31 Mart 2012 Cumartesi

Çizgi Romanlarda Sakal Vaziyetleri

 

Benim kardeş bizim köye gelerek, projem var deyip bilgisayarımı işgal edince, odamdaki kitaplığı düzeltmeye niyetlendim. Berardi & Milazzo ikilisinin ünlü çizgi romanı Ken Parker'ın eski bir cildiyle göz göze geldim. Bu kitabı Zagor serileriyle birlikte yeni satın almıştım. Kullanılmış olduğu belliydi. Bende hep yeni maceraları vardı. Eskilerden bir Ken Parker okumanın iyi geleceğini düşünmüştüm. Henüz okuma fırsatı bulamamıştım. Kitaplığı olduğu gibi bıraktım. Çizgi romanın kareleri içine balıklama atladım. İtalya'nın en meşhur çizgi romanlarından biri olan Ken Parker, meğer ilk kez bizim memlekette kronolojik biçimde, bu elimdeki kitapla yayımlanmaya başlamış. İnanamıyorum. Ne hoş! Ülkemizde 1982 yılında Alaska adında yayın hayatına başlayan bu çizgi romanın, elimdeki macerasının başında, Ken Parker'la ilgili Hakan Şaşmaz'ın açıklayıcı bir ön yazısı vardı. Bu kitabın tüm çizgi roman kalıplarını yerle bir ettiğini yazmış. "Durağan olmayan mekan ve zaman; çizgilerin tamamen abartısız, yalın fakat bir o kadar da güçlü anlatımı, belki de en önemlisi, değişken yan karakterlerin- ki zaman zaman Ken Parker'ın önüne geçerler, derinlemesine aktarılan psikolojisiyle örülmüş dramatik yapı. demiş. 
 

Çizgi roman kahramanı Ken Parker için düşüncelerini ise şöyle aktarmış: "Sıradan biri, dönemin hızlı, dolayısıyla çarpık gelişiminde seyirci olarak bile rol almaz. Mücadelesi, başardığı ölçüde bu gelişime alet olmamak içindir, adalet dağıtmak gibi saplantıları yoktur- zaten adalet de var mıdır? Hiçbir şeyi değiştirmeye uğraşmamış, fakat bildik western kalıplarını kökten değiştirmiştir. Hal böyle olunca, standart kalıplarla büyümüş okurun hiçte beklediği gibi davranmayan; tüm zaaflarıyla gerçek biridir Ken Parker."  Hakan Şaşmaz'ın kitabın ön sözünde değindiği gibi,  "en güzel tarafı medeni beyaz, vahşi kızılderili gibi, tarihe yalnış mal olmuş kalıpların Ken Parker'da değiştirilmesi, vahşetin sebebinin ve adresinin yerinin net olarak gösterilmesidir. Bu yerli de olabilir beyazda. Aslında her türlü kötülüğün kaynağı, medeni(!) Avrupalı'nın çıkar olgusudur. Tıpkı Amerikalı tarihçi De Bakey'in, yerli şefin ağzından yazdığı gibi; "Biz kafa derisi yüzmeyi beyazlardan öğrendik." Çok etkileyiciydi... 


Uzun Tüfek adlı ilk macerasını soluğumu tutarak okumaya başladım.  Bi dakika... Hey! Ken Parker... Ken... Parker... Nasıl yani? Ken Parker sakallı değildi. Benim okuduğum maceralarında Ken Parker sakalsız bıyıksız biriydi. İyi ama bu  macerasında resmen uzun sakallı. Yooo... Kitabın 38. sayfasına geldim ki o ne? Ken Parker, yüzünden yaralandığı için, bile isteye berbere gitti. Traş oldu. Bıyık ve sakallarını kestirdi. Eczacı dedemin hileli ilaçları aşkına! Neden? Neden traş oldu ki? Demek o günden sonra ken Parker,  tüm maceralarında sakalsız gezdi. Acaba Berardi&Milazzo ikilisi neden okurun gözüne soka soka Ken Parker'ın sakalını kestirdi. Madem Ken Peker sakalsız bir kahraman olacaktı, en baştan öyle yazıp çizebilirlerdi. Üzerinde durulmayacak bir detay belki. Ne bileyim? Bu vaziyet  benim kafamı epey meşgul etti.



"Enteresan!.." diye düşündüm. Çizgi romanı kucağıma bıraktım. Bildiğim diğer çizgi roman kahramanlarını tek tek hayal etmeye başladım. Sülalemin bütün bıyıklıları adına! Bir tane bile bildiğim sakallı çizgi roman kahramanı yoktu. Neden acaba çizgi romanlardaki baş kahramanlar sakallı olmuyordu? Düşündüm... Düşündüm... İnan, cevabını bilemedim!...

 
 



30 Mart 2012 Cuma

Sivriada Geceleri'nden, 31. İstanbul Film Festivali'ne Yolculuk


Sait Faik'in 1952 yılında yayımlanan Son Kuşlar adlı kitabında, Sivriada Geceleri adlı bir öyküsü vardır. Bu öyküde yazar, balıkçı Kalafat ve yamağı Sotori ile birlikte, bir nisan akşamı balığa çıkar. Deniz dümdüzdür. Ebemkuşağı zaman zaman görünüp kaybolmaktadır. Adaya gelirler. Güneş batmaktadır. Martılar haykırmaktadır. Karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını deli gibi çırpmaktadırlar. Sonunda balıkçılar ve yazar artık ateş yakıp, dinlenecekler. Herkes çalı çırp toplamak için koşuştururken, yazar oturduğu yerden arkaüstü yatmış, kırmızı bacakları ile havayı dövmekte olan bir martıyı izlemektedir. Martının yanına gider.  Hayvanın gözleri açıktır.  O sırada Sotori elindekilerle yanına gelir. Martının ölmekte olduğunu söyler. Az sonra gerçekten ölür martı.  Balıkçılar için çok doğal bir durumdur martının ölmesi. Ne olacak, insanlar da ölmüyorlar mı? Yazar ise martının ölmesinden çok etkilenir.  Ağlamaklı gibidir. Canı acı bir türkü söylemek çeker. Diğerleri ateş üzerinde yemek pişirme gayetindeyken, yazar halen martının başındadır.  Hayale dalar.  Sanki dünyanın yaradılışındadır şimdi. Sanki insanların ilk zamanlarını yaşamaktadırlar. Onlar avlıyor ve ateş üstünde yakıyorlar. Yazar ise bir martıya belki türkü yazmış, ateşin karşısında onlara okumak üzeredir. Bütün kabile kızmıştır ona. Çalışmıyor ya!.. Hep kayalara oturup düşünecek mi? Bir martı ölmüş diye üzülecek mi?


Evet, gündüz çalışmadığı için yazara söylenenler, gece olup da çalı çırpı yanınca, rüzgar denizi homur homur söyletirken, martılar deli gibi bağrışırlarken, geceleyin yazardan martının ölümünün türküsünü dinlerler.. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, bir birbirine sokulma hissi sarar. İşte bu hal belki de işe yaramaz diye düşünülen adamın bir vazifesi olarak kabul edilir. Bir kaç gün yazar gündüz ağ tamir eder, balık tutar, beceremez, bu durumda akşamları balıkçılara sevinme veya üzülme duyguları veren türkülerinden söyleyemez. Hıımm.. Anlaşılır durum. Ertesi gün balığa çıkarken, yazarı uyandırmazlar. Onu kendi haline bırakırlar. Dinelensin isterler. Ama akşam işten dönünce... "Eee!" der Kalafat, anlat bakalım şu martının ölümünü..." Yazar şiirsel bir dille hayalinden bir hikaye anlatmaya başlar.. "Martı, der, üç adım ötemdeydi. Güneş yeni batmıştı. Doğudan bir  mavi  karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı." İnsanlar birbirlerine bakakalırlar.  Merakla, "Ee, sonra?" derler. Yazar hikayesini anlatır. Balıkçılar hüzünlü öyküyü film izler gibi dinlerler.

 
Sait Faik'in Sivriada Geceleri adlı öyküsü, bir nisan akşamı başlıyor. Tesadüfün böylesi... İstanbul Film Festivali de, nisan ayının ilk onbeş gününü kapsıyor. Önümüzdeki hafta dört gün çok çalışacağım. İlk hafta sadece bir tam günümü festivale ayıracağım. Çok çalışıp yorulsam da, biliyorum ki hayal kuran, farketmediklerimi mesele edinen sanatçıların, bana üzülme veya sevinme duyguları verecek olan filmlerini, festival şenliği içinde seyredeceğim. Sinema hayatımı eşsiz kılacak. İnsan olduğumu hissedeceğim. Biliyorum, sinema emekçilerinin varlığına, gene  çok ama çok sevineceğim.

29 Mart 2012 Perşembe

Zagor Ve Sakın Sen Onlara Uyma


"Sakın sen onlara uyma!" Bugün bir kez daha anladım ki bu cümle mıh gibi işlenmiş hafızama. Tamam. Elbette felek her daim kıyak yapmaz insana. İşte o nedenle gülümseyen  günlerin kıymetini biliyorum. Felek bana gülümseyen bir gün ikram ediyorsa... Heyy! Bünyemde abartma huyum var zaten... Duygularımı abarttıkça abartıyorum. Felek gülümsüyorsa, ben  kahkalarla gülüyorum. Bugün... İyi bir gün geçirdiğimi söyleyemeyeceğim. Yorgunum. Bitkinim. Önemli değil. Beden yorgunluğu ne olacak ki?  Dinlenirim. Tekrar eskisinden daha canlı olabilirim. Ama hayal kırıklığı denen vaziyet var ya... Hani durup dururken lapa lapa kar yağar  güvendiğin dağlara... İnancın sarsılır insanlığa. Feci bir histir bu.... Çocukken salıncak sırası bendeyken,  çelme takıp düşüren, benim yerime salıncağa oturup sinsi sinsi gülen arkadaşlarım olurdu. Üzülür için için ağlardım. Aslında çelme takıp düşürdükleri için ya da ne bileyim benim sıramı kaptıkları için üzülmezdim. Söyleselerdi zaten sıramı verirdim. Bunu niye yaptıklarını anlamadığım için ağlar, kederlenirdim.  Bu hallerde annem "Sakın sen uyma onlara!" derdi.


Bu akşam işten eve dönünce Zagor okumayı çok arzu ettim. İlla Zagor'un en amansız düşmanı Profesör Hellingen'li maceralarını okumalıydım ama... Hangisiydi? Korku Adası. Hani Hellingen'in, kendi icadı olan dev robot Titan ile Erie Gölü kenarındaki Ottawa adasında yerlileri ezip un ufak ettiği macerası. Böyle bir yaratığı hayatlarında ilk kez gören insanların şaşkınlığı...  Yaşadıkları korku ve panik nedeniyle  kendilerini koruyamamaları... Bir böcek gibi robot Titan'ın demir ayakları altında ezilip ölmeleri...  Bütün bu olan biteni odasındaki ekranından seyreden, Titan'ı uzaktan kumandayla kendi elleriyle hareket ettiren  Profesör Hellingen'in,  bu güç gösterisi ve vahşilik karşısında her bir çizgi roman karesini  mutlulukla çınlatan kahkaha efektleri... Zagor ne yapıyor peki? Hellingen haince bir tuzakla yakalamış, labaratuvarına kilitlemiş olduğu için, Zagor'un  eli kolu bağlı.


Her işin kendine göre zorlukları var. Ben bir sigortacıyım. Benim işimde serbest tarife sistemi işliyor. Asla şikayet etmiyorum. Biliyorum ki rekabet müşteriye avantaj getiriyor. Ama hani para kazanmak hırsıyla irili ufaklı dolaplar çevriliyor, saçma sapan gülünç hileler  tasarlanıyor, itişiliyor, kakışılıyor, çelme takıp iş kapmak isteniyor ya... Sonra karşı karşıya gelince hiç bir şey olmamış gibi şirinlik sergileniyor. Alışamadım. İşte o zaman fena halde üzülüyorum. Her işin bir yolu yordamı olması gerekmez mi? Ezen ya da ezdiğini sanan insanların, küçük kurnazlıkları, hakkaniyetsiz davranışları karşısında her defasında karşımda ilk kez  dev robot Titan'ı görmüş gibi şaşkınlıkla bakınıyorum. Aynı şekilde karşılık versem mi, diye bir an düşündüğümde, çocukluğumda duya duya hafızama mıh gibi çivilenmiş cümle aklıma geliyor... "Sakın sen onlara uyma!"


Zagor'un Profesör Hellingen ile karşılaştığı ilk maceranın sonunda, Zagor kendini kanıtlar. Elini kolunu bağlasalar da adaletsizlik karşışında gücü iyice bilenir. Zincirlerini kırar. Robot Titan'ın Erie Gölü'nün sularına gömülmesini sağlayarak masum insanları daha fazla ezilmekten ve ölmekten kurtarır. Laboratuarda yangın çıkar. Zalim Profesör Hellingen alevlerin içinde kalır. Macera böyle sona erer. Bu macerayı okumak bana iyi geldi.  Kötüler öldü. İyiler kazandı. Peki Profesör Hellingen'li macera burada bitti mi? Elbette hayır. İlk macerada yaralı kurtulan Hellingen tekrar tekrar Zagor'un karşısına çıkacak, güçlü olduğunu dünyaya ispatlamak için kötülükler yapmaya devam edecektir. Aynı yaşadığım dünyada adaletsizliklerin bitmeyeceği gibi... Ama her defasında Zagor kazanır.  Zagor yardıma ihtiyacı olanın her daim yanındadır. Resmen sürünüyordum. Şimdi daha iyiyim. Sanki Zagor bana elini uzattı. "Sakın sen onlara uyma!" dedi.  Ne diyeyim? Anne sözü dinler gibi masum... "Peki." dedim.


28 Mart 2012 Çarşamba

"Uzanıp Kendi Yanaklarımdan Öpüyorum."

 


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) konferans salonunun giriş kapısının önünde duran uzun boylu görevli, içeriye girmek istediğimi görünce, elindeki listeyi gösterdi ve kibarca sordu:

- Adınız?
- ????
  Be.. Benim mi? İnanmıyorum! Rezervasyon mu yaptırmam gerekiyordu?

Alt dudağımın aşağıya sarktığını, çenemin titrediğini hissettim. Zaten nefes nefeseydim. İstanbul Modern'den yokuş tırmanıp İstiklal Caddesi'ne çıkmış, kimbilir kaç kişiye sora sora İKSV'na kadar koşar adım yürümüştüm. Ubor Metenga Buluşmaları'nın başlamasına on dakika kalmıştı. Felek gene yapacağını yapmış, hayalimi gerçekleştireceğim programı hazırlamıştı. Öğlen üzeri Kavacık'taki yeni müşterimle görüşmemi tamamlamıştım. İstanbul Film Festival'i için düşündüğüm biletleri satın almıştım. Dayanamamış İstanbul Modern'deki Van Gogh gösterisine gene girmiştim. Sanki Teras Kafe'de oturmuş, Ren Nehri'nde Yıldızlı Bir Gece geçirmiş, Van Gogh'un 1889 yılında yaptığı bu tabloların eşsiz renkleri ve etkileyici aryaların eşliğinde kendimi yıldızların altında dolaşır varsaymıştım. "Yıldızları ve göklerdeki sonsuzluğu farkedin. O zaman hayat neredeyse büyülü görünüyor." diyen Van Gogh'u dinledim. Sahiden hayat büyüleyiciydi.  Başım dönüyordu. Gene sarhoş olup çıkmıştım. Hazır denk düşüp İstanbul'dayken, Tomris Uyar için yapılan buluşmaya gitmeye niyetlendim. O niyetle şimdi İKSV'deydim. İyi ama, kapının önündeki görevlinin elinde tuttuğu uzun listede adım yoktu işte... Sanırım vaziyetim yüzümden ayan beyan okunuyordu. Korkudan büyümüş gözlerle kimbilir  görevlinin gözlerine nasıl bakıyordum ki...
-Beş dakika bekleyin. Eğer boş sandalye kalırsa girersiniz merak etmeyin, dedi.
Utanmasam sevinçten boynuna sarılabilirdim. Sanırım bu düşüncem gene yüzümde ayan beyan belirdi. Kapıdaki görevli, herhangi bir yanlış anlaşılacak duruma sebebiyet vermemek için bir adım geri çekildi. Olduğum yerde mıh gibi çakılı bekledim. Beş dakika kala:
-Buyrun, dedi. İçeriye girdim. Alt salon tıklım tıklım doluydu. Üst kattaki küçük balkona çıktım. Bir sandalye buldum. Oturdum. Bir edebiyat yıldızını anma şölenindeydim. Sahiden hayat büyüleyiciydi. Allahım, çok teşekkür ederim.





NOT: "Uzanıp Kendi Yanaklarımdan Öpüyorum." Turgut Uyar'ın dizesidir.

Edebiyat Akrabalarımdan Biri - Levent Gönenç



Değerli  Hukukçu, Doçent Doktor Levent Gönenç'in uzun zamandır takipçisiyim. Bir hukukçunun mizahla, edebiyatla ilgilenmesinden tarifsiz kıvanç duyuyorum. Çok önemsiyorum Levent Gönenç'in düşüncelerini ve çok seviyorum yazıp çizdiklerini. Yazdığı Zamanın Çizgili Tarihi adlı kitabını maalesef halen edinemedim. Bloğu ve kişisel web sitesi, benim için tam bir okul niteliğindedir. 35 ülkeden 356 eserin katıldığı, 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali kapsamında gerçekleştirilen karikatür yarışmasında, Levent Gönenç'in Portre Karikatürleri kategorisinde, Yılmaz Güney Onur ödülleri'nden birini almış olduğunu öğrenince nasıl sevindim  anlatamam. Sonra ömrümde bir defa bile görüp tanışmadığım biri için niye bu denli sevindiğimi düşündüm. Murathan Mungan'ın dediği gibi, edebiyat akrabalıkları, hiçbir zaman buluşup bir kahve içemeyeceğimiz insanların yeryüzüne dağılmış varlıklarını hatırlatmaz mı bize? Hatırlatır elbette. Kendisi bilmiyor ama... Anladım ki, Levent Gönenç, edebiyat akrabam olarak çoktan yerleşmiş yüreğime. Ödül kazandığı için çok sevinçliyim. 

 


27 Mart 2012 Salı

NTV Yayınları Türkçe Batman Yayınlasın İstiyoruz!

Bir ben miyim perişan gecenin karanlığında
Yosun tuttu gözlerim yalnızlar rıhtımında




  Bütün gece ağladım dalgalar kucağında
Yosun tuttu gözlerim yalnızlar rıhtımında 






Bir beni mi unuttular uçup gitti martılar
Geceler, ben ve deniz yalnızlar rıhtımında





Bütün gece ağladım dalgalar kucağında
 Yosun tuttu gözlerim yalnızlar rıhtımında.



NOT:
"NTV Yayınları Türkçe Batman Yayınlasın İstiyoruz!" Kampanyasını  Altın Madalyon Çizgi Roman Sevdalıları başlattı. Destekliyoruz. 

Batman Çizgi roman kareleriyle  Yalnızlar Rıhtımında adlı şarkı sözlerini eşleştirdim.




26 Mart 2012 Pazartesi

Cem Karaca Ve Öykülü Şarkılar - 2.


Akşam işten eve dönerken, yol çalışması sebebiyle trafik oldukça yoğundu. Araçlar gıdım gıdım ilerliyordu. Bir ara hiç hareket edemez olunca, kontağı kapattım. Motoru tamamen durdurdum. Huysuzlanmadım. Canımı hiiçç  sıkmadım. Hemen kendime bir oyun uydurdum. Gözlerimi kapadım. Torpido gözündeki müzik cd'lerinden "Kısmetime ne çıkarsa" diyerekten birini tuttum, çıkardım. Lale devri  çocuğuyum ben. Şarkılardan fal tutmayı severim. Neyi çektiğime hiç bakmadım. Hemen müzik çalara ittim, merakla dinlemeye başladım. Off!.. Bu şarkıyı var ya... Yıllardır dinlerim. Bu şarkı her defasında yine yeni yeniden beni perişan eder.  Kısmetime çıkan şarkı Tamirci Çırağı'ydı... Ve o eşsiz sesiyle Cem Karaca söylemeye başladı... "Gönlüme bir ateş düştü, Yanar ha yanar yanar, Ümit gönlümün ekmeği, Umar ha umar umar..." Ne müthiş şarkıdır!. Cem Karaca'nın hastasıyım. O, sadece şarkı söylemez, aynı zamanda müthiş bir öykü anlatıcısıdır. Kararımı verdim. Hemen oyunuma başladım. İpince, kara kuru  bir tamirci çırağını hayalimde canlandırdım. Üstündeki tulumları kirli, eski püskü... Olsun varsın... Bu şarkıdaki tamirci çırağının hayranıyım. Ekmeğini elleriyle kazanan bir emekçidir.  Sonra O!.. O genç kız gelir...  Otomobilini tamire gelmiştir dün tamirhaneye... Bilirsin ya hani... Ak, yumuk yumuk elleri, ojeli tırnakları olan bir genç kızdır.  Ayağında uzun etek... Heyyy... Dalga dalga saçlarıııı...  Of! Aşk beklenmedik zamanlarda çarpmaz mı insanı?  Bizim tamirci çırağı da görür görmez vurularak sevmeye başlar kızı... İyi ama tamirci çırağının elleri... Nerelere saklasın ellerini?  Of... Kimbilir nasıl utanır gurur duyması  gereken emekçi ellerinden... Nerelere gizleyeceğini bilemez, avucun nasırlarını... Ustası kaçın kurasıdır. Çocuğun vaziyetini anlar. Seslenir uzaktan... "Oğlum al takımları!"...


Bu şarkıdaki tamirci çırağını sevmemin bir nedeni de roman okuyor olmasıdır.  Genç kızı görür görmez hissettiklerini daha önce hiç kimseye hissetmemiş olduğunu farkeder...  İlk  kez aşık olmaktadır. Diğer yandan bu duygular kendisine hiç yabancı değildir.  Çünkü  hatırlar... Cildi parlak, pahalı bir kitapta buna benzer bir şeyi okumuştur. Okuduğu romanda ne olmuş, nasıl olmuşsa, yine böyle bir durumda tamirci çırağına  aşık olmuştur bir genç kız. O gün... Çocuk nasıl heyecanlıdır anlatamam... Ustasına "Bugün giymeyim tulumları." der. Giymez. Arkası puslu aynasında tarar saçlarını... Kız arabasını geri almaya tamirhane gelecek... Ve o romandaki hayali belki gerçek edecek...


Öykünün en hüzünlü bölümüne geliriz. Hımm...  Kız kapıdan içeriye girer... Sanki dünya durur... Sanki zaman durur... Tamirci çırağı gözünü ayırmadan, kıza öylece bakakalır. Sonra arabasının kapısını açar. Açar girsin içeri. Kız hilal kaşlarını kaldırarak, şöyle bir çocuğa bakar. En zalim soruyu sorar...  Der ki... "Kim bu serseri?" Egzoz doldurarak basar gaza çeker gider. Of!.. Şarkının tam burasına geldiğimde... Cem Karaca, şarkının tam bu bölümünü söylerken... Sadece tamirci çırağının değil, benim gözüme de her defasında tomurcuk yaşlar dolduğunu hissederim.  Ustası gelir sırtına vurur. "Unut" der "romanları... İşçisin sen işçi kal... Giy!" der... "Giy, tulumları"...  Öykü biter. Şarkı biter. Ömür biter. Yol bitmez...  

Yol açıldı nihayet.... Arabamı hareket ettirdim. Tamirci çırağının okuduğu, cildi parlak, pahalı kitabı gene fena halde merak ettim. 


Kahve Molası - Ey Aşk, Geldinse Üç Kere Vur!


"Güncel Türk edebiyatının değerli isimlerinden Murat Gülsoy, Yekta Kopan ve Ayfer Tunç ile İKSV Salon’da edebiyat günleri devam ediyor. Can Yayınları işbirliğiyle gerçekleştirilen Ubor Metenga Buluşmaları’nın üç öykü ustası, Tomris Uyar’ın Dikkat Kırılacak Eşya adlı öyküsünü özümleyecekler. 27 Mart 2012, Salı gecesi saat 20.00'de gerçekleşecek bu oturum da her zaman olduğu gibi tüm edebiyatseverler için ücretsiz!"

Az önce  yukarıdaki haberi  okuduğumda yüreğimde acayip bir ürperti hissettim. Tomris Uyar'ı çok severim. Ayfer Tunç, Murat Gülsoy, Yekta Kopan'ın düzenlediği bu edebiyat ortamına, Ubor Metenga Buluşmaları deniyor ya... Oğuz Atay'ın kitaplarını okumadım ben... Bu sebeple kendimi suçlu hissediyor olabilir miyim? Ubor Metenga Oğuz Atay'la ilgili tabii... Oğuz Atay'ın bütün kitaplarını satın almıştım. Seneler senesi karşıdan karşıya bakışıyoruz. Arada elime alıp sayfalarının arasında usulca dolanıyorum. Okumuyorum. O gün gelecek elbet. Bekliyorum. Özel bir süreç olacak. Biliyorum. Tutunamayanlar bana elini uzatacak. Okumaya davet edecek. Kitap anlıyor beni.  Vaziyetimin farkında. Henüz hazır değilim. Öyle hissediyorum. Biraz daha pişmeyi bekliyorum. Oğuz Atay'ın sadece Beyaz Mantolu Adam adlı öyküsünü bir ay önce okumuş, çok etkilenmiştim. Hatta, daha önce okumadığıma nasıl sevinmiştim anlatamam. Seneler senesi yaşamı hakkında denk geldiğim her yazıyı okuduğum, fakat kendi yazdığı hiç bir kitabını okumadığım yazardı Oğuz Atay. Okur olmanın cilvesi belki. Bazı kitapları kendi yüreğimde demlenmeye bırakıyorum. Acele etmiyorum. Haz alarak okumak istiyorum. Ne olacak ki? Şu fani dünyanın hangi nesnesinden haz alabilmeyi becerebiliyorsam, kıymetini bilmeliyim. Bak, yıllardan sonra, özlemini çektiğim bir öyküsünü okudum işte... Oh, nasıl güzel geldi, anlatamam. İyi ki sabretmiş, iyi ki kitaplarını hemen okuyup bitirmemişim. Gene de içimin bir yanı suçluyor beni. Resmen gözümü korkutuyor. Yüreğimi hoplatıyor. "Okunacak o kadar kitap var ki, ne demek beklemek? Elindekileri oku, bitir, tüket!" diyor. Babasından çok korkan gene de inatçılık yapmaktan geri durmayan afacan bir kız çocuğu gibi direniyorum. Bekleyeceğim.



Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Edip Cansever...  Benim şairlerim!... Üçünü de nasıl severim!.. Bu üç şairimin ilham perisi kim peki? Elbette, Tomris Uyar. Ayrıca... Fena halde öyküsever biriyim. Memleketimin sevdiğim öykücülerindendir Tomris Uyar. Ubor Metenga Buluşmaları bu kez Tomris Uyar için yapılacak öyle mi? Acaba gitmeyi hayal etsem mi? Bakma bana sen... Gitmekten çok, gitmeyi hayal etmeyi severim. Hey!.. Yüreğim bir kuş kanadı gibi pır pır etmeye başladı bile...  İyi de... Gitmeyi hayal edince bile... Gene nedensiz acayip bir korku hissettim. Acaba niye?

"Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı
Ama geğikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk."

Biliyorum, eğer Tomris Uyar nedeniyle Ubor Metenga Buluşmaları'na gidebilirsem... Gece orman olur üzerime... Bu yazıda adı geçen sevdiğim şairler ve yazarlar geliverirler... Düşüveririm peşlerine... Kimsenin ruhu duymaz gecenin ormanını... Korkuyu kovarım Turgut Uyar'ın Geğikli Gece şiirinin dizeleriyle...

"Geğikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak."

Elimdeki kahve fincanından son yudumu koklayarak içiyorum.  Kahve molamı bitirmeden hayal kuruyorum. Eğer gidebilirsem var ya... Geğikli Gece'nin son dizesi gibi... 

"Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum."

25 Mart 2012 Pazar

"Çok Eskiden Rastlaşacaktık."



"Nasıl unuturum seni ben, 
Alnımdaki bıçak yarası
Senin yüzünden;
Tabakam senin yadigarın;
"İki elin kanda olsa gel" diyor
Telgrafın;
Nasıl unuturum seni ben,
Vesikalı yarim?"
Orhan Veli Kanık


1968 yılında Ömer Lütfi Akad'ın yönetmenliğini yaptığı,  Türkan Şoray ve İzzet Günay'ın başrollerini oynadıkları Türk Sineması'nın en güzel filmlerinden biri olan Vesikalı Yarim, meğer Sait Faik'in Menekşeli Vadi adlı öyküsünden Safa Önal tarafından sinema için senaryolaştırılmamış mı? Aman Yarabbim! Ben bunu öğrenir, Sait Faik'in öyküsüne gömülmez miyim? Oldum bittim, Sait Faik öykülerinin hastasıyım. Ya, Vesikalı Yarim!..  Hemen Sait Faik'in Lüzümsuz Adam adlı kitabındaki Menekşeli Vadi adlı öyküsünü okudum. Filmin kareleriyle, öykünün cümlelerini eşleştirmeye giriştim. Bir de yukarıya Orhan Veli'nin şiirini ve bir film karesinin altına filmin replikleriyle, Safa Önal'ın sözlerini  ekledim....



"Arkadaşımın ismi Bayram'dı. İri kemikli bir adamdı. Arnavut şivesiyle konuşuyordu. Bir zamanlar kuru bademi külle, kezzapla yaş badem haline getirir satardı. Sonra piyango bileti sattı. Sonra arabacılık yaptı. Sonra da zengin oldu diyebiliriz. Günde otuz, kırk lira kazanıyordu. Ben kendisini bu ara tanımıştım. Eski adetlerini bırakmamıştı: Yine külhanbeyi gibi giyinir, yine haftalık kazancını bir günde harcardı."


"En kötü meyhanelerde en hoş kızları tanırdı. Onun tanıdığı kızlar içinde bir Seher vardı. Sahiden seher gibi bir kızdı. Bayram Seher'le yaşamaya başlamıştı."


"Seher'le birlikte yaşayan Bayram çok kavgalar etti Seher yüzünden. Bıçaklar çekti. Cürmü meşhudlardan kaça kurtula bir gün yakayı ele verdi. Yedi sekiz ay yattı. Seher zaten pek düşkün olduğu üniformalının peşine düştü. Asmalımescit'teki meyhaneye uğramaz oldu. İşte Bayram ondan sonra çalışmadı... Sabahtan içmeye başlıyordu. Seher' aramaya koyuldu. Kocaman bir bıçağı kuşağının arasından çıkarıp Seher'i böğründen yaraladı. Ama Seher ölmedi. Kendisini kimin yaraladığını da söylemedi."

"Seher hastaneden çıktıktan sonra meyhaneye geldi ama Bayram'la konuşmaz oldular. İşte bu, Bayram'a büsbütün dokundu. Seher'in yaptığı erkeklik de onun elini kolunu beygir bağlar gibi bağlıyordu." 


"Şimdi akşamları meyhanede bütün kazancını içkiye verirken ona rastladığım zaman artık onun yüzü, ışıklarını söndürmüş, harp içinde bir Avrupa şehri manzarası almıştı. O sinirli, kemikli, duru beyaz yüzündeki ateşli gözlerinin feri kaçmıştı. Kuru kuru öksürüyordu.O akşam onu perişan görünce:
- Bayram be, dedim. Ne bu halin be? Delilik etme!
-Öyleyse, dedi. Beni evime götürür müsün? Evime. Evime ama asıl evime. Yedi senedir gitmedim.
Gülüyordu.
-Yedi sene evvel bir sabah evden çıktım, dedi. Tam yirmibir yaşında idim. Bir şubat ayı idi. Ama bizim dere içi, bir bahar sabahı gibi ılıktı. Menekşeler kokuyordu. Ben kucağımda çiçeklerle Beyoğlu'na çıktım. Çiçekpazarı'nda çiçekler sattım.... Üç sene evvel evlenmiştim, ama hiç boyalı, kokulu kadın hiç koklamamıştım; kokladım. Ondan sonra eve gitmedim. Sağ mı ölü mü evdekiler, bilmem. Hiçbirine hiçbir yerde rastlamadım. Bir ihtiyar babam vardı. Bir anam, bir karım, iki çocuğum. Çocuğumdan biri bir buçuk yaşındaydı, ötekisi dokuz aylıktı.



Kadın-Benim yüzümden hep bunlar. Ya ölecek ya öldürüleceksin. Niye geldin? Gelmeyecektin.
Adam-Geleceğimi biliyordun ama, nedir istediğin?
Kadın-Bilmem, sıkıldım belki. Yetti belki. Herbirimiz yolumuza gitsek.
Adam-Yolumuz...
Kadın-Öyle...
Adam-Birleşti biliyordum.
Kadın-Yok birleşecek gibi değil. Benim yolum başka. Seni tanıdıktan sonra anladım bunu. Senle beraber olduktan sonra seni... Sevgi de yetmiyormuş... Çok eskiden rastlaşacaktık...
Adam-?
Kadın-Nasıl olsa ayrılacak yolumuz...*

Gözyaşların boşuna, düşmem artık peşine, yansın yüreğin yansın şimdide bende sıra... Kalbimi kıra kıra, bıraktın bir hatıra, yalanını yalancı, dudaklarında ara..." **



"Aşkı anlatmak gerekiyor. Çok önemli aşkı anlatmak. Aşkı anlatmanın büyük imkanlarından biri de ayrılığı getirmektir, yani aşkı beraberlik içinde ancak bir süre anlatabilirsin. Nerede aşk doruğa çıkar? Ayrılık geldiği zaman! İstediğinin dışında bir ayrılık, bir mecburiyet, zorunlu ayrılık geldiği zaman! Ne kadar sevdiğin, ne kadar sevmediğin! Felaket orada başlıyor, kaybettiğin zaman, ayrıldığın zaman!" *** SON

 *Vesikalı Yarim filminden replikler **Filmde Şükran Ay'ın söylediği şarkının sözleri ***Safa Önal'ın Ne Kadar Gamlı Bu Akşam Vakti adlı söyleşi kitabındaki sözleri.

Ne Zaman Geldin Ruhum?


Ne zaman geldin ruhum ?
Görmedim seni.
Uçaktan atlarken unuttum galiba.
Özledim ruhumu..."

Kamyonlar kavun taşır. Ben hep seni düşünürdüm. Niksâr'da evimizde. Küçük bir kuş kadar hürdüm. Artık bu şehir başkadır. Herkes beni aldattı gitti. Artık bu şehir başkadır.  İçimdeki şarkı bitti. Uzun uzun anlatamam herseyi. Böyle olsun istemedim bende. Suskun deniz boyu martılar. Eve yalnız dönüyorum bende. Sakın kal deme bana. Gidiyorum alışamadım bu kente.... Gitmek kolay hmm... Ya sonrası. Silebilir misin, sende kalan dudaklarımın nemini. Atamazsın biliyorum, sende solan yüreğimi. Yanarsın ah yanarsın. Verirsen bana kendini. Ver bana düşlerimi. Ver bana gülüşlerimi. Unuttum senin sesini desem, sevgini sildim kalbimden. Sana böyle yalanlar söylersem, istersen inanma istemem. İğneyle düğme gibiyiz seninle. Sen bana batıyorsun acıtmıyorsun. İçimden geçtiğin bile oluyor bazen bazen. Hissetmiyorum, hissetmiyoruz, hissetmiyorsun. Buluta benzet kendini git. Şehire benzet kendini seyret. Ağaca benzet kendini kal. Ama sakın martıya benzetme...  Geceye benzet kendini ağla. Yağmura benzet kendini sus. Gölgeye benzet kendini dans et. Ama sakın martıya benzetme... Martıya benzetme kendini sakın. Kendini sakın... 

Sarıl bana ruhum
Ne olur sar beni.
Çığlıklar geçti üstümüzden
Bulutlar geçti.
Ve o gençlik günlerimizde
Sen ve biz.
Seni öldün sandım ruhum,
Biliyor musun ?

Sensiz yaşamaya alıştırdılar galiba.
Özledim ruhumu..."


NOT: Yaşar Kurt, afetsin beni, bazı şarkı sözlerini bir araya getirerek, kısa bir kompozisyon yazmaya çalıştım.
1-Ruhum
2-Kamyonlar kavun taşır.
3-Alışamadım
4-Güneş kokusu
5-İstersen inanma
6-Durmadan
7-Martı
8-Ruhum