28 Şubat 2011 Pazartesi

Deli Eder İnsanı Bu Dünya-KUKURİİKUU!

Bakma fakirmişim, kimsesizmişim;
-Akşamüstüne doğru, kış vakti-
Benim de sevdalar geçti başımdan.
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış;
Zamanla anlıyor insan dünyayı.


 Şimdi kılıksızım, fakat
Borçlarımı ödedikten sonra
İhtimal bir kat da yeni esvabım olacak
Ve ihtimal sen 
Yine beni sevmeyeceksin.
Bununla beraber pazar akşamları
Sizin mahalleden geçerken,
Süslenmiş olarak,
Zannediyor musun ki ben de sana 
Şimdiki kadar kıymet vereceğim?
 


 Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden eni çıkmış ağların kokusunda
Şu ada senin, bu ada benim
Yelkovan kuşlarının peşi sıra,

Gün olur, başıma kadar mavi,
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...




Kırık taşlara bakıp
Işıklı bir asfalt düşünmek
Acaba yalnız 
Şairlere mi mahsus?


NOT: Orhan Veli'nin aşağıda adları yazılı şiirlerinin bazı dizeleriyle Bülent Arabacıoğlu'nun En Kahraman Rıdvan karelerini eşleştirdim.
- Ölüme yakın
- Pazar Akşamları
- Gün olur
- Asfalt üzerine şiirler

Kahve Molası - "Beni Bir Sardunya Büyüttü Belki "


"Yoo.. Tamam!" dedim kendi kendime. "Şimdi arabamı park edeceğim. Ve Outlet'deki kafeye gireceğim. Bir kahve molası vereceğim." Aynen düşündüğüm gibi yaptım. Sabahtan beri arazideydim. Anlıyorsun değil mi?  Araba sırtında dolandım durdum.  İşte şimdi hem kahvemi hüpletip hem yazımı yazmaktayım. Şu anda kendimi adamakıllı avare hissediyorum. Oh! Hayatın içinde küçük molalar  hoş oluyor doğrusu. Hava desen yağmurlu... Gri...  Severim böyle havaları ne yalan söyleyeyim. İnsanı hafiften efkar basar. Efkarlanmayı da severim. Zaten efkar Türkçe bir duygu değl midir? Nasıl oluyor dersen? Serde Türklük varsa.. Hava yağmurlu der efkarlanırsın... Ansızın duyduğun bir şarkıya efkarlanırsın.  Üstelik neden efkarlanıyorum diye düşünür bir daha efkarlanırsın. Efkarın katmerleştikçe katmeşleşir. İşte böyle bir şeydir.  Şimdi   müzik geliyor kulağıma....  Hey! Ne çalmaya başladı bil bakalım? La vie en rose... Louis Armstrong söylüyor... Muhteşem! Of! Gördün mü? Gel de efkarlanma... Kafe tenha. Camdan dışarıya bakıyorum. Hayat akıp gidiyor... Şu an yaşadıklarım bir rüya olabilir mi? Yoksa ben gene bir rüya an'ının içinde miyim? Ne bileyim? Hayal miyim?  Gerçek miyim?  Edip Cansever dizeleri ne der? "O ben ki... Bir kadında bir çocuk hayaleti mi... Bir çocukta bir kadın hayaleti mi... Yalnızca bir hayalet mi yoksa?" Yoo.. Şimdi şiirlere dalarsam... Çıkamam buradan... Kapılırım şiirlerin akışına... Şiir çarpmasına bile uğrayabilirim. Yooo... Yola çıkmalı, ofise dönmeliyim... Çok işim var. "Kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni... Sıradan acılardır çünkü...  Bütün ilgileri toplayan . " Eyvah! Daldım gene Edip Cansever'in Ben Ruhi Bey  Nasılım? adlı şiirine... Yoo.. Toparlandım. Merak etme.  Mantomu giydim. Şimdi burada ortam sıcak. Biliyorum ama... Az sonra dışarıya çıktığımda ayazdan yanaklarım kırmızı kırmızı olacak.  Bu yazıyı gönderip  hemen bilgisayarımı kapatacağım. Tamam işte bak. Ayağa  kalktım bile. "Biri fotografımı cekiyorkenki gibi durdum...  Azıcık gülümsedim... Ve dünya bana gülümsedi... Çakılların üstünden yürüdüm... Yürüdüm  ki, bir sese benziyordum sanki... Yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi... İyice duydum...  Çıkarken bahce kapısını açık bıraktım."  Of! Niye ben böyle biriyim? Ne bileyim? Edip Cansever der ya..."Beni bir sardunya büyüttü belki."  Çıkıyorum. Kahve molam bitti.

Bir Alev Halinde Düştün Elime, Hani Ey Gözyaşım Akmayacaktın...

27 Şubat 2011 Pazar

TÖHAF Bir Rüya Gördüm. Hayırdır İnşallah!


Bugün tam bir tembellik halindeydim. Gelsin çaylar gitsin kahveler vaziyetinde yani. Tam Yazıyor'da Halil Gökhan'ın Sadık Yemni'yle söyleşisini okuyordum. Dergi kucağımda koltukta kıvrılıp uyumuşum. Bak şimdi. Hayırdır inşallah. Gene tuhaf bir rüya gördüm. Rüya bu ya... Bale kıyafetleri içindeyim. Biliyorum. Gülüyorsun. "Bu tombik halinle nasıl balerin olabilirsin?" diyorsun. Haklısın. Ama rüya bu. Gerçek değil ki.  Rüyalarda insan ne olacağını nereden bilebilir, öyle değil mi?


Rüyamda... Balerin seçimleri varmış güya. Adaylardan biri benmişim. Ne tuhaf bir durum! Çünkü  ömrümde bir kere  bile  balerin olmayı aklımdan geçirmedim. Tamam. Annem balerin olmamı çok isterdi. Ve beni  küçükken bale kurslarına yazdırırdı sürekli. Zaten o vakitler bizim şehirde bir tane bale kursu vardı.  Bale hocası değiştikçe annem gene denerdi. Her biri "sizin  paranıza bizim vaktimize yazık" demişler; ısrarcı oldukça  anneme söylenmişlerdi. Annemin hayal kırıklıklarını unutmam mümkün değil. Çocukluğumdan beri annemin istediği gibi zarif biri olamadım ne yazık ki. Canı tez bir yapım olduğu için hep haldur huldur biriydim. Değişmedim. Halen öyleyim. Kendimi rüyamda balerin olarak görünce, annem aklıma geldi. Kendimden korktum ama keşke annem göreydi bari  bu halimi diye düşündüm. Üzüldüm.


Rüyamda ben balerin kıyafetleri içindeydim ya... Bil bakalım kim vardı karşımda?   Bir Rüya İçin Ağıt (Requiem for a Dream) adlı filmi duymuşsundur. Seyredeni sarsan silkeleyen bir filmdir. Güreşçi  (The Wrestler) adlı filmi duydun mu peki?  Ya   o destansı anlatımıyla Kaynak (The Fountain) adlı filmi... Allahım Yarabbim... İşte bu güzelim filmlerin yönetmeni Darren Aronofsky  karşımda değil miydi? Ne kadar şaşırdığımı anlatamam. Görmeliydin beni. Üstelik bana: "Siyah Kuğu adlı  filmimin baş balerini olarak  seni seçtim" demesin mi?  Aaa! Bunu duyunca  olduğum yerde donakaldım tabii.  Akabinde "Yoo. Yapamam. Kabul edemem böyle bir teklifi." diye cevap verdim.  "Ne yani, sen şimdi beni reddediyorsun, Oskar alacağı kesin olan bir rolü kabul etmiyorsun öyle mi?"  dedi.
 


Tam o anda içimdeki iki "ben" çarpışmaya başladılar her zamanki gibi. Karanlık tarafımla aydınlık tarafım ak ve siyah kuğu misali dövüşüyorlardı sürekli.  Gözlerini kan bürümüş  içimin siyah kuğusu basbas bağırarak "Deli misin, hayatının teklifini redediyorsun! Zafer bizim olacak! Tüm rakiplerimizi yok edeceğiz, mükemmele ulaşarak zirveye yerleşeceğiz!" diyordu. Haklı mıydı acaba? Bari içimin siyah yanını rüyalarımda  dinlesem mi? diye içimin ak yanıyla düşündüm. Tam Darren Aronofsky'nin Siyah Kuğu filminde baş balerin olmayı kabul edecektim ki bir şey aklıma geldi. İyi ama ben ömrümde bir kez bile balerin olmayı ne gerçek hayatımda düşünmüştüm ne de hayal etmiştim. Balerin olmak asla bana göre bir şey değildi.




İnanamıyorum kendime. Rüyamda ne dedim biliyor musun ünlü yönetmen Darren Aronofsky'e? "Sizin filmlerinizi gerçekten çok severim. İlla  bu yılın Oskar'a aday olacak filmlerinden birinde oynayacaksam... Kusura bakmayın ama... Coen kardeşlerin yönettiği İz Peşinde (True Grit) adlı filminde  memnuniyetle oynayabilirim. İnanın o filmdeki kızın rolü bana daha uygun. Çünkü ben bale bilmem. Fakat çizgi roman okuru olduğum için ormanda at sürebilir ve dövüşebilirim. Sonra İz Peşinde de Jeff Bridges var. Of! Nasıl hayranım kendisine. Ben Oskar moskar istemem. Jeff Bridges'la bir filmde oynamak var ya bana fazla fazla yeter. Lütfen gücenmeyin olur mu? Ben bir koşu Coen Kardeşler'le görüşmeye gidivereyim.." diyordum ki  yerimden zıplayarak uyandım.   Filmlerini sevdiğim yönetmenin teklifini kırmadan redetmek için sanırım büyük  bir gayret sarfetmişim. Uyandığımda ter içindeydim. Söyler misin  bu rüya nedir şimdi? Bu rüyalarımı sana değil de, başkalarına anlatsam bana deli demezler mi peki?
 

Uyumadan önce Yazıyor'u okuyordum ya dergi  kucağımda öylece kalmış. Uyku mahmuru derginin  açık sayfasına baktım. En son Halil Gökhan'ın Sadık Yemni'yle yaptığı söyleşini okuyordum. Göz attım son okuduğum cümlelere... Sadık Yemni  TÖHAF'tan bahsediyordu gene. TÖHAF'ı sular seller gibi bilirim. Benim gibi hayalperest biri  okur da böyle bir şeyi, atlamaz mı üzerine? Sadık Yemni'nin külliyatını okumuş biriyim. Bak şimdi... TÖHAF,  Tam Özerk Hayal Film şirketi anlamına geliyor.  Sadık Yemni'ye göre her insanın beyni oksijenle çalışan bir film stüdyosudur sanki. Ve her birimiz beynimizin içinde istediğimiz filmi çevirebiliriz. Bana göre çok haklı. Tam benlik vaziyet bu yani. Ne diyebilirim? Şahane!  Okuduğumuz ve seyrettiğimiz filmlerden nebileyim yaşamdaki bir şeyden  etkilenip, beynimizin içinde istediğimiz gibi filmler çekebiliriz. Beyin görsellikle ne kadar idman yaparsa filmmatik kaslar o kadar fazla çoğalıyormuş, anlatabiliyor muyum? Zaten sinemada seyrettiklerimiz öncelikle yönetmenin beyninin içinde çevrilen filmler değil mi?  Sadık Yemni diyor ki "Belki bütün filmler çoktan çekilip gösterilmiştir ve biz de darmadağın olmuş bir akaşik arşivden görsel parçacıklar nasiplenen irili ufaklı kargacıklarızdır." Kimbilir? Kim böyle bir şey olamaz diyebilir? Beynin bilinmez yönleri daha bilinir oldukça... İnanıyorum... Gelecek zamanlarda... Rüyalarımızda gördüklerimizi ekranlarda seyreder duruma geleceğiz. Belki gerçekten  seyrettiğimde tam bir sinemasal şölen yaşadığım Siyah Kuğu  adlı filmi benimle çevirmek istedi Darren Aronofsky... Ben de bu teklifini kabul etmedim de... Natalie Portman oynadı benim yerime demek ki. Ve Oskar alacak... Helali hoş olsun vallahi... Balerin olmak bana uymazdı ne yalan söyleyeyim. Şeyy... Ben... İzin verirsen eğer... Usta oyuncu Jeff Bridges'le  İz Üstünde adlı filmi çevirebilir miyim? Gülme...  Ne var? Tabi ki TÖHAF yöntemiyle... Yaa.. Bizim köyde vaziyetim böyleyken böyle.

Dampyr ve Geyikli Gece

 Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk





Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak




Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık







Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı



Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor
TURGUT UYAR 

26 Şubat 2011 Cumartesi

Türk Romanlarından "İlk Cümle" Seçkileri...


Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. 
Orhan Pamuk - Yeni Hayat




Bize kalırsa aşkı tanımayan bir okuyucu bu kitabı hiç okumamalıdır.  
İskender Pala - Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk



 
Kar, mevsimi geçtikten sonra yağdı mıydı, haşmetini kaybederdi.
Ayşe Kulin - Veda





Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kainattan 7079 yıl, İsa mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarakası meşhur bir kent vardı. 
İhsan Oktay Anar - Puslu Kıtalar Atlası
 

Zenginlik, Mal, Mülk Neye Yarar? Elimde Dergi Olmayınca...


Olmaz olsun cüzdanımda milyonlar.. Kitaplığımda kitaplar olmayınca.. Altın, gümüş, pırlanta, zümrüt, sedef, yakutla... Kim mutlu olmuş dünyada... Bir tek kitap... Bir dergi, bir şiir... Sevdalı bir tek bakış yeter banaaa... Yeter valla... Bir dakika... Nerden geldim ben şimdi bu Sezen Aksu şarkısına? Haaa... Tamam... Diyecektim ki... Kitap sever biri olduğum gibi tuhaf bir şekilde dergiciyim. Haftalık mizah dergilerinden tut da erkek dergilerine kadar  her türlü sevdiğim dergileri karıştırmayı, okumayı severim. Ammmaa.. Sürekli takibinde olduğum dergilerim vardır benim. Yazıyor adlı dergi sözgelimi. Yoo... Bu dergi çarşıda satılmıyor. Abone olunuyor.  Konuşan Kadın, Erkekler Cennetinde Son Tango, Yedinci, Yeni Sevgili adlı romanlarını okuduğum Halil Gökhan'ın dergisi bu.  Yazıyor'a çıkacağını duyduğum ilk günden abone oldum. Bu ayki dergi dün elime geldi. İlham üzerine nefis yazılar silsilesi çarptı beni. Özel ve farklı bir tarzı var Yazıyor'un. Şimdi  derginin sonundaki Sadık Yemni ve Halil Gökhan ropörtajını okumaya  sıra geldi. İki  sevdiğim yazar bakalım ne muhabbetler yapmışlar? Merakımı kışkırttı. İlgiyle okuyacağım. Yazıyor dergisi ile ilgili paylaşım adresini vermek istiyorum. http://www.yaziyordergi.com/dergi.htm


Olmaz olsun tek dikilmiş ağacım... Elimde kitap oldukça... Neye yarar olsa da altın tacım... Yanımda  bir dergi olmayınca... Tamam. takıldı ya bu şarkı ağzıma...  Artık bütün gün döner döner söylerim. Bir +Bir adlı dergiyi bilir misin? Son günlerde epeyce gündemdeydi. Neden? D&R bütün şubelerinde bu derginin satışını yasaklamış ya hani... Ne kızmıştım D&R'a anlatamam. Bizim şehirde bu dergi satılmıyor maalesef ve ben Bir+Bir'in tam manasıyla hastasıyım. Tarihçimiz Profesör Doktor Cemal Kafadar'ı tanımam tamamen Bir+Bir dergisindeki sohbetleri sebebiyledir. Bu ayki sayısını henüz satın alamadım. Umarım tükenmemiştir. Çünkü tarzını çok seviyorum. İnan bana yazılarını acayip özlüyorum. Söylesene... Altın, gümüş, pırlanta, zümrüt, sedef, yakutla, kim mutlu olmuş dünyada... Ama dergiyle... Kitapla... Seni bilmem ama... Ben çok mutlu oluyorum valla.

Kuleler Uzadıkça Anlaşmak Zorlaşıyor Mu?


Kuleler her daim ilgimi cezbederler. Mesela düşünsene Babil Kulesi'ni.  Babil'in kelime anlamı gökyüzünün kapısı demekmiş. Ama aynı zamanda karıştırmak fiiliyle soy birliği taşıyormuş. Aslında bir vakitler dünyanın dili de sözü de birmiş. İnsanlar  yeryüzü üzerinde başı göklere erişen bir  kule bina etmişler. Amaçları kendilerine nam yapmakmış. Bu durumu gören Tanrı "madem benimle boy ölçüşmeye kalktılar, o halde kendileri de anlaşamasınlar, dilleri farklı olsun, anlaşmaya varamasınlar" diye çok kalıcı bir ceza vermiş.  Enis Batur'un bir deneme yazısında okumuştum. Acaba kuleler yaparak yerden gökyüzüne yükselmek çabası tanrılarla boy ölçüşmek sebebiyle mi diye soruyordu? 


Bildiğim kadarıyla şu anda dünyanın en yüksek binası Dubai'de bulunan Burj Dubai... Şimdi sanal ansiklopediden baktım. 828 metre ve 160 katlıymış. Ne  dersin? İnsanların gökyüzüne ulaşma çabası arttıkça, kuleler uzadıkça, insanlar daha mı anlaşmaz, birbirlerini  anlamaz oluyorlar  yoksa?  Eski rivayetlere inanmak gerekir mi? Günümüzde insanların  halen birbiriyle bir türlü anlaşamamaları bu sebeple mi yani?  Kulelerle ilgili bu tip sorular hiç aklına gelir mi?

25 Şubat 2011 Cuma

Ve Zagor Ve Çiko Ve..... "Uçarak Geliyorum Sevgili Çonchita!"

 
Bakar mısın olana bitene? Felipe Cayetano Lopez Martinez Gonzales yani ismi diğer Çiko'nun Zagor'a yaptıklarını görüyor musun? Çonçita'nın cazibesine kapıldı.. Unuttu eski dostunu... Olur mu olur! Ya Zogor... Nasıl şaşırmış, nasıl hayretler içinde görüyorsun değil mi? Sana bir şey söyleyeyim mi? Bugün cuma... Benim için haftanın son iş günü... Nasıl işim başımdan aşkındı anlatamam. Yorgunluktan ölüyordum inan ki... Ama şimdi şu karelere baktım ya... Hahha! O kadar keyiflendim ki! Çizgi roman okumak böyle bir şey işte... Bu  yaşta halen Zagor mu okuyorsun diyenler, eğer bu maceranın sonu nereye gidiyor diye merak ederlerse... Atalarımın bütün bıyıklılar adına... Eczacı dedemin hileli ilaçları aşkına hatta... Ve de karamba karambitaaaa... Merak eden Zagor alır okur.... Maceranın devamını anlatmam... ASLAAAA:))

Ve Çiko Ve Güzel Aşkı Çonçita Ve Zagor


Bu kare Zagor'un Puarte Juares adlı macerasından... Felek Çiko'nun karşısına hep acuze kızlar çıkarmıyor. Bu macerasında görüleceği üzere güzeller güzeli Conchita Zagor'a değil Çiko'ya hayran... Zagor ise resimde görüldüğü gibi bu durum karşısında fena halde şaşkın... Tablo gibi şahane bir kare bu... Dur bakalım... Şimdi işim var. Kahve molasında bu öyküye dönerim belki..... Allahım yarabbim... Çiko'ya bakar mısın şiir gibi konuşuyor.. Kadınlara neler söyleneceğini nasıl da iyi biliyor... "Sizin  o şahane iri siyah  gözleriniz geceleri sabaha kadar uykusuz kalıp yorulmamalı... Onlar uyumak için yaratılmışlar." Hahha! Karamba Karambita! Havada kalpler uçuşuyor!.. Bayılırım Zagor'un  bu macerasına.... Devamı sonra:)

24 Şubat 2011 Perşembe

Hayat Olup Bitene Beni Şahit Yazınca Denize Dalasım Geldi...


Tuttu gene deli nöbetim. Televizyonda haberler vardı. Dünyada ölümler vardı.  Benim ise denize dalasım vardı.  Hani gepcece vakti. Dolunay şavkıyorken hani. Anladın değil mi?  Usulca  koltuktan kalktım. Ayaklarım nereye gideceğini biliyordu sanki. Anne sözü dinler gibi masum... Tıpış tıpış kitaplığa yöneldim. Atilla Atalay'ın kitaplarının önünde durdum. İlla okumam lazımdı anladın mı? Lam'ı cim'i yok yani... Bu bir kriz hali. Baktım şöyle bir Atilla Atalay külliyatına... Elim Kişi Başına Bir Yalnız adlı kitabına gitti. Aldım yerinden. Uzun uzun Latif Demirci'nin çizdiği kitabın kapağını seyrettim. Sonra kitaptan rastgele bir sayfa açtım. "Bazen yalnızca seyretmek iyidir." "Fakat karışmasın; seyretmekle seyirci kalmak aynı şeyler değildir." diye iki cümle okudum. Hah! Bu iki laf  o anki ruhuma pek denk düşmüştü.  Asaletimi bozmadan konsolos gülümsemesiyle tepki vermek istedim. Tepki vermek istedim istemesine fakat onun yerine  kaynayan çaydanlık cızıltısı gibi zayıf bir ses kurtuldu içimden. Açtım kitaplığın alt çekmecesini... İçimden kurtulan çaydanlık cızıltısı gibi zayıf sesi kitaplığın alt çekmecesine gizledim. Çekmeceyi iyice kilitledim. O anda  Kaddafi'nin halka söylediği tehditler kulağıma geldi.  Başımı televizyondan yana çevirdim. Şaşkın şaşkın Kaddafi'yi seyrettim.  Elimdeki kitaptan bir sayfa açtım gayri itiyari... Diyordu ki.. "Seyretmenin seyirci kalmak olmadığını biraz öğrendim belki, hayat olup bitene seni şahit yazıyor, anlıyorum."  İşte o anda... Kendime öyle güldüm ki, zemberekler fırladı içimden... 
Sen hiç gepgece denize girdin mi? Dolunay şavkıyorken hem de... Girdim işte ben... Yine hiçbirinin ruhu duymadı.

NOT: İtalik cümleler Atilla Atalay'a aittir.

Metin Üstündağ'la Kahve Molası.. Düş Kavuğuna Kaçanlar


ne tuhaf.. sanki daha çocukmuşuz, top oynayıp acıkmışız, aç karnına üç kilo kiraz yemişiz, rehavet çökmüş, şöyle bir kestirmişiz, uyumuşuz, uyanmışız, büyümüşüz, ölmüşüz.. kahkaha kelimesinin harfleri kadar gülmüşüz.. yeryüzü hayatı, ışık hızı'na göre, az ve daha ağır çekim miymiş, neymiş.. tortunun, tortusu kadar düşünmüşüz.. tuhaf ne

ne tuhaf, adolf hitler.. gençliğinde en çok ressam olmak istiyormuş.. iki kere güzel sanatlar akademisi sınavlarına girmiş, kazanamamış.. öpülmüş hayatın davası olmaz amma adolf hitler, dünyaya, tarihe, insanlığa düştüğü, o kara, o zifir süreyi ve macerayı resim olarak yapsaydı.. 'vışş, ne baba bir ressam', demiyecek miydik acaba.. tuhaf ne


ne tuhaf, yukio mişima.. bir nevi suret olarak hisli, duyarlı, japon cüneyt arkın'ı sanki.. batılı bir hayatı pek sevmesine ve benimsemesine rağmen, japon halkının batılaşmasına ve sonra silahsızlanmasına uyuz kaparak, kendini hara-kiri marifetiyle intihar etmiş.. fırsatı, umarı, olanağı olsaydı.. yani yazar, sanatçı olmasaydı.. yukio mişima acaba, adolf hitler'i bile mumla aratır mıydı.. tuhaf ne


ne tuhaf, franz kafka.. hayatına esas olarak üç kadın girmiş galiba.. bunlardan felice ve milana'ya acılı mektuplar yazmış.. ömrünün son demlerinde ise kendinden çok yaş küçük dora diamant isimli bir kızla mutlu mu, çok mutlu olmuş.. dora diamant, felice ve milana kadar bilinmez mi ne olmuş sonra.. veya, veya.. kafka ve mutluluk, yan yana, yakışık almaz mı ne sayılmış.. ve dora diamant unutulmuş.. tuhaf ne


ne tuhaf, orson welles.. yirmi beş yaşında çektiği, yurttaş kane isimli filmiyle, bütün zamanların en iyi filmleri sıralamasında hep başı tutmuş.. ve fakat sonra da kafasındaki nice güzel filmi çekmeye de yapımcı bulamamış.. "o vakit ben de berbat filmlerde oynarım, topladığım paralarla da istediğim gibi şahane filmler çekerim." diye düşünmüş.. lakin evdeki orson, çarşıdaki welles'e uymamış.. ne çok para toparlayabilmiş, ne de o eski enerjisi kalmış.. mutsuzlukla beraber, fazlasıyla yemeye-içmeye meyletmiş.. tıpkı marlon brando gibi olmuş ve en sonra birgünde şişko patates, yarım kilo domates bir deha olarak dünyadan çekip gitmiş.. "ömrümün yüzde doksan dokuzu'nu dangalaklara laf anlatmaya, yüzde birini sinemaya harcıyarak geçirdim," ve "sinemaya en tepede başladım, çalışarak en aşağılara indim" gibi can eriği burukluğunda çivi sözler bırakmış ardında.. tuhaf ne

Metin Üstündağ'ın Denemeyenler adlı kitabından - sayfa 131

23 Şubat 2011 Çarşamba

ZAGOR - Bizimkisi Bir Dans Hikayesi - Siyah Beyaz Film Gibi Biraz...

 


 
 


Zagor'un Kalede Yangın adlı macerasına ait olan bu kareleri okumak ve seyretmek çok  keyiflidir. Zagor'u nasıl da  severim. Bir kere acayip esprili biridir. Tamam. Doğru.  Zagor Darkwood ormanında yaşıyor. Dans etmeyi nereden bilecek öyle değil mi? Bu öyküde  gördüğün gibi güzel bir kadın tarafından dansa davet ediliyor. Bakar mısın nasıl mizahi bir taktikle durumu kurtarmasını beceriyor. Albay Hudson'un güzel kızını yaptığı esprilerle nasıl  şaşırtıyor ve ikna ediyor. Bu Zagor'un bir dans hikayesi...  Sence de siyah beyaz film gibi değil mi? Bir şey söyleyebilir miyim? Ben var ya Zagor dövüş taktiklerini sular seller misali bildiğim gibi Zagor'un söylediği dans çeşitlerini de çok iyi bilirim. İnan mübalağa etmiyorum. Tamamen doğru. Hele Mohawklar'ın işkence dansında var ya üzerime yoktur. Hele Gitar Jim'in  gitarıyla çaldığı  Mohawklar Kalender Olur koçaklamasıyla   nasıl yaparım bu dansı görmeni isterim. Arkasından Firidanın Nikahı adlı şarkı ile Senecaların Yağmur Dansını yapabilirim mesela... En son Hellingen'in Entarisi Ala Benziyor'la  senle halay çekmeliyiz illa. Of! En son.. Yorulduk ya... Otururuz... Kahveler elimizde... Gitar Jim'e sesleniriz... "Çal Gitaaarrr!" deriz. "Çal! Bize Darkwood'u Özledim adlı sılov şarkıyı çal!" deriz mesela...  Hey! Şahane olur valla! Of! Kendim hayal ettim. Eyvah!  Kendim havaya girdim gene! Halim işte aynen  böyleyken böyle:)