31 Mayıs 2011 Salı

Aylık Neş-e ve Cambazlıklar Mecmuasının 2. Sayısını Satın Aldım.


Zaman  akıp gitmiş. Bir ay geçivermiş. Nice meşhur mürekkep erbabı ve muharrirlerin iştiraki ile defter idülüp dürülmüş aylık neş-e ve cambazlıklar mecmuası Harakiri'nin ikinci sayısı çıkmış bile. Görür görmez satın aldım. Zaten ilk sayısından Harakiri' yi sevmiştim. Bu kez çifte kavrulmuş lokum tadı vardı Harakiri'de... Çünkü Ters Ninja'nın Landlord'u, bizim şehrin çocuğu  Ege Görgün'ün Harakiri'nin  ters ninja adlı köşesinde yazdığı yazısı var. Nasıl sevindim anlatamam! Ege işinin ehli bir sinema yazarı ve çizgi roman editörüdür. Ama ben esas  Ege Görgün'ün  öykülerinin sıkı bir takipçisiyim. Bilimkurgu, fantastik tarzı öyküleri gerçekten çok etkileyicidir. Ayrıca... Ben... Uzun zamandır...  Sinema, müzik, çizgi roman, futbol birikimi, sıkı bir kalemi  olan Ege Görgün'ün memleketimde eksikliğini hissettiğim Nick Hornby tarzı eğlenceli şahane öyküler yazacağını hayal ediyorum. Üstelik Ege'nin Nick Hornby'ya göre artısı, fantastik hayal gücü var. Harakiri'yi beklemek heyecanlı bir serüven olacak gerçekten. Çünkü Harakiri'nin  Ters Ninja köşesinde her ay kimbilir ne sürprizli yazılar bizi bekleyecek!



Kahve Molası - Oldum Ben Bir Geveze Off Nenem Offf!

 
"Çayır çimen geze geze... Offf... Offff... Çayır çimen geze geze... Offff... Oldum ben bir geveze... Yanma yüreğim yanmaa... Ayrılık bize düştü... Of nenem offff... " diye şahane bir türkümüz vardır bilir misin? Allahım! Şimdi gene oturdum... Hımm! Elimde miss gibi kahvem... Gene bir Kahve Molası yazısı yazmaya hazırlanırken... Ansızın nereden aklıma düştü bu türkü? Du bi! Ben bulayım bu türküyü koyayım şuracığa... Hem öyle Kıraç'tan ya da Funda Arar'dan falan değil... Çok eskilere uzanıp Mavi Işıklar'dan dinleyelim bu türküyü önce birlikte... Sonra bakalım parmaklarımdan ne dökülecek?  Oldum ben bir gevezeee... Off nenemm offff!


Tamam... Off! Ne özlemişim bu türküyü... Bayıldım inan ki. Dinledikçe yüreğimin yağlarının eridiğini hissettim. Yıllardır dinlememiştim. Peki gene hafızamın hangi tozlu çekmecesinden ve neden şimdi çıktı, silkeledi tozlarını? Hiç bilmiyorum. Ben bu hafıza denen kutuyu çözemedim. Bilen beri gelsin. Ne diyeceğim biliyor musun? Dün  tarih profesörü Cemal Kafadar'la ilgili bir yazı yazmıştım ya Cemal Kafadar'ın elime ilk aldığım kitabının adı neydi biliyor musun? "Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken"  Güzelliği görüyor musun? Ben çarpılıp kalmıştım bu cümleyi okuduğumda... Tarih buydu işte... Ben burada yokken birileri vardı burada... Peki ben burada yoğ iken kimler vardı? Müthişti. Karacaoğla'nın bir dizesiymiş bu. Cemal Kafadar'ın kitabını alınca öğrenmiştim. "Karac'oğlan der ki bakın olana... Ömrümün yarısı gitti talana... Sual eyle bizden evvel gelene... Kim var imiş biz burada yoğ iken..." Kitapta  yeniçeri, tüccar, derviş ve hatun diye dört bölümde, 16. ve 17. yüzyılda Osmanlı dünyasında yaşamış dört kişiyi anlatılmış. Ben son bölümdeki Üsküplü Asiye Hatun'un rüyalarını okumakla başlamıştım ne yalan söyleyeyim. İnanılacak gibi değildi. Kurgu değildi çünkü. Tamamiyle gerçekti.


Cemal Kafadar'ın yaptığı araştırmalar sırasında Topkapı Sarayı Kütüphane'sinde gösterişsiz küçük bir mecmuanın içinde karşısına çıkmış bu 17. yüzyılda Üsküp'te yaşamış Asiye Hatun'un rüya defteri. Asiye Hatun Halvetî tarikatine mensupmuş. Tasavvuf yolunu seçmiş. Rüyalarla irşad edilme geleneği varmış. Ama şeyhi başka bir şehirde yaşadığı için rüyalarını yazılı olarak göndermekteymiş. Mektupla irşad tasavvuf tarihinde pek seyrek olmayan bir durummuş. Asiye Hatun gönderdiği mektupların bir müsveddesini ve gelen bazı cevapları saklamış. Kendi ızdırap ve iç çelişkilerini anlatmış.. Evli olmadığı tahmin ediliyormuş. Yaşı bilinmemekle birlikte evlilik çağını biraz geçmiş olduğu düşünülüyormuş. Evlilik motifleri rüyalarında sık sık boy gösteriyormuş. Yazdığı rüyaların yorumlarına  göre kalp gözünün açıldığı düşünülüyormuş. Rüyalarıyla çok haşır neşir olan Osmanlı Padişahı III. Murad'ın  şirinde "uyan ey gözlerim gafletten uyan" dediği gibi, Asiye Hatun  en sonunda rüyasında elinde tuttuğu aynayla içine bakmayı beceriyormuş. Düşünebiliyor musun  17. yüzyılda, biz burada yoğ iken okuyup yazabilen, kitaplarla haşır neşir olan bir kadın yaşamış. Mevlana'dan beyitlere raslanmış yazdığı mektuplarda. Demek Mesnevi'yi okumuş. Sonra Alis'in harikalar diyarına düşüşünü andıran bir rüyasında, evinde bir mermer kapağı kaldırıp rastladığı bir merdivenden aşağıya iniyormuş. Karşısına çıkan çeşmenin suyundan içince kendini birden Medine'de buluyormuş. Böyle şeyler anlatmış mektuplarında. Şahane bir tekinsizlik vaziyeti yani! Bir tarihçi çok farklı gözle incelemiştir illa ki Asiye Hatun'u... Ama ben...  Ben... Burada yoğ iken, 400 yıl önce dünyada var olan  rüya seven bir kadının varlığını öğrendiğim için mutluyum doğrusu. Bizim onun mektuplarını okuyacağımızı bilse ne düşünürdü acaba? Cemal Kafadar'ın böyle araştırmalarını kitaplaştırması büyük bir niğmet bana göre. Ne diyeyim... Çayır çimen geze geze offf! Offf! Oldum ben bir gevezee off nenem offf! diyeyim... Yazıma şöyle son vereyim... Asiye Hatun'un ruhuna rahmet... Cemal Kafadar'ın ömrüne bereket... Bana da hayal gücü lütfet!  Kahve molam bitti. Haydi bana eyvallah! İşe dönmem gerek. Off nenem off!

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Hayırdır İnşallah!


Hep söylerim. Öğrenim hayatım boyunca en kötü dersim Tarih’ti. İkmale  bile kaldım Tarih’ten  yani öyle söyleyeyim. Tarih derslerinde ellerimi yanaklarıma dayar, camdan dışarıya aylak avere bakar, mütemadiyen zaman hızla geçsin, içinde yaşadığım an  tarih olsun diye hayal ederdim. Şimdi tarih öğretmenlerime laf etmeyeyim. Kusur bendeydi elbet, ne bileyim? Neyse… “Öyle bir geçer zaman ki” der gibi zaman geççttii gitti. Hayallerim gerçek, benim öğrencilik günlerim tarih oldu sahiden. İyi ama... Şimdi...  Ben var ya ben… İnanılacak gibi değil. Ben son zamanlarda tarihçilerin izini sürer oldum. Önce Reşat Ekrem Koçu kitaplarına bittim. Resmen bittim. Her bir kitabı uçurdu beni diyebilirim. Ara sıra elime alıp birkaç bölüm okumazsam kendimi  eksik  hissederim. Şimdilerde Evliya Çelebi’ye merak sardım. Evliya Çelebi'nin nükteli anlatımıyla gezdiği coğrafyaların tarihini öğrenmek için büyük bir arzu duyuyorum. Kararlıyım. Kısmetse, bu yaz üzerinde iyice çalışacağım. Son aylarda ise Cemal Kafadar nereye ben oraya desem bilmiyorum abartmış olur muyum? Şimdi diyeceksin ki “Koskoca profesörün Harvard Üniversitesi Ortadoğu Tarihi Bölümündeki derslerine giriyorum diyerek komik olma sakın! Ancak rüyanda görürsün!” Gerçekten bu düşünce aklından geçti mi senin? Geçti değil mi? Dedin ki “Gene hayaller aleminde… Gene uyanıkken rüya görmekte.”  Çok fenasın! Doğru... Hayal kurmayı seven ve rüyasını keyfine göre akort edebilen bir bünyeye sahibim. Sadece uyurken rüya görmem üstelik, canım isterse uyanıkken de görebilirim. Sakın bir şey söyleme. Şu fani dünyadaki tek yeteneğim.


Bak şimdi… “Tarihçi, ele aldığı kişilerin zamanlarının büyük bir kısmını uyuyarak geçirdiklerini, uyurken de rüya gördüklerini gözden kaçırma tehlikesi altındadır. “ diye bir söz varmış Tarih literatüründe.  Cemal Kafadar rüyaları ciddiye almak istediğini söylüyor. Arkasından ekliyor: "İllâ uyku halinde olmak gerekmiyor. Uykuda değilken de, bilincin, iradenin dışında bir ses, bir görüntü, bir fikir tecelli ediyor, bir keşif vuku buluyor. Bunun  gibi bir sürü ara kademe var.” Nasıl ama? Haydi benim gibi merakı iştahlı fakat bilgisi kıt birinin sözüne ehemmiyet etmiyorsun. Eh, ne diyebilirim. Çok  haklısın. Amaaa koskoca profesör yanlış söyleyecek değil ya! Kimbilir kaç kitap yutmuş, kaç araştırma yapmış da böyle bir kanaate varmış öyle değil mi?  Ne diyor biliyor musun? “Uykuda zihnimiz bir şekilde çalışıyor, bir iş yapıyor; onu ciddiye almak lazım.” (hımm..bunu söylerken gülüyormuş) Mesela açın rüyasıyla tokun rüyası, kadının rüyasıyla erkeğin rüyası aynı şey değilmiş ve aynı şekilde yorumlanmazmış. Zamane bilim insanları Freud'un mesela rüya teorileri,  rüyaların psikanalize tâbi tutulması, psikanalizle kişinin ailesiyle, çocukluğuyla, çevresiyle ilişkisi irdelenebilmeye yarayan bir aracı gibi düşünülüyor. Ve rüyaları psikanalitik bağlam dışında pek ciddiye almıyorlar. Oysa kadim tâbir sistemlerinde rüya başka bir âlem ya da âlemlerle ilgili oluyor diyor Cemal Kafadar.  Dolayısıyla rüya hakkında metafizik ve ontolojik tartışmalar olduğunu söylüyor. 

 
Gene Yücel Göktürk ve Ulaş Özdemir’in Cemal Kafadar’la yaptıkları  hoş sohbet bir yazı elimin altındaydı. Çok önce denk geldiğim bir derginin sayfalarıydı ve ne yalan söyleyeyim kana kana okumuştum. Cemal Kafadar affetsin beni, işime gelenler  aklımda kalmış ne yazık ki…  Aslında daha ne  muhabbetler vardı anlatamam. “Rüya gibi her hatıra, her yaşantı bana…” şarkı sözleri üzerine  ya da ne bileyim Osmanlı’nın kuruluşuyla ilgili rüya muhabbetleri vardı mesela. Hani Osman Gazi, şeyh Ede Balı’nın evinde misafir oluyor. Şeyhinin evinde gece uykudayken bir rüya görüyor.  Rüyasında ay doğuyor, geliyor, Osman Gazi'nin göğsüne giriyor. Oradan bir ulu çınar doğuyor ve yükseliyor hani… Şeyh Ede Balı bu rüyayı  Osman Gazi’ye ve soyuna dünya saltanatının müjdelendiği şeklinde yorumluyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başlangıcı  böyle oluyor diye anlatılır ya duymuşsundur illa ki. Aslında Roma imparatorluğuyla ilgili de böyle bir rüya hikayesi varmış biliyor musun? Sonra Osmanlı’nın en rüya seven sultanı III. Murat'mış mesela… Cemal Kafadar III. Murat’la ilgili ne rüyalar anlatıyordu anlatamam sana… İyi ama neden bunlar okul derslerinde anlatılmıyor?  Neyse… Yazdıkça yazıyorum. Keseyim bence burda… Dalmayayım daha fazla... En son gene bu yazıda okuduğum  ve akıl defterime not ettiğim şu dizelerle son vereyim bari yazıma… Biraz karamsarca olacak ama... Ne bileyim? Bunu not etmişim. Hayırdır inşallah! “Rüya bütün çektiğimiz… Rüya kahrım, rüya zindan… Nasıl da yılları buldu… Bir mısra dolu maceram..”


29 Mayıs 2011 Pazar

Kierkegaard Görebilseydi Keşke!


Bak ne anlatacağım. İzmit'te  Mimar Sinan'nın şehrime emaneti  o güzelim Yeni Cuma Camii'nin E-5'e paralel alt köşesinde...  Şımarık mı şımarık... Afralı tafralı edasıyla diğerlerinden farklı duran bir ağaç var. Arabamla geçerken... Tam o ağaç kalabalıklığının olduğu yerde... Trafik sıkışınca bir süre... Gözüm hemen o ağaca takılır. Nasıl burnu havada bir ağaçtır anlatamam sana. Yüzde binbeş yüz eminim şehrin ilk tomurcuklanan ağacı olduğuna. Aziz Nesin der ya hani... "Bir ılman hava esmeye görsün." Hopp!  Patır patır açıverir çiçeklerini... Açar yemin ederim. Hemencecik kendini o güzel havalara vuruverir. Daha ne oluyoruz demeden uçuk pembe giysisini giyiverir. Becerdi bu yılda... İlkin o çiçek açtı gene. Of! Bir naz bir şımarma. İster bak ister bakma tarzında herkesi küçümseyen  küstahça bir edası vardır hatta... Anlatılacak gibi değil! İlla görmek gerekir.  Kalıbımı basarım asla ağaçların aptalı değildir. Gözlerimle şahidim. Ne ilkbahar yağmurları, ne akla hayale gelmez kocakarı soğukları, fırtınalar salladı silkeledi dallarını... Bana mısın demedi! Nasıl beceriyorsa beceriyor. İçinde çiçeklerini gizlediği tomurcuklarına hiç bir şeycik olmuyor. Onca badireden sonra bile çiçeklenip  hoş bir edayla salım salım salınıveriyor. Allahım! Ne zaman önünden geçsem ilgimi çekiverir. Arabayı yolun ortasına bırakıveresim, koşup sarılıveresim, kulağımı gövdesine dayayıveresim, şımarık iç kahkahasını duyuveresim gelir. Öyle baştan çıkarıcı hâli vardır ki anlatamam sana. Başka bir şeyi gözüm görmez,  o anda dünyamın merkezine oturuverir.


Şimdi neden yazdım bunları biliyor musun? Dün akşam içimi kurcalan bir merak sebebiyle sanal ansiklopedide bir şeyler arıyordum. Kierkegaard'ın kaygılı olmanın  insanı diğer canlılardan ayıran şey olduğu tadında bir yazısına denk geldim. Ünlü Danimarkalı filozofa göre insan dışındaki diğer canlılar kaygı duymazlarmış. İnsanın ise yitip gitmeden, boyun eğmeden kaygıyla yaşamasını öğrenmesi lâzımmış. İşte tam bu yazıyı okuduğumda... Sanki kafama bir şey dank etti. Anlattığım bu cazibeli ağacın hemen yanındaki zavallı ağaç ansızın gözümün önüne geldi. Deminden beri anlatıyorum ya hani... O deli dolu çiçek açan ağacı. İşte o ağacın hemencik yanındaki ağaç ise bizimkinin tersine... Nasıl dalları kara kuru... Nasıl cılız... Nasıl süklüm püklüm... Nasıl acınacak haldedir anlatamam sana. Farkındayım. Beriki  etrafına aldırmadan çiçek açıp  sevinçle pembeleştikçe... Bu ise  eriyor kederinden günden güne... Ne demek kaygı duymamak, kaygılı olmamak? Kierkegaard görebilseydi keşke! Bu ağaç var ya baştan aşağıya kaygı, tepeden tırnağa tasa, kökünden dallarına mutsuzluk, gerginlik, endişe. Ay, düşündükçe yüreğim daraldı inan ki... Acaba yanındaki ağaç gerim gerim çiçeklendikçe, bu kendini aciz, eksik mi hissediyor? Acaba hayatta bir kıymeti yokmuş gibi mi düşünüyor? Ne fena! Yooo... Var! Ben onu önemsiyorum bi kere. Ne diyorum biliyor musun? Hemen şimdi çıkıp oraya gitmeliyim. Evet, gitmeliyim inan ki. Gözünün önünde olan biteni göremeyip "dünyanın en güzeli benim" edasıyla salım salım salınan o şımarığı değil, bilakis günden güne eriyen kaygılı ağaca kulağımı dayayıp ilgiyle dinlemeliyim. Aziz Nesin'in dediği gibi... "Bir güler yüz bir tatlı söz..."  Havasını bulur da önce aydınlatır kararan yüreğini... Çırpıştırır dallarını şööyle... Yanındaki şımarığı şaşırtmanın sevinciyle içinde kalmış çiçeklerini patır patır  açıverir belki. Şaşkın ya! Şimdi anladım. Enayi gibi  hep nasıl o çiçek açan ağaca aldandım! Tamam. O kaygılı ağacın yanına hemen şimdi gideceğim. Benim öğretebileceğim bir şey yok hiç kimseye ya da şeye.  Ağacın kulağına sadece "Kimi zaman bende senin durumuna düşüyorum. Olur böyle haller." diyerekten hayat kıvamında bir kaç lakırtı edeceğim. O kadar! Ah! Ben insanların aptalı. Bunu daha önce nasıl akıl edemedim?! Sen kaygı duyma e mi? Merak etme. Ben halledeceğim.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Durma Öyle Hacı... Bi Speyşıl Efekt Yap... Diyceem Bi Aksiyon Olsun.

Bazen içimdeki ses bitince, yani biri “koşmayı bırak” deyince içimden, susunca… İçmelere, kaybolmalara giderdim eskiden. Doğrusu güzel de kaybolurdum hani; kendim de dahil hiç kimse beni beş on gün bulamazdı. Herkesçe bilinir ki, sonra bulduğun gene kendin olursun. Gelgelelim, aradaki kaçma kovalamaca sürecinin gerçekten gizemli ve tehlikeli bir güzelliğinin olduğunu düşünürdüm... 
 


Stefan Hawking'e göre, insanoğlu olarak saldırgan bir ırkız biz mesela.  Hatta bu gezegeni bitirip başka gezegenlere açılmak gibi planlarımız var. Schrödinger'in kedisi'nden İsrafil'in borusuna, yani kuantum fiziğinden dört kitap kırk peygamber indinde kadim bilimlere, iyiliği ve kötülüğü düşünürüm. Hepimiz ölecek miyiz?  Evet öleceğiz.  Gerçi ben gibi arada bir gidip gelenler oluyor ama son tahlilde "kalanlar" olarak biz, kötülükle uzlaştığımız için mi direnip kalabiliyoruz? Sahiden kötü müyüz peki?



Kimsenin hayata dair hiçbir şeyi bilemeyeceğini düşündüm sonra... Bu gezegen var oldu olalı çocukların gördüğü zulmü, kız diye toprağa gömülenlerden başlayıp savaşta kaybolanları, organ ticareti için kaçırılanları, hısım akrabanın eziyetine uğrayanları, yoksulluktan bir harf öğrenemeyenleri, her türden bunca obezitenin gölgesinde aç ölenleri... düşündüm... O an için kendimi üç ordan, iki de önceden vardı, toplam beş kez yalnız hissettim. 
 


Sahildeki bankta oturdum. Sanıyorum denizin tek müşterisiydim. Rüzgâr keşişlemeden üç ile beş şiddetinde esiyor, uzaklarda bir salın üzerine üslenmiş kuş korosu aklımdan geçen suzinak şarkıya eşlik ediyordu. Pek efsunlu, insana huzur veren bir görüntüydü. Öyle ki, olur da ölürkene gözümün önünden bi film şeridi geçerse, filmin "mesut dakikalar, haz veren lahzalar" bölümünde bulunsun istedim. Oysa şu lanet olası hayata rozetimi ve silahımı teslim edeli çok oluyordu. Öyle fazla derdim olmazdı yani. Gidene yaban mersinli donut yiyip sert bir kahve içerek bakardım. "Hoop" diye gidiverdi O. Gittiydi işte... Sonra bir süreliğine öldüydüm ben. Her yer hepten sessiz.  Durdum, kuma çekilmiş bir kayığın karına gömdüm kendimi ben, öylece seyrettim. Çok ıssız buralar şimdi, hayat böyle artık; kişi başına bir yalnız düşüyor.



NOT:
1. paragraf Mecnun Kuleleri- Negzel Pembe adlı öykünün bazı cümleleri
2. diğer paragraflar Mecnun Kuleleri- Viran, Civciv Kutusu- Saklambaç ve Kişi Başına Bir Yalnız adlı öykülerinden alıntıladığım bazı Atilla Atalay cümleleriyle, Cennetteki Yabancılar çizgi roman karelerini eşleştirdim. Ortaya böyle bir yazı çıktı. Madem kişi başına bir yalnız düşüyor. Şu mübarek cumartesi günü... Maksat aksiyon olsun yani... Bilmem anlatabildim mi? Bi speyşıl efekt artık sen yapıver bari...





27 Mayıs 2011 Cuma

"Kendime Dökülüyorum, İçime..."


Ey ruhum sen yola çık
Ben aklımı eski bahçeye gömeceğim
Bu yaylım ateşlerinde yıkanıp
Sana döneceğim.

Birhan Keskin





Ne kadar garip bir an
Ona yakınlaşmak, bir şans daha vermek için kafasını aşağıda tuttu.
Ama o yapamadı
Cesareti yoktu
Döndü ve gitti

(Aşk Zamanı adlı filmden)

 

                                                                   
Yaz ne istersen yaz
İster aşk mektubu
İster nefret
  Yeter ki sen lütfet
                                                                       
Numan Serteli



 
Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir
kendi hayatımızdaki anları ve olağanüstü kişileri yakalamak.
Bazılarının gelecekte sandıkları "bir gün" geçmişte kalmıştır oysa;
hani şu karşıdan karşıya geçerken, 
trafik ışıklarında rastladığınız,
omızunun üzerinden şöyle bir baktığınız
sonra da boş verip "Nasıl olsa ileride bir gün karşıma çıkar." dediğinizdir.
Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir O, 
boş yere bu sokaklarda ararsınız. 

Murathan Mungan   



 
müsait bir yerde
unutur musunuz
beni lütfen


Metin Üstündağ



NOT: Konu Başlığı Birhan Keskin'in dizesidir.


26 Mayıs 2011 Perşembe

Kahve Molası - Kalpten Kalbe Bir Yol Vardır Görünmez. Gönülden Gönüle Giden Yol Gizli Gizli.


Şimdi durup dururken nereden hatırıma geldi bilmem. Cemal Süreya der ya hani: " Anımsıyor musun Toros ekspresinden inmiştiniz... Biletlerinizden ibaretti ikinizin de kimliği." Allahım, bu dizeler şairin hangi şiirinde geçiyordu ki? İnan bilmiyorum. Bedenimle buradayım. Ofiste. Heyy! Sanıyorum ruhum gene seferde. Çocukluğum  tren yolunda geçtiği için olmalı... Zaman zaman ruhum sefere çıkmak istiyor. Sefere çıkmak istiyor çıkmak  istemesine... Amaa... İlla trenle gitmek istiyor... İlla trenle. İzmit bir zamanlar içinden tren geçen şehirdi. Bizim evimiz tren yolunun kenarındaki apartmanlardan birindeydi. Çok severdim gelip geçen trenleri seyretmeyi. İçindeki insanları hayal etmeyi. Ben evimizin penceresinden, o meçhul yolcular ise vagon pencerelerinden bakarlarken... Göz göze gelirdik bazen... Gülümser el sallardım. "Kalpten kalbe bir yol vardır görünmez. Gönülden gönüle yol gizli gizli." der ya Neşet Ertaş Gönül Dağı adlı türküsünde hani... İşte ruhumu sefere göndermeye o zamanlardan başlamışım demek ki... Kimi takıldım o trenlerin peşine.. O şehir senin bu şehir benim dolaşırdım bir bir... Anlıyorsun değil mi?  Giderdim trenin değil yüreğimin istediği yere. Allahım bu kahve molasında  bütün bunlar nereden aklıma geldi? "Bir çekitaşı gibi üstümde zaman." mı diyordu Oktay Rifat Mısır Dönüşü adlı şiirinde? O halde dur Edip Cansever'in şu şiirini bulayım da yazayım Hayal Kahvem'e... "Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi?  Biz eskiden seninle istasyonları dolaşırdık bir bir... O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar... Nazilli kokardı... Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası... Kül gibi ince İstanbul yağmurunun  altında... Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen... Diyeceğim şu ki... Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler..." Bu dizelerin üzerine başka ne diyebilirim? Biliyor musun, az önce ruhum Toros ekspresinden indi. Ve inanmayacaksın ama kimliğim biletimden ibaretti. Vee... Ofise döndüm. Neler yaşadığımı anlatamayacağım. İşim var... Kahve molam bitti.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Mutluluk Nedir?

Geçtiğimiz pazar günü sona eren 3. Kocaeli Kitap Fuarı'nın sahaflar bölümünde epeyce vakit geçirmiştim. Tanesi bir liradan pek çok Zagor çizgi romanı satın aldım. Bir kısmını eve götürmüş, bir kaç tanesini de ofiste bırakmıştım. Yarım saate kadar spora gideceğim. Şimdi biraz vaktim var. Bu arada kitap okuyayım istedim. Ofise getirdiğim Zagor maceralarından birini az önce elime aldım. Allahım! Gözlerime inanamadım.  Hani yukarıdaki karede Zagor "Hayal görüyorum." diyor ya... Halimi hiç anlatmayayım. Zagor'un bu karedeki yüz mimiklerine bak, yeminle aynı vaziyetteyim. Neden biliyor musun? Dur acele etme, anlatacağım. Müsaade et... Az biraz kendime geleyim. Bak şimdi...  Çabuk tarafından ön yazıya şööyle bir göz gezdirdim. "Çok şükür, çok şükür bu günü de gördüm... Ölsem gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat?"  Abidin Dino; Nazım'a mutluluğun resmini nasıl çizdi bilemeyiz ama, Zagorseverler için mutluluğun resmi, elinizde tuttuğunuz 12. sayının kabı olsa gerek. Nihayet bu sayıyla bir İtalyan çizgi romanı, Türkiye'de ilk defa orijinalinde olduğu gibi renkli olarak yayınlanıyor. Böylece İtalya'daki sonu çift sayıyla biten sayıların renkli yayınlanması geleneği, artık ülkemizde de başlamış oluyor. Fiyat farkının olmaması da cabası." Yazı devam ediyor etmesine ama benim şimdi acilen ofisten çıkmam gerekiyor. Bu yazıyı kim yazmış biliyor musun? Bir İzmit'li. Lami Tiryaki. Elimdeki kitaba hayal görüyormuş gibi baktım. Düşünebiliyor musun elimdeki kitap Türkiye'de ilk kez yayınlanan renkli Zagor macerası. Ne hoş değil mi? Şöyle bir dalgalandırdım sayfalarını... İnanamıyorum? Sevdiğim herkes var bu macerada... Tonka, Dörtgöz... Allahım, Fitzy var! Sevgili Koca Fitzy! Hem de kazık kadar  Zagor'a çocukluğunda olduğu gibi "Pat!" diye sesleniyor... Zagor'un annesi, babası bile var. Dayanamadım. Hemen son sayfasına baktım... Heyyy! Tek kitaplık macera.. Şahane... "Sürecek" yazmıyor... "Bu maceranın sonu" diye yazıyor. Demek ki bu kitap bana, heyecanımın tavana vurduğu yerde, yarım kalmış macera acısı hissettirmeyecek. Heyy! Çok mutluyum! Çoook! Mutluluk nedir diye sorarlar ya bazen... Mutluluk, sevdiğin çizgi romanı eline aldığında, sürprizlerle karşılaşıp hayal görüyormuş gibi hissetmek! Üzgünüm ama şimdi hemen spora yetişmem gerek!

24 Mayıs 2011 Salı

Kaçan Uykuyu Yakalama Vaziyetleri....


Gece uyuyamadığımı yazınca, sakın kendi işimde çalışıyorum diye bugün geç saatlere kadar uyuduğum zannedilmesin. Nerdee? Sabahtan beri ha babam de babam koşturuyorum gene. Dün gece neler olduğunu anlatmak istiyorum. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. En son Hayal Kahvem'e  yazı yazıp anne sözü dinler gibi yatmıştım. Kendi kokum, kendi çarşafım, kendi battaniyem, yani tanıdığım eşyalar arasına yerleştim.  Başım yastığımın tanıdık yumuşaklığını buldu. Her zamanki gibi yana döndüm. Ayaklarımı karnıma çekerken boynumu öne eğdim. Birazdan uyuyacağım. Karanlığın içinde her şeyi unutacağım, diye düşündüm. Neleri unutacağım? Benden güçlü olanların acımasız gücünü, pek çok budalalıkları, söylenmiş o düşüncesizce sözleri, haksızlığı, anlayışsızlığı unutacağım mesela. Hızla geçen zamanı, hiç geçmeyen zamanı unutacağım belki hatta... Felaketleri, felaketlerin hepsini unutacağım... Her şeyi unutacağım düşündüm birazdan. Uyuyacağım için, uyuyup herşeyi unutacağım için memnundum. Bekledim. Benimle birlikte çevremdeki o alelade ve tanıdık eşyalar da beklediler. Beklerken tanıdık sesler duydum. Eski bir buzdolabının motorunu, uzakta havlayan köpekleri, taa deniz kıyısından gelen sis düdüğünü, yakınlarda bir yerde kapanan bir sokak kapısını mesela. Uyku ve rüya çağrışımıyla biraz sonra her şeyi, tüm sesleri unutup başka bir aleme gideceğimi düşünmeye başladım. Hazırdım.  Sanki vücudumdan, tüm uzuvlarımdan uzaklaşıyordum. Artık elime, koluma, ayağıma, bacaklarıma ihtiyacım olmayacağını biliyordum. Gözlerim kapanırken onları da unutacaktım. Aklımın içindeki renkleri seyrediyordum. Ama uyuyamıyordum gene. 

 
Bu kez huzurla uyuduğum zamanlarda düşündüğüm şeyleri aklıma getirmeye başladım. Bugün ne yaptığımı ya da yarın ne yapacağımı düşünmedim de beni uykunun unutuşuna kavuşturan tatlı anları düşündüm. Yaz geliyor, kış geliyor, bahar geliyor, sabah geliyor, mavi bir sabah, güneşli bir sabah, mutlu bir sabah düşündüm mesela... Ama hayır, gene uyuyamadım. Yazımı uzatmak istemiyorum.  Anlatmak istediğim dün gece uyumak için sadece keçileri çitten atlatmayı denemedim. Bütün bunları denediğim gibi 700 yıl önce Bizans'tan Moğal Hakanı Hülagü'ye gelin olarak yollanan prensesi düşündüm mesela. Hoppala! "700 yıl önce yaşayan prenses nereden aklına geldi"deme! Düşünsene  Prenses, Constantinopolis'ten taa İran'a evlenmeye yollamış. Ama daha oraya varamadan damat Hülagü ölmüş. Bu dudumda Hülagü'nün yerine tahta geçen oğlu Abaka ile evlendirmişler gelini.  Of, ne fena! Dur bitmedi.  Kızcağız 15 yıl Moğol sarayında yaşamış, kocası öldürülünce baba evine geri yollanmış biliyor musun? İşte o Prenses Mariya'yı düşündüm.  İçimde iyice hissedene kadar onun ilk yola çıkıştaki hüznünü düşündüm. Geri dönüşteki halini düşündüm. Dönüşte yaptırıp içine kapandığı Haliç kıyısındaki kilisede geçen günlerini düşündüm. Ve sonrasında böyle hayatlar süren nice prensesleri düşündüm. Uykum iyice  kaçtı tabii. Bir o yana bir bu yana sabahı sabah edince... Şimdi şu sessiz, yemyeşil çimenlerin yanına arabamı çektim. Üzerine afiyet çok uyku bastırdı. Böyle araç kullanmam tehlike arz edecek. Az da olsa  illa ki uyumam gerek. Şööyle çimlere uzanacağım.  Uyuyacağım. Sen çevreye göz kulak ol bari olur mu? Yarım saat kadar beni idare et!

NOT: Koyulaştırılmış cümleleri, yazar afetsin beni  Orhan Pamuk'un Kara Kitap'tan alıntılanarak yazdım. Ne yapabilirim? Bu uykulu halimle ben yazsam daha güzelini asla yazamazdım. Uykum olmasaydı amaaa... Of, daha güzelini yazacağıma eminim:))

"Uyku Kaçırırmış, Ne Gam!"


Haydi bakalım. Bütün gün o kadar kahve içersem.. Şimdi uykum kaçtı gördün mü işte! Gece gece... Vampirella gibi oturuyorum bööyle. Ne yapabilirim? Sabahtan itibaren  koştur babam koştur. Nedir bu? "Çalışmak için mi geldim dünyaya" dedim. Yooo... İntihar etmedim de onun yerine hışımla  bir kafeye girdim. "Kahve!" dedim. "Lütfen acil bir kahvee!" Enis Batur der ya hani... "Keyiflerim zehirlerimdir." şiarıyla... Evet itiraf ediyorum... Kahveye kul olmuş biriyim.  Kahvenin kokusuna bile delirebilirim. Zaten tiryaki meşrepliyim. İlaveten abartma sanatında şöhret sahibiyim. Tiryakilik ve abartma bir araya gelince... Müptelalığın daniskası oluyor böyle! Ne yapabilirim? Dikkatini çekti mi bilmiyorum... Şu yukarıdaki fotoğrafta masanın üzerindeki kitabımın yanında kahve yok. Neden? Sipariş verdiğim kahve bir türlü getirilmedi de ondan. Yoo.. Garsona tam seslenecek, "Sizin kahve Yemen'den mi geliyor?" diyecektim demesine... Ama... Aklıma  Enis Batur'un "Kahverengi tanede saklanan keyif" başlıklı  yazısı geldi.  Enis Batur sanırım fi tarihinde Paris'te kahve içmek için girdiği ünlü bir kafede, fincanın yanına iliştirilen küçümen şeker paketinin üzerinde "ilk kahvehane 1554'te İstanbul'da açılmıştır." yazısını görünce şaşırmış. Meğer kahve Yemen'deki kahveheneden gelmezmiş görüyor musun? Pekiii... Kahvenin nasıl bulunduğunu biliyor musun? Hani çok eski zamanlarda bir çoban tuhaf davranışlar gösteren, uyumaları gerekirken geceleri  aşırı hareketlenen keçilerin bu davranışlarının sebebini merak etmişte gün boyu gözlemiş ya keçileri.  Sonra keçilerin bir kısmının bodur ağaçların tanelerini yedikten sonra aşırı hareketlendiğini anlamış.  İşte bende yorgunluk kahvesi niyetiyle başladım sabahtan itibaren kahve içmeye... Önce geç geldi diye kesmedi beni. Üst üste iki Türk kahvesi içtim. Bööyle serum niyetine kana karıştı tabii. Sonra  yemekten sonra kahve içilmez mi? İçilir elbette. Bir ekspresso içtim. Öğleden sonra araziden işe döndüğümde bir iki neskafe içmiş olabilir miyim?  Bilemiyorum. Kendimi kahvenin esaretine kaptırmış olabilirim. Tamam... Yazıma Enis Batur'un cümleleriyle son vereceğim. Evet içtim kahve! "Uykuyu kaçırırmış, ne gam! Kaçan uyku olsun: Bu koku, bu tad, bu keyif kaçırılır mı?"  Bitti.  Şimdi anne sözü dinler gibi masum  gidip keçileri çitten atlatarak uyumayı deneyeceğim.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Kalbimin Vuruşundan Anlıyorum. İstanbul'u Dinliyorum Gözlerim Kapalı.


Ispanağı çok sever. Puf böreğine hele biter. Oktay Rıfat'la Melih Cevdet'tir en yakın arkadaşları. Bir de sevgilisi vardır, pek muteber; ismini söylemez, "edebiyat tarihi bulsun" der. Büyümüştür, işsiz kalmıştır, aç kalmıştır. Para kazanması gerekmektedir. İnsanların içine girer. İnsanları görür. Ne yârdan geçer, ne serden. Ne denizlerden, ne gökyüzünden ama... Bırakmaz son gördüğü, bırakmaz geçim derdi. Sokakta giderken, kendi kendine gülümsediğinin farkına vardığı zaman, kendisini deli zannedeceklerini düşünüp gülümser.  Bu toparladığım cümleler Orhan Veli'nin şiirlerinden bazı dizeler. Niye yazdım bunları biliyor musun?  Dün akşam Sait Faik'ten bir öykü okuyasım gelmişti.  Elim Lüzumsuz Adam adlı kitabına gitti. Şööyle kapattıım gözlerimi. Bahtıma ne denk gelirse dedim. Bir sayfa açtım. Öyküsünün adı "İp Meselesi"ydi.  


Öykünün başında kahramanımız yaşadığı şehirden ayrılmaya niyetlenmiştir. Hatta çoktan yola çıkmış, yürümüş, yürümüş, dimdik bir yokuş görünce biraz dinlenmeye karar vermiştir.  Aslında şehirden usandığı, bıraktığı, onunla didişmediği için üzgündür. Ama yapamamaktadır. Nedense "hayat mücadelesi" dedikleri kaypak şeye onda mâni olan bir şey vardır. Bir iş yapmaya kalksa, yapamazsın bu işi, edemezsin bu haltı demektedirler.  Neden olarak alışamayacağını söylemektedirler. Kendilerinin nasıl alıştığını sormaya kalktığında ise bu yaştan sonra alışamayacağını  ilave etmektedirler. Şehir insan kaynamaktadır. Acaba bütün bu insanlar akşama kadar hangi müsbet işleri yaparak, hangi müsbet neticeleri alarak evlerine dönmektedirler? Bir ara sokakta cüzdanını çıkaran bir adam görmüştür. Elli liralıklar, beş yüzlükler. Nasıl kazanılır, nasıl cüzdana bu kadar para yığılır?  Misal dün  kahramanımız birine götürüp bir yazı vermiştir. Adam cüzdanını çıkarmıştır. Bir iki tane beş yüzlük, ellilikler, onluklar, beşlikler... Çıkarıp yazı karşılığında bir beş lira vermiştir. Sanki dünyaları bağışlamıştır da kahramanımız teşekkür üstüne teşekkür etmiştir. Hayretler içindedir. Utanmıştır hatta. Para elini yakmış olmasına rağmen öte yandan içinde korkunç bir sevinç vardır.  Göğsü kabarır. Yürür. Simit yer. Meyve suyu içer. Baframaden alır. Tünele biner. Tramvaya atlar. Gazete alır. Daha neler, neler... Son kalan parasıyla yarım ekmek alır. Deniz kenarında martılara atar.  Ekmeğini martılarla paylaşmayı, açlıktan ölse de insanlara vermemesi gerektiğini kendisine empoze eder. Çünkü verirse adam olmaz.  İnsanoğlu hak etmelidir hak! Yoksa şehirde yaşamamalı, köylere gitmeli, merhametlere sığınmalıdır... Şehirlide vicdan ve merhamet kalmış mıdır sence?


Bir keresinde bir kadının hamalın birini yakalamış polise götürdüğünü görmüştür. Bizimki de merak edip arkalarından gitmiştir. Mesele şudur: Hamal kadının iple sıkı sıkı bağlı sepetini taşımıştır. Kadın hamalın sepetin ipini çaldığını söylemektedir. Hamalın elinde ise siyah, yağlı, bitkin bir ip vardır. Çok zayıf zavallı bir adamdır hamal. Elindeki ipi kadına gösterdiklerinde, kadın "hayır" der, "benimki yepyeni idi."  Hamal yemin billah etmekte, kadının ipini almadığını, kendi ipinin kendisine ekmek parası getirmek için yettiğini söylemektedir. Kadın bırakmamak konusunda ısrarcı olunca,  almayacağını ümit ederek, hamal elindeki ipi kadına uzatır. "Bunu al" der.  Vee... Kadın ipi alır ve gider.  Hamal sararır, ne yapacağını bilemez halde, ümitsiz, sanki elinden malı mülkü, apartmanı, nebileyim karısı, altınları alınmış bir zengin gibi üzülür. İşte o anda kahramanımızın içini şehirden bir nefret, bir korku, bilinmez bir panik sarar. Şehri bırakıp gitmelidir. Nereye olursa olsun... Dağlarda yatmalı, su başarında garipler gibi su içmeli... Ama bir şehirli görünce yol değiştirip koşa koşa kaçmalıdır. Bizim kahramanımızın ipi yoktur. Sadece beceriksizliği, talihsizliği, şaşkınlığı, insanlara, eşyalara, işlere, hadiselere hayreti vardır. Hamalın vaziyetine düşmeden şehirden uzaklaşmalıdır. Tepeye doğru yürüme başlar. Sonra yolun ortasında durur. Bacaları, saat kuleleri, minareleri, çan kuleleri, pencereleri görür. Ters yüzüne döner. Evine gider. Mutfaktan güzel kokular gelmektedir. Yemeğini iştahla değil, evden çıkmaya acelesinden hızlı hızlı yediğini gören anası: "İşinden dönmüş gibi acıkmışsın," der. Öykü şu cümleyle biter: "Dudağının kenarında bıçak yarası gibi bir çizgiyle güldü." 
 

İşte Sait Faik'in bu öyküsünü okuyunca, aklıma Bir Garip Orhan Veli şiirleri geldi. Bak şimdi... Bir şiirinin sonunda Orhan Veli şöyle der: "Ama hepiniz, hepiniz... Hepiniz geçim derdinde. Bir ben miyim keyif ehli, içinizde? Bakmayın, gün olur ben de, bir şiir söylerim belki sizlere dair; elime üç beş kuruş geçer; karnım doyar benim de." Sait Faik ve Orhan Veli şehirde olup bitenleri anlatırlar bize. Ve ne olursa olsun şehirden vazgeçemezler gene. Sait Faik ve Orhan Veli Sait Faik'in bu öyküsünde dediği gibi,  dünyaya hayretle bakmaya doğmuşlardır. Hiçbir şeyi anlamadan şaşırmaya doğmuşlardır. Başlarını alıp yollarda dolaşmaya, insanlar neler yapıyorlar diye görmeye gelmişlerdir. Bir köprüde durup suyun rengine bakmaya gelmiştir dünyaya. Sonra gördüklerini bizlere anlatmak için gelmişlerdir tabii. Yazdıkarı öyküler ve şiirlerle vicdanımızı dürtmeye, merhamet duygularımızı kışkırtmaya ve ne olursa olsun insanı sevmekten vazgeçmeme duygusu vermek için gelmişlerdir dünyaya bana göre... Şimdi kapatacağım gözlerimi... İstanbul'u dinleyeceğim gözlerim kapalı... Aynı Orhan Veli gibi... İstanbul'da mıyım peki? Yooo... Değilim. Hayal ediyorum... Heyyy! Önce hafiften bir rüzgâr esiyor. Kuşlar geçiyor derken. Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık... Bir kadının suya değiyor ayakları.. Aaa! İnanmıyorum. Ayaklarım ıpıslak. Dudaklarımda bir ıslık...  Kalbimin vuruşundan anlıyorum. İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı.

22 Mayıs 2011 Pazar

Sadık Yemni Öyküleriyle Yemek Tarifi -2- Sigara Böreği


İÇİNDEKİLER:
1 Paket Yiyici Kıtırı Yufkası
1 Paket beyaz peynir
1 Yumurta
1 Demet maydanoz

Bu gün Pazar.  Canım sigara böreği çekti. Yapmaya karar verdim. Ne yalan söyleyeyim, bu konuda tevazu gösteremeyeceğim. Harbiden sigara böreğini iyi beceririm. Becerinin ötesinde, daha önce kimseye söylemediğim bir sırrımı galiba şimdi itiraf edeceğim. Esasında sigara böreği işinde  yufkanın özelliği çok mühim. Her yerden alınan yufkayla olmaz çünkü. Sigara böreği yapmaya niyetlenince, iki yıl önce  açılan Gölcük’teki yufkacıma gittim. Şaşırdım. Her daim pazar günleri bu saatte açık olan yufkacımın kapısı kilitliydi. Bu saatte kapalı olması mümkün değildi. Tuhaf. Kapısının camına içerden uçuk mavi harflerle PEK YAKINDA AÇILIYORUZ yazan beyaz bezden bir pankart asmışlardı. Sol elimin işaret parmağıyla kapının camına dokundum. Tereddüt ettim. Burası hep geldiğim yufkacı değil miydi? Başımı kaldırıp üst katlara baktım. Dar cepheli Fidan Apartmanı daha önceden hatırladığım binadan farklıydı. Binanın dış badanası kimyon rengiydi. Başımı sola çevirip sokak tabelasına baktım.  "İKİNCİ AŞKBAZ YOKUŞU" yazıyordu. İkinci mi? Bu nasıl olabilirdi? Birden ağzım açık kaldı.  Ayrıca her zaman geldiğim yufkacının camında, daha önce hiç görmediğim bir film afişi vardı. Tam burnumun hizasındaki afiş Postacı Kapıyı İki Defa Çalar adlı bir filme aitti. Sinemanın hayatı eşsiz kıldığını düşünenlerdenim. Sinema ile ilgili her şey ayağımı yerden kesebilir. Gayri itiyari, işaret parmağımla camın üzerinden afişteki sarışın kadının burnuna dokundum. Rüyadan sıyrılma düğmesine basmış gibiydim. Kalbim dik yokuşlara tırmanmış gibi telaşla atmaktaydı. Bir başka durum, ritim diyeceğim geliyor, söz konusuydu. Birden hatırlamıştım. Sokak tabelasında yazmıyordu, ama, ikincisi var olduğuna göre birinci diyebileceğimiz Aşkbaz Yokuşu sokağını rüyamda ilk kez bundan iki yıl önce görmüştüm. 


Gölcük’teki yufkacıyı bilmezdim. Bir akşam iş çıkışı Aşkbaz Yokuşu tabelasına bakıyor bulmuştum kendimi. Güneşli bir gündü. Sonra Yufkacı’nın Yeri’ne doğru yürümüştüm. Ayaklarım yolu bilen sütçü atı gibiydi. Kısa siyah saçlı yirmi ortalarında genç bir delikanlı kendi yaşlarındaki bir gence yufkaları paketliyordu. Yufkaların rengârenk hediye kâğıtlarıyla ambalajlanmasına şaşkınlıkla bakmaktaydım. Bunu çok garip bulmuştum haliyle. “Ne arzu etmektesiniz?” demişti. “Bilmem ki... Buraya ilk kez şey yaptım da.” diye cevap vermiştim. Buğday tenli, iri kahverengi gözlü delikanlı gülümsemişti. “Daha yeni açıldık. Yufkalarımız çok özeldir. Bilinen yufkalardan başka Yiyici Kıtırı satıyoruz.” demişti. “Nasıl yani?” demiştim. “ Paketlenirken parçalanan yufkalar var. Bunlara yarı argo tabirle Yiyici Kıtırı diyoruz. Bunlar normal yufkalardan daha ucuz, asıl mühimi acayip lezzetli oluyorlar.” demişti. Rahat tavırlı, içten konuşan, beni beğendiğini yanaklarını azıcık allandırarak belli eden delikanlıya hemen kanım ısınıvermişti. İlk karşılaşmamızda adama duyduğum yakınlığın nedenini anlayamamıştım. Beni ürkütmemek için. Kendini kısmıştı mahsustan. “Kaça satılıyor peki?” diye sormuştum. “İlk alıcıya bedava.  Promosyon olarak. Sonrasında standart tarife söz konusu. Keseye uygundur. Sürümden kazanmak amacındayız. Yiyici Kıtırı yufkalar eşsizdir. En uyduruk börek bile hizaya girer. Neyse, kendiniz hemen fark edeceksiniz zaten.” demişti. Delikanlı hiç üşenmeden yufkaları alacalı bulacalı kâğıtla ambalajlamış, mor plastik şeritle bağlamış ve beni kapıya kadar uğurlamıştı. Kendimi içimde garip duygularla sokakta ve sonra da evimin mutfağında bulmuştum. Ortalama düş süresini çok aşan bir durumdu. Düş ya da vizyon her neyse, eve gelip yufkalarla börek yapmaya başlamıştım. İlginçti. Paketten çıkan yufka parçalarının her biri düzgün üçgenlikteydi. Sonradan neredeyse her ayrıntısını hatırlayabildiğim bir süreçti. Bir kaba beyaz peynirleri koydum. Bir yumurta kırdım. Peyniri yumurtayla birlikte iyice ezdim. Daha önce hiç uygulamadığım bir şey yaptım. Bu karışımın içine koca bir demet maydanoz doğradım. Üçgen yufkaların düz ucuna bu karışımdan koyup, iki kenarlarını kapadım ve parmaklarımla yuvarladım. Her biri kalem gibi sigara şekline girmişti. Tuhaf bir durum seziyordum. Çünkü sanki baştan bir uyarlanma içindeydim. Yavaşça kurulmakta olan mekanik bir çalar saat gibiydim yani Allah kahretsin. Ben idrak edene kadar atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Ben sigara böreklerini derin bir tavanın içindeki kızgın yağa atıp pembeleşmelerini beklemiş, sonra ilk ikisini çoktan mideme indirmiştim. Şimdi olanları kabataslak anlatıyorum. Aslında bir sürü hatırlamadığım sahneler eklenmişti. Neler olup bitmişti. Anlayamamıştım doğrusu. Anladığım tek şey vardı. Bu sigara böreği var ya dehşet lezzetliydi.


Bugün, tam ikinci yılında, yufkacımın kapısı kilitliydi. İçerisi görünüyordu. Tamamen boştu. Sokaktan gelen geçenler vardı. Üç dükkân sağdaki fırından nefis ekmek kokuları geliyordu. Çapraz karşıdaki bankamatikte şişman eflatun gömlek, siyah pantolon giymiş bir kadın işlem yapmaktaydı. Başımı tekrar sola çevirip sokak tabelasına baktım. İKİNCİ AŞKBAZ YOKUŞU yazıyordu. İkinci? İkinci Aşkbaz’ın asfaltı bir hafta önce dökülmüş gibi yeni görünümlüydü. Burası artık yufkacı değil bir Film Yeri’ydi. Bu DVD kiralatacak olan dükkânın ise henüz bir adı yoktu. Sadece yakında açılacağını bildiriyordu. Tam burnumun hizasındaki Postacı Kapıyı İki Defa Çalar adlı bir filmin afişine tekrar baktım. İşaret parmağımla camın üzerinden afişteki sarışın kadının burnuna dokundum. Rüyadan sıyrılma düğmesine basmış gibiydim. Kendimi yatakta buldum.

NOT: Yukarıdaki sigara böreği tarifini, Sadık Yemni'nin  Tersninja'daki İkinci Aşkbaz Yokuşu ve  Kayıp Sinema adlı öykülerinden alıntılar yaparak ve Yazar'ın hoşgörüsüne sığınarak yazdım:)

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Yazmak - Kırık Keşkeler, Ortaboy Pişmanlıklar, Dipten Giden İpince Sızılar...


Yeni bir huy edindim. Canım sıkıldığında kendimi palas pandıras  sahildeki o banka atıyorum. Her defasında önce derin derin bir kaç nefes alıp veriyorum. Sanki böyle yapmazsam boğazımdaki düğüm çözülmeyecek akabinde  nefesim kesilecek zannediyorum. İyi geliyor. Adeta yerküreye değmemek maksadıyla ayaklarımı bankın üzerine topluyorum. Nafile olarak "olur böyle haller" diye öğütlesem de kendime... Umursamaz olmayı beceremiyorum. Bazen ziyadesiyle zorlandığımı, anlatılmaz derecede yıprandığını hissediyorum. Kimi zaman yaşanan kızgınlık veya kırgınlık, keder veya acı, yalnızlık veya güvensizlik, anlaşılmak veya anlatmak ya da  kimseyle paylaşmamak gibi durumlar beynimin içinde bir o yana bir bu yana cirit atıp duruyor. Çoğu kez insani zaaflar zorluyor beni. İtişmeler, kakışmalar... Yanılgılar, gülünç durumlar.... Yarı resmi, kalpazan işi  nezaket vaziyetleri...  Veya hafızanın zaman zaman çaktırmadan çekmecelerine gizledikleri... Sonra durup dururken akla gelmeyecek yerde ve zamanda  çıkarıp tozlarını silkelemesi... Hakikatinde  harbi harbi bünyeyi  sallayıp silkelemeyi amaç edindiği vaziyetler sözgelimi... Ne bileyim hayallerin kaydığı veya abarttığı aşırılıklar... İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyleri büyütüp devleştirilmeler... Düşenebiliyor musun insanın sadece kendisiyle cebelleşmesi bile ne  meşakkatli bir iş! Of! Tüm bunların peşi sıra hissedilen kırık keşkeler, ortaboy pişmanlıklar, dipten giden ipince sızılar... İçim fena oluyor kimi zaman ne yalan söyleyeyim. İnsanım neticede öyle değil mi? Yaradılıştan gelen binbir his ve duyguyla başetmek kolay bir şey mi? Uğraşıyorum kendimle gördüğün gibi.  İşte sahildeki o banka ayaklarımı toplayıp oturuyorum ya... Çantamdan defter ve kalemimi çıkartıyorum. Nedense ancak böyle selamete erebileceğimi düşünerek; şefkate, iyiliğe, merhamete dair bildiğim tüm kelimeleri birbiri peşi sıra elimdeki deftere yazmaya başlıyorum. Yazmak  da insani bir edim... Ve yazmak bana çok ama çok iyi geliyor  biliyor musun? İçime su mu serpiyordur nedir? Basbayağı düzeliyorum. Heyyy! Havanın boşluğunda birbirine çarpıp yankılanan sevinç, yer kabuğunu boydan boya yararak ilerliyor. Geliyor. Geliyor... Küskün kalbimde çınlıyor. Çınnn! Çınnn! Çınnn! Sonra yine... Her seferinde daha büyük bir sesle daha büyük bir hızla... Elimdeki deftere kalemimin ucundan kelime kelime damlıyor....  Yazmak her daim bünyeme ilaç gibi geliyor... Hayatın gelmişine geçmişine bir selam çakıp... Gene... İşte gördüğün gibi yazıyorum... Yazıyorum... Yazzıııyooorumm...

NOT: Koyu yazılanlar, Atilla Atalay'ın Mecnun Kuleleri adlı öyküsünden aşırdığım cümleleridir.

20 Mayıs 2011 Cuma

İnsanlar İki Ayrılar; Mizahtan Anlayanlar Ve Mizahtan Anlamayanlar!

Ne yaptım ettim becerdim. Sabah ofiste  işlerimi toparlayınca... Heyy... "Ver elini İstanbul!" dedim. Ayağımda her zamanki gibi bez ayakkabılarım. Hava bulutlu yağmur yağar mı acaba demedim. Anne sözü dinler gibi masum tıpış tıpış  Oğuz Aral sergisine gittim. Gitmeliydim. Bu nasıl bir şey biliyor musun? Bak sana şöyle anlatabilirim. Yaşam içinde yüreğime değen ve beni zenginleştirdiklerine inandığım bazı insanlar var. Üstelik onlarla illa tanışık olmam gerekmiyor. İşte Oğuz Aral onlardan biridir. Bir vakitler "kızlar okumaz böyle şeyler deseler" de, ailemden gizli gizli yolunu gözlediğim haftalık mizah dergisi Gırgır'ın ve memleketimdeki mizah dergiciliğinin babasıdır kendisi. Taşrada yaşayan benim gibi birinin ufkunu açan, düşünerek gülmenin lezzetini lıkır lıkır yüreğime akıtan büyük bir usta olarak görüyorum Oğuz Aral'ı. Ve ardından şimdiki mizah dergilerinin de sadece İstanbul'daki okurların değil Anadolu'nun taşra şehirlerinde yaşayan insanların da kendilerinden çok  şeyler bulabildikleri, düşünürken gülmece lezzeti veren, katkı sağlayacak güzellikte olmalarını diliyorum. Sergiye gittim gerçekten. Oğuz Aral'ın hayatına dair eşyaları, yazı ve çizimleri görünce hem hüzünlendim hemde kıkır kıkır güldüm ne yalan söyleyeyim. Ara ara Hayal Kahvem'e sergiyle ilgili başka yazılar yazmayı deneyeceğim. Şimdi Oğuz Aral'ın kendi el yazısıyla yazdığı mizah üzerine düşüncelerini buraya geçirmek istiyorum. Bak neler diyor büyük usta?  Huzurla yatsın, yattığı yerden okurunu zenginleştirmeye gene devam ediyor. Bu sergiyi düşünüp hazırlayanlara çok teşekkür ederim.


"Çok önemli bilim adamları, çok önemli, hem bilimsel görünmek için her şeyi katagorilere ayırırlar. Örneğin insanları ikiye ayırırlar. Akıllılar ve aptallar, kadınlar ve erkekler, eşcinseller ve normaller, siyahlar ve beyazlar, yönetenler ve yönetilenler, zenginler ve fakirler, uzunlar ve kısalar, ihtiyarlar ve gençler, Almanlar ve Avusturyalılar gibi... Aslında bu ayırımların hepsi palavradır. İnsanlar gerçek olarak sadece  şöyle ikiye ayrılırlar; mizahtan anlayanlar ve mizahtan anlamayanlar!..

Dünyada insanoğlunun başına ne gelmişse mizahtan anlamayanlar sayesinde gelmiştir. Ispartalılar'ın, Cengizhan'ın, Atilla'nın, Napolyon'un, Hitler'in tarihe malolmuş tek bir nükteli sözünü bulamazsınız. Zaten büyük adamlar gülemez. Onlar asık yüzlü, çatık kaşlı, sert bakışlı ve kahraman duruşlu olmak zorundadırlar. Eğer gülerlerse başlarına çok büyük bir felaket gelir. Yani insanlaşırlar, o zaman... Çünkü gülebilmek sıradan ve gerçek insanların  becerebildiği bir iştir. İnsan olmak da adamın başına gelebilecek en büyük felakettir.

Önce en karamsar  olanımızın bile günde bir kaç kez tekrarlamadan duramadığı gülme fiili üstüne bir kaç söz etmek istiyorum... Nedir gülme? Beyinde bir elektrik kontağı (kısa devresi) midir?.. Kafanın geriye atılıp yüz kaslarının yana ve yukarıya doğru gerilmesi midir? Yoksa göğüs kafesinden bazen gürültülü ve kesik bazen de hıçkırığa benzer sesler çıkarması mıdır?


Bilirsiniz insanın en büyük özelliği düşünebilmesidir derler. Hatta "düşünüyorum o halde varım derler." Ama, hayvanlar da az çok düşünür... Hatta kompüterler bizden daha yaman düşünür bazen... Benim bir kompüter satrancım var. Beni hababam yenip duruyor. Yenince de bir takım ışıklarını yakıp söndürüyor, biip bip diyor.  Oysa ben onu arada bir yenince zafer kahkahaları atıyorum. 

İnsanın diğer organik ve sentetik yaratıklara olan gerçek üstünlüğü, düşünme sürecin sonunda gülebilmesidir. İnsanoğlu gülebilme üstünlüğüne ve niğmetine sahip olarak doğan, uzaydaki tek canlıdır. Hatta şöyle bir Almanca deyim öğrendim: "Tiericher ernst"  Yani hayvansı ciddiyet... Kasım kasım kasılmayı, değişmez bir ciddi görünümü hayvanlara, gülmeyi insanlara yakıştırmışlar. 

Biz bu akşam sinir boşalmasının veya gıdıklanmanın neden olduğu gülmeden değil, düşünce sonucu varılan  gülme fiilinden söz etmeye çalışacağız. Yani gülme, komik olan ve mizah sanatını biraz irdelemeye uğraşacağız. Tabii bunu yaparken de elimizden geldiği kadar esnemenizi de önlemeye çalışacağız." Oğuz Aral

15-31 Mayıs - Oğuz Aral Sergisi
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Tophane-i Amire Tekkubbe SalonuDefterdar Yokuşu No:2 Tophane
Karaköy İstanbul

Bazan Böyle Oynayalım Mı, Ne Dersin?


Bazan hiç tanımadığın birine, sırf ona benziyor diye, usulca sokulup "merhaba" der misin?

Bazan akdenizli olduğunu ve yelkenlerinde rüzgar kokusu taşıdığını düşünür müsün?

Bazan taze ekmek, eski kitap, yeni kesilmiş çim, yumuşacık kar kokusu delirtebilir mi seni?

Bazan uzak diyarlara ait efsunlu ve tekinsiz bir hikaye anlatabilir misin?


Bazan  kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı  diye düşünür müsün?

Bazan "ben buyum!" der misin?

Bazan uzun sahiller boyunca, sessiz, usulca yürür müsün?

Bazan unutmanın yalan bir kelime olduğunu düşünür müsün?

Bazan kimsenin ruhu duymadan, gepgece denize girer misin? Dolunay şavkıyorken hemde...


Bazan yüzünü ıslatmadan ağlayabilir misin?

Bazan işsiz kalan birini, "bu hayatı kurabildiğine göre, başka bir hayatı da kurabilirsin" diye teselli eder misin?

Bazan tek başına geldik bu dünyaya, tek başına gideceğiz diye düşünür müsün?

Bazan kendini kaybetmekle, aklını kaybetmek arasında incecik bir çizgi olduğunu kabul eder misin?

Bazan ümit dolu bir haber bekler misin?


Bazan "boşvermişim dünyaya!" der misin?

Bazan tepedeki çimenlikte, yalınayak dolaşarak, yemyeşille masmavinin ortasında uzanarak, hayaller kurarak, rüzgara savurarak, birden bire herşeyden vazgeçer misin?

Bazan bir buluta tutunup, bir kuşun kanadına takılmak, vazgeçmek birdenbire, herşeyden vazgeçmek ister misin?

Bazan şimdi olduğu gibi, şarkı sözleri ve metin cümleleriyle oynayalım mı böyle, ne dersin?

Bazan..........

19 Mayıs 2011 Perşembe

Kitap Okumanın Tekinsiz Güzelliği - Kitap Koşmaca Oyunum.



Melih Cevdet Anday'ın Raziye adlı romanını yıllar önce okumuştum. Unutmuşum. Durup dururken Melih Cevdet Anday nereden aklıma geldi? Hangi dürtü beni onun kitaplarını aramaya itti? İnan bilmiyorum. Bildiğim 3.Kocaeli Kitap Fuarı'ndaki sahaflarda Melih Cevdet Anday'ın kitaplarının izini sürmeye başladığım... Ve ister inan ister inanma... İkinci basım Raziye elime gelince sevinçten havalara uçtum. Aslında kitap hakkında aklımda kalan  pek bir şey yoktu. Hatırladığım, tuhaf bir aşk romanı olduğuydu. Birde cümlelerinin peşi sıra giderken aziz Türkçemin dimağımda bıraktığı o fevkalde lezzetti. Aradan yıllar geçmişti. Benim köprülerimin altından ne sular akmıştı öyle değil mi? Bu günümle dünüm bir mi? Değişmiştim elbette. Sonra önümde daha okunmak için bekleyen yüzlerce kitap dururken, çok eski zamanlarda okuduğum, belki çoğu kimsenin bilmediği bir romanı tekrar okumaya kalkışmak ne kadar doğru bir davranıştı? Çok şükür hesaplı kitaplı, planlı programlı biri değilim. Ayrıca insan hiç sebepsiz bir şeye istek duyuyorsa içindeki bir zorunluluğun ilgili kişi ya da nesneye çektiğine inananlardanım.Yüreğimde bir şey Melih Cevdet Anday'ın kitaplarının peşine düşürmüştü beni. Bu durumlarda asla direnmem. Bırakırım kendimi akıntıya. Hemen teslim bayrağımı çekerim. Melih Cevdet Anday'ın kitapları bana iyi gelecek. Eminim.

Az önce Raziye'yi yıllardan sonra yeniden okumaya başladım. Kitabın ilk sayfalarında Beethoven'in beşinci senfonisi çalmaktaydı. Hemen bilgisayarda bu parçayı buldum. Senfoniyi dinlerken merakla romanı okumaya devam ettim.  Romanın bir yerinde duvardaki acayip bir resimden söz edilir. "Başının çevresinde, göğsünde, yukarı kaldırdığı kollarının üzerinde bir çok insan başı olan, çocuk resimlerine benzer bir kadın resmi idi bu; ilkel bir çizgi ile çizilmişti, anlamını çıkarmak olanaksızdı benim için." der. Sonra bunun Sahrennar adında Devletname'den alınıp büyütülmüş, Adem'den önce yaşayan bir cin sureti olduğu yazar. Hemen sanal ansiklopediden bu bilginin gerçekliğini araştırdırdım. İşte yukarıdaki resme vardım. Sahrennar öyle mi? Yıllar önce bu kitabı okurken, merak ettiğim bir  bilgiye bu kadar kolay ulaşmam mümkün değildi tabii... Sanırım o zaman Sahrennar'ı okuyup geçmiştim. Şimdi öğrenmem hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim. Beethoven'in beşinci senfonisini dinliyorum. Aklımda Sahrennar... Elimde Melih Cevdet Anday'ın romanı Raziye... Nereye varacağım merak ediyorum... Aziz Türkçemin lezzetine vara vara Melih Cevdet Anday'ın gizliden  tekinsizlik hissi veren cümlelerinin ardında usul usul koşuyorum. Anlayacağın bu kez kitap koşmaca oynuyorum. Bakalım menzilim nereye varacak doğrusu çok merak ediyorum. Şimdi ben kimilerine alelade bir eylem gibi gelen kitap okumayı oyun gibi anlatınca Gülten Akın'ın o güzelim dizeleri aklıma geldi.

"Yağmur yağar akasyalar ıslanır... Bulutlar uçuşur geceleyin... Ben yağmura deli buluta deli... Bir büyük oyun yaşamak dediğin... Beni ya sevmeli ya öldürmeli."