma gelen köfte çeşitleri. Siz Türk mutfağı olarak bukadar köfte çeşidine sahip olacaksınız, sonra gençleriniz elin hamburgerine talim edecek. Ne fena bir durum bu! Oysa bilmeliler bunları. Hepsi köfte ve her köfte çeşidinin ayrı bir lezzeti,nefaseti var. Hiç biri diğerine benzemez. Yenmez mi bunlar? Hem de nasıl yenirler! Hele benim gibi iştahı yerinde olanlar, nerelerde köfte yemeliler çok iyi bilirler!

Benim şimdi anlatacağım köfte Selman Usta köftesi. İzmit'te Bekirpaşa Karakolu'nun arka ara sokağında, minicik bir lokanta. Camekanında "Kebepçı Selman" yazar. İçeride sadece 5 masası var. Eğer öğlen saati giderseniz nasıl doludur bir bilseniz. Üstelik de İzmit'in en şöhretli zatı muhteremlerini burada görebilirsiniz. Yıllardır giderim Selman Usta'ya, tabaklarını bile değiştirmedi. Her şeyi aynı. Memleketimizde her şey okadar vefasızca değiştiriliyor ve marifetmiş gibi yenileri konmaya çalışılıyor ya, ben ısrarla hiç değişmeyen yerlere gitmeyi severim. Bir de Selman Usta gerçek bir köftecidir. Köfte dışında isterseniz sadece biftek, pirzola, bonfile yiyebilirsiniz. Başka bir şey yok! Bu özelliği de benim için çok önemli. Herkes bildiği işi yapsın, öyle değil mi?

40 yıldır köftecilik yapar Selman Usta. Aslen Makedonyalı. Selman Usta'nın en büyük özelliği güler yüzü ve tatlı dili. Müşterisini aileden gibi görür, ne isteyeceğini bilir, pratiktir. Lokantaya girdiğinizde yüzünde güller açan ifadesiyle masanıza sizi yerleştirir. Hemen bir güveç kasede yoğurdunuz ve piyazınız gelir. Ardından da hiç beklemeden köfteler. Bir de acı sos ve acı biberler. Eğer benim gibi severseniz, ızgaralanmış domates ve yeşil biberler. Hele o taş fırından çıkan çıtır çıtır ekmekler. Aman Allahım parmaklarınızı yersiniz! Tatlı çeşidi de tekdir. Sadece kadayıf okadar. Eğer siz de benim gibi bir köfte severseniz,Selman Usta'nın köftelerinden mutlaka denemelisiniz. Üzerine benim için, tavşan kanı bir bardak da çay içiniz! Afiyet Olsun!

Önemli not- Pazar günü çalışmaz. Bu özelliğini de çok severim. Her şey çalışmak demek değil ki aileye de önem verilmeli! Öyle değil mi?

ADRES : Kebapçı Selman
Turan Güneş Cad. Şimşek Sok. Bekirpaşa/İzmit Tel: 0 262 324 92 74

"Baş"lı Deyimlerle Bir Deneme

Bıçak kemiğe dayanmıştı a dostlar! Bıçak kemiğe dayanmıştı sahiden! Nedir bu çilem? Hergün sabah kalk, çocuğu,eşi besle; gönder okula,işe. Sonra yemeği koy ocağa. Ben de çalışıyorum ama kime ne?Başına vur,ağzından lokmasını al bir insan olunca ben, başlarına taç etmeyecekler ya beni, yerden yere vuracaklar işte böyle!.. Keşke baştan savma iş yapmayı becerebilsem... Nerdeee? İlla her gün evi baştan aşağıya silmem gerkiyor.Bu hep ablamın başının altından çıkıyor. Yoo! Ablamı severim,yanlış anlaşılmak istemem. Ablamın başımın üstünde yeri var. Ama ben küçükken alıştırmış bir kere. Kendisi temizlik hastasıdır da üzerinize afiyet! Korkuyorum bu temizlik koşturması bir gün benim başımı yiyecek. Temizlik ve yemek. Bitse. Sonra da doğruca işe. Gün boyunca inanın başımı kaşıyacak vakit bulamıyorum. Üstüne bir de ofise misafir gelmiyor mu?Yumuşak yüzlüyümdür, işim var deyip de, başımdan da savamıyorum kimseyi... Gelenlerin çoğu ev hanımları. Başlarında kavak yelleri esiyor. Bitirmişler ev işlerini, şimdi canları muhabbet istiyor. Başımla beraber, nedemek? Ben de severim kahve eşliğinde muhabbet de işim bitmiyor ki! Ama bu hanımlar var ya başlarına devlet kuşu konmuş bilmiyorlar. Ohh! Ne güzel keyif yapabiliyorlar!.. Başlarına buyruk dolanıyorlar. Ama ben işten güçten baş alamıyorum ki! Hem ev , hem ofis, vallahi ne kafa kaldı ne beyin! Artık başedemeyeceğim. Kaderimin önünde boyun eğmek istemiyorum. Sanki bende bir isyankar ruh başgöstermeye başladı songünlerde. Alıp başımı gitmek istiyorum okyanus ötelere... Evet.. Evett! A dostlar! İsyan edeceğim kaderime ve başımı alıp gideceğim.Ne? Başımdan büyük işlere mi kalkışıyorum? Böyle mi düşünüyorsunuz sahiden? Durduk yerde başımı belaya sokmayayım mı? Bu halim benim başımı mı yiyecek? Hangi düşünceler mi beni baştan çıkarıyor? Bu yaştan sonra başıma bir hal mi gelebilir?Hiç umrumda değilsiniz a dostlar, hiç umrumda değilsiniz! Arkamdan istediğiniz kadar başbaşa verin ve beni çekiştirin! Başımı alıp gidiyorum ! Hemen!...Şimdi... Haydi bana! Baş!.. Baş!..


NOT: Deyimler Sözlüğü'mden bu kez "BAŞ"ile ilgili deyimlerle bir deneme yazdım. Buradayım. Başımı alıp bir yere gitmedim. Hanım hanım oturuyorum. Merak Etmeyin!

13 Mart 2009 Cuma

@ Bilmece @



Eğer hem Fenerbahçe'li hem de Kocaeli'li iseniz, Fenerbahçe 1 Kocaeli 1 sonucunda kendinizi nasıl hissedersiniz?!..

Masum Değiliz Hiç Birimiz!

Açtığım beyaz büyük zarfın içinden çıkan, antetli kağıtta: “ İl Kadın Girişimciler Kurulu Üye’si olarak seçildiniz. Toplantımıza davetlisiniz.” diye yazıyordu. Bu cümleleri okuduğumda iki sebepten rahatsızlık hissettiğimi hatırlıyorum. Neden “İl Girişimciler Kurulu Üyesi” değil de “İl Kadın Girişimciler Üyesi” oluyor muşum? İkincisi benim onayım alınmadan nasıl böyle bir kurula seçilirim?

Sonra düşündüm ve karar verdim ki, ne olursa olsun bu davete icabet etmem en doğrusu olacaktı. Gittim. İyi ki gitmişim. Şimdi şehrimdeki benim gibi kendi işlerini kuran, onları tanımaktan memnuniyet duyduğum, şahane girişimci kadınlarla birlikte gönüllü işler yapıyoruz. Yaptığımız işler hep kadınlarımızın girişimciliğini arttırmak, önlerindeki engelleri kaldırmak, girişimcilik ruhlarını ortaya çıkarmak ve desteklemeye yönelik çalışmalar.

İnsan haklarına saygı duyulan bir ailede ve ortamda yaşıyorsanız eğer, kadınların ciddi sıkıntılarından bihaber olabilirsiniz… Yada fazla ehemmiyet vermeyebilirsiniz. Kadınların çilesinin, sadece mizah dergilerinin yada sinema veya tiyatroların öyküsü olabileceğini düşünen kişilerin bile mevcut olması mümkündür. Eğer meleketimizde çeşit çeşit kadın dergileri, muhtelif kadın dernekleri,televizyonda bangır bangır kadın programları, kadın matineleri hatta kadından sorumlu devlet bakanı bile varsa kadınlar daha ne ister öyle değil mi? Demek ki bu memlekette kadınlar için her şey düşünülmüş işte!

Eğer duruma bu aynadan bakarsak, ülkemizin kadınlar için güllük gülüstanlık bir cennet olduğu düşünülebilir. Oysa ,maalesef durum hiç de göründüğü gibi değil. Türkiye’de her 3 kadından 1’inin şiddet mağduru ve her 5 kadından 1’inin okuma yazma bilmediğini öğrenmenin insanı çarpması gerekiyor. Bu nedenle bloğumda zaman zaman AÇEV'de gönüllü öğretmenlik yapan arkadaşım Oya Usta'nın yaptıklarını yazmaya, okuma yazma kursuna gelen 18-65 yaş arasındaki kadınlarımızın düşüncelerini aktarmaya çalışıyorum. Okuma yazma haklarından mahrum kalmakla, kendilerini nasıl körden beter hissettiklerini ben kulaklarımla duydum. Bloğuma gözünü iliştirip bu yazıları okur da benim de katkım olur mu diye düşünen kadınlarımız varsa ki olmali, belki kadın destekçilerimiz çoğalır ve bloğumun bu yönle bir faydası olur diye yazmaya çabalıyorum.

Bugün Güldünya Şarkıları cd sini aldım. " Albüm adını, gencecik yaşında aile içi şiddete kurban edilen Güldünya Tören'den almış. Ailesinin istemediği bir gençle birlikte olan Güldünya, İstanbul'da sokak ortasında kurşunlandı. Ölmedi ve ağır yaralı hastaneye kaldırıldı. İki ağabeyi hastaneye gittiler ve Güldünya'nın işini bitirdiler. Sevilecek, koruncacak yaşta böyle bir töreye kurban edilince Güldünya, tüm ezilen,aşağılanan, şiddet görenlere adanmış. Ajda Pekkan'dan, Sezen Aksu'ya, Nilüfer'den Nazan Öncel'e, Zuhal Olcay'dan Rojin'e kadar şöhretli şarkıcılar şarkı söylemişler Güldünya adına tüm şiddet görenler için...

"Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, Avrupa'da fırtına kopmasına sebep olabilir." se eğer, her bir bireyin şiddeti önlemek adına yapılacak her konuya duyarlı olması ve çaba sarfetmesi gerekmektedir diye düşünüyorum.

Eller günahkar / Diller günahkar / Bir çağ yangını bu bütün / Dünya günahkar /

MASUM DEĞİLİZ HİÇ BİRİMİZ!

Bir de baktım ki/ben ben değilim artık



“İşte o sabah çocuk, bunları hayal edip iç geçirirken, bir zamanlar bahçeden çıkartıp, döşeklerin arasına yerleştirdiği tırtılı hatırladı.Onu orada bırakmış,unutup gitmişti.Akibetinin ne olduğunu merak etti. Koştu,döşekleri hırpalamak pahasına kaba saba davranarak bir an önce tırtılı bulmak ve vefasızlığını örtmek istedi. Lakin döşeklerin arasında hiç ummadığı bir şeyle karşılaştı. Ölü bir kelebekti bu. Kimbilir ne zaman kozasından çıkmış döşeklerin arasından çıkış yolu bulamamış ve orada son nefesini vermiş bir kelebek.

Çocuk vakti zamanında döşeklerin arasına yerleştirdiği o çirkin tırtılın,rengarenk kanatlarıyla adeta ölümü inkar eden bir kelebeğe dönüştüğünü görünce,öyle heyecanlandı,öyle büyük bir patırtı kopardı ki arkasında durup merakla onu izleyen yaşlı adamı çok geç fark etti.
……………………………..
“Görünenle yetinirsen eğer sadece tırtılı bilirsin.Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez.Görünenin ötesine geçmek istersen eğer,aradan örtüyü kaldırıp da gönül gözü ile bakarsan,kelebeği bulursun karşında. Güzeldir ya kelebek,gönlün ona akar. Lakin gönül gözünle görürsen eğer,
kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın.”
………………………………….
“Sade tırtıl ile kelebek değil elbet.Sakınola horgörme Pinhan;canları horgörme.Bak bu gayb alemine,bir kendini gör. Bak kendine,cümle mahlukatın özünü gör.Devri tamam olan gelir,devri tamam olan gider.Gelen,gidende saklıdır;giden gelende saklı.”
“Saklı”dedi çocuk gönülden tekrar ederek.
“Pinhan!” dedi Dürri Baba.Sesi yaprak kmıldatmayan Saba rüzgarı gibi doldu odanın içine.
“Pinhan!”dedi üst üste üç kere.
………………………………….
“Nicedir adını bekler dururdu. Velhasıl adı da onu. İşte bugün kavuştular birbirlerine. Adı Pinhan olsun bundan böyle”dedi.”



"Döndü halka halka / Döndü olanca hızıyla / toprak ki siyah bir halka idi / ve geceye saklanırdı bazen / tuttu su ile karıştı / su ki sarı bir halka idi / rengiyle dolaşırdı bazen / tuttu toprağı kucakladı / eğildim suya baktım / suda kendimi gördüm / kendimi sen sandım / sarılmak için atıldım / köprüye hıncım yalan imiş / onu yıkarken suya karışan / ben oldum
Bir baktım ki / ben ben değilim artık / suretim başka bir süret / ismim bir başkasının ismi / gönlüm ne yöne akar / verdiğin emaneti yitirdim yollarda / hata ettim / kusur ettim / affola..."
Elif Şafak/Pinhan

11 Mart 2009 Çarşamba

Şebnem İşigüzel ve Sarmaşık

Şebnem İşigüzel’in, “Öykümü Kim Anlatacak?” adlı kitabının ilk öyküsü “Devinimler”’in başlangıcında aşağıdaki yazı vardır:
“Bir iran masalında,sevdiği kadını yüzyıllarca aynı ruhla başka bedenlerde arayan bir adam anlatılır. Adam sonunda yüzyıllardır aradığı kadını uzak ülkelerin birinde bulur. Ona,güneşli bir gökyüzü altında birlikte toprak işlemek istediğini anlatır. Kadın sadece gülümser ve uzak ülkesinde yaşamaya devam eder. Seni ilk gördüğümde sıcak bir ülkede benimle birlikte toprak işlemeyeceğini,kendi dünyanı bana taşımayacağını biliyordum. Yine bana gülümsediğinde biliyordum ki ben yüzyıllardır yeryüzünde seni aramışım.”



Benimle Şebnem İşigüzel arasındaki yazar-okur tanışması yazarın aldığım ilk kitabında okuduğum bu cümlelerle olmuştu. Sonra yazarın “Hanene Ay Doğacak” ve “Sarmaşık” adlı kitaplarını okudum. Ben bu “öykücü kız”ın kitaplarını seviyorum.

Şebnem İşigüzel 1973 Yalova doğumlu. İstanbul Üniversitesi Antropoloji bölümünde okumuş. Değişik dergi ve gazetelerde muhabir,editör olarak çalışmış. Şimdi pek çok kitabı olan bir yazar.

Sabah evden çıkmadan önce,kitaplığımdaki kitaplardan bir tane rastgele seçip,şansıma ne çıkarsa birkaç paragraf yada bölüm okuma gibi bir adetim var artık. Bu hem okuduğum kitapları tekrar hatırlamama, hem de bir yazarın hayal dünyasında biraz da olsa gezinmeme neden oluyor. Kendimi iyi hissettiriyor. “Hatırlamak, unutmaktan daha zordur.” der Şebnem İşigüzel “Sarmaşık” adlı kitabında. O zaman ben de mümkün mertebe okuduklarımı hatırlamaya gayret ediyorum bu sayede.

Bu sabah şansıma elime değen kitap “Sarmaşık”tı. İlk bölümünü açtım. “Tesadüfi Renkler” kitabın ilk bölümünün başlığı. Hikaye İstanbul’da geçer. Ali Ferah renkkörü hastası bir ressamdır. Nobel ödüllü yazar Salim Abidin ise bir nörolojik hastalık nedeniyle harfleri tanıyamamaktadır. “Bir portre ressamı renkleri,ünlü bir yazar harfleri iyi tanıyamıyor. Hastalıklar sahiplerini iyi seçmiş.” Hemen hemen aynı yaştaki bu iki kişi doktor muayenehanesinde bir araya gelirler ve ilginç tesadüflerle sarmaşık gibi birbirlerine dolanırlar.

Kitaplarını okuyunca yazarların hayal dünyasına girmek hayrete düşürür kimi zaman beni. Hayranlık dolu ama tuhaf bir ritimle Şebnem İşigüzel’in kelimelerinin arasında dolandım sabah sabah… Sonra kitabı kapattım… Kitaplığın rastgele bir rafına koydum… Şimdi gerçek dünyaya dönme vakti... Üzerime yumuşak bir gün ışığı düşerken yola düşmeliyim… İş beni bekliyor… Kimbilir ne tesadüfler sarmaşında dolanacağım gene?.. Kimbilir gün neler getiriyor?
"Sarmaşık gibidir insan,kime dolanacağı hiç belli olmaz/ Sarmaşık gibidir hayat,nereden geçip nereye tırmanacağı hiç belli olmaz."

10 Mart 2009 Salı

Mary Shelley-Frankenstein

Sinemanın bir sanat olduğuna inananlardanım. Sinemayı hep sevdim. Sinemacılara daima büyük saygı ve hayranlık duydum.Hatta okuyucuda iyice abartıyor hissiyatı uyandırmayacağımı bilsem,bir sinema bağımlısıyım bile diyebilirim. Çünkü bir süre film seyretmemişsem eğer, film seyretmeyi bünyem ister ve eksikliğini belli eder. Sinemanın büyüsüne kapılıp gidebilme yatkınlığı vardır bende. Bu durum aynı hayalle gerçek arasında rüyaya dalıp, bulunduğunuz mekan ve zamandan bambaşka bir dünyaya geçebilme illüzyonu gibidir. Seyrettiğiniz filmin görüntüsü, oyunculuğu ve müziği; yönetmenin öykü anlatıcılığı ile şahane bir birliktelik oluşturmuşsa eğer, film size kesinlikle bir sihir geçirebilir. Bedeniniz sinema koltuğundayken, filmden size geçen tılsım, sizi bambaşka bir alemde hissetirebilir... Sinema hayatı eşsiz kılabilir!

Ayrıca film seyretmek bir nevi antidepresan etkisi de verebilir. Kimi farklı psikolojik durumlarımda seyredince iyi gelen, ilaç niyetine sakladığım filmlerim vardır. Sahiden de iyi gelirler. Aslında nasıl şifalı otlara, akupunktura, reikiye yada ayurvedaya alternatif tıp deniyorsa , sinema da alternatif tıbbın ta kendisi bence. Hem denemenin ne zararı, ne de yan etkisi var. Belki tek yan etkisi olabilir. Bende olduğu gibi bağımlılık yaratabilir!..

Yıllarca korku filmi seyretmeyi hep redettim. Eskiden korku filmlerini seyretmek, bende gereksiz bir vakit kaybı anlamına gelirdi. İnsan sinemaya neden gider yada niye film seyretmek ister? İyi vakit geçirmek, yaşamın günlük hayhuydan biraz uzaklaşmak, değişik dünyalar, mekanlar, insanlar, yaşamlar görmek, hayatın eşsizliğine, keyfine varmak gibi sebeplerim olabilirdi. Yada bir süre kafayı boşaltmak… Yada bir süre sinemanın büyüsüne kapılmak. Korku filmlerini daima gereksiz ve anlamsız bulurdum. Yaşam içinde karşılaşılan pek çok sevimsiz olay mevcutken, durup dururken kendinizi germenin ne gereği var öyle değil mi? Öyle değilmiş. Daha sonra korku ve hayret veren filmleri seyretmeye başadıkça ne kadar yanıldığımı öğrenecektim. Öğrenecektim ki Orsan Welles'in dediği gibi ."En büyük yanılgımız sinemayı sadece bir eğlence aracı olarak görmektir." Okudukça ve seyrettikçe anladım.

Öyle tahmin ediyorum ki,Frankenstein adı, filmi seyretmeyen herkeste korku hissi uyandırır. Ben de aynı fikirdeydim. Sonra bir yazıdan etkilenip seyrettim. Bazı yazılar da filmler gibi etkiler beni. Gördüm ki aslında Frankestein bir korku filmi değildir. Bilakis hüzünlü hatta acıklı bir öyküsü vardır. Filmin kahramanı Dr. Frankenstein insan yaratmayı ve ölümsüzlüğü bulmayı amaçlar. Uğraşıları sonunda bir ölünün bedeni ile bir suçlunun beynini birleştirerek bir ucube yaratır. Sonra duruma hakim olamaz. Yaratık ise aslında yumuşak bir kalbi olmasına rağmen, sadece görüntüsü sebebiyle insanları korkuttuğu için, toplum tarafından dışlanır. Yaratık neden böyle davranıldığını bilmediği için çok acı çeker. Filmin bu sahneleri sahiden üzücüdür. Tek başına kaldıkça ve dışlandıkça da acımazsızlaşmaya başlayacaktır. Eğer bu filmi benim gibi korku filmidir diye seyretmeyen varsa mutlaka seyredilmesini öneririm.

Aslında benim bu yazıyı yazmamın nedeni, bu filmin daha doğrusu kitabın yazarı Mary Shelley’dir. 1797 ile 1851 yılları arasında yaşamış bir İngiliz kadın romacı yazmış Frankenstein’in öyküsünü. Yazarın yaşam öyküsünü okuduğunuzda görüyorsunuz ki yazarın kendi hayatı da film gibi. Annesi Shelley’i doğururken ölmüş.Bu olaydan sonra belki de yaşamı boyunca annesinin ölümünden kendisini suçlamış olabilir. Kim bilebilir? Mutsuz ve yalnız bir çocukluk geçirir. Sürekli kitap okur ve hikayeler yazar. Dönemin romantik şairlerinden Percy Shelley'e aşık olur. Şair evlidir. Birlikte İsviçre’ye kaçarlar. Daha sonra evlenirler. Frankenstein öyküsünü yazmay, gördüğü bir kabus sonunda karar verir. Öykü 1818 yılında da yayımlanır. Yazar bir tekne kazasında eşini kaybeder ve 1851 de ölene kadar da yazarlık yapar.

Mary Shelley’in yazdığı bu öykü, ilk kez 1910 ve 1915 yıllarında filme çekilmiş. Asıl patlamasını 1931 yılında yapmış. Daha sonra Frankenstein’ın Oğlu, Frankenstein’in Hayaleti, Frankenstein Kurtadama Karşı gibi değişik isimlerle filmleri yapılmış. İngiliz yazar Mary Shelley'in yazdığı bir öykünün filmini biz, neredeyse 200 yıl sonra halen seyretmeye devam ediyoruz.


Hernekadar korku filmi değil desem de yönetmen, filmin açılış sahnesini simokinli bir adamın şu sözleri söylemesiyle başlatmayı tercih etmiştir: “Nasılsınız? Bay Carl Laemmle (yönetmen), küçük bir uyarıda bulunmadan bu film sunmanın nazik olmayacağını düşünüyor.Frankenstein dosyasını açmak üzereyiz. Tanrı’ya güvenmeyerek kendi benzeyişinde bir insan yaratmaya çalışan bir bilim adamı. Bugüne kadar anlatılmış en tuhaf öykülerden biri. Yaradılışın iki büyük gizemi ile ilgili: Yaşam ve ölüm. Sanırım sizi heyecanlandıracak. Sizi şoka uğratabilir. Hatta sizi çok korkutabilir. Aranızdan herhangi biri sinirlerinin gerilmesine aldırmıyorsa şimdi sizin şansınız… Tamam,sizi uyardık !"
.