31 Ocak 2012 Salı

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 16 - Nihal


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


Emek Sineması'nda film seyretmek, bana  her zaman büyüleyici gelmiştir. Karlı bir cumartesi günüydü. Beyoğlu'ndaydım. O gün Emek Sineması'na  girdiğimde salon tıklım tıklım doluydu. Geç girdiğim için oturanlardan özür dileyerek yerime geçtim. Mantomu çıkardım. Kucağıma katladım. Üşümüştüm. Önce telaşla ellerimi birbirine sürttüm. Sonra ısıtmak niyetiyle, ellerimi ağzıma kapatarak sıcak nefesimle üç kere üfledim.  Rüzgârımdan mı etkilendiler bilmiyorum ön koltukta oturanlar dönüp bana baktılar. Biri göbekli diğeri saçsız iki erkeğin ortasındaki koltukta bir kız oturuyordu. Birlikte gelmiş olmalıydılar. Bu iki erkek,  kız çocuk sahibi gergin babalar gibi görünüyorlardı. Kız gülümseyerek uzandı. Göbekli olan erkeğin traşı gelmiş çenesindeki ekmek parçasını aldı. O anda, diğer erkeğin sol gözünün altındaki seğirmeyi gizlemek için durmadan alnını kaşıdığını farkedince, bu kızın, Barış Bıçakçı'nın, çocukluktan beri çok sıkı arkadaş olan, daha sonra yolları ayrılan, yıllar sonra gene yolları kesişen, çocukluk hayallerinden birini gerçekleştirip aynı evde yaşamaya başlayan, birlikte yaptıkları her şeyden büyük keyif alan, 40'lı yaşlarına merdiven dayamış iki erkeğin çaresizliğini anlattığı Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabındaki kadın kahramanı Nihal olduğunu farzettim. Yazar, kitabında nasıl da anlatıyordu Nihal'i? Erkeklerden birine kestane, diğerine düpedüz ela bakan gözler. Şefkatle veya hayranlıkla. Ya o birine tırmanma diğerine kayıp düşme heyecanı duyuran düz kumral saçlar. O saçların iki yana açılmış perde gibi durduğu hafif tümsek bir alın. Güneşin yüksekliğini ölçmeye çalışan ilk çağın gökbilimcileri için kesikli bir ufuk çizgisi işlevi gören seyrek kaşlar. Bir burun. Evet, yalnızca bir burun; biri için ısırmalık, diğeri için sıkmalık. Havada salınarak düşen bir yaprağın belli bir anındaki biçimini taklit eden bir ağız. İki yatay çizgiyle işaretli solgun boyun. Göğüslerinin arasına dek inen hafif çilli bölge. İşte böyle bir kız hayatlarına girmişti. Yurt dışında yaşayan arkadaşları, Türkiye'de tatildeyken ailesiyle trafik kazası geçirmişti. Annesi ve babası ölmüştü. Üniversitede okuyan, 20'li yaşlardaki kızkardeşi Nihal'in, okulu bitene kadar, yani iki yıl için onlarla kalmasını istemişti. Nihal bu iki erkeğin yanına yerleşmişti. Önce ikili hayata alışmış olan erkekler rahatsız olmuşlar, kızla pek iletişim kuramamışlardı. Kız ise ailesini kaybetmişti. Zaten üzgün ve içe kapanıktı. Sonra olanlar olmuş, muhabbeti ilerletmişlerdi. İki arkadaş Nihal'e aşık olmuştu. Kıza pek belli etmek istememişlerdi. Ne de olsa kız onlara arkadaşlarının bir emanetiydi. Ama iki arkadaş Nihal'e aşık olduklarını birbirlerine itiraf etmişlerdi.  Kitabın adından hareketle, iki arkadaşın aynı kıza aşık olması, onların büyük çaresizliği olduğu sanılmasın sakın. Yoo... Onlar aynen, aynı evde yaşamak hayalleri gibi, çocukluk hayallerinden bir diğerini daha gerçekleştirmişlerdi.  "Aynı kıza aşık olmak!" Gene bir kadın, erkekler hikayesinin nesnesi olup çıkmıştı. Bana göre bu iki erkeğin "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" dedikleri, ömür boyu çocuk kalamamak, büyümek mecburiyetinde olmaktı.


Kız, pantolonunun cebinden ikiye katlanmış bir kağıt mendil çıkarıp sessizce burnunu sildi. Birkaç kez diliyle dudaklarını ıslattı. Yaşadığını gösterecek başka bir dolu şey yaptı. Onu izlediğimi mi farketmişti bilmiyorum.... Birdenbire döndü güzel gözleriyle bana baktı. Gülümsedim.  Gülümsedi. Birbirimize gülümsedik biz. Dayanamadım... Başımı ona doğru eğdim. Fısıltıldayarak  "Ben de sizin gibi kahvaltılarda peynirin üzerine reçel koyup yerim." dedim. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Nihal" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Barış Bıçakçı'nın  Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabından alıntıladım. 
  

29 Ocak 2012 Pazar

Bayan Yanı Okurum ama İcabında Erkek Yanı Olurum...


Şimdiye kadar ofiste masa üstü takvim kullanıyordum. Bu yıl  Bayan Yanı adlı mizah dergisinin çıkardığı duvar takvimini kullanmaya karar verdim. İki tane satın aldım. Birini evdeki çalışma odamın duvarına astım. Diğerini yarın işe gidince, ofisteki masama koyacağım. Bayan Yanı Atilla Atalay'ın yazıları  hariç -ve harem sayfası tabii-  kadınların yazıp çizdiği bir mizah dergisi. Bayan Yanı'nı ilgiyle okumaya devam ediyorum ve kadınların mizah anlayışını çok seviyorum. Sadece itiraf etmeliyim ki, derginin boyutunu büyük buluyorum. Keşke diğer mizah dergileriyle aynı boyutta olsa diye düşünüyorum. Ya da keşke çıkardıkları takvim boyutunda olsa mesela... Ne bileyim? İçimden geldi derginin boyutunun küçülmesini hayal ettim. Evde bir tane bile raptiye bulamadım. Bayan Yanı takvimini kocaman bir çiviyle duvara astım. 12 ayın her ayını bir kadın çizer resmetmiş. En cüce olan Şubat ayı ise Atilla Atalay'a düşmüş. Bir kıyak yaptım. Ocak ayında olmamıza rağmen, Latif Demirci'nin çizdiği, Atilla Atalay'ın yazdığı Sıdıka'nın, kabloyu mikrofon yaparak şarkı söylediği halinin resmedildiği Şubat ayı sayfasını açtım. Böyle kalsın. Şunun şurasında ne kaldı ki? İki gün sonra Şubat ayına gireceğiz zaten öyle değil mi? Hayır, erkeklere haksızlık yapılmasını istemedim. Bayan Yanı okurum ama icabında erkek yanı olurum yani... Bilmem anlatabildim mi:)

Ve Zagor Ve Yolcu Yolunda Gerek.


"Aşk hakkında yazılan neredeyse  her şeyin doğru olduğunu düşünüyorum. Şekspir demiş ki "Yolculuklar aşıkların buluştuğu yerde sona erer." Ne sıra dışı bir fikir. Hayatımda buna benzer bir şey yaşamadım. Ama eminim Şekspir yaşamıştır. Aşkın hayatlarımıza her zaman yön ve anlam vermesine hayran kalmışımdır. "Aşkın gözü kördür." lafını da Şekspir söylemiştir. İşte bunun doğruluğuna eminim."




"Bir de başka türlü aşk vardır. En zalim olan ve kurbanlarını süründüren aşk. Adı karşılıksız aşktır. Bu konuda bir uzman sayılırım işte. Çoğu aşk hikayesi birbirine aşık iki insanı konu alır. Peki bizim hikayemiz ne olacak? Karşılıksız aşık olanlar, sevipte sevilemeyenler... Biz tek taraflı aşkın kurbanlarıyız. Biz lanetlenmiş aşıklarız. Biz sevip te sevilemeyenlerdeniz. Yaralı olanlardanız. İyi bir park yeri bile bulamayanlardanız."



"Şimdi söylediklerime örnek olan birinin yazısını okuyorsunuz. Üç berbat yıldan beri şu adama aşığım.  Hayatımın tartışmasız en kötü yılları, en kötü noeller, en kötü doğum günleri, gözyaşları içinde geçirilen noel arefeleri ve alınan sakinleştiriciler...  Bu adama aşık olduğum yıllar ömrümün en karanlık zamanları oldu. Çünkü beni sevmeyen ve asla sevmeyecek birine aşığım. Oh Tanrım onu görmek bile bana yetiyor, kalp atışlarım hızlanıyor, nefesim kesiliyor, tamamen yutkunamaz hale geliyorum."

Sözler - Tamamı aynen The Holiday adlı filmden
Resimler - Zagor çizgi roman kareleri


28 Ocak 2012 Cumartesi

Rüzgârın Yolu Bağlanır Mı?


Az önce eve girdim. Dondum dondum... Hava feci soğuk! Rüzgâr nasıl uğuldayarak esiyor anlatamam... Buzz! Buzz!.. Üfürüyor... Islık çalıyor... Uğulduyor...  Açıkta bulduğu teni jilet gibi kesiyor... Önüne kattığını sürükleyip götürüyor... Rüzgâr değişti... En sert, en zorlu  türkülerini söylemeye girişti... Rüzgâr bu gece bana filmin kötü adamını hatırlatıyor... Korkutuyor.  Her dafasında sanki en çılgın  kahkahalarını savuruyor... Elime bir mendil aldım. Dört ucunu ayrı ayrı bağladım. Sonra kendi yaptığıma kendim şaştım. Dedim "bunu ben şimdi neden yaptım?" Birden hafızamda bir çekmece açıldı. Yıllar önce okuduğum, rüzgârın başrolde olduğu, bir kitabın içindeki sözcükler kucağıma saçıldı. Ve oturduğum yerde Latife Tekin'in Berci Kristin Çöp Masalları adlı o etkili türeyiş öyküsündeki, merkezin dış yamacında, şehrin çöplerinin döküldüğü yerin az uzağında,  bir kış gecesi kurulan sekiz konduyu hayal ettim. Sabah konduların üstüne düşen ilk karı... İnşaatlardan toplanan tahtalarından... Pencere niyetine takılan muşambalardan... At arabalarıyla sağdan soldan taşınan kırık dökük briketlerden yapılan, eğri duvarlı, iğrelti çatıları olan sekiz gece kondu... Sonra çöp yığınlarının çevresinde, ampul ve ilaç fabrikalarının alt yanında, tabak fabrikasının karşısında, ilaç artıklarının ve çamurun kucağında bir mahallenin doğduğunu hayal ettim. O tepede yaşayacak insanlar eski püskü bir kaç yatak, yırtık pırtık üç beş kilim, kullanacak kırık dökük eşyalarını sırtlarında getirip gecekondularına  yerleştiler. Sobalarını kurdular. Bir duvarlarından soba borularını çıkardılar. Diğer duvarlarına süpürge çöpünden mavi boncuklu uğurlar, sararmış resimler astılar. Bebelerini ne yaptılar biliyor musun? Çatılara beşikler bağladılar. Çatılara bağlanan beşiklere konan bebelerini pış pış sallayıp uyuttular. Gece olmuştu. Çevredeki fabrikaların makineleri durmuştu. Kopkoyu bir karanlığa gömülmüş olan gecekonduların yoksul, yorgun insanları tam uyumuştu ki yüzlerine yağan karla  uykularından fırlayıp uyandılar. İlkin kendilerini bir rüyanın içinde sandılar. Sonra çığlık çığlığa bağırdılar. Rüzgâr herkes uykuya dalınca gecekondulara yanaşmıştı. Nefesini derin derin çekip hızlıca salmış, çatıları söküp kanatlamıştı. Ne olacak bu durumda? Çatılara bağlı beşikler tabiatıyla havalanmıştı... Bebeler de çatılarla birlikte kuş olup uçuvermişti. Şaşmışlardı. Kadın erkek, çoluk çocuk çıplak cıbıldak dışarıya dökülmüştü. Fenerler yakıldı. Hepbirlikte çatılar ve bebeler aramaya çıkıldı. Annelerin kimi üstünü başını yırttı. Kimisi ağıt yakarak kendi saçlarını yoldu. Kadınlar kara bulanmış bebelerini fabrikaların bahçelerinde buldular. Kimi bebenin incecik ağlama sesi rüzgârın uğultusuna karıştı. Kadınlar buz tutmuş bebelerine sarılıp, göğüslerinde ısıtmaya çalıştı. Erkekler sökülen çatılarını gecekondularının tepesine taşıdı. Bir daha uçup gitmemeleri için çatıları  kalın iplerle bağladılar. İpleri yere gömdükleri kırık tahtalara ve sedirlerin ayaklarına doladılar. Hatırladım şimdi... Rüzgârın yolunu bağlamayı ben işte bu öyküde öğrenmiştim. Kadınlar bebelerini aramaya gidiyorlardı ya... Bir ağıtla mendillerinin, yazmalarının ucuna düğüm atıyorlardı. Dışarıya baktım. Rüzgâr uğuldayarak dolanıyordu. Sanki eğri duvarlı, naylon pencereli gecekonduları aranıyordu.Yoksa derme çatma, iğrelti çatılara asılı beşiklerdeki bebeleri kuş edip uçurmaya mı heves edivermişti? Mırıl mırıl dualarımı söyleyerek mendili elime aldım. Rüzgâr bebeleri bulamaz artık. Rüzgârın yolunu bağladım.

 



27 Ocak 2012 Cuma

Kahve Molası - Bridget Jones Ve İndiana Jones


Son iki aydır iş icabı, sabahın alaca karanlığında kalk, yürü, duş al, küçük bir atıştırma, giyin, evden fırla, işe git, çalış babam çalış, gecenin geç saatlerinde işten eve dön...  Bir harala hurala... Bir koşuşturma... Bir telaş... Bir dünya işleriyle cebelleşme anlatamam sana...  Aaa! Nedir bu? Bir daha mı geleceğim dünyaya? Yeter! Dedim. Bugün çalışma, koşturma prensibimi ihlal etmeye karar verdim. Evin perdelerini açmadım.  Pijamalarımı çıkarmadım. Büyük boy çorabımın üzerine terlik filan geçirmedim. Saçlarıma tarak sürmedim. Evin içinde aylak avare gezinmeye, bu günlük dünyanın gelmişine geçmişine bir sünger çekmeye niyetliydim. Sözüm ona sebebini bilmiyormuş gibi kendime rol üzerine rol kesip, kararlıydım bugün içimi dikizleyecektim. Battal koltuğa bağdaş kurup oturdum. Elimin altındaki dergi ve kitapları itekleyerek bir kenara koydum. Kendimi birdenbire kapkara, kopkoyu, depderin bir kuyunun kenar taşları üzerinde buldum. Yerçekiminin kucağına düşebilme ihtimalimin yüzde binbeşyüz olduğunu bile bile, hayalimdeki  kara, koyu, derin kuyunun kenar taşlarında, resmen zıp zıp zıplayıp dans ediyordum. Sonra bir an  ööyelecene durdum. Elimde koca bir kürek olduğunu hayal ettim. Hevesli yeni yetme bir arkeoloğun  iş edinmesi gibi... Ruhumun delhizlerinin gizli mabedindeki... Henüz keşfetmediğim sırlarıma mazhar olma niyetliyle... İçimi delice kürekleyecektim.  Ya keşfedilmezse sonsuza kadar muhafaza edilecek efsunlu bir define gizleniyorsa içimde? Eğer içimi iyice deşmeyi denemezsem, söyler misin peki,  nereden bilecektim? Gözlerimi usulca kapadım. Yooo... Yukarıya fotoğrafını koyduğum Bridget Jones gibi değil... Aynen aşağıdaki İndiana Jones misali kendime acımasız olmak kaydıyla... İçimdeki kutsal emanetlere ulaşmak... Gizemli olduğunu hayal ettiğim iç dünyamın henüz bilmediğim sırlarına vakıf olmak... Hepsinden önemlisi kristal kalbimin tehlikeli ellere geçmesini önlemek maksadıyla... Temkin adlı kalemin yıkılan kimi duvarlarını onarmak üzere... Tammm içime doğru yola koyulmuştum ki... Telefonu kapatmayı unutmuşum besbelli... Dünyanın zilleri kulaklarımda çaldı sanki. Kendime geldim. Açtım telefonu... "Buyrun, benim!" dedim. Ofisten arıyorlardı. Meğer bugün feci şekilde kar yağıyormuş. Çılgınca hasar ihbarları varmış. Hemen kalktım oturduğum yerden. Perdeleri açtım. Dünya sırtına bembeyaz giysisini geçirmişti. Sanki illüzyona uğramışım gibi... Yatak odasına geçtim. Pijamalarımı çıkardım. Kotumu, mor kazağımı, mantomu, botlarımı giydim.  Başıma beremi, boynuma atkımı, ellerime eldivenimi geçirdim. Dışarıya çıktım. Küreği elime aldım. Arabamı bahçeden çıkarabilmek maksadıyla... Yolumun üzerindeki karları küreklemeye başladım.

 

26 Ocak 2012 Perşembe

Kahve Molası - Tersoyum, Tersosun, Hepimiz Tersoyuz.


İzmit'ten Gölcük'e doğru gelirken, tam Gölcük'ün girişinde, caddenin sol tarafında kalan eski bir apartmanın üst katlarında oturan bir ailenin ne tür kıyafetleri olduğunu çok iyi biliyorum. Neden biliyor musun? Burada oturan aile, balkonlarıyla üç metre kadar uzaklıktaki elektrik direği arasına uzun bir ip germişler. Eğer hava  güzelse çamaşırlarını bu ipe asıyorlar. Üstelik görünümde bir nizam, bir intizam bariz şekilde farkediliyor. Bir gün sırayla önce pantolonlar, sonra gömlekler, sonra çoraplar... Bunlar renkli giysiler. Başka bir gün ise beyaz iç çamaşırları asılı oluyor...  Önce uzun kollu, sonra kolsuz atletler, hemen bitiminde donlar, sonra çoraplar. Havlular ise başka bir gün asılıyor. Kadın çamaşırları olmuyor. Sanırım onlar içeride kurutuluyor. Niye balkona asmıyor, niye böyle bir alışkanlık geliştirmişler hiç bilmiyorum. Çok kalabalık bir aile olduklarını düşünmüyorum. Eğer evin babası uzun don ve uzun kollu atlet giymiyorsa, evde bir büyük baba olabilir. Kadın giysileri asılmadığı için evin kadınlarının sayısı  hakkında fikir yürütemiyorum. Ancak evin annesi kesinlikle  temiz ve düzenli... Çünkü çamaşırlar gelişigüzel asılmıyor, beyazlar ilik gibi... Varlıklı olduklarını sanmıyorum. Asılan çamaşırlar genelikle kahverengi, lacivert ya da gri renkte. Markaya ya da modaya uygun giysiler değil. Gündelik nitelikte. Yıllardır bu çamaşırlar gözüme çarpar. Arada yeni alınan gömlek ya da pantolunu farkederim. Sevinirim. Bu aileyi tanımıyorum ama çamaşırların asılışından seziyorum, varlıklı olmayan, sevimli bir aile. Bu giysilerin içinde kederli değil de mutlu insanlar hayal ediyorum. Kadına hürmet eden bir aile olmalı. Erkeklerden biri evin annesinin sözünü dinlemiş, çıkmış balkondan elektrik direğine ip çekmiş. Kadın sabırlı ve istikrarlı. Çamaşırlarına gösterdiği ilgi, intizam, temizlik yıllardır değişmedi. Çocuklar iyice büyüdüler. Artık küçük boy giysiler asılmadığına göre çocukların yaşları yakın olmalı birbirlerine. Karşıdan bakınca  çok işlek bir yolun kenarındaki apartmandan elektrik direğine gerilen ip üzerine asılan çamaşırlar bana efsanevi Gırgır yıllarının karikatürlerini hatırlatıyor. Beyaz çamaşırların büyükten küçüğe sıralanmasının  komik görünümünden  mi bilmiyorum   sıcak ve yumuşak bir aile ortamı olduğunu hayal ettiriyor.


Yazmak eylemi sanıyorum insanın içini deşmesine, farketmeden sakladıklarını ortaya dökmesine neden oluyor. Yıllar önceye... Taaa efsanevi haftalık mizah dergisi Gırgır zamanına gittim. O zamanlar çizdiği karelerde böyle çamaşırların sallandığı Engin Ergönültaş'ın çizimlerini hatırıma getirdim. Acaba şimdi nerede çiziyor? Çok merak ediyorum. Engin Ergönültaş'ın Terso'su  İstanbul'un Balat semtinde geçerdi. Bir kenar mahallede, yoksul insanların yaşadığı, iyilerin ve kötülerin hepbirlikte var olduğu, ama illa ki çamaşırların sokak ortasında sallandığı mekanlar gözümde canlanıyor. Elimin altında bir mücevher gibi sakladığım Levent Cantek'in derlediği, İletişim Yayınları'ndan çıkmış, Çizgili Kenar Notları adlı kitap var. Bu kitap kenar mahalleri, yoksulları, azınlıkları mizah dergileri çerçevesinde irdeleyen bir kitap. Niye böyle bir kitap yayımlanır ki diye insan düşünmeden edemeyebilir. Oysa bir memleketin edebiyatında araştırma kitapları çok önemlidir. Levent Cantek'in önsözünde yazdığına göre bu kitabı derlemesindeki maksadı, mizah dergilerindeki kimi anlatıcıların anlamlı ve meselesi olan hikayeler olduklarını hatırlatabilmek... Levent Cantek, mizah dergileri, çoğu  aynı zamanda mizahçı olan yazarları dışında pek "anlatılmıyorlar" diye düşünüyor. Çizerlerle sadece röportaj yapılıyor  ama onlar hakkında yazı, yorum ya da incelemenin yapılmadığının altını çiziyor. Mizah dergilerinin okuyucuları daha çok gençler. Yaş ilerledikçe veya öğrencilik bittiğinde hayatın ciddi boyutuna geçildiğine mi hükmediyoruz bilmiyorum, genelde yetişkinlerin dünyasında mizah dergileri okunmamaya hatta küçümsenmeye başlıyor. Farkında olmadan benim ilk gençlik dönemime damgasını vurmuş Engin Ergönültaş'ın karelerini, yetişkin olduğuma hükmedince derleyip toplayıp hafızamın bir kutusuna kaldırmışım sanırım. Ben Engin Ergönültaş'ın çizimlerindeki gibi bir mahallede ve aile ortamında doğup yaşamadım. Ama şimdi çok daha iyi anlıyorum ki Engin Ergönültaş'ın karelerinde çizip anlattığı o hikayeler, kenar mahallelerdeki vaziyetlerin,  yoksulluğun, ötekiler diye görülebilen insanların, onların yaşamındaki sertliklerin, kent içinde küçük köy yaratmak durumda kalıp horgörülenlerin, işsizlerin hatta yasa ve ahlak dışı yaşamayı gündelik hayat rutini haline getirmek durumunda kalanların, gayri meşru doğurduğu çocuğunu çöpe atanların, tinercilerin, acımasız ve zalim bir dünyanın varlığını tanımama, görmeme, farketmeme ve sonrasında anlamaya çalışmama sebep olmuş. Bu hikayeler vicdan ve merhamet hislerini bileylemişler, çaresizliği, yoksulluğu acıtarak, duvara toslatarak hafızaya çizmişler meğer. Bugün yanımdaki arkadaşım "Şu hale bakar mısın, çamaşırları nasıl asmış? Sokağı kendi evi sanıyorlar. Bunları toplayıp cümleten köylerine gönderceksin "deyince... Aklıma Engin Ergönültaş geldi önce... Sonra  Levent Cantek'in derlediği Çizgili Kenar Notları adlı bu kitap. Bugün oturacağım Engin Ergönültaş için yazılanları okuyacağım. Hiç tanımadığım halde fikrime zenginlik katan Engin Ergönültaş'a ve  bu konuları kitaplaştıran Levent Cantek'e minnettarım. Tersoyum... Tersosun... Hepimiz Tersoyuz diye sözümü bağlıyorum. Kahve molam bitti. İşe dönüyorum.


25 Ocak 2012 Çarşamba

Memleketimdeki 2. Engelsiz Film Festivali'nin Takipçisiyim.


Ömrümün şu son üç yılı içinde İstanbul'daki iki film festivaline mutlaka gitmeyi kendime iş edindim. Biri İstanbul Film Festivali, diğeri Filmekimi. Ne yalan söyleyeyim, taşrada yaşıyan, sinema seven ve hepsinin üzerine benim gibi  hayalperest biri için film festivaline gitmek mucizevi bir dünya yaratıyor. Film Festivallerine sadece kendimi ödüllendirmek, keyfimin kahyası olabilmek,  festival ruhu içinde film seyretmek, o günleri kendimce şölene çevirmek, sinemanın büyülü havasını  bile isteye doya doya koklayabilmek, memleketimde düzenlenen böyle festivallerin devamına katkı yapabilmek, ömrümün "mesut dakikalar ve haz veren lahzalar" bölümünün sayısını arttırabilmek, insan olduğumu hissedebilmek için gidiyorum. Geçen sene İstanbul'da yapılan Ululararası Engelsiz Film Festivali olduğunu duymamışım. Bu benim ayıbım. Çünkü engellilerin  bu yıl daha fazla  farkına vardım. Kocaeli Altınokta Körler Derneği'nin son üç aydır içindeyim. Görmeyenlerin nasıl film seyrettiklerini hiç düşünmemişim. "Sesli betimleme" diye bir şeyin olduğunu yeni öğrendim. Engellilerin ne engellerle haşır neşir olduklarını öğrendikçe mahcubiyetim daha da büyüyor. Bu nedenle engeliler için yapılan her güzelliğin gönüllü destekçisiyim. Şimdi Engelsiz Film Festivali'nin 2.nin yapılacağını duydum ya... Önce Hayal Kahvem'de duyurusunu yapmakla başlayacağım. Sonra bizim şehrimizde neler yapmayı planladığımızı, bu yıl ki Engelsiz Film Festivali'ne katılıp yaşadıklarımı mutlaka anlatmak niyetindeyim. İşte basın tanıtımını bloğuma aktarmakla başlıyorum. Böyle bir festivale düzenleyen ve katkı yapan herkese çok teşekkür ediyorum.  Buyrunuz... 

2. ULUSLARARASI ENGELSİZ FİLM FESTİVALİ KISA FİLM YARIŞMASI BAŞVURULARI BAŞLADI:


Mind the AD- İstanbul tarafından bu yıl ikincisi düzenlenecek olan 2. Uluslararası Engelsiz Film Festivali 30 Nisan-5 Mayıs 2012 tarihleri arasında hayata geçiyor. Engellilik, iş göremezlik konusunda kısa ve uzun metrajlı filmlerle toplumda farkındalık yaratmayı ve bu bilincin güçlenerek yayılmasını sağlamayı hedefleyen Uluslararası Engelsiz Film Festivali; “Herkes İçin Eşit Yaşam Koşulları, Eşit Saygı ve Adalet” ana temasıyla çalışmalarını sürdürmeye başlamıştır.  Kısa Film Yarışması Jürileri Açıklandı… Ulusal alanda yarışma düzenlenecek olan festivalde EN İYİ KISA FİLM, EN İYİ SENARYO ve JÜRİ ÖZEL ÖDÜLLERİ verilecektir. Bunun çerçevesinde Türkiye  genelinde “HERKES İÇİN EŞİT YAŞAM KOŞULLARI, EŞİT SAYGI VE ADALET” temalı bir kısa film yarışması düzenleneceğinin duyurusu yapılmıştır. Kısa film ve senaryo yarışmalarının jürileri; Beste Bereket, Cemil Ağacıkoğlu, Ece Uslu, Zeynep Özbatur Atakan, Hüseyin Kuzu, Ege Görgün, Banu Bozdemir, Selçuk Aydemir, Görkem Yeltan, Tolga Afşin Kaya ve Bülent Doruker’ den oluşuyor. Ön Değerlendirme Jürisi Yarışmaya katılacak filmleri ödüllü kısa film yönetmenleri ve Kısa Film Ruhu’nu ısrarla koruyan genç sinemacılar değerlendirecek ve ana jüriye iletecek. Ön Değerlendirme Jürisinde yer alacak isimler: Bessy Adut (Kısa Film Yönetmeni), Ayşegül Yadigar (Kısa Film Yönetmeni), Heval Hazal Kurt (Yönetmen-Yapımcı), Armağan Lale (Yardımcı Yönetmen), Ahmet Turgul (Kısa Film Yönetmeni), Beyçin Uygur (MetinYazarı), Memet Sefa Öztürk (Klasik Bale Sanatçısı).


Yarışmaya Son Katılım Tarihi: 1 Nisan 2012

Yarışmaya katılmak ve başvuru koşullarını incelemek için www.engelsizfilm.com web sitesini ziyaret edebilirsiniz.  


Diğer soru ve önerileriniz için bize festival@engelsizfilm.com adresinden ulaşabilirsiniz.

                   

24 Ocak 2012 Salı

Hoşçakal Don Juan!


- BENİ İLGİLENDİRMEZ.. HOŞÇA KAL DON JUAN..
- AMA SUZİ..

Şu yukarıdaki karede görünen  Yüzbaşı Tommiks,  çocukluğumun çizgi roman kahramanlarından biriydi. İlla en çok hangisini seviyorum diye düşüneceğim ya, Zagor mu en sevdiğim çizgi roman kahramanı Tommiks mi bir türlü karar veremezdim. Doğacağı zamanı kim seçebiliyor ki ben seçeyim... "Kızlar çizgi roman okumaz" denen bir döneme ve aileye denk gelmiştim. Ailem iyi insanlardı. Sadece kızlarının çizgi roman okumasını istemiyorlardı. Evde benden altı yaş büyük abim vardı.  Abim erkekti tabii. Abimin çizgi roman okumasına hiç ses edilmezdi. Of!..  Bu vaziyete fena halde içlenirdim. Niye erkekler çizgi roman okuyabiliyordu da kızlar çizgi roman okurlarsa  ayıp oluyordu? Aklım hiç almıyordu. Bu soruyu onlara da sorardım. Net bir cevap alamazdım. Kestirme cevap şuydu... "Öyle işte!" Vay canına sayın seyirciler! Sana bir şey söyleyeyim mi, aklımın basmadığı hiç bir şeyi kabul etmedim. Tamam, ailemi çok severdim. Elbette onları üzmek istemezdim. Anlamıyorlardı beni! Ne yapabilirim? Ben çizginin büyüsüne kapılmıştım bir defa... Çizgi roman okumadan asla edemezdim.  Abimi tenzih ederim. O can ı gönülden okuduğu çizgi romanları gizlice bana verirdi. Durum çoktan kafamda çözülmüştü. İşin ilmi onlara belli etmeden gizli  okumaktan geçerdi. Kitap arasında... Yorgan altında... Banyoda... Okula giderken yolda... Nasıl bir heyecandı o! Bu dünyadan soyutlanır, çizgilerin peşi sıra giderdim. Şimdi  o günler nereden aklıma geldi? Serüven  dergisinde işte şu yukarıdaki kareye denk geldim. Suzi nişanlısı Yüzbaşı Tommiks'e kızmış. Tommiks te Suzi'yi yatıştırmaya çalışıyor. Arkada Konyakçı kahkahayla gülerken göbeğini hop hop hoplatıyor. Bu kareyi çok iyi hatırladım. Acaba o zamanlar kaç yaşındaydım? Anlamamıştım. Don Juan kimdi? Suzi Tommiks'e ne demek istemişti? Evdekilere Don Juan'ın kim olduğunu sorabilmem mümkün değildi. Nereden duydun deseler yalan söyleyemezdim. Acaba abim üniversiteyi kazanmıştı da evden mi gitmişti? Belki... O vakitler  elbette internet yoktu. Bende ha babam sözlük, kitap karıştırıyordum. Bulmuştum... Don Juan bir efsaneydi. Çapkınlık timsaliydi. Kadınları evlilik vaadiyle kandıran, pişmanlık duymayan, arkasında kırık kalpler, kızgın kocalar, babalar bırakan zampara biri. Tanıdığım iki erkek vardı. Biri babam biri abim. Biliyordum onlar Don Juan değillerdi. Diğer tanıdığım iki erkek ise... Biri  Tommiks...  Diğeri Zagor. O kadar. Çocukluk ne güzeldi. Çocukluk saflık demekti.  Suzi Tommiks'e Don Juan dediğine göre, demek Tommiks ansiklopedide anlatılan gibi biriydi.  O zaman Zagor'u seçtim işte. Hoşçakal Don Juan dedim. Zagor'u tam manasıyla benimsedim. Zagor hiç aldatmadı beni. Gönül maceraları oldu ama evlenmeye kalkmadı. Elli yaşına geldi. Aynen benim çocukluğumdaki gibi. Tipi hiç değişmedi.  Zagor'un arkasından seslendim... "Şey... Bay Zagor..." dedim. Şaşırdı. Döndü bana baktı. Ne yalan söyleyeyim çok sevindim:)

Yeni Bir Kitabı Okumak İçin Merak Kışkırtma Vaziyetlerim.

 

Puslu bir geceydi. Uykum kaçmıştı. Kalkmıştım yatağımdan... Pencerenin yanına gitmiştim. Ellerimi  mermer pervaza, burnumu cama dayamıştım.  Karanlıkta bir süre dışarıyı seyretmiştim. Gün boyu hiç durmak bilmeyen yağmur dinmişti. Bir İsmet Özel şiiri aklıma gelmişti. Hatırlarım ama hiç bir şiiri hafızama yerleştirmeyi beceremem ya... Bilgisayarı açtım. Şiiri elimle koymuş gibi buldum. "Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir... kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa... yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa...  o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir." Ne hoş, ne mucizevi bir şiirdir. Masanın üzerinde Enis Batur'u Öldürmek adlı bir kitap duruyordu. Günlerdir bilgisayarımın gölgesinde  demleniyordu. Henüz okumamıştım. Yazarı İsmail Pelit'ti. Tanımıyordum. Kitabı Enis Batur'la ilgiliydi ya ne anlattığını merak ediyordum. Ben Enis Batur'cu biriyim. Beni zorluyacağını bilsem bile Enis Batur'un  kitaplarını severim. Enis Batur'un külliyatıyla  ilgili elime geçen her kitabı okurum. Bu kitabı Enis Batur değil bir okuru İsmail Pelit  yazmıştıBir okur, sevdiği yazarı neden ölürmek ister peki?  İsmail Pelit, Enis Batur'un o kendine has şiirlerini okumuştu da, "Anlam şairin karnında" diye bir söz vardır ya... Acaba şairin şiirlerini anlamak maksadıyla karnına bir bıçak saplamakta mı sakınca görmemişti? Oscar Wilde dememiş miydi? "herkes öldürebilir sevdiğini... kimi bir bakışıyla yapar bunu...  kimi dalkavukça sözlerle...  korkaklar öpücük ile öldürür... yürekliler kılıç darbeleriyle” İsmet Pelit kelimelerle öldürmeye niyetlenmişti belki.


Masanın yanındaki kitaplığa uzandım. Enis Batur'un Hâneberduş adlı kitabını elime aldım. 55. sayfasındaki Ölümlülük Üzerine Bir Deneme adlı yazısını okumaya başladım. Enis Batur yazısına "Hayatımın geniş bölümü ölüm korkusu içinde geçti." diye başlıyordu. İlk paragrafı "Ölümü düşünmeden geçirdiğim gün neredeyse yoktur." diye bitiriyordu. Belli bir yaş eşiği aşıldığında hastalık korkusu çıkagelir ya... Enis Batur'a da aynısı mıhlanmış olabilir mi? Sonra ölüm çeşitlerini sıralıyor... "Kazada, doğal afetle ölebilirim" diyor... Sonra dikkatini çekerim, şöyle devam ediyor... "Biri(leri) tarafından öldürülebilirim." Şaşırtıcı... Okuru İsmail Pelit, Enis Batur'un bu korkusunu bilmiş miydi? Acaba Enis Batur'u Öldürmek adlı kitabında ne anlatmak istemişti? Gecenin puslu saatinde aklımdan bunları geçiriyorum. Çünkü bir kitabı okumadan önce merakımı iyice iştahlandırmak hevesi güdüyorum. Kitap kapağına bakıyorum.  "Acaba kitabının ismini yazarken Batur'un a'sının, Öldürmek'in e sinin altını neden çizmiş?" diye düşünüyorum. Enis Batur yazısının devamında "Doğduğunda öleceğini bilmez insan; "ölüm" öğrendiği kaçıncı kelime olur, "fikir"le kaç yaşında tanışır, ergeç ölüm gerçekliğine toslar." diyor. "Ölümlü Dünya" tamlamasına bayılıyor Enis Batur. "Ölümlü İnsan, hayatın kendisiyle sınırlı olduğunu fütursuzca ilân ediyor o arabesk ifadede: Ben yoksam, olmayacaksam artık Dünya'da, Kosmoz da sırra kadem basar." diyor. Enis Batur'un Hâneberduş adlı kitabındaki Ölümsüzlük Üzerine Deneme adlı yazısına geçiyorum. Fan Sendromunu yazdığı cümlelelerinde geziniyorum. Hiçbir tanışıklık  olmadığı halde bir ölümün arkasından kitlenin cinnetli yası. Sevdiği bir yazarın, şarkıcının, düşünürün öldüğünü kabullenmeyen, bir tek gün çıplak gözle görmedikleri birinin anısını yaşatmayı hayatlarının tek amacına dönüştürebilen insanlar... Enis Batur, bir insanın tek yaşama gerekçesinin bir başka insanın varolmasıyla ilinti olması ne kadar marazi bulunuyorsa, bir insanın yaşamını sürdürmeme gerekçesinin bir başkasının yok olması'na bağlanması farklı bir koşul diyor. Enis Batur'un yazdıkları, okuru İsmail Pelit'in yazdığı Enis Batur'u Öldürmek adlı kitabı okumam için beni kışkırtıyor. İlgimi öldürmüyor. Bilakis diri tutuyor. Kitabı açıyorum. Enis Batur'un "in memoriam a.t" adlı şiiriyle başlıyor... "alıştırmıştık ölümüne kendimizi... nasıl alışabilirdi ölüme... bunu henüz bilmiyorduk belki... ama bir ses "yakın" diyordu içimizde... sonra gazeteyi açıp bir sabah öğrenecektik-... olması beklenen olmuştu..." Kitabın kapağını kapattım. Yerimden usulca kalktım. Ellerimi mermer pervaza, yüzümü cama dayadım. Dışarıyı seyrettim. Gün ağarmak üzereydi. Yağmur dinmişti. Sokak lambası ışığı altındaki yol, billûr bir kadeh görünümündeydi. O an Enis Batur'u unuttum. Nasılsa hafızamda kalan, iki dizeyi okudum... "yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa...  o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir."

23 Ocak 2012 Pazartesi

Huysuz Ve Tatlı Kadın


Ne güzel şarkılarımız vardır bizim... İçli içli... İşittiğimiz anda kendimizden geçirir.  Şarkılar Seni Söyler, acaba bir Zeki Müren  şarkısı mıydır? Münir Nurettin Selçuk'un olabilir mi? Bilmiyorum. Müzeyyen Senar da çok güzel söyler. Ama ne yalan söyleyeyim bu şarkı en çok Sadri Alışık'a yakışır. 1969 yılındayız. Menekşe Gözler adlı filmin bir sahnesindeyiz. Erol Büyükburç'la aynı masadalar. Aralarında şöyle bir muhabbet geçer:

-Abicim, sen aşık oluyosun galiba...
- Belki de oldum arkadaş, şarkılardaki gibi bir kızdı.

Bir kadına aşık olmak ne hoş bir duygudur kim bilir?  Bir anda... Durup dururken... Planlamadan... Hiç akılda yokken...  Her şarkının onu söylediği... Dillerde nağme olan... Aşk gibi... Sevda gibi.. Huysuz... Ama... Tatlı bir kadına aşık olmak... O kadının en güzel günlerini onsuz yaşadığını bilmek... Gene de onu sevmek... Sevebilmek... Bu güfteleri yazanlar bu duyguları yaşayıp mı yazdılar acaba? Böyle aşık olmadan bu denli içten hissedip yazmak mümkün mü? Yoo... Ben daha fazla yazmayayım... Hepbirlikte önce ruhuna rahmet diyelim... Sonra Sadri Alışık'ı kendi sesinden dinleyelim. Şarkılar Seni Söyler!


Kahve Molası - İş Hayatının Tekdüze Giyim Kalıpları


Bugünlerde yıl sonu işleri, yıl başı yenilemeleri, şirketlerle görüşmeler, toplantılar, poliçe kloz incelemeleri derken  o kadar yoğunum ki anlatamam. İş olsun, ama önce illa sağlık olsun, koşturayım öyle değil mi? Bak ne anlatacağım? Bankacılar ve sigortacılar genelde siyah veya koyu renk takım elbise ya da tayyör giyerler ya... Topuklu iskarpinler filan... İmaj erkekler için de mühimdir ancak kadınlar için başlıbaşına bir meseledir. Sanırım ciddi bir görünüm vermek lâzım diye düşünülür. Saçlar  mümkünse kısa ya da toplu olmalı... Kıyafette göz alıcı renkler kullanılmamalı. Öyle yazılı bir kural olmamasına rağmen, yerleşmiş kültürel kalıplarımız yok mu? Elbette var. İş hayatında saygı görmek, ciddiye alınmak isteniyorsa durum böyleyken böyle olmalıdır. Niye herkes aynı olmalı ki? Çok sıkıcı. Ben yapamıyorum ne yalan söyleyeyim. İşimde ciddi olayım, kıyafetimden kime ne?  Son iki aydır iş gereği ofisten zamanında çıkmayıp, her zamanki gibi haftada üç gün  spor salonuna gidemeyince eve bir yürüme bandı aldım. Her sabah bir saat yürüyorum. Yürürken ya bir film ya da bir video seyrediyorum. Bugün aklıma Ayhan Sicimoğlu'nun Renkler adlı programı geldi. Uzun zamandır izlememiştim. Buldum. "Hastasıyııımmm!" diyerek program yapan Ayhan Sicimoğlu bugün şahane bir kırmızı pantolon giyiyordu. Nasıl gözüm kaldı anlatamam. Hemen kırmızı kadife pantolunumu buldum. Giydim. Üstüne siyah bir gömlek. Altına kış sebebiyle içine keçe geçirdiğim siyah bez ayakkabılarım. Saçlarımı  kestirmek mi? Bilakis kararlıyım, uzatıyorum. Bugün ciddi işinsanlarının katıldığı iki ciddi toplantım vardı. Bu giysilerimle katıldım. Temiz, sade ama renkli. Tam kendim gibi. Niye gizleyeyim o kara, koyu renk elbiselerin altına kendimi? Niye? Ben buyum...  Zaten bilenler bilir beni... Kıyafetimin reklerini niye geleneksel iş giysilerden ve renklerinden seçeceğim ki? Neysem oyum. Zaten kırmızı enerji rengidir demezler mi? Vallahi tavsiye ederim. Bugün laf aramızda canavar gibiydim. Bence yazılı bir kararla, iş hayatında kırmızı kıyafet illa şart olmalı. Ve renkli giyinmeliyiz. İçimizden geldiği gibi. Bakar mısın Ayhan Sicimoğlu'nun kıyafetlerine... Örnek almalı...  Buyrun, bu da kırmızı eteğim:) Kırmızıdan vaz geçemem! Asla... Asla!


 
 

22 Ocak 2012 Pazar

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 15 - Engin


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


O gün Beyoğlu'nda  Emek Sineması'ndaydım. Filmin başlamasına yarım saat kadar vardı. Hava oldukça soğuktu. Park yerinden sinemaya gelene kadar üşümüştüm. Dışarıda oyalanmak istemedim. Hemen salona geçtim. Emek Sineması'nın o tarihi sıcaklığıyla koltuğuma gömüldüm. Uyuyup kalmışım. "23  numara bu koltuk mu?" diye soran  sesle kendime geldim. Doğruldum. Gülümsedim. "Benim koltuğum 22 olduğuna göre 23 burası olmalı." dedim. Kederli gözlerle bakan bir kadındı. Yuvalarının içine gömük, donuk bakışlı gözler... Hani feri kaçış mı derler yoksa feri gitmiş mi? Moru çoktan geride bırakmış, karaya doğru yol alan gözaltı torbaları... çökmüş, kara-sarı bir surat... ip gibi dudaklar.... Boyayla, allıkla, rujla üstü örtülemeyecek bir harabeye dönmüş yüz. Ve şahane KIZIL saçlar... Oturdu. Sürekli şu cümleleri fısıldıyordu: "Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar... Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar..."  Neydi bu? Belki bir şiir dizesiydi. Bu cümleleri duyunca, kadının Pınar Kür'ün Edebiyat Neye Yarar? (Kına) adlı öyküsündeki Engin olduğunu farzettim. Kucağında çocuğu, yanında iki bavuluyla, başı önünde, boynu bükük baba evine dönüşünü hayal ettim. Babasının yüzünden düşen bin parçaydı. Annesi sevinçliydi.  İki yıl önce, daha fakülteyi bitirmeden hamile kalıp, ana babasına bile haber vermeden evlenmesine çok kızmışlar, çok sarsılmışlardı. Babası damadı asla tasvip etmemişti. Gene de kızının doğumu köşte yapmasını istemişti. Kocası, Engin'in babasının bu teklifini, aristokrat esnekliği diye düşünmüş, kendilerini asimile etmek için yaptıklarını söyleyerek kabul etmemişti. Doğumu beklerken, Laleli'de, iki odalı, kalorifersiz, suyu bazen akan, çoğu kez akmayan, karanlık bir bodrum katına yerleşmişlerdi. Engin'in hiç bilmediği, tanımadığı bu yaşam koşullarına alışması kolay değildi. Ama en zoru, bir günden bir güne "yoldaş"lık statüsünü yitirip "ev kadınlığı"na indirgenmesi olmuştu. Sırf hamile olduğu için değil de, evlendiği için! Artık yürüyüşlere katılmak, geceleri "afişe çıkmak" yok. Ama onlar herhangi bir eylemden döndüklerinde, bodrum katının küçücük oturma odasına en az on kişi dolduklarında çay demleyip hizmet etmek var.  Daha bir kaç hafta önce sokaklarda birlikte koştukları, forumlarda birlikte coştukları eylem arkadaşlarının hizmetçi muamelesi etmesine nasıl sinirlenmesin? Kocası eylemlerine Paris'ten devam etmeye karar verince, kucağında oğluyla baba evine döndüğünde her şeyin daha kolay olacağını ummuş muydu? Öyle olmamıştı. Köşk basılmıştı. Sorguya götürülüp aylarca içeride tutulmuştu. Dışarıya çıktığında bu kez anne babası  göz hapsine almışlardı kızlarını. Olur olmaz dışarıya çıkmak yok... Nereye gittiğini söyleyeceksin, şu saatte döneceksin baskıları... Bu kez onların kurallarına uymak durumda kalmak. İkibuçuk yıl süren bu esaret hayatında, sadece akşamları kocasına mektup yazarken huzur buluyordu. Oğlunu alıp onun yanına gideceği günü iple çekiyordu. Kocası Fransa'da işleri bir yoluna koysa... İmkanları bir ayarlasa... Derken kocası imkanları ayarlamış, hayatını bir yola koymuştu. Kendisinden on yaş büyük bir Fransız kadınıyla. Ve boşanmak istiyordu. O sırada duyduğu nefret de, hınç da, bir damlacık bile azalmamıştı. Ama umudunu kestikten sonra, durup durup ağlamalar, sinir krizleri devam ederken bile, yaşamını yeniden düzene koyma cesaretini bulmuş, aftan yararlanıp yarım bıraktığı fakülteyi bitirmişti. Edebiyat öğretmeniydi şimdi. Bu kez Edebiyattan nefret eden, kalın kafalı öğrencileriyle cebelleşiyordu. Çok yalnız olmalı diye hayal ettim. Oğlu liseyi bitrene kadar yanındaydı. Babasının oğluydu ne de olsa... Ömründe bir kere bile görmediği babaya kızmak şöyle dursun, bir davette, üniversiteyi okumaya babasının yanına Fransa'ya gitmişti. Kadına göz ucuyla baktım. Üstü başı dağınıktı. Yorgun bir okul dönüşü olmalı diye düşündüm. Oysa bir zamanlar şu kızıl saçları var ya... Of, örgütün en güzel kızı olmalıydı diye aklımdan geçirdim. Kızıl saçlı, edebiyatsever, kırılgan kız... Hepsini Nâzım yakmıştı aslında. Bir zamanlar Nâzım Hikmet'in hem aşk hem devrim  şiirlerini ezberleyen örgütteki erkeklerin, böyle güzel, kızıl saçlı kıza aşık olmamaları mümkün müydü? Kızlar ise en güzel Nâzım Hikmet şiiri okuyan erkeğe aşık oluyorlardı belli. Edebiyat kimi kez hayata yol gösterirdi. Hayata hazırlardı insanı. Yıllar yılı hayatın dışında kalan Engin gibi bir kadın, yeniden hayata dalabilir miydi? Öyküdeki eski örgütünden arkadaşı Metin'le tesadüfen karşılaşmaları aklıma geldi. Kafede oturup karşılıklı eski günlere değin yaptıkları muhabbetleri... Heyecan içinde peçetelere yazılan telefon numaraları... O günden sonra Engin'in yüreğinin her an pır pır etmesi... Yalnız onu düşündüğünde değil, aynaya baktığında kendini güzel görmesi, saçlarını havalı havalı silkelemesi... Öğrencilerine kızmaması, hatta onların saçma sapan esprilerine gülmesi, en önemlisi gece yatağa korkuyla değil de keyifle girmesi... Metin ile karşılaştığından beri hep gülüyor, hatta gülmemek için kendini tutmak zorunda kalıyorken, şimdi neden bu kadar kederli görünüyordu peki?

  
Kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Uzun saçlarını arkaya doğru attı. Burnuma kına kokusu geldi. Belki kızıl saçlarına kına sürerken Milan Kundera'nın bir öyküsü aklına takılmıştı. Hani yıllar sonra gençlik aşkıyla karşılaşan, yeniden birlikte olmalarına ramak kalmışken donup kalan kadının hikayesi... Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Engin" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazımın bazı cümlelerini Pınar Kür'ün   Hayalet Hikâyeleri adlı  kitabındaki Edebiyat Neye Yarar? adlı öyküsünden  alıntıladım. 

 

21 Ocak 2012 Cumartesi

İskandinavyalılaştırdıklarımızdan Mısınız?

 

Son zamanlarda seyrettiğim filmler sayesinde bir kez daha anlamış bulunmaktayım ki ülkeler,  isterse Dünya Barış Endeksi'ne göre en  barışçıl ülkeler  seçilsinler, ister mutluluk, refah ve konfor ölçümleri  tavan yapsın, isterse dünyanın en saygın  koca koca  üniversiteleri bu ülkelerdeki hayatın huzur içinde olduğunu, en demokratik sistemlerin bu ülkelerde  olduğunu ispatlayacak tezler ortaya atsınlar, makaleler, kitaplar yazılsın... İstediği kadar bu ülkelerdeki  insanlarının birbirlerine saygılı ve nazik davrandığı anlatılsın... Meğer  biz kadınlar için değişen hiç bir şey yokmuş... Meğer pek çok  erkeğin kafalarının içindeki  kadınlara uygulanan o kadim şiddet hisleri, ülkelerin mutluluk, huzur, konfor, barışçıl ortam,  en demokratik sistem modelleri içinde bile  değişmiyormuş...  Bilakis sanki bileyleniyormuş bile diyebilirim. Ne fena! Of, şimdi bunları yazdıkça yüreğim sıkıştı vallahi. Nedir bu? Nedir bazı erkeklerin asırlardır kadınlara karşı bu dipten giden çekememezliği? İlk şokumu geçen yıl Ejder Dövmeli Kız adlı filmi seyrederken yaşamıştım.  Söylesene, İskandinav ülkeleri hayatlarından en memnun, en huzurlu, devletleriyle en barışık ülkeler değil miydi?  Ne bileyim, hatırlasana... Kaliteli eğitim, sağlık sigortaları, iş imkanları ya da işsizlik yardımları filan... Breh breh! Evet, öyle...  Ejder Dövmeli Kız bir İsveç, Danimarka ortak yapımıydı. Film İsveç'te geçiyordu. Bu filmde seyrettiğim kadınlara  yapılanlar şiddet ve eziyetin dehşeti karşısında donakaldığımı bugün gibi hatırlıyorum.


Bir kadın olarak bu film o kadar canımı acıtmış o kadar üzmüştü ki beni, kendime gelip erkeklere inancımı tekrar diriltmek için Filmekimi'nde seyrettiğim bir Kazakistan filmi olan Tulpan'ı aklıma getirmiştim. Tulpan, harbiden elektriksiz, susuz, telefonsuz, her türlü imkandan uzak, çadırda yaşanılan Kazakistan'ın steplerinde geçiyordu. Ve o konforsuz, sistemsiz çöl ortamında erkeklerin kadınlara gösterdiği hürmet insanı hayrete düşürüyordu. Bu ne demek oluyordu şimdi? Kafam karışmıştı.  Eğitimin, görgünün, refahın, her türlü niğmetin, hakkın, özgürlüğün olduğu ülkelerde kadına saygının zirve yapması gerekmiyor muydu?

 

Son Filmekimi'nde seyrettiğim Melancholia adlı film, büyülemişti beni. Bir Danimarka filmiydi. Yönetmeni Lars Von Trier'di. İsminden kim olduğunu bilemedim. Filmden çıkarken "Helal olsun, ne hoş bir film çevirmiş" dedim. Dedim demesine ama yüreğimde... nasıl anlatacağımı bilemediğim... filmden kalan... böyle... incecik...  kadınlarla ilgili... nebileyim... çok hafif ama... hangi kelimeyle izah edeceğimi çıkaramadığım... minik bi fena koku... azıcık... buna benzer bir his bırakmıştı. Önemsemedim. Öyle feminist düşünceleri olan, erkek düşmanı biri asla değilim. Bilakis insanları kadın erkek diye ayırmam. İnsanlıkları ölçüsünde  severim. Sanıyorum memleketimde son zamanlarda kadınların yaşadığı şiddet vaziyetleri, bu konudaki duyargalarımı açtı. Daha önce üstünde durmadığım ya da fark etmediğim durumlara karşı beni hassaslaştırdı.


Bugün  Lars Von Trier'in Antichrist adlı filmini seyrettim. Filmden sonra "Bu yönetmen kimdir?" diye iyice merak ettim. Filmdeki  pornografik görüntüleri ve şiddet içeren sahneleri bir kenara bırakıp söylemeliyim ki,  gene bir  İskandinav filminde  bir Danimarka'lı yönetmen, yüzyıllardır bazı  erkeklerin bilinçaltında kadına duyduğu öfkenin boyutlarını ortaya koyan bir film yapmış. Böyle gerilim, dehşet, şiddet içeren filmlerin huzur simgesi İskandinav memleketlerinden çıkması enteresan geliyor bana...  Tabii  hayatlarını son derece konforlu, huzurlu, sakin, sorunsuz yaşayan, dünyanın niğmetlerinden en fazla faydalanan, doğuştan temel hak ve özgürlüklere sahip olan insanların yaşadığını düşündüğüm bu memleketlerde kadınla ilgili fena vaziyetlerin değişmemesi düşündürücü. Sonra yönetmenin hayatını okudum. Film gibiydi ne yalan söyleyeyim. Üzüldüm. Du bi... İyisi mi ben gene bir Kazak filmi seyredeyim. Allahın steplerindeki çadırlarda bile olsa, dünyanın bir yerlerinde kadınlara verilen hakları ve  kadınlara gösterilen hürmeti gözümün önüne getireyim ki kederimi dindirebileyim.



Altın Madalyon E- Dergi Üzerine Muhabbet




Altın Madalyon Çizgi Roman Sevdalıları'nın bir e-dergi çıkaracaklarını duyunca ne sevinmiştim anlatamam. Doğrusu e-kitap ya da e-dergi, benim gibi kitaba dokunmak, kitabı ele alıp okumaktan haz alan bünyelere pek uygun olmayabilir. Ama dergiyi çıkaranlar çok sevip, çizgilerini beğendiğim çizgi roman sevdalıları bir gruptu. Altın Madalyon edebiyat ve çizgi roman muhabbetleri yaptığım nezih bir forum ortamıydı. Elime alamadan bilgisayardan okuyacağım bir dergi olsa da mümkün değil merak etmeden duramazdım. İlla okumalıydım. Dergi e-tezgaha sürürlür sürülmez, dumanı tüte tüte, indirdim okudum.  Derginin editörü Engin Gül, derginin girizgahında yazdığı ön sözde "Merhaba" diyor ve Metin Üstündağ'dan alıntıladığı cümlelerle yazısına başlıyordu. "Merhaba.. "Ben bu gece dünyanın, hayatın ve her şeyin sırrına ersem ve yazmasam kimsenin haberi olmaz. Benim bile.. Ama anımsadığım her şeyi yazıyorum. Dünyanın, hayatın, insanların, her şeyin ve herkesin bendeki izlerini. Hiçbir karşılık beklemeden, sadece ve sadece, tek yapabildiğim bu olduğu için. Sadece ve sadece en çok yazarken kendimi çok iyi, çok güzel, çok yakışıklı ve çok insan hissettiğim için" Sevgili Metin Üstündağ’ın değerli sözleriyle başlamak istedim yazıma.Yazmak, duygularımızı, düşüncelerimizi kayda almak, başkalarıyla paylaşmak insanoğlunun en  değerli erdemlerinden birisi değil mi? 2009 yılında internet üzerinden yayına başlayan forumumuz Altın Madalyon biz çizgi roman severlerin değerli, samimi, keyifli paylaşımlarıyla 3 yıl gibi bir sürede özgün ve seviyeli bir sosyal paylaşım platformu haline gelmiştir. Şimdi de bu platformun üyesi değerli dostlarımızın yazılı-çizili katkılarıyla oluşturduğumuz e-dergi projemizle huzurlarınızdayız. Bu ilk sayımıza emeği geçen tüm dostlara buradan teşekkür etmek istiyorum. Birlikte nice sayıları çıkartmak dileğiyle, keyifli okumalar.. ENGİN GÜL"



İlk derginin kapak tasarımını ve çizimini, beğenerek takip ettiğim Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları adlı 1920'lerin Türkiye'sinde geçen fantastik-bilimkurgu öğelerini barındıran çizgi roman serisinin memleketimin yetenekli çizeri Devrim Kunter yapmış. Editör Engin Gül ile birlikte  Alper Kaya'dan Peyami'ye, Rıza Umar'dan Emre Özdamar'a, Kedidiro'dan Mustafa Men'e, Hasan Anaç'tan Doğa Demiray'a, Ekrem Gür'den Serdar Gerlikhan'a, Yunusmeyra'dan Efe Topçuoğlu'na, Umut Çalışan'dan Eren Koyunoğlu'na birbirinden değerli yazarlar ve çizerlerin kısa bir sürede hazırladıkları yüz sayfalık e dergiyi okumaya doyamadım. Peyami "Köşekonduran" Kurtaran adlı köşesinde " Türkiye’de ve pek çok ülkede çizgiromanın genelde hayatın dışına itilmiş olmasının ve suni bir içeriğe mahkum edilmesinin bizzat çizgiromanın kendisine bir ihanet olduğunu düşünüyorum." demiş.  Ve  çizgiromanı kullanarak  hayatı konuşmanın daha çekici olduğunu, hem memlekette karşılaşılan olaylardan hem de genel olarak insanlığın açmazlarından, çizgi roman  aracılığıyla bahsetmenin, hayatı konuşurken çizgiromanlara yaslanarak ve çizgiromanı konuşurken de hayata yaslanarak farklı bakış açıları yakalanabileceğini söylemiş. Çizgi Roman Sevdalıları'nın dediği gibi  “Hayatın ne kadarı balon, ne kadarı çizgi” ve “Çizgilerin ne kadarı hayat, ne kadarı bayat”  şeklinde değerlendirmeyi becerebilmek ne kadar hoş! Dergideki öykülere, çizimlere, renklere hayran kalmamak mümkün değil. Çizgi romanla  ya da  fantastik edebiyatla yolu kesişmemişler için Altın Madalyon e Dergi güzel bir başlangıç olabilir. Ayrıca hem çizgi roman sevmem, fantastik- bilim kurgu öykü okumam diyelerin de bu dergiye göz atmalarını öneriyorum. Hem de hayalleri bileylemenin, canlandırmanın en güzel yönteminin  bu güzel dergiyi takip etmek olduğunu düşünüyorum. Ayrıca üç yıllık bir forum ortamında yeni arkadaşlıklar kurup, eski arkadaşlıklarını pekiştiren bu çizgi roman sevdalılarının elele verip dergi çıkartmasının, insanlık değerleri ve memleketin geleceği açısından  yüreğime  umut tohumları serptiğini itiraf etmem lazım. Altın Madalyon e- Dergi 2. sayısını tüm merakımla bekliyorum.



Dergiyi buradan indirebilirsiniz:  http://www.mediafire.com/?d2rkx47yi8a4vtl
Mail Adresi:
e-dergi@altinmadalyon.com
Forum Adresi: www.altinmadalyon.com
Blog Adresi: http://altinmadalyonedergi.blogspot.com
Facebook:  http://www.facebook.com/groups/274847089233019/


20 Ocak 2012 Cuma

Hayatın Bedava Hazları - Kar'ın Yürüme Teklifini Nasıl Red Edebilirdim?

 
 
Bakınız… İşte tam buraya yazıyorum.. Ben şaşkının biriyim…

Hani geçen hafta  ilk kar yağmaya başlamıştı  ya... Hah!..  Ertesi gün... İşe gitmek için evden çok erken çıktım. Sokak kapısının camından dışarıyı görünce, olduğum yerde ööylece kalakaldım. Allahım!.. Bizim sokak bembeyaz olmamış mı?  Nasıl güzel!.. Tertemiz...  Of! Nasıl şahaneydi anlatamam. Tazecik. Misss! Miss!.. Sokağa ayak atıp, kara basınca... Ayağımın altından "kaaartt"diye bir ses çıktı tabii... Ayağımın altından çıkan kara basma sesi, yuvarlandı yuvarlandı... Kocaman sevinç olup yüreğime çarptı iyi mi?  Kollarımı iki yana açtım. “Ne hoşsun!” diye kara seslendim. Sonra kara eziyet etmemek maksadıyla parmaklarımın ucuna basa basa arabama yürüdüm. Daha fazla dayanamadım. Altında ne vardır acaba diye düşünmeden dizlerimin üzerinde çöktüm. Bu karı bir daha nerde bulacaktım?  Yuvarlandım. İyice kara bulandım. Sonraa... Tam arabama binecektim ki iri  bir kar tanesi burnuma "pıt!" diye değmedi mi? Hoppala! Yapılır mı bu bana? Ben iflah olmaz  kar sever biri  değil miyim? Yooo.. Yapamam… Asla kıyamam..  Arabaya binemem ki bu durumda… Kar'ın yürüme teklifini nasıl red edebilirim?  Bunu bir işaret farzederim. Eğer binersem arabaya, kar'a  saygısızlık ederim. Böyleyim işte, ne yapabilirim? Tamam.. Binmedim… İnan, arabama binmedim… Ofise kadar yürüdüm… Zaten köyde oturuyorum. Evle ofis arası  ne kadar ki? Ayak mesafesiyle on- onbeş dakika… Kar altında yürüdüm. O sabah bir süslenmiştim ki iki dirhem bir çekirdek... Biliyorum, yürüyeceğim ya... Çok üşüyeceğim...Ne gam!. Donsam bile bir dakika duramam. Siyah mantomun yakalarını kaldırdım. Bilgisayar çantamı ve el çantamı omzuma astım. Kırmızı beremin altındaki saçlarımı attıra attıra yürümeye başladım. Evet,tamam... Ofise girerken resmen donmak üzereydim. Çenemin titremesini zor dindirdim.  Yok! Yok! Hasta olmadım. İyiyim. Ama burnuma fıske atan kar'ın  yürüme davetini nasıl reddedebilirdim?
 

19 Ocak 2012 Perşembe

Şiir Yazamamayı Takınca Kafama, Bak Neler Gördüm Rüyamda!


Son zamanlarda kafama fena  takmıştım. Çok fena! Bak şimdi. Ben şiir seven biriyim. Şiirden büyük haz aldığım için Rabbime daima şükrederim.  İnan ki böyle... Düşünsene, kaç kişi şiir seviyor, şiir okuyor, şairlerin menzilinde dolanmaktan hoşlanıyor ki benim gibi? Çoğu elinin tersiyle itiyor. Hatta tersiyle itmek için ellemek gerekiyor. Bazıları ne yazık ki  bırak şiiri itmeyi, şiir kitaplarına dokunmak bile istemiyor. Neler kaçırdıklarını  bilmiyorlar ne yazık ki. Mesafeli duruyorlar. Eğer ben şiirden hoşlanıyorsam bu bana verilen  ayrıcalıktır diye düşünüyorum. Çok özel ve mühim bir durum bence. İyi ama şimdiye kadar  hiç şiir yazmadığımı yeni fark ettim. Ve ahir ömrümde bir dize bile yazmadığımı farkedince, çarpıldım kaldım inan ki. O gün bugündür ne yeme ne içme vardı bende. Niye böyleyim, niye hiç şiir yazmadım, niye bu yetenek verilmemiş bana diye düşünüp duruyordum sadece. Yoo.. Hani şimdi böyle yazıyorum ya masum masum... Hani düşüncelerimi samimiyetle itiraf ediyorum. Bakma böyle masum yazdığıma. İçim içimi yiyordu.  Çok fena şeyler düşünüyordum. Hatta resmen yaradılışıma isyan ediyordum.  Kendimi kim gibi hissediyorum biliyor musun? Patrick Süskind'in Koku adlı romanını ya da filmini bilirsin herhalde. Romanın kahramanı Jean Baptiste Grenouille'i hatırladın mı? Hani kokulara karşı son derece duyarlı olan kahraman. Her türlü kokuyu kilometrelerce uzaktan alabilen ve ayrıca her kokuyu ayrı ayrı hissedebilen biridir. Kendisine müthiş bir yetenek bahşedilmiş. Jean Baptiste'e yapılan müthiş bir kıyak vaziyetiydi bu yani. İyi ama...  Her şeyin kokusunu almakta ve hatta bu kokuları üretmekte son derece yetenekli olan biri kendi kokusunun olmadığını farkedince ne oluyordu peki?  Hatırlasana... Nasıl zıvanadan çıkıyor  hatta deliriyordu değil mi? İşte romanda ve filmde bütün kokuları çok iyi hissederken, kendi kokusu olmadığını farkeden Jean Baptiste'in  durumunda gibi hissetmeye başlamıştım  kendimi. Aman Allah saklasın! Sonra kendine koku yapmak için neler yaptığını anlatmak istemiyorum şimdi. Feci. Hatta acı verici.


Bir gece bu konuyu kendime  o kadar vesvese yapmıştım ki anlatamam. Bu fena hislerle yatakta sağa sola dönerken uyumuşum. Hayırdır insallah der misin? Çünkü tuhaf bir rüya gördüm. Bak şimdi. Rüyamda çalışma masamda birşeyler karalama çalışıyorum. Aklımsıra minik minik şiir dizeleri yazıyorum. Olmuyor. Tekrar yazıyorum. Beğenmiyorum. Yazdığımı çiziyorum. Tekrar tekrar deniyorum. Mümkün değil. Beceremiyorum. Ansızın gözlerimde kırmızı şeytani bir şimşek çakıyor sanki.. Ardından  resmen kan bürüyor gözlerimi... Kalkıyorum ayağa. Rüya bu ya, masamın üzerinde bir alet beliriyor. Bu hafızadan ilhamları çeken bir makinaymış güya. Şimdi iki sevdiğim şairi düşünmeliymişim ve bu makineyle onların hafızalarından ilhamlarını çekip kendi hafızama yerleştirmeliymişim. Bu olacak iş mi  kuzum? Biliyorum olacak bir şey değil. Ama ne yapabilirim? Elimde değil ki... Rüya! Tuhaf  bir rüya gördüm demiştim ya sana...  Bu rüya bir nevi  Sil Baştan ve  Başlangıç filmlerinin karışımı gibi.. Rüyalar bazan ne enteresan  oluyorlar değil mi? Neyse... Seçeceklerim kısa şiir yazan şairler olmalıymış. Ben şiircik yazmak arzusundayım ya "yalnızlık paylaşılmaz... paylaşılsa yalınızlık olmaz" dizelerinin sahibi Özdemir Asaf veya "gemliğe doğru... denizi göreceksin... sakın şaşırma" dizelerini yazan Orhan Veli .aklıma geliyor bu durumda tabii. İyi ama onlar yaşamıyorlar ki. Ruhlarına rahmet, çoktan  göçtüler öbür dünyaya. Kısa şiir yazan ve yaşayan şairleri   hatırlamaya çalışıyorum bu durumda. Haiku ve naikularını çok sevdiğim Metin Üstündağ ve Numan Serteli geliyor aklıma. Of! İnanmayacaksın ama yüzümde çılgınca bir ifade beliriyor. Gözlerimi kısıyorum. Aynaya bakıyorum. Of! Sanki Batman'ın en büyük düşmanı Joker'in yukarıdaki fotoğrafı gibi bir görüntü veriyorum. Kendi durumumdan kendim ürküyorum. Ama şiir yazmayı çok istiyorum ya bu vaziyetimi hiç umursamıyorum. Of! Rüyamda çok kötüyüm. Çok kötü.
 
 

"Önce Numan Serteli" diyorum.. Niye mi? Bilmiyorum.. Rüya bu... Ne yapacağıma karar vermek benim elimde değil ki. Birden Numan Serteli'nin  evinde beliriyorum. Elimdeki makineyle oda oda dolaşıyorum. Buluyorum. İşte... Şair yatağında  uyuyor. Usulca odaya giriyorum. Makineyi yanındaki boş yastığa  bırakıyorum. Uyanıyor. Şaşırmıyor biliyor musun? Bana gülümseyerek: "Şiir yazmayı öğreneceğim deyu mu?" buradasın" diyor.  Kemiğime kadar işlemiş mahcubiyetim sebebiyle konuşamıyorum. Hatta yanaklarımın fena halde kızardığını hissediyorum. Başımı emme basma tulumba gibi öne arkaya sallıyorum. Önce makinayı sonra onun başını  elimle işaret ediyorum. "Tamam... Peki... Ama hepsini alma, biraz bana da bırak bari." diyor. İşte o anda masum ve şaşkın bir hal beliriyor yüzümde. Vazgeçeceğim galiba. Düşünüyorum o anda. Şimdi ben şairin tüm ilhamını çeker alırsam, o güzelim naikuları nasıl yazacak sonra? Evet.. Ya  Metin Üstündağ?  Yazdığı kitapları bulabilmek için kaç kitapçı ya da sahaf dolaştığım geliyor aklıma. Metin Üstündağ'ın  bayıldığım  o güzelim şiircikleri geliyor hatırıma sonra... Ya benim yüzümden bundan sonra  hiç yazamazsa peki?  "dünyanın en uzun.. en güzel kışına.. rast-la-dık.. ey ömür.. sus lapa lapa" gibi şiircikleri sözgelimi... Of! Yapamam dedim. Yapamam! Haksızlık bu... Ellerimi dua eder  gibi gökyüzüne kaldırdım. "Tanrım, vazgeçtim.  Ben şiir yazmak değil, şiir okumak istiyorum." diye haykırmaya başladım ki... O ne? Birden ortalık bir film sahnesi geçisi gibi kararmadı mı? Evet  ortalık ansızın kararıverdi. "Hoppala" falan deme lütfen... Bu anlattığım bir rüya! Gerçek değil ki!


Rüyam aydınlandığında ben gene çalışma odamdaydım. Nedense hafızadan ilham çekme aleti yoktu ortada. En masum halimle çalışma masamın koltuğuna oturdum. Şöyle bir geriye yaslandım. Derin bir "ohh!"çektim. Bilinçsizce bilgisayarda dolanmaya başladım. Aaa! O ne? İnanamadım gözlerime! Numan Serteli yeni  bir naiku yazmamış mı? Aynen şöyle: "ve bugün sabah.. her şeyden habersiz yanımda yatan.. ölü bedenimle uyandım.." Nasıl yani? Şair acaba benim rüyada başının üzerinde  gezindiğimi hissetmiş miydi? Yoksa ilham böyle bir şey miydi? Eğer makineyi kullansaydım yoksa... yoksa... Allah saklasın... Başına bir şey gelecek miydi? Rüyamda bile olsa, başkasının ilhamını almayı, kendi faydam için başkalarına zarar vermeyi  iyi ki denememiştim. Ellerimi göğsüm üzerine bastırdım. Allah'a şükrettim. Şiir yazamamayı kafama fazla takmıştım ya  yaradılışıma resmen isyan etmiştim. Bu rüya belki bana bir ihtardı.  Bir daha şiir yazmak konusunda ağzıma tek kelime almayacağıma yemin ettim. Benim kendi ilhamım gelirse, şiir nasılsa kendiliğinden dökülecekti. Güneş usul usul görevine doğru ilerliyordu. Hoş bir makamda sabah ezanı okunuyordu. Şükrettim.


Kasım 2010