31 Mayıs 2012 Perşembe

Başım Kendimle Fena Halde Belada...



"Devran olalım. 
Seyran olalım. 
 Hayran olalım."


Annem, anneannem ve dayım birer sene ara ile bu dünyadan göçtüler. Dayımın kızı Jale, Ankara'dan İzmit'e gelince, birlikte, İzmit'in sırtlarındaki Bağçeşme Kabristanı'na, göçen yakınlarımızı ziyarete gideriz. Dün sabah çalıştım.  Sonra sözleştiğimiz saatte, Jale'yi aldığım gibi kabristana doğru yola çıktım. Annem anneannemin  değil, babannemin yanında yatıyor. Sırayla büyükbabam, amcam, yengem, amcamın oğlu, büyükbabamın kızkardeşi Lukiye hala,  küçükken trafik kazasında ölen kardeşim hepsi bir aradalar. Arabadan indik. Başörtülerimizi başımıza geçirdik. Şahane bir ilkbahar ikindisiydi. Rüzgâr hafif hafif esiyor. Rüzgâr hafif hafif  estikçe, kabristandaki haşmetli ağaçların dalları usulca salınarak raks ediyor. Etrafıma baktım.  Burası, kasvetli, iç daraltıcı bir his geçirmiyor. Sadece hüzünlü bir ürperti iliklerimi titretiyor. Çocukluğumuzdan beri, kabristanlara gidip gelmeye alışkın olduğumuz için, adeta büyüklerimiz tarafından davet edilmişiz de, hasbihal etmeye gelmiş  gibiyiz. Korku duymuyoruz. Olduğumuz gibiyiz. Selam vererek yanlarına doğru yürüdük. Gülüşerek, ilkin anneme "Biz geldikkk!" diye seslendik. Annem, Jale'nin halası. Özellikle halasını ziyaret etmek istedi. Bu arada, annemin iki yanında uzanmakta olan diğer akrabalarıma, hasretle tüm  selam verdik. Arabamın arkasından katlanır tabureyi çıkardım. Annemin yancağızına kurup, bıraktım. Jale oturdu. Diğer yana, toprağa, elimdeki naylon torbayı serdim. Yere oturdum. Önce  dualarımızı ettik.  Sadece bizimkilere değil, tüm ölmüşlere gönderdik. Sonra Jale'yle annem, dayım, anneannemle ilgili muhabbet ettik. Kâh güldük, kâh hüzünlendik. Öleceğini bilerek yaşayan insanın, ölüm karşısındaki çaresizliğini bir kez daha hissettik. İstemeden doğmuştuk, gene istemeden ölecektik. Hayatın iki gerçeği doğum ve ölüm değil miydi? İkisinin arasını ise kendimiz dolduruyor, kendimiz anlam kazandırıyorduk. İşte... Bu kooocaaa kabristanda yatan binlerce insan, dün varlardı. Bugün yoklar. Kimbilir nelere üzüldüler, kimlere kızdılar, kimlere kırıldılar, dünya gailesi için kimbilir ne çok çalıştılar... Para... Mal... Araba... Eş... Evlat... Dost... Akraba... Koştur babam koştur...  Niye acaba? Ya dünyada olup bitenler? Bir yandan ölümsüzlüğü arayan insan... Düşünsene... Uzun yaşamak için biteviye  mücade vermek... Diğer yandan insanı, hayvanları, doğayı, dünyayı katleden de insan... Anlaşılacak gibi değil. Dünyada bilim, teknoloji gelişiyor. Tekrar tekrar kitaplar yazılıyor. Tecrübeler kazanılıyor. İyi ama insanın zalimliği acaba neden bitmiyor? O kadar eğitim alıyoruz, üniversiteler okuyor, masterlar, doktoralar yapıyoruz. İyi ama, insanı insan yapan özelliklerden nasıl bu kadar uzaklaşıyoruz? Vicdan, merhamet, şefkat duygularımız gün be gün neden azalıyor? Bilim neden savaşları, eziyetleri, cinayetleri bitirmiyor? Yunus Emre, "İlim, ilim bilmektir." diye başlayan sözlerine... Neden "İlim kendin bilmektir." diyen sözlerle devam ediyor? Bu sözleri öğrendiğimden beri başımın kendimle fena halde belada olduğunu söylemeliyim. Şimdi çıkmalıyım. Sonra devam edeceğim.



Mevsim İlkbahar Olmasına Rağmen, Havada Sonbahar Tadı Vardı.


Çok iyi hatırlıyorum. Geçen yıl, gene bu mevsimdi. Uyuyordum. Gecenin sabaha yakın saatlerinde, ben diyeyim rüzgâr sen de fırtına… Of! Yetmedi… Üzerine patır patır çakan şimşek sesi… Uzaklarda bir yere yıldırım düşmüştü belki. Uyandım. Önce uykulu gözlerle yatakta usulca oturdum. Bir süre dışarıdan gelen uğultuları dinledim. Sonra dayanamadım kalktım. Ayaklarımı sürüye sürüye yürüdüm. Balkon kapısını açtım. Usulca kafamı dışarıya uzattım. Ortalık alacakaranlıktı. Sadece apartmanın bitimindeki lamba, ürkek ışığıyla sokağı aydınlatmaktaydı. İşte o anda…Sert esintiyle ağaçların ileri geri sallandığı, yaprakların adeta hüzünlü bir denizci türküsü söylermiş gibi hışırdadığı o loş ışıklı ortamda, birdenbire o tuhaf ağacı gördüm. Normalde dikkatimi çekeceğini düşünmüyorum. Günde kimbilir kaç kez önünden arabama biniyor ya da iniyordum. Gerçekten o ana kadar hiç fark etmemiştim. Mevsim ilkbahar olmasına rağmen, havada  sonbahar tadı vardı. Evet, evet. Görüntü resmen sonbaharken, sıcaklık ise sadece mevsim normallerinin azıcık altındaydı. Öyle işte… Bahçedeki bütün ağaçlar tepeden tırnağa yaprağa bürünmüşlerken, o koca gövdeli, tuhaf görünüşlü ağacın ise dallarından birinde, bir tanecik yaprağı vardı. Tüm yaprakları dökülmüş de tek yaprağı kalmış olamaz. Hayır. Belki kökleri çürümüş yaşlı bir ağaç idi. Bitkin, ve yorgun bir hali vardı çünkü. Bu ilkbaharda didine uğraşa, belki tek yaprağına öz suyunu ulaştırabilmişti. Son eseri. Kim bilir? Gecenin o saatinde hayal çarklarım dönmeye başlamıştı gene. Birden içimi bir ürperti doldurdu. Acaba bu tek yaprağı benden başka gören kimse var mı diye etrafıma bakındım? Ya varsa? Hele hele o gören kişi… Ah! Ya hastaysa?


Biliyorum diyorsun ki “Bu anlattığın tek yapraklı ağacın ne ilgisi var herhangi bir hastayla?” Of! Sana bir şey söyleyeyim mi, öykü seven biri, üzerine benim gibi hayalciyse hele… Anlasana durumu fecidir… Feci… Şimdi güzelim ilkbahar gecesinin o vaktinde... Seyre daldığım o loş sonbahar atmosferi içinde... Bu tek yaprağı kalmış ağacı görünce, bil bakalım aklıma ne geldi ? Bilmiyorum okumuş muydun daha önce? O. Henry’nin Son Yaprak adlı öyküsü… Şahanedir gerçekten. Bak şimdi. Şöyle bir hikaye… İki ressam kız, genellikle ressamların yaşadığı bir mahallede bir daire kiralarlar. Birlikte oturmaya ve stüdyoya çevirdikleri evlerinde resimlerini yapmaya başlarlar. Ne yazık ki beş altı ay sonra çevrede zatürre salgını başlar. Kızlardan biri zatürre olur. Bir türlü iyileşip toparlanamayınca, kız iyileşeceğinden ümidini keser, kendisini iyice ölmeye bırakır. Doktor en son muayene ettiğinde kızın yaşama şansının çok düşük olduğunu, çünkü kızın kendinden umudunu çoktan kesmiş olduğunu söyler. Arkadaşı üzülür ve çok ağlar. Hiçbir şey belli etmez. Yalnız bırakmamak için hasta kızın yattığı odaya resim yapmaya girer. Odayı aydınlatan pencere evin avlusuna bakmaktadır. Fırtınayla karışık sonbahar rüzgârı dışarıdaki yaprakları dökük ağacı sallamaktadır. Hasta arkadaşı arada bir kafası kaldırıp dışarıya bakmakta ve her kafasını gerisingeri yastığa koyduğunda bir sayı fısıldamaktadır. Arkadaşı merak eder. Sorar. Hasta kız ağacın üzerindeki kalan yaprakları saydığını, son yaprak düşünce öleceğini bildiğini söyler. "Dört yaprak!" Arkadaşı bu anlamasız düşünceden vazgeçirmek için ne dese hasta kızı ikna edemez. Elindeki resmi gösterir. “Bu resmi yetiştirip parasını hemen almam lazım. Sen camdan baktıkça ilgim dağılıyor. Bana son bir söz ver. Ben resmimi bitirene kadar gözlerini açma.” der. Hasta kız arkadaşını kırmaz, gözlerini kapar.


Ressam kız çizeceği resme başlamadan önce, alt katta yaşayan yaşlı ressamı modellik yapması için çağırmaya gider. Bu yaşlı ressam yıllardır resim yaptığı halde, bir türlü başarılı resimler yapamamış, yoksul biridir. Arada para kazanmak için genç ressamlara modellik etmektedir. Kızın hasta arkadaşı hakkında anlattığı ağaçtaki son yaprak hikayesine çok şaşırır. Birlikte yukarıya çıkarlar. Hasta kız gözlerini kapatınca uykuya dalmıştır. Camdan dışarıya bakarlar. Ağaçta bir tane yaprak kalmıştır. İçleri korkuyla dolar. Çünkü feci fırtına vardır. Perdeyi çekerler. Yaşlı ressam modelliğini yapar. Evine gider. Kız resmini tamamlar. Yorgundur zaten. Olduğu yerde uyur kalır. Sabah hasta arkadaşının perdeyi açmasını söylemesiyle uyanır. Ümitsizce perdeyi açar. İnanamazlar gözlerine. Ağaçtaki son yaprak dalda sağlamca durmaktadır. O gün fırtına ve sert rüzgâr olmasına rağmen yaprak yerinden düşmez. Ertesi gün de düşmeyince hasta kızın morali düzelir. Kendini toparlamaya başlar. Doktor muayene ettiğinde şaşırır bu hızlı düzelmeye, dinlenip iyi beslenirse kesin iyileşeceğini, alt kattaki yaşlı ressamın ise aynı durumda olmasına rağmen zatürreden öldüğünü söyler. Yaşlı ressamın hastalığı ancak iki gün sürmüştür. Daha sonra öğrenirler ki hasta kızın morali bozulmasın diye evde bir ağaç yaprağı çizip hazırlamış, o fırtınalı ve soğuk havada gidip ağaca asmıştır. Çok ıslanıp üşüyünce yaşlı bünyesi dayanamamış ve ölmüştür. O kadar fırtınaya rağmen ağacın dalından düşmeyen ve hasta kıza ümit veren ağaçtaki son yaprak yaşlı ressamın en son ve en başarılı eseridir.


Tipik bir O’ Henry öyküsü diyorsun değil mi? Evet öyle… Bu öykü resim sanatını anlatan en dokunaklı öykülerden biri diye geçer edebiyat literatürüne… Severim ne yalan söyleyeyim. İşte tek yapraklı kurumakta olan o ağacı görünce, gecenin o saatinde hafızam bu öyküyü çıkartıp koymuştu önüme… Önce inşallah çevremizde hasta kimse yoktur diye dua etmiştim. Sonra pencereyi kapatıp... Anne sözü dinler gibi masum… Ayaklarımı sürüye sürüye, uykuya dalmaya gitmiştim.

Bu gece aynı şey oldu. Mevsim ilkbahar olmasına rağmen, havada sonbahar tadı vardı.   Uyuyamadım. Az önce ayağa kalktım. Balkon kapısını açtım. Usulca kafamı dışarıya uzattım. Ortalık alacakaranlıktı. Sadece apartmanın bitimindeki lamba, ürkek ışığıyla sokağı aydınlatmaktaydı. İşte o anda…  Birdenbire gene o tuhaf ağacı gördüm.  O ağaç gerçek miydi? Yoksa hayalimin bir eseri miydi? Bilemedim. Şşşttt!... Dinle.... Az önce hüzünlü bir denizci türküsü söylermiş gibi, yaprakların hışırtısını işittim...  Öykü aklıma geldi... "İnşallah hasta kimse yoktur" diye, sessizce dua ettim.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Kahve Molası - Ve Müzik Ve Kitap Ve Sevinmek



Az önce kahve molası verdim. Elimdeki kahveyi kokladım. Misss... Sırtımı koltuğa dayadım. Gözlerimi kapadım. Bilgisayarımdaki ses İspanyolca bir şarkı söylüyor. Nefiss... Anlamıyorum. İlla anlamam gerekmiyor diye düşünüyorum. Besame Mucho… Şarkıcı kendi tarzıyla söylüyor. Hoşlanıyorum. Kimbilir ne anlama geliyor? Bilmiyorum. Andrea Bocelli’nin sesinden müzik dinlemeyi seviyorum. Önümdeki pencere açık. Tatlı tatlı esen ılık bahar rüzgârı tülü sanki melodinin ritminde dalgalandırıyor.  Müzik anlamadığım şarkı sözleriyle kulağımdan  yüreğime doğru süzüldü. Başımı döndürüyor. Dinledikçe bu müzik, şu anda yaşadığım coğrafyadan bambaşka bir yere geçivermenin heyecanını içime dolduruyor. Seviniyorum.


Çalışma masamın üzerindeki kitapların kapak resimlerine bakıyorum. “Zarfa değil mazrufa bak” diyenlerden değilim.  Küçümseneceğimi bilsem bile suçluluk duymuyorum. Ne yapayım? Okumayı sevdiğimden beri güzel kabı olan kitaplara düşkünüm. Kitapçılarda kitaplardan önce kaplarını seyrediyorum. Bazıları o kadar çekici ki! Dokumak  istiyorum. Tutamıyorum kendimi… Elime alıyorum. Bilmediğim bir yüz gibi… Özenle hazırlanmış bir kitap kabı  yeni insanlar tanıyacağımı müjdeliyor… Seviniyorum.


Bu hafta benim için deneme kitapları şenliği oldu. Kitaplığı düzenlemeye çalışırken, son yıllarda sahaflardan ne kadar çok deneme kitabı toparladığımı farkettim. Edebiyat öncelikle  roman, öykü, şiir kitaplarını  akla getiriyor.  Ben öykücüyüm. Her türlü öykü kitabına gönül kapım sonuna kadar açık. Farklı yazarların öykülerini okumak, yeni öykü tatlarını keşfetmek beni cezbediyor. Şiir kitaplarını okumayı çok seviyorum. Büyüleyici bir dünya o… Hâlis edebiyat lezzeti veriyor. Roman ise edebiyatın daima temkinli araladığım bir alanı olmuştur. Romanı ziyadesiyle önemsiyorum. Gerçek romanın dehşet haz verdiğini çok iyi biliyorum. Bilmediğim her romana dalamam. Romanda seçiciyim.  Ama deneme kitaplarına var ya… Bayılırım. Kısmetime ne denk gelirse diyerek, kendimi bahtımın rüzgârına bırakabilirim. Deneme kitaplarında düşünmeden daldan dala konabilirim. Her türlü deneme kitabından bal alabilirim. Hercaiyim. 

Dün kitaplarımı toparlarken  Enis Batur’a ait kitaplarımın fazlalığı şaşırttı beni. Bencileyin birine Enis Batur’un yazdıkları anlaşılmaz hatta ulaşılmaz gelmeliydi. Galiba elime bir deneme kitabını aldığımda, Enis Batur’un birinci ligin en büyük takımının en mâhir oyuncularından biri olduğunu peşinen kabul ediyorum. Ben ise karşısında dostluk maçı yapan iyi bir Anadolu takımının çaylak, hevesli bir oyuncusu gibiyim. İtiraf etmeliyim ki sahada feci çalımlar atıyor bana. Feleğimi şaşırtıyor. Gene de onunla paslaşmayı seviyorum. Her yeni kitabını okuduğumda çalımlarını daha kolay aştığımı, paslaşmayı geliştirdiğimi hissediyorum. Seviniyorum.

Müzik, edebiyat… Yani sanat…  Herkes sanatçı olamaz. Kabul ediyorum. Sanat yapmak elimden gelmiyor. Gene de sanattan haz alabilen bir bünyeye sahip olduğum için Yaradan'a şükrediyorum. Sanat sayesinde duygularımın  sonsuz muhtelifliğini sezmek  insanlaştığımı düşündürüyor. Seviniyorum. Kahve molam bitti. İşe dönüyorum. 

Beautiful Tango'yu Dinleyesim Geldi.

 


29 Mayıs 2012 Salı

İnsan Kalma Alıştırmaları Ve Maymun Kalbi


Of! İnan üşendim. Kusura bakma ama gugıla sormak niyetinde değilim. Bak şimdi... Aklımda şöyle kalmış. Tam tarih veremeyeceğim ama epeyce zaman önce...  Diyebilirim ki neredeyse evvel zaman içinde...  Dr. Bernard adındaki bir bilim adamı, bir şempanze kalbini bir insana takmış diye duymuştum. Hey! Kalp tıkır tıkır işlemiş biliyor musun? Gerçekten çalışmış... Dünya sevinçten ayağa kalkmış. Heyhat! Bir kaç gün sonra kalp duruvermiş. Bütün hevesler havaya gitmiş. O zamandan bu zamana hayvan organları insanlara takılır ve ve tıkır tıkır kullanılır oldu mu bilmiyorum. Sadece acaba o şempanze kalbi takılan adam şempanze gibi hisseder miydi onu  düşünüyorum.  Acaba insanlar ona "maymun kalpli adam" derler miydi?  Adam zamanla şempazeye döner miydi? Bunu bilmek istiyorum. 


Diyeceksin ki "Şimdi bunlar nereden aklına geldi?" Geçen hafta Maymunlar Cehennemi Başlangıç adlı filme gitmiştim. Filmde maymunlar denek olarak kullanılıyordu. Özellikle  alzheimer hastalarını iyileştirmek için geliştirilen ilaçlar maymunlar üzerinde deneniyordu. Bu ilaçlar maymunların zekasında beklenmedik gelişme sağlıyordu. Maymunlar insan gibi davranmaya başlıyordu. İşte o filmi seyredince acaba şempanze kalbi takılan adam yaşasaydı bir süre sonra şempazeleşir miydi diye düşündüm. Nasıl hissederdi ki kendini?  Franz Kafka'nın Değişim adlı hikayesindeki  kendini sabah uyandığında bir hamam böceği sanan adam gibi olur muydu?

 
Gerçekten değil de ne bileyim ruhsal olarak filan... İnsan kalbi maymun kalbiyle yer değiştirince başkalaşır mıydı? Kalp dediğimiz organ nasıl çalışır acaba? Maymuna  ait bir kalp bir insana geçince ormanda yaşayıp öğrendiği maymunca duygular, davranışlar  insana geçer miydi? Bilim adına maymunlara yapılan işkenceleri bu filmde seyredip, iliklerime kadar maymunların  acılarını yüreğimde hissedince tuhaf oldum. İnsan zekası doğanın dengelerini nasıl bozuyor diye düşündüm.  Dünyada açlık, yoksulluk, savaş  kol geziyor. Binlerce yıldır çözülmeyen bu büyük sorunlar, günümüzde halen sorun olmaya devam ediyor. Bir yandan insanı yaşatalım diye hayvan organlarını çıkar insana tak, diğer yandan bombalar icat et insanların tepelerinden at. Aklım sırrım ermiyor. Ne bileyim filmi seyredince bunlar aklıma geldi… İnsan olmak böyle bir şey mi diye düşündüm. Hımm.. Bunları düşündüm de fena mı ettim? Ne bileyim... Kafam karıştı gene... Böyle işte.
 
2011

Yaşasın! Sigortacılık Haftası Etkinlikleri Başladı.


 
Sigorta Acenteleri Derneğinin (SAB), ‘Sigortacılık Haftası’ kapsamında düzenlemiş olduğu ‘Karagöz Sigortalandı’ gösterisi 30 Mayıs Çarşamba günü saat 20.00’de Kadıköy Belediyesi işbirliğinde, Kadıköy Özgürlük Parkında gerçekleştirilecektir. UNESCO tarafından 2009 yılında ‘Somut Olmayan Kültür Mirasları’ arasında kabul edilen ‘Karagöz ve Hacivat’ gölge oyununu sigortacılıkla bağdaştırarak halkımıza sunulacaktır. Hayali Hasan Hüseyin Karabağ tarafından sahnelenecek gösteri ile amaçlanan, kültürel miraslarımızı sahiplenmek, sigortacılık haftası ile birleştirerek kamuoyu gündeminde tutmak ve yeni nesillere tanıtılmasını sağlamaktır.

Sigortacılık Haftası boyunca farklı mekanlarda yapılacak etkinliklerimizden biri olan, “Karagöz Sigortalandı” gösterisine çocuklarınızla  katılımınızdan onur duyacağız.
Saygılarımızla,
   Genel Sekreter                     Yönetim Kurulu Başkanı       
                  Selahtin BÖLÜKBAŞ                             Ayşe KILIÇ     
               

Bu Gece Rüyamda Kimbilir Gene Ben Neyim?


Uyudum. Ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamadan... Ansızın... İskelenin ucunda oturuyormuşum gibi... İki elim iki yanımda iskelenin tahtalarını tutuyormuş gibi... Kendimi usulca ileriye itip, iskeleden suya "cuup" diye atlıyormuşum gibi... Uykuya daldım. Peki rüyalar alemine girmeyi böyle kolay başarabilecek miyim? Kaç türlü girilir ki rüyalardan içeri? 
  
"1- İşte! Bir zambağın özsuyunun içilişi gibi
 2- Süt emer gibi memeden 
Bütün renklerin ve bütün kokuların bir anda bilinişi
3- Dibini kazıyor alanlar: dünyanın iç çekişi"

Edip Cansever Ben Ruhi Bey Nasılım? adlı şiirinde böyle böyle giriyordu anılardan içeri, ben de böyle girebilirdim belki rüyalardan içeri... Girdim!  Nerdeyim peki? Edip Cansever de "Nerdeyim?" diye sorar bu eşsiz şiirinde... Ve devam eder...
 

" Kelebeklerden dokunuşlar alan bir 
yaprak gibi inceyim.
Para bozduranların az çok bildiği
Adres soranların gene bildiği
Bir sokakta bir aşağı bir yukarı
Saatlerce dolaşanların hemen bildiği
Amansız bir güceniğim. "

Rüyalar muamma bir dünya... Belki bu gece rüyamda ben bir erkeğim. Belki Edip Cansever'in anlattığı Ruhi Bey'im... Açılın rüyalar alemi... Az sonra geleceğim... Hey!.. Bu gece rüyamda kimbilir gene ben neyim?


Not: Bu müthiş çizimleri Cem Uygun'un, Felibeli Ahmet'in  Amâk-ı Hayal adlı kitabı için çizdiği karelerden alıntıladım. Bu çizgi romanın bitip yayımlanması için, kaç yıldır duacıyım.


2011

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Uzun Hikâye...



Uzun zamandır dalgın bakıyordun dünyaya.
Anlat, dediler.
Anlatamam, uzun hikâye, dedin.

Murat Özyaşar / Ayna Çarpması


27 Mayıs 2012 Pazar

Zagor - Kahve Muhabbetleri ve En İnsani Hayret Halleri


 
 
 
 
 

Bu çizgi roman kareleri Zagor'un Batı Yolu mecerasının en sevdiğim kareleri. Bakmaya doyamam. Niye biliyor musun? Bir kere kahve muhabbeti var. Sonraaa... Hayret etmeyi, hayret ettirmeyi çok sevdiğim gibi; hayret edenleri seyretmeye de bayılırım ne yalan söyleyeyim. Ayrıca şu erkek hallerine ne diyeceksin? Ne olur her bir kareye dikkatle bak olur mu?  Kaç kere okudum, kaç kere seyrettim bu kareleri... Her defasında o kadar gülüyorum ki anlatamam. Of... Zagor'u sahiden seviyorum. Haa.. Kızların adlarını da yazmalıyım. Raşel ve Sara... Evlilik lafını duyunca... Zagor'u soğuk espri rüzgârı öyle bi çarpıyor  olmalı ki... Binlerce kasırga aşkına!.. Baksana yaz gecesi durup dururken hapşırıyor:)) Harikaa!
 
 

Hey! Ne Güzel! Elmadan Kurt Çıktı. Ama, Elma Kurdu Bana Çok Kızdı:)



"Kabuğunu koparmadan,
ne bir elmayı soyabildim, 
ne de iyileştirebildim bir yaramı..

Ama karşıma çıkınca, kızmadım hiç elma kurduna,
bendim çünkü bıçağı saplayan onun yurduna."

Sunay Akın


Dünyada Bulunmanın Bahaneleri...



Sabahattin Ali'nin o güzelim şiirini bilirsin. İlla bilirsin. Nükhet Duru söylerdi bir vakitler hani... Dilimizden düşmezdi. O vakitler ömrün toy saatleri... Birhan Keskin der ya...  "İçimin de dışımın da olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı... Şimdilik, dünya geniş ve ılıktı... Biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik." Sanırım aynen böyleydim işte. İnsanî acılarından habersiz. "Nerde o başı dağlı, aşkı leyla?" ya da mecnun durumum... Yoktu henüz...  "Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza... Dünyada bulunmanın bahaneleri" der Birhan Keskin... Henüz hepsinden habersizdim. Şimdi düşünüyorum sanırım anlattığım gibiydim.  Evet, evet... Öyleydim. İnsan olan yerlerim henüz acımıyordu. Metin Üstündağ'ın dediği gibi taksimetrem henüz pişmanlıklar yazmıyordu. Yaşadıkça "hep cız oluyor bir tarafım hep uf" vaziyetlerini henüz bilmiyordum. Etrafımda sevdiklerim vardı. Mutlu olduğum bir ortamda yaşıyordum. İyi ama, bütün bu güzelliklerin ortasında, tuhaf bir his yüreğimde yeşermişti. Edip Cansever der ya hani... "Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda... Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi..." O duygumu nasıl anlatacağımı inan bilmiyorum. Tuhaf bir his... Sadece o yaşlarda kalsa iyi... Bitmedi... Yaşam boyu zaman zaman görüyorum ben o iniltiyi... Mutsuzlukla ilgisi yok anlatabiliyor muyum? Bilakis mutluyken daha fazla biliyorum. Şaşırtıcı bir his. Sahiden suyun tuzda yanması gibi... İçin için mânâsız bir efkâr hali... Dışardan kimsenin farkedemediği bir sessizliğin içimi ve dışımı kaplaması...   Gene bir şiirle,  Edip Cansever'in dizeleriyle ifade edebilirim belki.  "Ne peki? Yere dökülen bir un sessizliği mi? Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi? İşini bitirmiş bir org tamircisinin... Tuşlarından birine dokunacakkenki... Dikkati mi tedirginliği mi... " Bilmiyorum. Acaba Sabahattin Ali'nin o güzelim şiirinde yazdığı dizeler hislerimin tam tercümesi olabilir mi? "Beni en mutlu günümde... Sebepsiz bir keder alır...... Anlayamam kederimi... Bir ateş yakar derimi... İçim dar bulur yerimi... " Acaba şair aynı hislerle mi yazdı bu şiiri? Diyor ya... "Ne kış, ne yazı isterim... Ne bir dost yüzü isterim... Hafif bir sızı isterim..." Bilmiyorum... Yıllardır çözemediğim bir bilmece sanki... Acaba şiirlere ve şairlere meftûn olmam içimdeki tanıyamadığım bu his sebebiyle mi? Şiir yazmaktan korkuyor olmam... Gene de şiir okumadan duramamam... Şiirden etkilenen bir bünyeye sahip olmam...  Bazı şiirlerin başımı döndürmesi... Ayağımı yerden kesmesi... Kolaylıkla şiir çarpmasına uğruyor olmam yani... Acaba bu tuhaf his sebebiyle mi? Niye böyleyim? Cevap yok! Gene Edip Cansever'in dizelerine sığınarak bitireceğim yazımı.... "Büyük bahçelerin küçük içinde... Saksılardan birinde... Gördüm de... Uyurken uyandırılmış gibi... Beni bir sardunya büyüttü belki." Evet... Evet... Beni bir sardunya büyüttü belki. 

O şarkı burada...


2011

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Hasbihal - Güle Güle Orhan Boran


Bazan Hayal Kahvem'de yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Mis gibi kokan kahveler ellerimizde mesela. Ben büyük battal koltukta oturuyorum, ayaklarımı toplamışım altıma... Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam. Muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinlemek için bekliyorsun. Bugün eski günlerden bahsetmek, taa çocukluğuma dönmek istiyorum. Paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri geliyor aklıma. Sen neden bu kadar suskunum diye bana bakıyorsun. Usulca başlıyorum konuşmaya..
 

"Son günlerde televizyon seyretmez oldum." diyorum. "Galiba bu sıralar kitaplara ve filmlere daldım. Televizyon seyretmeyi unuttum. İnan ki hangi programlar olduğunu bile bilmiyorum. Şimdi televizyona yüz vermiyorum ama, tabirimi uygun gör lütfen, bir zamanlar gül dökerdim yollarına. Ben radyo zamanı çocuğuyum. Gözümle görmez sadece dinlerdim. Dinlediklerimi de hayal ederdim tabii. Hele benim gibi biri için, hayal etmekten daha şahane ne olabilirdi ki? Radyo benim için, adeta düşler ülkesiydi." diye konuya çok gerilerden başlıyorum. Başını onaylarak sallıyorsun. Durup dururken nerden açtım radyo zamanını diye meraklı gözlerle bana bakıyorsun.


"Ah!.. Orhan Boran'ın  bir programı vardı. Hiç kaçırmazdım. Orhan Boran radyodan dinlediğim, hayalimde canlandırmaya çalıştığım kişilerden biriydi. "Leyleğin ömrü laklakla geçer" derdi. O düzgün Türkçe'si ve billur sesiyle radyo başında bizleri büyülerdi. Orhan Boran 1928 doğumluymuş. Önce radyo, sonra televizyon sunuculuğu yapmış, gece kulüplerinde Ayaküstü Gırgırı adıyla memleketimizde ilk stand-up gösterilerini başlatan, bizim zamanımızın en büyük mizah ustasıdır. Bilir misin, ünlü mizahçının Leyleğin Ömrü diye bir de anı kitabı vardır. " diyorum. Sanırım sen de bir şeyler söylemek istiyorsun. Konuşturmuyorum seni. Kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum.


"Orhan Boran, İngiltere'de çalışırken, bant kaydı, zaman kazanmak için bir an hızlı geçilince, konuşma seslerinin hızlı çıkması stüdyoda bulunan İngilizleri güldürmüş. Bu olaydan sonra aynı uygulamayı memlekette de yapmaya karar vermiş. Bir pazar sabahı İstanbul Radyosu'nda Yuki adıyla, yeni bir seslendirme yapmaya başlamış. Yuki, Orhan Boran'ın hızla dönen banttan çıktığı sesiymiş aslında ama ben dinlerken o zamanlar radyoda, onları iki ayrı kişi zannederdim. Programının adı "Orhan Boran ve Yuki"ydi. Yuki'nin sesi bir garip çıkardı. Çocuk gibi ama bilmiş biri. Ne olduğunu anlayamazdım. Orhan Boran'la sohbet ederler, günlük sorunlar ve olaylardan bahsederlerdi. Bazen Yuki şakalarının ölçüsünü kaçırırdı. O durumda güya Orhan Boran'dan bir dayak yer ve "Viiikk!" diye bir çığlık atardı. Okadar hoşuma gider ki bu muhabbetler. Nasıl misal versem yeni nesile. Hani şimdilerde Nihat Sırdar'ın da var radyoda buna benzer bir programı.. Nihat 'la Sivrisinek diye. Ona benzer. Karşılıklı konuşma, atışma durumları, keyifli muhabbetler." Gülümsüyorsun. Ben de gülümsüyorum. Durmaksızın anlatmaya devam ediyorum.


"Daha sonra Yuki tiplemesi rahmetli Altan Erbulak tarafından tavşana benzer yada sincap gibi bir yaratık olarak hayal edilip çizilince, Yuki'nin neye benzediği gözümde canlanmıştı. Yuki: "Geçtim aynanın karşısına, elimde makas ve tarak. "der. Orhan Boran: "Sincap bozması hayvanın ne işi olur aynayla tarakla?" diye sorar. Yuki: "Sen sincap bozması hayvanı konuşturuyorsun, biz bi şi diyo muyuz?" diye cevap verir. Yuki hazır cevap, kurnaz, lafın altında kalmayan bir yaratıktır. Orhan Boran ve Yuki, ince esprileri, olağanüstü şov gücü, Orhan Boran'ın kendine has ses tonu ve inanılmaz güzel Türkçe'siyle benim zamanımın en komik, en eğlenceli radyo programlarından biriydi. Orhan Boran, Yuki'nin dışında kayınbiraderi ve kayınvaldesini de tipleme olarak gözümüzde canlandırır, onlarla ilgili komik hikayeler anlatırdı." diyorum. Yüreğimin titrediğini hissediyorum. Sesime akort yapıp anlatmaya devam ediyorum. İlgiyle dinliyorsun. "Misal, şöyle..." diyorum. "Bizden iyi olmasın ama dünyalar tatlısı bir kaynanası vardır. Muhteşem bir insandır ve birbirlerini çok severler. Kaynana biraz kiloludur. Yolda yürürken kalçası elbisenin içinde öyle sallanır öyle sallanır ki bir çarşafın içinde iki çocuk kavga ediyor sanır görenler. Öyle anlatırdı. Anlatılanlar doğal, samimi yapılınca seviyesinden birşey yitirmez, başkaları anlatsa hoşumuza gitmeyecek durumlar onun dilinde mükemmel anlatılar olup çıkardı. Ne günlerdi!" Gülüyorsun. Sonraa... Diyorum ki... "Hani yaşıyorken, belki az önce yanındayken, ölüveren nasıl denir hani göçüp gidiveren insanlar var ya öbür dünyaya... İnanamıyorum!" diyorum sana.. Sanki bir abra kadabra! Varken... Hooop! Yok oluyor! Ne acaip bir numara! Düşünsene insan nasıl çaresizce derin bir acı hissediyor... Bir de yaşarken ölecekmiş gibi hiç gelmiyor... İnsanın yakınlarını kaybetmesi içinde derin bir boşluk bırakıyor. Ya bir de o seni hiç tanımazken, senin hayatında iz bırakmış kişiler? Ne diyorsun mesela "Orhan Boran'a?" diyorum... Şaşırıyorsun. Gözlerini açıp... "Ne olmuş Orhan Boran'a?" diyorsun. Hayret ediyorum bu soruna... Yerimde doğruluyorum. Ayağım yere değiyor. "Ölmüüüş!" diyorum fısıldarcasına... Sanki içimdeki boşluktan serin bir rüzgar esiyor... Diyorum ki: " Daha yaz  gelmediği halde hava çok sıcak. Gene de içim üşüdü birden. Neden acaba?"

25 Mayıs 2012 Cuma

Tam Uçurtma Olma Vakti


"Ömründe bir kere olsun uçanlar
 Bir daha yeryüzüne dönmemeli."

Attila İlhan

Haftanın son iş günü. İlkbahar ikindisi vakti. Kaçtım ofisten. Dağlara doğru kırdım direksiyonu. Arabamı patika yolun kenarına park ettim. Haybeye söylememiş Orhan Veli... "Hava bedava... Bulut bedava... Dere tepe bedava." Havayı içime çeke çeke yürüdüm ben. Yürüdükçe bulutları seyrettim.  Bugün bulutları farkettin mi bilmem? Tertemiz pamuk gibi, öyle şahaneydiler! Tam hayallerime dalmış yürürken... Nasıl afacan, oynak bir rüzgâr çıktı, anlatamam. Aklımı aldı. Sessizdi ortalık...  Sütliman... Sadece yaprakların hışırtısı vardı. Onu gördüm. Bir küçük kuş. Kanatlarını yaymış, özgürce uçuyordu. Durdum. El sallayıp, selamladım. Yüreğim dalgalandı. O an kuş olmak istemedim de... Bir uçurtma olmanın hayalini kurdum. Düşünsene... Minik bir çocuğun  avucundaki ipin ucunda, buluttan buluta salınan bir uçurtma olsam...  Bazan tüm yaramazlığımla dalgalansam gökyüzünde, o minik bedeni,  ordan oraya ter içinde  peşimden koştursam...  Bazan   dalgın dalgın dursam olduğum yerde, çimlerde usulca oturmasını sağlasam. Uçmanın baştan çıkarıcı hayalini kurdursam.  Sanırım çocukluğunda uçurtma uçurduysa insan, uçmanın dayanılmaz lezzetini unutamıyor. Bunları düşününce, yüreğime bir hüzün çöreklendi. Aklıma Nurullah Ataç geldi.  Çocukluğunda hiç uçurtma uçurtmamış çünkü. Bir kitabında okumuştum. Annesi uçurtma uçurmasına izin vermezmiş. Beş taş oynamasına bile izin vermezmiş. Bunu öğrendiğimde o kadar üzümüştüm ki anlatamam. Annesi öldüğünde çok ağlamış elbette. Öte yandan uçurtma uçurabileceğini düşündüğü için sevinmiş. Çocukluk işte... Sonra bir gün kocaman bir uçurtma yapmışlar arkadaşlarıyla... Çok güzel bir şeymiş. Uçurtma havalanmış... Havalanmış...  Salınmış gökyüzünde... Babası farketmiş. "Annen olsaydı izin vermezdi. Uçuramazsın." demiş. Unutamamış o uçurtmayı Nurullah Ataç. Uçurtma sevdasını yüreğine gizlemiş. Bir gün kendisine karışacak kimse kalmamış hayatta... Ama... Bu kez yazar uçurtma uçuracak yaşı çoktan geçmiş. Ne fena!... Şimdi bu yazıyı yazdım ya... Hüznüm dağıldı sanki. Çocuklarına uçurtma uçurtmayı, sokakta oynamayı yasaklayan aileler, Nurullah Ataç'ın gerçek hikayesini okurlar... Çocuklarıyla uçurtma yaparlar.... Uçmanın keyfine varırlar belki. Çünkü Mayıs ayındayız ya... Durulur mu? Tam uçurtma olma vakti:)


Denesem Becerebilir Miyim Ki?

 
Bazan öyle bir yazı yazmalıyım ki... Şahane... Şöyle fiyakalı olmalı... Öyle ki... Rüzgar Gibi Geçti filmindeki Clark Gable misali, bakışlarıyla okura caka satmalı. Bazan okundukça her kelimesinden şakır şakır muhabbet akmalı. 


 
Kimi zaman yazım "Bir insanı sevmekle başlar her şey" cümlesi ile başlamalı da bu cümle okuyana Sait Faik'i anımsatmalı. 


 
Ya da belki yazdığım yazı Müjde Ar'ın İsmet, Ayşen Gruda'nın Fikret rolünde oynadığı Gülen Gözler'in komikliğinde olmalı. Evet… Evet… Komik olmalı yazım, komik... Okuyanı kahkahadan yerden yere atmalı. 


Ya da ne bileyim, kimi zaman Neşeli Günler filmindeki Adile Naşit ve Münir Özkul'un o muazzam inatçılıklarını hatırlatmalı... Okuyanı dudak kenarından hafiften gülümsetmeli. 


Durun, durun! Bazan öyle bir yazı yazmalıyım ki, denize düşen taş gibi "tııpp!" diye ses çıkartmalı. Taşın suyun yüzeyini halka halka dalgalandırması gibi, yazdığım yazı kimi zaman okuyanın yüreğini hafiften dalgalandırmalı. 


 
 Ya da öyle bir yazı yazabilsem ki keşke, okuyanı çarpsa, silkelese, acıtsa, darmandağın etse. 


 
Yok yok... Olmaz... Ilık ılık damlasa kelimeler... Yumuşacık damlalar halinde gönülden gönüle akabilse.  Keşke yazdığım kimi yazılar koku geçirebilse...  Okuyunca mis gibi kahve kokusu gelse.

Kimi zaman yazım okundukça gökyüzü öyle yakın hissedilmeli ki, hani bilirsin ya sanki elini uzatsan dokunacakmışsın gibi. 


Bazan kelimelerim efsunlu olmalı efsunlu... Gizemli ve sıradışı olmalı belki. Okuyanı tılsımıyla büyülemeli. 


 
 Bazan yazım öyle bir sus pus etmeli ki okuyanı, okurun beyninin içinde çıt çıkmamasını becerebilmeli. Yazıma tam manasıyla odaklansın diye, işitme organının kapılarını sıkıca kilitlemeli. Hatta kilidi mühürlemeli belki. 


Ahh! O harfler, heceler, kelimeler, cümleler ve hatta noktalamayı sağlayan işaretler... Kimi zaman öyle bir düzende yan yana gelmeli ki, yazı ile okurun gönlü arasında bir köprü oluşturmalı. Bazan yazılarım sevgiyle başlamalı, gizemli bir romantizmle devam etmeli. Sonunda latif bir kelime olan aşkla bitmeli sözgelimi. Ama mutlaka içine bir nebze hüzün katmalı. 


 
Bazan cümlelerim hakikatleri asla anlatmamalı. Tamamiyle hayal aleminin mecrasına akmalı. Akıldışı, ürpertici ve tekinsiz olmalı... Gökte dolunay varmışcasına, yazılarımı sırlı bir gece aydınlatmalı. 


Bazan bir gölge ben yazdıkça, ardımdan süratle ve sinsice kovalamalı... Bu haldeyken yazdığım kelimeler, peşinden bir atlı takip edercesine, okuyanı nefes nefese bırakmalı. 


Kimi zaman yazdığım yazı dizlerimin üzerine düşürebilmeli beni. Bu durumda yazdığım cümlelerimi okuyan biri,  çığlık çığlığa bağırabilmeli. 

 
Kimi zaman öyle dokunaklı yazılar yazabilmeliyim ki, okuyanı hıçkıra hıçkıra ağlatabilmeli. 


Acaba mümkün olur mu ki? Öyle bir yazı yazabilmeliyim ki sözgelimi… Yazımı okuyan “Bir gün bu yazıyı okudum ve bütün hayatım değişti,” diyebilmeli! Denesem... Acaba yazabilir miyim öyle etkilisini?