30 Nisan 2012 Pazartesi

Böyle Kazanılır Mı Ekmek Parası?


.....................
Fırtınalı bir kış oldu ertesi yıl.
Aynı yılın teşrininde
Üç arkadaş Zonguldak’a indiler
Şurdan şu tarafa tut
bütün deniz.
Girdi ocağa.
Kanununda aynı yılın,
bir sabahtı
Şentürk’ü kömürün altından çıkardılar
kan içinde yüzü gözü
elleri simsiyahtı.
Bir beyaz karyolada
hayata veda etti.
  NAZIM HİKMET




Öyle insanlar gördüm ki
Ölüm peşlerine düşmeye korkardı….
Kazmaları kürekleri lâmbalarıyla
Ya insanlar gibi toprağın üstünde
Ya köstebekler gibi toprağın altındaydılar
Bir düdük sesinde bütün şehir ayaktaydı.
İLHAN BERK



siyah akar zonguldağın deresi
yüz karası değil, kömür karası
böyle kazanılır ekmek parası
ORHAN VELİ KANIK



NOT: Fotoğraflar  sanayi işçileri ve göçmenlerin fotoğraflarını çeken sanatçı Lewis Wickes Hine'a aittir. 


04.07.2011

Hayatımızı Nelere Rağmen Ve Nasıl İnşa Ediyoruz?

 

Bak ne diyorum!  Eğer dinlemek istersen, azıcık dertleşmek istiyorum. Yok… Bak… Açık açık itiraf edeceğim. Ben ilkin anlatacağım yazıyı  resmen Rüya Tabirleri diye okumuştum biliyor musun? Gerçekten… Eğer Riya Tabirleri diye okusaydım. İlgilenir miydim? İnan bilmiyorum.  Gene konuya tersinden başladım değil mi? Heyecanlıyım da biraz... Ne olur kusuruma bakma benim. Bildiğim aylardan Nisan, günlerden Pazartesi...  Haftanın ilk iş günü ya… Bu sabah nasıl  işim başımdan aşkındı anlatamam.  Sanal alemde bir ara,  Riya Tabirleri’ne denk geldim.  Ayakta bile rüya görmeye meyilli bünyem dürttü beni.  Merak ettim.  Riyayı rüya diye anlayınca ne yazıyor diye okumak amacıyla işe az biraz ara verdim.  Okumaya başladım.  “Riya Tabirleri sitesi, yeryüzünde adalet diye bir derdi olanlar için kuruldu. Olmayanın başına da bu derdi sarmak için.” Hoppala! Ne diyordu Allah aşkına… Rüya tabiriyle  adaletin ne ilgisi vardı? Okumaya kaldığım yerden merakla devam ettim. “İnsanlığın dörtte birinin gözden çıkarıldığı, öbür dörtte birinin  ağır, pis ya da sıkıcı işleri yaptırmak üzere kenarda bulundurulduğu, yüzde beşin, aklına esen her şeyi alsa, yese içse tüketemeyeceği servetini daha da çoğaltmak için türlü dalavera çevirdiği, çoğunluğun, başkaldırmak yerine zalimin zorbanın artığından pay almaya çabaladığı, feci bir dünyada yaşıyoruz. Bazılarımız farkında bile değil; onun gezip dolaştığı yerlerden “ötekiler” görünmüyor. Çoğumuz farkındayız; “ben”liğimize öylesine sarılmışız ki, başkalarına sarılmaya elimiz kolumuz halimiz kalmamış. Bugünün hayatı, riya üzerine kurulu. Tabirlerini burada bulacaksınız.” Bu cümleler sarstı beni. Vicdanımı kışkırtı anlatabiliyor muyum? Şaşırmış kalmıştım. Sanırım gene ayakta rüya görüyordum. Bu bir uyarı olmalıydı bana… Bu uyarıyı yapan beni çok iyi tanıyordu. Çünkü yazısına şöyle devam ediyordu. “Siftahı, içerik bakımından da, teknik olarak da biraz tuhaf bir filmle yapalım.” Demek bu uyarıyı yapan kişi sinemayı sevdiğimi biliyordu. Sanıyorum bana şöyle bir şey söylemek istiyordu... “Yiyiyorsun… İçiyorsun… Tüketiyorsun… Tüketiyorsun… Sen bu hayatı yaşarken, dünyayı sadece kendi çevrenden ibaret zannediyorsun.  Hayatın anlamını azıcık düşünmek istesen, kurulu düzen rahat vermiyor zaten. Sen mışıl mışıl uyumana devam ediyorsun. Bak, önüne kadar geldi film. Haydi, biraz gayret et... Hayatının nelere rağmen inşa edildiğini bu filmde seyrediver bari bi zahmet.” Nasıl utandım anlatamam. Hemen önümdeki poliçeleri yana ittim. Bilgisayarımı önüme çektim.  Tasarım, hammaliye ve  metinin Ümit Kıvanç’a ait olduğunu öğrendiğim 16 Ton Vicdan ve Serbest Piyasaya Dair Bir Film’i ibretle seyrettim. Sonra işe döndüm. Sözümü fazla uzatmak niyetinde değilim. Ama bu yazımı şöyle bitirmeliyim. Tüm haksızlıklara, vicdansızlıklara rağmen bu dünya halen dönmeye devam ediyorsa Ümit Kıvanç gibi insanların sayesindedir. Eminim.

 Filmi buraya tıklayarak izleyebilirsin


 NOT:Fotoğraf Lewis W. Hine'a aittir. 

 

 04.07.2011

Belki Şehre Bu Festival Gelir, İklim Değişir, Akdeniz Olur, Gülümse



Yukarıdaki ilân Uluslararası İşçi Film Festivali'ne ait.  Bu yıl 7. si yapılacakmış. Ne hoş, dedim kendi kendime.  Haberi okumaya devam ettim. Festival, "Özgürlük Emek İster" temasıyla, 1 ile 7 Mayıs tarihleri arasında İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır'da perdelerini açacakmış. Yüreğim burkuldu. Kocaeli memleketimin en büyük ikinci sanayi şehri. İşçilerin nüfusa oranının en yüksek olduğu şehirlerden. Niye İşçi Festivali İzmit'te de perdesini açmıyor peki? Festival daha sonra geçen yıllarda olduğu gibi kent kent süren ve bütün yıla yayılan uzun bir yolculuğa çıkacakmış ama, başlangıcı İzmit'ten de olması gerekmez miydi? Acaba geçmiş yıllarda bu festival filmleri şehrimde gösterildi mi? Gösterildiyse de hiç haberim olmadı. Ne fena...  Festivalde bu yıl 20'si uluslararası, 38'i yerli 58 film gösterilecekmiş. Takibinde olmaya niyetliyim. Çünkü böyle festival filmleri sayesinde hem memleketimizde, hem dünyanın dört bir yanında yaşayan işçilerin, emekçilerin hayat mücadelelerini görmüş, izlemiş, farketmiş olabiliriz. Bazan olan bitenleri öyle bir görmüyor, duymuyor, konuşmuyoruz ki, silkelenmemiz gerekiyor. Böyle festivallerin ve böyle fetival filmlerinin özendirilmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Umarım işçi kenti şehrimde, İşçi Film Festivali filmlerini izleme şansı buluruz.  

"Hadi gülümse bulutlar gitsin... İşçiler iyi çalışsın gülümse... Yoksa ben nasıl yenilerim... Belki şehre bir film gelir... Bir güzel orman olur yazılarda... İklim değişir Akdeniz olur... Gülümse." Sezen Aksu'nun o güzelim şarkısının sözleri böyleydi değil mi? İşçi şehrimde bir işçi film festivalim bile yok anlıyor musun? Gülümse...



28 Nisan 2012 Cumartesi

Bu Atasözümüz "Öfkeyle Kalkan Zararla Oturur" Şeklinde Miydi Yoksa?

 

Hafta sonu bir bahar temizliğine girişmişim ki sorma... Kışlıkları yıkadım, kuruttum, naftalinledim, kaldırdım. Yazlıkları çıkardım, ütüledim, çekmecelerine yarleştirdim, askılarına astım. Üzerine cumartesi pazarından satın aldığım sebzelerle zeytinyağlı yemekler hazırladım. Allahım... Nasıl yorulmuşum anlatamam. Hafta içi ofiste, hafta sonu evde çalış babam çalış. Kuzum köle miyim ben neyim, diye düşüne düşüne yorgun düşmüş, koltukta kıvrılıp uyumuşum. Hayırdır inşallah demelisin. Çünkü acayip bir rüya gördüm. Bak şimdi... Bir balodaymışım tamam mı? Üzerimde upuzun, şık mı şık, karpuz kollu bir elbise... Efendime söyleyeyim, belime kadar saçlarımı at kuyruğu yapıp toplamışım tepemde... U yakalı elbisemin açık boynuna taktığım siyah kurdelenin ucuna tokalar geçirmişim. O gece benimle dans etmek isteyen beylerin isimlerini elimdeki listeye tek tek işlemişim. Hem listede kimlerin isimleri var biliyor musun? Söyleyeceğim... Du biii... Kafamı listeden kalırıyorum. Veee... Nanananooom... Biriyle göz göze geliyorum!!! Hey! Bil bakalım kim? İnanılacak gibi değil!... Zagor!.. Şimdi böyle şaşarak yazıyorum ama...  Zagor var diye rüyamda hiiiiç şaşmıyorum valla. Sanki Zagor'u ben davet etmişim baloya... Bende bi hava... Bi havaaaa... Sormaa... Elimdeki listeyi Zagor'a gösteriyorum. 

- Bu benim dans karnem... Bakın, buradaki bütün beyler adlarını yazdırdılar. Listede yalnız sizin isminiz eksik, diyorum. 

Zagor tüm yüreğiyle gülümsüyor. Muzur bir ifadeyle:

- Yani benimle dans mı etmek istiyorsunuz, bayan? diyor.  Yanaklarım kızarıyor. Kemiklerime kadar işlemiş mahcubiyetimden Zagor'un yüzüne utanarak bakıyorum. Başımı emme basma tulumba gibi evet dercesine aşağı yukarı sallıyorum.  Zagor hiç düşünmüyor, anında teklifime -Tamam, diyor. 


Nasıl seviniyorum anlatamam. Hemen elimdeki listeyi usulca cebime sokuşturuyorum.

- Hangi dansı tercih edersiniz? Vals mi? Polka mı? Mazurka mı? diye merakla soruyorum. Vay canına sayın seyirciler! Sana bir şey söyleyeyim mi, gerçek hayatta var ya üç ayaktan başka dans bilmem. Rüyalar ne acayip oluyor böyle! Baksana rüyamda  Zagor'a neler söylüyorum neler... Zagor gözlerimin içine bakıyor...

- Ne yazık ki saydıklarınızı pek beceremiyorum, diyor. Karamba karambita! Benimle dans etmekten vazgeçecek diye çok korkuyorum.

- Tamam. Siz bilirsiniz. Hangi dansı yapmak istersiniz, diye telaşla soruyorum.


Elini çenesine götürüyor. En hakikisinden düşünen adam profili çiziyor. Ve peşinden aynen şöyle cevap veriyor:

- Hele bir düşüneyim. Mohawkların işkence dansı... Senecaların yağmur dansı... Cayugalarla Abenakilerin savaş danslarını bilirim, diyor. Öyle bir şaşırıyorum ki resmen tepemde ünlem işaretli şaşkınlık efektleri geziniyor. 



Çok öfkeleniyorummm  çoook! Nasıl öfkelenmem, Zagor resmen benimle kafa buluyor. İşaret parmağımı sinirli sinirli sallıyorum.

- Zagor, bir hanımla nasıl alay edersiniz, diye soruyorum.  

 - Şeyyy, bağışlayın bayan, filan falan diye lakırtılar ediyor etmesine ama... Binlerce kafatası aşkına! Öfkeden resmen gözlerimi kan bürüyor. Hayırrr... Kalabalık balo ortamında olmasaaakk var ya... Çoktan dans değil düello teklif edecektim Zagor'a... Tabancamı çekip vuracaktım... Dan... Dan... Dan...  Aynen çizgi romanlardaki gibi mesela... Nerdee? Yooo... Yapamazdım. Ben Albay Hudson'un kızıymışım da, eğer böyle bir şey yaparsam rezalet çıkarmış, babam rezil rüsva olurmuş Darkwood cemaatine güyaaa... Rüya bu ya... Kafam allak bullak oluyor tabii. Doğrusu  Zagor'un bu alaycı tavrı karşısında dumura uğruyorum uğramasına ama anlattığım sebepten dolayı ortalığı velveleye vermek istemiyorum. Zagor'u olduğu yerde bırakıyorum. Hemen cebimdeki listeyi çıkarıyorum.  Eteklerimin ucunu tutarak reverans yapıp, ilk sıradaki ismin sahibini dansa davet ediyorum.
 

İnanamıyorum! Ben var ya... Ben ve Elvis Presley...  Olacak şey değil! Ben ne yaptım biliyor musun? Gitar Jim'in gitarıyla çaldığı Mohawklar Kalender Olur şarkısı eşliğinde Elvis Presley'le çılgınca rock'n roll yapmaya başladım. Gerçek hayatta müzikten bile anlamazken, rüyamda hangi ara rock'n roll oynamayı öğrenmiştim anlayamadım. Bu akrobatik hareketleri nasıl yapabiliyordum? Nasıl sallan yuvarlan vaziyetinde dans ediyordum? Elvis Presley ne yapıyorsa, aynı hareketleri ben nasıl cadı gibi tekrarlıyordum?!! Öfkem hiiçç geçmemişti. Hiiiçç! Gözümün ucuyla  Zagor'a bakarak dans etmeye devam ediyordum.




Gitar Jim, Hellingen'in Entarisi Ala Benziyor adlı şarkıya başlayınca, Elvis Presley'den özür diledim, elimdeki dans listemin ikinci sırasındaki beyin karşısına geçtim. Bil bakalım kimdi? Heeyy! Anthony Quinn!.. Yıllardır heves eder, bir türlü beceremezdim. Kaç kez ayna karşısında kendi kendime bu dansı denediğimi söylesem gülersin diye söylemeyeceğim. İyi ama... Pekiii... Ben Aleksi Zorba rolündeki Anthony Quinn ile rüyamda sirtaki oynamaya nasıl cesaret edebildim? Üstelik hiç utanmadım... Hiiççç!  Gözlerinin içine bakıp "Bana bu dansı öğretir misin patron?" dedim. Hemen tuttuğu gibi ellerimden... Önce yavaş yavaş... Sonraa müziğin ritminde hızlanaraktan bir sirkati yaptım ki... Tüm balo halkı dondu kaldı... Off! Nasıl anlatsam sana...  Müzik bittiğinde yer gök inliyordu alkış ve ıslık seslerinden...



Bilirsin, abartma sanatında ustayımdır. Gitar Jim Frida'nın Nikahı adlı parçayı çalmaya başlayınca, hazır tüm dansları yapmayı beceriyorken ben... Anthony Quin'i filan unuttum. Elimdeki listeyi fırlattığım gibi, sahnede tek başıma dansa devam etmeye koyuldum. Kendimi fena halde aşmıştım. Tabanlarım su toplayına kadar hoplaya zıplaya oynadım. Oynadım. Sonunda dayanamadım. Kendimi yerlere attım. Bu kez dizlerimin üzerinde çılgınlar gibi dans etmeye başladım. Bu nasıl Zagor'a öfkelenmektir? Bu nasıl öfkelenince gözü dünyayı görmemektir? Böyleyim işte. Dellenince, ben ben olmuyorum.  Kıt olan aklım iyice alıp başını gidiyor. Zıvanadan çıkıyorum. Kan ter içinde kalmıştım. Ayrıca sanırım dansımın sonuna doğru salondaki oksijen tamamen tükenmişti. Nasıl anlatsam... Bir an nefesim kesildi gibi geldi. Eğer bu vaziyette biraz daha kalırsam sanki son nefesimi verecektim.  Bir an bu rüyadan kaçıp başka bir rüyaya atlamayı şiddetle arzu ettim.  Fani ömrüm bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti gitti. İnan, o anda şahadet getirmeye niyet ettim. Takdiri ilahi bu ya,  benim sonum da böyle olacaktı belki. Allah saklasın, öfkeden gözüm dönmüş vaziyette yerlerde dans ederken son nefesimi verecektim sözgelimi.  Of ya!.. Can havliyle, Mohawkların işkence dansı dedikleri bu çeşit bir dans olmalı, diye aklımdan geçiriyordum kiii... O anda  Zagor'la göz göze geldim. Şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Vaziyetimin gerçek olduğuna inanmıyor, hayal gördüğünü sanıyordu. Dudaklarımı japon balıkları gibi açıp açıp kapattım.  Taaam Zagor'a bir şeyler demeye çabaladığım andaaaa... Uyandım. Sabah oluyordu. Güneş dağların arkasından usul usul doğuyordu. İyi ama ben hiç uyumamışım gibi neden gene  kendimi yorgun hissediyordum? İnan bana, kolumu dahi kıpırdatamıyordum. Bir gören olsa, sabaha kadar dans ettim sanabilirdi. Daha neler!.. Bu yaşadıklarım rüya değil miydi? 

Hoppalaaa! Sorarım sana... Bu nasıl rüya? Hani bi atasözümüz var ya... Nasıl derler? Hah... Rüyada  öfke duyan yorgun uyanıyormuş valla!






27 Nisan 2012 Cuma

Kahve Molası - Ben Aslında O Gördüğün Cool Kadın Değilim.



Yorulmuştum. Bünyemde bir tuhaflık vardı. Kahve molası verip, kendimi dinlemeye karar verdim. Sabahtan beri ardı arkası kesilmeyen hasarlara, telefonlara, gelip gidenlere, okuduğum dünya ve memleket meselelerine, dinlediğim, bildiğim konu komşu, hısım akraba, dost arkadaş dertlerine  karşı ne kadar şeydim diye düşündüm. Böyle... Şeyyy yani... Nasıl desem...  Hayret!..  Nedense Türkçe değil, İngilizce bir kelime dilimin ucundan döküldü. Tamam...   "Ne yalan söyleyeyim, bugün acayip cool biriyim." demek içimden geldi. İyi ama cool olmak nasıl bir şeydi ki? Kimi cool bellemiştim de  kendimi cool olarak görüyordum şimdi? Üşenmedim. Cool kelimesini gugılladım. Vay canına sayın seyirciler!.. Cool olunmaz, cool doğulurmuş iyi mi?.. Yok artık?!..  Cool, iş yaparken sadece önüne bakan, seslensen de selam vermeyen kişiymiş ayrıca... Ben mi? Daha neler? Yapar mıyım böyle bir şey? Yapmam... Aslaaaa! Du bi... Bak, şu açıklama fena değil...  Yaptığı zor işleri efor sarfetmeden, çabalamadan, son derece doğal, kendine güvenle yapabilen kişilere denirmiş. Ne güzel!.. Bu tarif hoşuma gitti.  Olabilir miyim cool sahi? Bi de, "cool olan"la, "cool olmaya çalışan" arasındaki fark hemen anlaşılırmış. Ben hangi katagoriye girerdim acaba, diye aklımdan geçirdim.  Ve güldüm anında. Kendi kendime cool dediğime göre... Olsam olsam "komik olanlar" kategorisine girerdim anca... Ne biçim bir kelimeydi bu cool kuzum? Nerden kelime hazneme girip, hafızamda yer etmişti bilmiyorum ki? Türkçe hiç kelime kalmamış mıydı yani? Yuf olsun bana vallahi! Bugün çok cool'um diyeceğime, bugün serinkanlıydım deseydim misal.  Ya da ne bileyim, bugün olaylar karşında oldukça soğukkanlı davrandım diyemez miydim? Ya da... Bugün endişesizdim... Kaygısızdım... Tasasızdım... Bugün tam bir adamsendeciydim...  Vesvese hiiiç yapmadım. Kafama tokadan başka bi şi takmadım, diyebilirdim öyle değil mi? 

Yooo... Sana bir şey söyleyeyim mi, "cool" kelimesi benim hafızamda bambaşka bir manzara canlandırıyor aksi gibi. Sanal ansiklopedide rastlamadım şimdi ama... Cool kelimesi bak nerelerden geliyor esasında... Amerikalılar, Afrika yerlilerini esir alıp köle etmek için gemilere bindirmişler. Gemilerin küreklerini gariban siyah derililere çektirmişler. Bu insancıkların sırtlarından da kırbacı eksik etmemişler.... Artık kürek çeken yerliler öyle bir vaziyete gelmişler ki, suratlarında veya sırtlarında patlayan kırbaçlara tepki vermez olmuşlar.  Kırbaçlar şıraak şıraaak diye kanatarak şaklıyor... Sanki bir şey olmamış gibi, ha babam de babam kürek çekmeye devam... Yanındaki arkadaşları aç susuz kürek çekmekten  ve kırbaçtan düşüp olüyormuş. Berikiler kafasını çevirip bakmıyormuş bile... Düşünsene... Ne fena!.. İşte kölelerin bu tepkisizleşmiş hallerine cool deniliyormuş. Bugün haftanın son çalışma günü... Beş koca iş gününün yorgunluğu üzerime çökmüş besbelli. Hava dışarıda pırıl pırıl iken ben ofiste ha babam de babam çalışmak durumda kalınca... İnsanlık hali... Aynen Amerikalıların kürek mahkûmu kölelerinin vaziyetinde,  vahşi kapitalizimin kölesi olarak boynumdan, ellerimden, ayaklarımdan zincirlenmiş gibi hissedince kendimi...  Her durumda, olayda ve insanlar karşısında öyyyle tepkilerimi yitirmiş  olunca ben... İşte o nedenle "Bugün acayip  cool biriyim." diye düşünmüş olabilirim. Yoksa sanal ansiklopedide yazıldığı cinsten, ne doğuştan cool olan ne de cool olmaya çalışan biri asla değilim. Nerdeee?
 
İyi de, bu yazıyı nasıl bağlayacağım  şimdi? Du bi... Ajda Pekkan'dan bir şarkı geliyor...  Haydi hepbirlikte... "Ne kadar çok sevgim vardı. Bir o kadar da endişem. Gösteremedim. Ben aslında o gördüğün cool kadın değilim."  Feci işim var. Çalışmalıyım köle gibi.  Heyy! Tamam... Gitmeliyim. Kahve molam bitti. 


26 Nisan 2012 Perşembe

Ve Daredevil Ve Huzur Ve İnsan

 

"Hayal... Duman. Bir mısraın peşine takıldık. 
Hakikaten hepsi hayaldi." 


Mümtaz o günü sonradan bir çok defa hatırladı.  O günün hatırası, onun hem bağrında saplı hançeri, hem ömrünün som altından bahçesiydi. Onun için hiç bir teferruatını unutmamıştı. Istıraplı günlerinde, Nuran'ın kendisine karşı kayıtsızlıklarını fark ettiği zamanlarda, onları teker teker sayar ve yaşardı.... Hakikat şu ki, genç adam o zamana kadar bu güzel kadının sadece varlığıyla mesut oluyor, uzaklaşınca içine hüzün çöküyor, fakat onu hayatının içinde göremiyordu.  Fakat Nuran'ın yüzünü ve dudaklarını kulağının dibinde hissettiği ve sesinin arzu ile değiştiğini bu kadar yakından duyduğu anda iş değişmişti. O andan itibaren muhayyilesi çalışmaya başlamıştı.




Ekseriya içimizde varlığından bile şüphe etmediğimiz o gizli ve yaratılışın sırrını taşıyan kurtlar birdenbire uyanmışlardı. Mümtaz, oluşun bu zerresi, şimdi kendisini kâinat kadar geniş, sonsuz buluyordu. Nuran'ın varlığı ile kendi varlığını bulmuştu.... Ağaç, su, aydınlık, rüzgâr, Boğaz köyleri, eski masallar, okuduğu kitap, gezdiği yol, konuştuğu ahbap, başının üstünden geçen güvercin, sesini duyduğu ve cüssesi, rengi, hayat nasibi ne olduğunu bilmediği yaz böcekleri, hep Nuran'dan gelen şeylerdi. Hepsi ona aitti. Hulâsa uzviyetinin ve muhayyilesinin yaptığı bir büyü içinde idi. Çünkü kadın dediğimiz o acayip ve zengin varlık, o bizden başka türlü ve derin tâbiat, onun kulağına bir saniye kendi uzviyetinin sıcaklığını nakletmişti.




Geceyi acayip hayaller içinde geçirdi..... Bazen yerinde duramıyor kalkıyor, oda içinde geziniyor, bir cigara içiyor, bir iki sahife kitap okuyordu. Sonra tekrar yatağa giriyor, uyumaya çalışıyordu. Sonra tekrar hayal aynı vuzuh ile gözünün önüne geliyor; rüyanın, ne olduğunu fark edemediği akışını kesiyor, Nuran alt kattaki sofanın aynasından birdenbire fışkırıyor yahut bahçedeki erik ağacı  birdenbire onun şeklini alıyor veya çocukluğunun geçtiği odalardan birinde ona rastlıyor ve çehre tam muayyeniyetini aldığı zaman, o yatağında "Yarın gelecek..." düşüncesiyle uyanmış bulunuyordu.... Yarın.... Bu acayip ve sihirli bir kapıydı.... Çünkü bu kapının arkasında Nuran vardı. 




Hakikatte Nuran'ın aşkı Mümtaz için bir nevi dindi. Mümtaz bu dinin tek âbidi, mabedin en mukaddes yerini bekleyen ve ocağı daima uyanık tutan başrahibi, büyük mâbûdenin sırrın yerini bulması için insanlar içinden seçtiği fani idi. Bu biraz da doğruydu. Güneş her gün onlar için yeni baştan doğuyordu. Bütün mazi üst üste zamanlarını onlar için tekrarlıyordu.... İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkânsızdır. Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. İnsanoğlu korkan mahlûktur. "Hangi büyük mucize bizi bu korkudan kurtarabilir?.." ... Terazisi birdenbire aksi istikamete kaydı; ya gelmezse...
 




Ve bu sevgi, bu sarih ve sade çehreyi ferdi saadetiyle daha ilk günlerinden itibaren Mümtaz için bir muamma yapmıştı. Onun için Mümtaz üstünde fazla düşünmemesine rağmen, sevgilisine olan hayranlığına, ömrünü bir yıldız kasırgası yapan o tapınma hissine bir nevi korku karışmıştı. 




Bu korku Mümtaz'ın ruhunda en derin zemberekleri harekete getirdi. Sonradan saadetini zehirleyen şeylerin başında, sadece kendisini bu kadar muhayyilesine terk edişin az çok hissesi olduğunu düşünürdü.  Fakat Mümtaz o yaz, insan ruhunu olduğundan çok hür sanıyordu. Her an kendimize sahip olabileceğimize inanıyordu. Bu demektir ki, hayatın gafiliydi.



NOT: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur adlı romanının bazı cümleleriyle, Daredevil adlı çizgi romanın bazı karelerini eşleştirerek, küçük bir öykü çıkarmaya çalıştım.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Tuhaf Olmak Ne Demek?

"ah benim sevdalı başım
ah benim sarhoşluğum
ah çılgın yüreğim
sus artık uslandır beni"

Zülfü Livaneli


Bak, sonra sakın demedindi deme! Bak, buraya açık seçik yazıyorum işte. Tamam... Senin söylemene gerek yok. Ben zaten çoktandır biliyorum. Evet, tuhaf biriyim. Bak... Bu sabah ofise gitmek için, evden çok erken  çıkmıştım tamam mı? Hava nasıl güzeldi anlatamam.  Şerbet... Şerbet...  Sorarım sana... Böyle havalarda sence içimden iş yapmak gelir mi?  Gelmeezzz... İçimden hiç iş yapmak gelmez elbet!.. Beni var ya, böyle havalar mahveder. Yüreğim çılgın gibi atar.   Avare ruhum dirilir. Efendime söyleyeyim, başım var ya... Sarhoş gibi döner. Yooo... Gitmeliydim. İşin ucunda nafakam vardı. Sonraa... Zaten ekmek  aslanın ağzında değil miydi?  Tabii ki ekmek aslanın ağzındaydı. Şeyy... Böyle nafaka filan deyip bakma acımtrak nağme yaptığıma... Ofisten kaçardım icabında amaaa... Bugün için önceden verilmiş sözlerim vardı. Benim avare ruhum sebebiyle insanları atlatmak, verdiğim sözleri tutmamak raconuma uyar mı? Yooo... Elbette uymazdı. İşe gitmeliydim. Moralimi bozmadım. Gün içinde nasılsa kendimi eğlendirecek oyunlar icat edecektim. Hoplaya zıplaya ofise gittim. Zile bastım. Nanananooom... İlk oyunuma başladım. Döndü kapıyı açtı. Döndü iki hafta önce bizim ofiste çalışmaya başladı.  Nasıl tatlı, hilesiz bakışlı bir kız anlatamam. "Hoşgeldiniz." dedi. Durdum. İçeriye girmedim.  Ellerimi arkamda gizledim. "Söyle bakalım çantam hangi elimde?" dedim.  Gözlerini kırpmadan yüzüme baktı. "Çantam sağ elimde mi, sol elimde mi? Hangisinde?" diye sorumu tekrarladım. Başımı öne doğru uzattım. Esrarengizce etrafıma baktım. Sanki gizli sırrımı açık etmek istemezmişcesine, sessizce  "Bak, iyi düşün, tek seferde cevap ver, tamam mı?" diye sözlerimi sürdürdüm. Vaziyetime fena halde şaştı. Ben...  Koskoca kadındım...  Üstelik onun fikrine göre sanırım patronu olmalıydım. İyi de, çocuk gibi... Neler diyordum böyle? Anlam veremedi. Kirpiklerini kocaman kocaman açtı. Hayret dolu bakışlarına hiç mi hiiiç aldırmadım. Gözlerimi kıstım. Dudaklarımı büzdüm. Sanki bir Yeşilçam filminin kötü jönüydüm. Tehditkâr bir sesle "Dikkat et, eğer çantamın hangi elimde olduğunu bilemezsen, günümün kötü geçmesinin mesûlü sen olabilirsin." dedim. Gördüm. Kederli bir bulut yüzüne inmekteydi. Daha fazla kıyamadım. Kaşlarımla sağ tarafımı işaretledim. Anladı. Yüzü ay ışığı vurmuş gibi aydınlandı.  Pembe dudaklarının kenarlarına yaramaz bir gülümseyiş yerleştirdi. Bilgiç bir edayla "Sağ elinizde." dedi. Sevindim. "Heyyy! Bildin!." diye bağırdım. İçeriye girdim. Kapıyı kapattım. "Zile basmadan önce, eğer Döndü çantamın hangi elimde olduğunu bilirse, günüm iyi geçecek diye aklımdan geçirmiştim. Bildin. Günüm iyi geçecek. Teşekkür ederim. "dedim. Yanaklarından öptüm. 

Günüm mü? Günüm nasıl geçti öyle mi? Aaa... Nasıl  yalan söyleyebilirim? Tabii ki şahaneydi:)

24 Nisan 2012 Salı

Eşyaların Tesellisi...



Hani İstanbul Modern'deki 15 Mayıs'a kadar devam edecek olan  Van Gogh sergisi var ya? İşte, o sergiye ben tam üç defa gittim. Zaten müzeleri, resim, fotoğraf sergilerini, sinemayı oldum bittim seven biriyim. Bu sergi adeta benim için biçilmiş kaftandı. Sinema atmosferini andıran loş bir ortamda, klasik müzik ve aryalar eşliğinde, Van Gogh'un muhteşem tabloları film gibi duvarlardan duvarlara akıyordu. Yüreğime dokunmuştu. Resmen büyülenmiştim. Başkalarının ne düşündüğü umrumda değildi. Bu sergi  benim başımı döndürmeyi becermişti. Gene de dört hafta gibi kısa bir sürede, üç defa aynı sergiye gidilir mi? Gitmiştim işte. Denk gelmişti. Yolum o tarafa düşmüştü. Kaçırır mıyım? Eteklerim zil çala çala, salonun karanlık koridorundan girip, renk ve melodi deryasına dalıvermiştim. Her defasında yine yeni yeniden etkilenmiştim. Biliyorsun Van Gogh Hollandalı bir ressam. Kısacık, hüzünlü bir yaşamı var. 37 yıllık hayatının hastalıklarla boğuştuğu son on yılında 900 ün üstünde eserler vermiş. Şu iki tablosu var ya... Hani Van Gogh'un  odasını, sandalyesini, piposu resmettiği tabloları... Of!... Bu tabloları, ne zaman görsem fena etkiler beni. 

Şimdi yeni bir müze heyecanım var. Bu kez Masumiyet Müzesi'nin açılmasını bekliyorum. Tekrar hatırlamak niyetiyle, son günlerde, Masumiyet Müzesi romanını elimden düşürmüyorum. Romanın kahramanı Kemal, acı içinde, kendisini terk eden sevgilisi Füsun'un eşyalarını biriktiriyor. Ve o eşyalara dokunmak, seyretmek, Kemal'e gerçekten teselli veriyor. Romanı okurken bir ara kitabı bıraktım. Hayalimde Vang Gogh'u canlandırdım.  Acaba Van Gogh neden kendi eşyalarını resmetmişti?  Van Gogh, kendi  eşyalarını, en acılı, en buhranlı olduğu zamanlarında çizmiş olabilir mi? Masumiyet Müzesi'nin bir bölümünde, Kemal  şöyle der... "Ama en mutlu anı işaret ettiğimizde, onun çoktan geçmişte kaldığını, bir daha gelmeyeceğini, bu yüzden bize acı verdiğini de biliriz. Bu acıyı dayanabilir kılan tek şey, o altın andan kalma bir eşyaya sahip olmaktır. Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o  mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar." Van Gogh'un, kullandığı eşyalara bakması, dokunup, eşyalarının resmini çizmesi, acaba eşyanın verdiği teselliye ihtiyaç hissetmesi sebebiyle miydi?  Masumiyet Müzesi'nde eşyaların tesellisine sığınan Kemal'in dediği gibi, sevginin büyük bir dikkat ve büyük bir şefkat olduğunu, acaba Van Gogh kendi eşyalarının resmini yapmakla mı  hissettirmek  niyetindeydi? Sevmek, acaba Van Gogh'un eşyalarına dikkatle bakıp, şefkatle resmetmesi gibi bir şey mi?  Van Gogh'un eşyalarını çizmesi... Masumiyet Müzesi'nde bir aşığın biriktirdiği eşyaların sergilenmesi...  Bana düşen ise... Hayata durup bakmak.... Eşyaların tesellisini hissedebilmek besbelli. 

 


23 Nisan 2012 Pazartesi

O Mahur Beste Çalar, Müjganla Ben Ağlaşırız...


Fakir mahallelerden, güveli hayatlardan, arnavut kaldırımlı sokakların yanlarında misket yuvarlayan, golden sakızından çıkan artiz resimleri biriktiren çocukluktan, pencerelere tünemiş vita yağı kutulara özenle ekilmiş pencereönü çiçeklerden sözediyor Metin Üstündağ.. Atarabasında satılan karpuzlardan, günaşırı erkin koray'ın, acda'nın, barış manço'nun, fikret kızılok'un, şenay'ın, beyaz kelebekler'in moğollar'ın, ayla dikmen'in ve bir sürü diğer şarkıcının şarkılarından söz ederken geçmiş zamanlar ve çocukluk, tekrarı no mümkün olduğu için mi güzeldir acaba diye soruyor.. Yazlık sinemalar tahta sandalyeli olurdu ya hani.. Çekidek çitlemeler, meşrubat sesi tıngırgamaları, genç kız ve oğlan fingirdemeleri eşliğinde, serin yaz rüzgarı ve yıldızları altında seyredilen yerli-yersiz yüzde bin yerli filmler seyredilirdi hani.. Hisli duygulu.. Vurdulu kırdılı.. Murat 124 ve Anadol arabalı.. Kocaman deve gibi şevroler ve tek tük mercedes arabalar dolmuşluk yapardı hani.. Metin Üstündağ'ın dediği gibi film bitince sinemalardan toprak yollarda yürüyerek ve yeşil bir şeyler koklayarak, dallara elleyerek eve giderdik hatırladın mı? Oturup soluklanacak mis gibi çimenler vardı daha.. Yeşil kalmak mı medeniyet, beton olmak mı? Metin Üstündağ'ın dediği gibi hiç dengeli olmaz mı bu ikisi aynı zaman diliminde? Bu yazdıklarımı Metin Üstündağ'ın Denemeyenler adlı kitabından okuyorum.. Mizah yazarlarının veya çizerlerinin kitaplarını çok seviyorum.. Oğuz Aral'ın dediği gibi okudukca bütün güldürücü, sevindirici, coşkulu bileşenleri aldıktan sonra, ağır, yerinden oynatılmaz, gözyaşı dahil bilinen herhangi bir sıvıyla akıtılıp temizlenemez bir tortu kalıp birikiyor insanın yüreğinde.. Geriye irisinden bir taş, "çeki taşı" kalıyor.. Böyle işte.. Devam ediyorum okumaya..





Tek kanallı siyah beyaz TRT deki programlardan söz ediyor.. Kimsesiz çocuk jack'e neler olacak diye her hafta üzüm üzüm üzülmekten, uzay yolu, küçük ev, vadideki hayat, görevimiz tehlike, marco, çarlinin melekleri, operadaki hayalet, halit kıvanç, uğur dündar, kele bakış, reklamlar, heidi ve daha bir sürü diziler vardı sahiden aklına getirsene.. Hele kaçak dr. kimbıl ve zengin ve yoksul oynadığı akşamlar sokakta kimse kalır mıydı? Kalmazdı.. Hayat siyah beyaz bir felç, fakir ve yoğun bir mania yaşardı ya az mı kuşatılmıştık, çok mu kendimizdeydik, bilemiyorum diyor Metin Üstündağ.. En mühimi her meyvanın bir mevsimi yok muydu sahiden.. Karpuz çıktı mı anlamaz mıydık kabuğu denize düşünce denize girileceğini.. Ama pırıl pırıl, tertemiz, cam gibi denizler.. va fakat sahillerinden orası burası kesilmiş kadın cesetleri de çıkan o denizlere heryerden girilmez miydi? Haklı Metin Üstündağ.. O vakitler no kolibasili, no hormaon, no silikondu tabii.. Nedense uzun zamandır hatırlamadığım bir şeyi hatırlattı bu yazı.. Torna ve marangoz atölyeleri vardı hatırladın mı? Yazar talaş ve demir tozları arasında çıraklık yapan çocuklardan söz ediyor ama ben neden hatırladım o talaş tozlarını bilemedim şimdi? Annelere, aplalara alel acel yalvarmayla yaptırılan sana yağlı nevaleler, mahallece yapılan piknikler, gizli gizli aşık olmalar, lap diye intiharlar, her mahallenin imrenilen bir abisi ve mutlaka körkütük aşık olunan ablası vardı elbette.. O zamanlar bütün çocuklar sanki biraz daha mı eşitti.. Bütün çocukların dizleri yara bere içinde olurdu ya illa ki.. Çocukluk daha mı güzeldi o vakitler.. Belki de biz çocuktuk diye o vakitler bizim için çok güseldi diyor yazar..


Metin Üstündağ daha pek çok örnekler vermiş bu yazısında.. Bir sürü, bir sürü belleğimize kazınmış fakir ve güveli hayat tatlarından, tonlarından, dokularından söz etmiş.. Uzun saçlardan, favorilerden, mini etekler ve ispanyol paça pantolonlardan, şweeps ve ankara gazozlarından, çizgi filmli tişörtlerden, nesli sonra tükenen garip oyuncaklar ve fakir işi ahşap naylon oyuncaklardan söz etmiş.. Sonra bu duyarlıkların gırgır dergisine taşınmasından, ertem eğilmez ve yılmaz güney sinemasında bis yapmasından, sonra da bu hayatların yeni dünya düzeniyle birlikte aşağılanmasından, hor görülmesinden bahsetmiş.. İçerisine feci dozda cıvıklık ve köylülük boca edilince, bu yeni zamanlara ayak uyduramayanlardan, bunalanlardan ve karaya vuranlardan söz etmiş.. Çok şeyler yazmış geçmişe değin aslında ama sonunda ne diyor biliyor musun? Bak aynen yazıyorum.. Şunları söylemiş.. " Neyse.. Diyeceğim şu: gelin iki ucu içten içe yanık olan bu hayatlarımızı yazarak, çizerek, anlatarak yakalım.. Bizden sonraki çocuklar, son kalan fakir mahalleler ve güveli hayatlar, okulda tarih derslerinde ilginç şeyler okusunlar.. Ya unutmak en iyisi bu fakir, bu ahşap, bu şarabi eşkiya sarhoş çocukları.. Ve bir daha hiç kaşımamak.. Bunak durumuna düşememek.. Ve fakat o mahur beste çaldığında müjganla biz gizli gizli ağlamak.." Kitabın bu bölümünü okumayı bitirdim.. Eğlenceli gibi sanılan yazının sonunda gözyaşıyla bile silinmeyecek bir tortu kalıp birikti gene yüreğime.. Geriye irisinden bir "çeki taşı" kaldı işte.. Ben tüm bunlar yazılsın, çizilsin, okunsun, tavsiye edilsin ve bir taraflarımız herşeye rağmen insan kalsın istiyorum.. O mahur beste çaldığında müjganla ağlaşmayı seviyorum.. Yaaa.. Bugün bende durumlar bu merkezde.. Böyleyken böyle işte.


21.08.2010

22 Nisan 2012 Pazar

Evreşe Yolları Dar Olmasına Dar Da, Sahiden Börek Pişirilir Mi Fırınlarında?




Cemal Süreya'nın şiirini bilir misin?
"Evreşe,
Tek türküsüyle var olan ela gözlü kasaba
Bir çocuğum olsun isterdim senden" der ya..

Yoo.. Biliyorum Evreşe deyince, ilkin aklımıza Cemal Süreya'nın bu dizeleri gelmiyor.. Ne geliyor? O güzelim Evreşe türküsü.. "Evreşe yolları dar.. Daarr.. Bana bakma benim yarim var." Evreşe neresi acaba? Çok öğrenmek istiyorum.. "Bir fırın yaptırdım, doldurdum ekmekleri.. Gel beraber yiyelim yaptırdım börekleri" diye devam ediyor ya bu türkünün sözleri.. Ne yalan söyleyeyim yollarının dar olup olmadığından çok, acaba fırınlarında sahiden börek pişiriliyor mu diye daha çok merak ediyorum. Eh, pişiriliyorsa eğer mutlaka görmek istiyorum. Görünce börekleri, dayanamam yemek isterim tabii.. İyi de Evreşe neresi ki? Neden türkülerimizde geçen yerleri öğretmezler Coğrafya derslerinde diye eğitim sistemimize sinir olacak bir şey buldum gene iyi mi? Şimdi sordum hazreti gugıla.. Hiç bekletmedi beni hiiçç.. Cevapladı bir kerede.. Evreşe Çanakkale'nin Gelibolu Belediyesi'ne bağlıymış..


Heyy! Şimdi yazarken aklıma geldi.. Hani Yılmaz Erdoğan'ın filmi Organize İşler'i hatırladın mı? Hani başrolünde ne Yılmaz Erdoğan ne Cem Yılmaz ne Tolga Çevik ya da Özge Namal vardır o filmde.. Başroldeki kim mi? Organize İşler'de o güzeller güzeli İstanbul başroldedir. Bana göre böyledir tabii ki.. Şahane bir filmdir.. Tamam..  Evreşe esprisi geçmiyor muydu Organize İşler'de? Tolga Çevik vardı ya filmde.. Hani  süpermendi.. Ama Kriptonsuzdu da hatırlasana Evreşeli'ydi.. "Evreşe'nin yolları aslında dar değildir de, yolları dar türküsü çok meşhurdur" muhabbeti geçiyordu bu filmde.. Yarabbim.. Nerden aklıma geldi Evreşe şimdi? Canım fırında pişirilmiş börek mi istedi? Eyvahh! Ben bu iştahla yusyuvarlak bir şey olacağımdan korkmuyorum da aklıma takıldı ya bir kere.. İlla Evreşe'ye gideceğim diye tutturacağımdan korkuyorum. Şeyy.. Laf aramızda  gerçekten Evreşe'nin yollarının darlığını değil de fırınlarında börek pişiriliyor mu, daha çok merak ediyorum. Hey gidi Evreşe... "Sırtındaki yeleği ben örmedim ki yarim.. Kızlarla konuşurken ben görmedim ki yarim.. Evreşe yolları dar darrr!.. Bana bakma benim yarim varrr!" Off! Bir türküden hevesle... Evreşe'ye gidebilirim... Yok artık!. Neler merak ediyorum görüyor musun? Vay başıma gelenler!      


10.09.2010- 12.05.2011

21 Nisan 2012 Cumartesi

Ve Ben Bütün Bunları Hissetmeyi Seviyorum.


Ben Gırgır Dergisi müdavimiydim bir vakitler. Ama ne yazık ki gizli gizli okurdum ailemden. Nedense derginin içinde fena şeyler olduğunu sanırdı annem. "Kızlara göre değil" derdi ne demekse... Oysa "can sıkıntısını ve aşk yarasını" şip şak kesen bir tılsımı vardı. Bunu aileme izah etmem imkansızdı. İşte hep bahsederler ya ders kitabı içinde çizgi roman ya da mizah dergisi okuyan tiplerden.. İşte onlardan biriydim ben.. Neyse, aradan uzun yıllar geçti. İyi de huylu huyundan vazgeçti mi peki? Yoo... Ne yalan söyleyeyim, vazgeçmedim. Halen takip ettiğim  haftalık mizah dergileri ve çizgi romanlarım var. Karikatür seyretmeyi ve okumayı hep sevdim. Biliyorsun, her karikatüristin kendine has bir çizim stili, anlatım tarzı vardır. Mesela en sade çizgi ustası Cemal Nadir'dir denir. Ben öykü okumayı seven biriyim. Öykücüyüm. Bana her karikatür  karesi bir öykü gibi gelir. İnanamayacaksın ama bana şiir gibi gelen karikatürler bile vardır. Şimdi sevdiğim iki farklı karikatüristten bahsetmek istiyorum.



Biri Şenol Bezci. Şenol Bezci'nin karikatürlerini seyretmeyi seviyorum. Genelde sözsüzdür karikatürleri ve insanın içini acıtan karikatürleri vardır. Mizahın tam anlamını bilemiyorum. Bende bıraktığı tad ne biliyor musun? Eğlenceli gibi sanıyorsun, ama sonunda Oğuz Aral'ın dediği gibi yüreğimde gözyaşıyla bile silinmeyecek bir tortu kalıp biriktiriyor. Geriye irisinden bir "çeki taşı" kalıyor. Kalıyor sahiden. Şimdi Şenol Bezci'nin yukarıdaki karikatürlerine bakınca "söze ne gerek var?" diyor insan. Çünkü sanki bu karikatürler sözün bittiği yerde başlıyor. Ve her bir kare resmen sözsüz bir öykü anlatıyor. Sonunda da insanın dimağında şiirimsi ya da öykümsü bir lezzet bırakıyor.




Peki sözlü karikatürlere ne diyeceğiz? Çizimlerini ve esprilerini sevdiğim bir diğer karikatürist ise Yiğit Özgür'dür.   Yiğit Özgür ise  sözsüz değil bilakis  bol konuşma balonu içeren karikatürler çizer. Sadece haftalık mizah dergisindeki karikatürlerini takip etmekle kalmam, evde iki tane Karikatürler1 ve 2 kitabı vardır. Karikatürlerine bakmak ve okumak  ruha şifa  gibi gelir.

Karikatür seyretmeyi ve okumayı seviyorum  diyorum ya... Ben  galiba Cemal Nadir'in dediği gibi  karikatürü ne palyaçoluk, ne de göbek attıran, çeneleri ağırtan kahkaha olduğunu düşünüyorum. Karikatürü gene Cemal Nadir'in söylediği gibi  "insan beyninin muhtaç olduğu tebessüm ve düşünmeyi temin eden" önemli bir sanat olarak görüyorum. Tanıdığım pek çok  kişiye mizah dergilerinin ve çizgi romanların dili uzaktan kaba geliyor.  Oysa  sanıldığı  gibi değil. Mizah dergilerindeki karikatürlerin kimi zaman çizimleri ve dili  kaba ya da argo olsa da bilakis hayatımızın kabalığını inceltmeye yaradığını, farketmeye zorladığını ve alışılagelen durumlara karşı zaafiyetimizi kışkırttığını düşünüyorum. Bu nedenle bence  mizah dergilerine ve çizgi romanlara uzaktan bakmamak, mesafeli durmamak, ele alıp dokunmak gerekiyor. Sözlü ve sözsüz karikatürler hayatımızı daha yaşanası kılıyor. Ben karikatürü ve karikatürle uğraşanları seviyorum. Karikatürlere bakıyorum. Onları seyrediyorum. Okuyorum. Gülüyorum. Farkediyorum. Silkeleniyorum. Çivileniyorum. Ve şuramda, tam yüreğimde bir sızı hissediyorum. Ve ben bütün  bunları hissetmeyi seviyorum.

12.10.2010