30 Haziran 2012 Cumartesi

İzmit'te Beyaz Baston Eğitimi...


Son günlerde görme engelli arkadaşlarımla ilgili yazı yazmıyorum diye içim içimi yiyiyordu. Hele Pınar, İzmit'te beyaz bastonla yürüme kursu düzenlemişti. Antalya'dan Mahmut Hoca eğitim vermeye gelmişti. İki hafta sürecekti. Ben de katılmak istiyordum. Mümkün olmadı ne yazık ki... Dün son günlerine yetiştim çok şükür. Beyaz baston kullanmak kolay değil. Eğitim gerekiyor. Ancak bu eğitimi alanlar sokakta kendi başlarına dolaşabiliyorlar. İnsanın tek başına, yanında kimse olmadan dolaşması kadar mutluluk verici ne olabilir? Özgürleşmenin belki de ilk adımı... Sokaklarda ne kadar çok görme engelli olursa, gören insanlar görme engellilerin sorunlarından haberdar olacaktır. Yerel yönetimler görme engellilere, aynen bisiklet yolları gibi, özel yollar yapmanın ihtiyaç olduğunu anlayacaklardır diye düşünüyorum. Altınokta Körler Derneği Kocaeli Şubesi Başkanı Pınar Çatalkaya'yı bu girişimi için tebrik ediyorum. Biliyorum ki artık İzmit sokaklarında görme engellilere daha fazla rastlamaya başlayacağız. Şimdi çıkmalıyım. Sonra bu konuda çektiğim fotoğraflarla birlikte, yazılar yazacağım.


Pınarcım, iyi ki varsın!

Sıcak Bir Yaz Gecesinde, Var Mısın Alaska'ya?


Ben bir sigortacıyım. İşime bayılıyorum. Kendi ofisim ve kendi işimde çalışıyorum ya değmeyin keyfime. Memleketimizde tarım dahil  ancak 100 kadından 24'ünün çalıştığını, her 3 kadından 1’inin şiddet mağduru olduğunu, her 5 kadından 1’inin okuma yazma bilmediğini öğrenmek, seni de hem hayrete hem dehşete düşürmüyor mu? Feci bir durum! Ayrıca memleketimizde ne yazık ki  100 kadından sadece 7'si girişimci yani kendi işini yapıyor. İşte o yüze yedilik bölüme giren kadınlardan biri benim. Sigortacılık uzmanlık ister. Deneyimlerime güvenirim. Gönül rahatlığıyla işimin uzmanı olduğumu söyleyebilirim. Her işte olduğu gibi, sigortacılıkta da can sıkıcı durumlar olabiliyor maalesef. Kimi zaman sigortalılar teminata girmeyecek bir hasarın ödenmesini talep edebiliyor. Bazan da sigorta şirketleri gerçek bir hasarı kabullenmekte güçlük çekilebiliyor. Bu gece The Big White, Türkçeye çevirimi ile Arapsaçı adlı filmi izleyince bütün bu yazdıklarım aklıma geldi. Çünkü bu film tam manasıyla sigortacılıkla ilgili bir filmdi.


Film her şeyden önce görselliği ile büyüledi beni. Alaska’da geçiyordu. Her taraf kar içindeydi. Enfes bir doğa. Ya oyunculuk? Başrollerde Robin Williams. Doyulur mu şimdi bu filmin tadına? Robin Williams’ın filmdeki adı Paul. Eşi ile Alaska’da yaşıyor. Eşi Margeret (Holy Hunter) hasta. Tured Sendromu diye bir hastalıktan mustarip. Söylediklerini kontrol edemiyor. Ya küfürlü konuşuyor ya da aynı sözü birkaç kez arka arkaya tekrarlıyor. Alaska’da güneş yok. Daima hava soğuk ve beyaz olunca, tabiyatıyla bu durumda  insanlar ilginç tavırlar sergiliyor. Huzursuz ve komik görünüyorlar. Paul’un bir turizm şirketi vardır ve son zamanlarda işleri iyi gitmemektedir. Hem eşinin tedavisi hem de işinin devamı için yüklüce paraya ihtiyaç duymaktadır. İşte şimdi sigortacılık konusuna geliyorum. Paul’un erkek kardeşi beş yıldır kayıptır ve bir milyon dolarlık hayat sigortası vardır. Paul bu parayı almak ister. Lakin Alaska yasalarına göre, ancak kayıp olan kişinin yedi yıl bulunamaması üzerine, sigortadan para alınabilmektedir. Paul tesadüfen çöp bidonunda donmuş bir ceset bulunca, aklına şeytanca bir fikir gelir. Bu cesedi kardeşine benzetip ve kaza süsü verip, hayat sigortasından para almanın planlarını yapar.



Ama işler planladığı gibi gitmeyecektir. Resmen deli olan kardeş ortaya çıkacaktır. Ayrıca uyanık sigorta eksperi bu işin peşine düşecektir. Bir de çöp bidonundaki cesedin peşinde olan mafya da işin içine girince, haydi bakalım, ayıklayın pirincin taşını... İşler arapsaçına dönecektir. Film için tam komedi derken, polisiye bir filme, hatta kimi zaman gerilime dönüşecektir. Film şahane oyunculuk ve başarılı kurgusuyla tam manasıyla seyirliktir. Sıcak yaz gecesinde Alaska'da geçen   kara mizah bir film seyretmek, benim gibi  serinlik özleyen bünyelere eminim çok iyi gelecektir.

2011

29 Haziran 2012 Cuma

Ve Kara Kitap Ve Hayal Gemisi Ve Metin Üstündağ


Az önce kargoyla bir paket geldi. Heyecanla elime aldım. Baktım...  Gönderen Kara Kitap...  Paketi açtım... Gözlerime inanamadım. Ah, Kara Kitap, kağıttan küçücük bir gemi yapmış. Üzerine "Hayal Gemisi" yazmış. İçine minicik pembe bir gül yerleştirmiş. Kağıttan geminin dışına çiçekler çizmiş. Allahım, ne kadar uğraşmış. Yanında Metin Üstündağ'ın, henüz satın almadığım ama tez zamanda okuma hayali kurduğum,  met üst'ün tek kişilik dev dergisini ve yeşil kalemle kendi elcazıyla yazdığı kısacık mektubu göndermiş. Ne kadar duygulandım anlatamam...  İşimi gücümü bıraktım. Hayal Gemisi'ne atladığım gibi... Ver elini Kara Kitap...  Ahhh! Gene hayallere daldım:)

Kara Kitap... Seni seviyorum! Metin Üstündağ'ı da seviyorum. Kağıttan gemileri de... Ne diyebilirim? 

Kara Kitap... Tatlısın sen... Çok teşekkür ederim.


Kahve Molası - Sade


Hımm...  
Saat kaç olmuş?
Yorulmuşum.
Şu çikolatayı ağzıma atayım. 
Soonraaa...
Hüplete hüplete kahvemi içeceğim:)


Uykum Kaçınca...


 

Uyuyamadım... Usulca yataktan kalktım...  Parmaklarımın ucuna basa basa balkona çıktım. Kapkaranlıktı... Gecenin karşıma çıkışında yüreğimi yerinden oynatacak anlam veremediğim bir tekinsizlik vardı. İçimi zifiri bir korku kapladı... Tam o anda... Yıllardır dinlemediğim Doğan Canku'nun eski bir şarkısını hatırladım... İllüzyona uğramış gibi gerisingeri döndüm. İçeriye girdim. Bilgisayarın düğmesine bastım. Şarkıyı buldum. Sesini hafifçe açtım. Sanki bu müziği bekliyordum. Melodi hemen ruhumu sarıp sarmaladı. Şakının sözleri yüreğimin albatroslarını havalandırdı. "Güneşin alevden saçları... Aşınca karşıki tepeden... Gölgeler sarar yamaçları... Ürkerim gelecek geceden..." Bir an başım döndü. Gözlerimi kapadım. Hayalimde karşıki tepeyi tırmanmaya başladım. Durdum. Derin bir iç çektim. Arada arkama göz atarak, sessizce şarkıya eşlik ettim. Doğan Canku söylüyordu... "Teselli etmiyor gönlümü... Ne yıldız ne de ay bu gece... Beklerim hasretle günümü... Yalvarıp göklere her gece..." Bu şarkı bana iyi geldi.  İçeriye girdim. Yatağa uzandım. Yeni doğacak günü hasretle beklemeye başladım.

28 Haziran 2012 Perşembe

Kahve Molası - Yağmuru Dansa Kaldırdım...


  Biriniz bir kaç yıldız taksın gökyüzüne,
Biriniz çay hazırlasın,
Biriniz akşam olsun.
İçinizde atların öldüğü müzik susunca,
Biriniz çocukluğuna sarılıp kuyuya insin.
Biriniz onun uzattığı şiiri okusun,
Ağlamak gerekiyorsa biriniz ağlasın.
Biriniz akşam olsun yeniden.
Biriniz yağmuru dansa kaldırsın...

Mevlana İdris Zengin


Bakınız… İşte tam buraya yazıyorum… Ben ahmağın biriyim…

Biliyorsun günlerdir sıcak havaya ağıt yakıyor, sonbahara, soğuğa, kışa, kara, rüzgâra, yağmura güzellemeler yapıyordum ya... Dün ofise geliyordum, tamam mı? Ana yola değil de orman yoluna sapmıştım. Baktım, yağmur yağmaya başlamadı mı birden? Ah, hem de ahmak ıslatan cinsten!..  Çarpıldım bu büyüleyici manzaraya. Sanki yaz mevsiminde değilmişik... Sanki sonbaharmışık... Sanki yeşilmişik... Sazmışık. Anlatabiliyor muyum? Ben iflah ve ıslâh olmaz bir yağmursever biriyim. Yook.. Yapamam… Asla kıyamam.. Arabada kalamam ki bu durumda… Bunu bir işaret farzederim. Eğer inmezsem arabadan, yağmura saygısızlık ederim. Zaten kimsecikler yoktu. Sessizdi ortalık. Sütliman... Sadece hüzünlü yağmur sesi, efkârlı yaprak hışırtılarını duyuruyordu toprağa... O kadar hoş bir melodi yayılıyordu ki doğaya... O mahur beste çalıyordu, müjganla ben ağlaşıyorduk adeta... Ne yaptım biliyor musun? Hemen arabamdan indim. İri yağmur damlaları yüreğimin pırpırını çoştura coştura, ıslattı beni tepeden tırnağa... Sanki yüzüyordu saçlarım... Yüzüyordu nefesim... Sanki yağmur tutmuştu ellerimden...  "Ağlamak gerekiyorsa biriniz ağlasın... Biriniz akşam olsun yeniden..." diye avazım çıktığı kadar bağırdım... Ben... Ben ise... Dün... Çok özlemiştim ya...  Dayanamadım... Yağmuru dansa kaldırdım!
 

27 Haziran 2012 Çarşamba

Fakir Çocuk Ve Zengin Kız Aşkı.



"Bizim ilişkimizde olduğu gibi aşk, dengi dengine sanatıdır. Sen hiç zengin bir genç kızın, yakışıklı diye kapıcı Ahmet Efendi'ye, inşaat işçisi Hasan Usta'ya  aşık olup evlendiğini Türk filmleri dışında gördün mü?" 

Çizim - Şenol Bezci
Alıntı - Orhan Pamuk - Masumiyet Müzesi - S.243 



26 Haziran 2012 Salı

Kahve Molası - Sıcak Bir Yaz Günü Küçücük Kağıttan Bir Gemi Olmanın Hayalini Kurmak.

  

Dün akşam o kadar geç çıktım ki işten anlatamam. Çok çalıştım. Çookk!.. Bugünkü programıma baktım. Tüm gün dolu… Az önce sabah kahvemi içiyordum. Fincanı burnuma dayadım. Ohh! Misss… Bir yudum aldım… Hey, nefis!... Arkama yaslandım. Bir an gözlerimi kapadım. Aklıma Ezginin Günlüğün’ün Gemi adlı şarkısını getirdim. Ah, öyle kocaman, pahalı, görkemli, heybetli değil… Şööyleee kağıttan küçücük bir gemi olmayı hayal ettim… Sulara atsam şimdi kendimi, dedim. Deli mi diyecekler… Varsın desinler… Zaten deliyim…. Ah, deniz olsam mesela… Ah, düşünesene... Şöyle tuzumu rüzgârda savursam… Ah, ne yelken, ne yel, sadece köpüklerde kaybolsam… Ah, nereye gitsem mavi… Bu kez yelkenimde deli rüzgâr… Her yanım tuz… Düşünebiliyor musun? Ah, peşimde rüzgâr… Ne yağmurlar dost, ne bir kıyı var mesela… Ne güzel!.. Ah, düşlerim kalsın… Yalnızca… Düşlerim kalsın…

Sana bir şey söyleyeyim mi? Küçücük gemi olsam mesela şimdi… Dönmem bir daha geri biliyor musun? Sahiden deliyim… Kime sorsam dönüşüm yok… Her gemi biraz deniz değil mi? Her yanım mavi, her yanım yel… Her yanım tuz… Ah, köpüklerde kaybolayım... Heeyyy… İnan bana serinledim. Ne güzel!.. Bu hayal bana iyi geldi. Şimdi işe dönmeliyim... Du bi… Tamam… Söylemene gerek yok. Biliyorum. “Delisin!” diyeceksin. Yooo… Sadece deli değilim. Bak bana... Aynı zamanda  kağıttan küçücük bir gemiyim:)

25 Haziran 2012 Pazartesi

Tatile Çıkamayan Bir Hayalcinin Hayalleri, Güneşle İlgili Olmayacaktır Tabii..


Ey sıcak sevenler! Ey güneşseverler! Ey memleketime denk gelen en sıcak aylar ve günler! Ey Haziran! Ey Temmuz! Ey Ağustos! Ey beni bitiren mevsim! Ey yaz! Ey günebakan çiçekleri gibi enerjilerini güneşten alan insanlar! Bense bir yeldeğirmeni misali enerjimi rüzgârdan, yağmurdan alan biriysem eğer… Güneşe, sıcağa, bu durgun, esintisiz havalara asla uygun değildir benim bünyem! Ben iflah ve islah olmaz derecede rüzgar ve yağmursever biriyim. Eğer dışardaysam ve yağmur başlamışsa aniden, hani ahmak ıslatan cinsten... Yağmur yağacağı varken bile tedbirsizsem üstelik... Zaten tedbir nedir bilmem... Asla saçak altına girmem... Koşturmam kaçmam yağmurdan... Yürürüm yavaş yavaş koşuşan insanların arasından... Islanırım sırılsıklam... Belki sana son derece manasız gelecek bir biçimde sevinirim. Zaten kanıtlamışlar. Koşsa da yürüse de fark etmiyormuş biliyor musun?  Yağmurda aynı miktarda ıslanıyormuş insan...  "İnsan yağmuda yürümenin ne tuhaf bir şahanelik olduğunu öğrenmişse" bir kere... Vazgeçemez! Mümkün değil.   

Ey Yaz! Üzülme… Kırılma bana e mi? Merak etme… Kış gelince hakkını vereceğim. 


Gizli Not: Sana bir şey söyleyeyim mi, tatile bir türlü çıkamıyorum. Şööyle güneşli, denizli, şıpıdık terlikli, tiril tiril entarili, üfür üfür etekli tatil yapamayınca ne yapayım?  Oturup dertleneyim mi yani? Onun yerine sonbahara, kışa, kara, soğuğa... Ne bileyim... Rüzgâra, yağmura.... Güzellemelere devam ediyorum. Güneş mi? Yoooo...  Ne güneşi... Elbette rüzgârı, yağmuru seviyorum. Ah!.. Sonbaharın gelmesini dört gözle bekliyorum. Yalan mı? Yooo... İnan bana doğru söylüyorum.


 

24 Haziran 2012 Pazar

Sıcak Bir Yaz Gecesi Yıldızların Altında Kitap Okumak Hayalim.



Şşşttth! Sakın sesini çıkarma e mi!.. Elimde özel bir tarif var. Uzun eteğimi sürüye sürüye yürüyeceğim. Parmaklarımın ucunda seke seke evin patikasından bahçeye geçeceğim. Bu benim organize hazırlandığım oyunlarımdan biri.  Elimdeki tarife harfiyen uyacağım. Az sonra en büyük hayallerimden birini  gerçekleştireceğim. 

Sıcak Bir Yaz Gecesi Yıldızların Altında Kitap Okumak
Tarifi: (malzeme tek kişiliktir.)

1 adet dut
1 adet bülbül
3 adet sivrisinek
1 adet ağustosböceği
3-4 tane ateş böceği
Yazısız boş bir kitap
Bir üflemelik mum ışığı
1adet ay ışığı, yerlisi çıkmışsa dolunay
Yaslanmak için geniş gövdeli bir ağaç
Sık dokulu çimen
Bolca oksijen
Aldığı kadar sessizlik. 
İrili ufaklı taze yıldız
Sıcak yaz havası (gece toplanmış)
 

Not: İlla bahçe olmayabilir. Balkon ve teras da olabilir, ama aynı tadı vermeyebilir.
 

Yapılışı:
Bol oksijenli sıcak bir yaz gecesi, ay doğar doğmaz, bir adet dut bülbüle yavaşça yedirildikten sonra ateş böcekleri serbest bırakılır. Bir üflemelik mum yakılır, sivrisinekler ve ağustos böcekleri tek tek salınır. Ağaç gövdesine yaslanıp ya da çimenlere uzandıktan sonra boş sayfalı kitabın yapraklarına gökyüzünden taze yıldız serpiştirilir. Nane etkisi yapan yıldızların ferahlığı hissedilir hissedilmez, muma üflenir, gözler yavaşça kısılıp yaklaşık iki saat, iç çekilinceye kadar boş kitaba sarılarak hayal kurulur ve sessizliği dinleyerek uyunur."

Of! Ben var ya bu tarifi  geçen sene Ferudun Oral'ın Fark Etmemişim Bilmiyordum adlı kitabında okumuştum. O gün bu gündür sıcak bir yaz gecesi yıldızların altında kitap okuma fikrini, tarifine uygun olarak gerçekleştirmeyi aklıma koymuş, fena halde hayalini kurmuştum. Zamanı geldi işte...  Sakın sesini çıkarma e mi? Çünkü bütün malzemem tamam. Şşşthh!.. Bana sadece,  aldığı kadar sessizlik gerekli şimdi!

23 Haziran 2012 Cumartesi

Ve Kış Ve Hayat Ve Çizgi Roman Ve Yaz


Düşünsene... En güzel kış, kış mevsiminde mi yaşanır sence? Yoo! En güzel kış, yaz mevsiminde kışı hayal etmekle yaşanır! En güzel kış, yaz mevsiminin bunaltan sıcağında, kışı hatırladığımız zamanlarda yaşanır. Ben, kışı soğuğu değil, cehennem misali yaz günlerinde; kışı, soğuğu, rüzgarı hayal etmenin içimde uyandırdığı hisleri seviyorum.
 
 
 
 

Peki çizgi roman, en güzel kış mevsiminde mi okunur sence? Yoo... Kış mevsiminin getirdiği zorluklardan azade, rutinin sakin limanına demir atmış bu sıcak yaz günlerinde, karlar altında geçen bir çizgi roman macerasını okumanın tam vaktidir aslında. Ben kışın soğukta değil, cehennem misali yaz günlerinde, kışı, soğuğu, rüzgarı hayal ettiren çizgi romanları okumayı seviyorum.





22 Haziran 2012 Cuma

Ne bu, yahu.. Yeni bir tarikat mi kurdunuz?


"- nasılsın?"

- anladığın ve algıladığın kadarım işte.. ne bir eksik ne bir fazla.. nasıl hissettiriyorsan öyle'yim.. nasıl hissettiriyorsam öyle'yim..  biraz'ım, galiba'yım, sanki'yim, belki'yim, acaba'yım.. gibi'yim.. herhangi bir insan teki'yim.. her hangi bir ruh hâliyim.. nefis manzaralı, bir hayat eti'yim, eki'yim.. nasıl olsak, hoş olur





"- nasılsın?"

-  gerçekten mi, soruyorsun.. iş olsun diye mi.. kaç kişi, birisinin, gerçekten iyi olup olamadığını merak ediyor ki.. önyargı ve dedikodu varken.. kim kimin iyiliğini istiyor ki.. kim kimin kötülüğü üzerine, iyilik bina etmiyor ki.. şimdi'yim ve burada'yım.. öyleyse nasıl'ım.. ölümden önce, doğumdan sonra'yım.. ölmeyecek kadar iyi, yaşamayacak kadar kötü'yüm.. kendi kendim bir yere kadar gittim, kendim gelene kadar, kendimin yerine bakıyorum.. kinetik enerji'yim, potansiyel iyiyim.. bir işaret bekliyorum





"- nasılsın?."

- "nasılsın" kelimesi, güzel türkçemizde bir soru olup, "nasılsın" diye soran dost ve müşteri şahıslara, duruma uygun, doğru ve yanlış cevaplar verilir.. bu cevaplar da kendi aralarında bir kaça ayrılabilirler..... nasıl olsam hoş olur.. bezgin, mutlu, göçebe, vurdum duymaz, kumral, sıska, bir düzine, dul, yaşlı, sosyalist, kel, laz, yeşil, karamsar, atletik, vesaire.. nasıl olsak hoş olur





"nasılsın?"

- boş ver şimdi.. ne sen, sormuş ol, ne de ben cevap vermiş olayım.. gel, hiç tanışmıyormuş gibi yapalım.. den dan'ım, dan dun'um.. vakit dolduruyorum






"-nasılsın?"

- tahmin edemeyeceğin kadar iyi'yim.. bundan iyisi, şam'da kayısım.. dar geldi bu yaş bana.. alışamadım, şığışamadım.. sağlığınıza duacıyım..... herkes iyi olmadan ben hiç iyi olamıyım.. peki ben ne yapıyım






"-nasılsın?"

-  ne bu, yahu.. yeni bir tarikat mi kurdunuz.. niye her rastladığınıza bu soru'yu soruyorsunuz.. nasılsın olay'ına karşı'yım ağa.. gıcık yapıyor, allerji kapıyorum.. dur kaçma.. 






NOT:  A Good Year adlı filmin bazı kareleriyle, Metin Üstündağ'ın Ömür Törpüsü adlı kitabının "-nasılsın?." adlı bölümünün bazı paragraflarını eşleştirdim.

2011

21 Haziran 2012 Perşembe

Ferid Edgü Ve Hakkari'de Bir Mevsim


Her zaman okurların kitap seçmediğine, kimi zaman kitapların okurunu seçtiğine inananlardanım. Bak, ne anlatacağım? Okuduğum başka yazarların deneme kitaplarında Ferit Edgü adına hep denk gelirdim. Nedense bir kere bile kimdir diye merak etmediğimi çok yeni fark ettim. Oysa hafızamın kıvrımları arasında Ferit Edgü'yle ilgili bazı sempatik bilgiler gizlemiştim. Sanat eserlerinin, aynı hayat gibi kendisinin dışında bir mesajı olmadığını düşünen biriydi. Hoşuma gitmişti. Ben de motomot mesaj veren hiç bir sanat yapıtından haz etmem çünkü. Ne bir kitap, ne bir film, ne bir resim...  Sonra duyarlık sözcüğünü önemseyen biriydi. Çağdaş sanatçılardan kimi bu sözcüğü rafa atmış olsalar da duyarlık olmadan nasıl iletişim sağlanabileceğini soruyordu. Haklı değil miydi? Gene bir başka yazar Ferid Edgü'nün bir yazısını anlatırken, sanatçıların yapıtlarıyla, okuruna, seyircisine ya da dinleyicisine yeni dünyalar keşfettirdiğini düşünüyordu.  Ne yalan söyleyeyim, Ferit Edgü'nün düşüncelerini sevmiştim. Gene de kitapçıya gittiğimde bir gün olsun Ferit Edgü kitabını sormamıştım. Hangi kitapları vardı? Nasıl hikayeler yazardı? Ömrümde bir defa bile Ferid Edgü kitabını elime almamıştım.


Peki... Hakkâri... Okuduğum ders kitaplarında, gazetelerdeki haberlerde, televizyonda seyrettiğim programlarda Hakkâri adına hep denk gelirdim. Orda memleketimin taaa ucunda bir sınır şehrimizdi. Şehrin etrafında çok yüksek, sarp yamaçlı, kolay aşılmaz dağlar vardı. Acaba Hakkâri'den Zap Suyu mu akardı? Emin değilim. Duyduğum kadarıyla dağlarında yaz kış erimeyen karlar vardı. Kışın sıcak odamda yayıldığım koltuğumda haberleri seyrederken kaç kere gördüm. Kışın kar öyle yağardı ki hiç kimse oraya kolay kolay varamazdı. Hastalar doktor bulamazdı. Orada çok çocuk ölümleri vardı. Türkçe'nin dışında değişik bir dil konuşurlardı.  Son günlerde, yaşanan asker şehitleriyle, şehrin adı gene iyice dillenmişti. Ben Hakkâri'ye hiç gitmedim. Ömrümde bir defa bile Hakkâri'yi görmedim.
 

Eylül ayında, İstanbul Sahaflar Festivali'ne gitmiştim ya... Bu kez kararlıydım bir tane olsun Ferit Edgü deneme kitabı satın alacaktım. Bir sahafa sormuştum. Raftan bir kitap seçmişti. Elime vermişti. Bakmıştım. Bu bir deneme kitabı değildi. Bir romandı. Adı... O - Hakkâri'de Bir Mevsim... Oturmuştum sahafın sandalyesine... Kitaba bakakalmıştım. Sayfalarını aralamıştım. Denk geldiğim sayfanın bir yerinden okumaya başlamıştım. Bak... Bu kitabı ben seçmemiştim. Bu kitap beni seçmişti. Yazarın bana bir mektubu vardı çünkü. İstanbul'daydım. Hava cehennem gibi sıcaktı. Ben ise zangır zangır üşüyordum. Çünkü bedenim İstanbul'da olsa bile, ruhen o anda İstanbul'da değildim. Ah!.. Bir teknenin kaptanı olmayı her zaman hayal ederdim. Ferit Edgü bilmişti beni. Hiç aklımda yokken  teknemin rotasını Hakkâri'ye çevirmişti. Roman hayalle gerçeğin harmanlandığı bir şiir gibiydi. Sahaflardan sonra saatlerce oturduğum kahvede  O- Hakkâri'de Bir Mevsim adlı romanı soluksuz okuyup, bitirmiştim. Şimdi bana yazdığı şu aşağıdaki mektubu tekrar okuyacağım. Sonra Ferit Edgü'ye cevap yazacağım. "Değerli Yazar, kendimi bir kâşif gibi hissettirdiniz. Teşekkür ederim. Sevgiler." 
  

"Ey okuyucu!
eğer yaşantın boyu, bir gün olsun
bir teknenin kaptanı olmadınsa
- ya da böylesi bir duyguya kapılmadan, böyle bir düş görmedinse-
teknen bir gün ya da gece, yolunu şaşırmış,
bilmediğin sularda yol alırken
haritalarda görülmeyen kayalara çarpıp batmadıysa
ve kendini tek başına
-Tayfalar nerde? Dümencim n'oldu?-
bir kumsalda da değil, denizden kilometrelerce uzakta, üstelik bir dağ başında (Rakım: 2.100) bulmadınsa
ya da benzeri korkulu bir düşü,
gözü açık ya da kapalı görmedinse
bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin.
Çünkü anlamak bir ortak dil gerektirir.
Ortak dil ise,
ortak yaşam / ortak bilgi / ortak birikim / ortak düş
kimi yerde, ortak düşüş demektir.
Ortak değilse bile, yakın / benzer / gibi.
Ama diyebilirsin ki, Bana yabancı olanı arıyorum ben.
Öyleyse yolun açık olsun.
Ama gene de,
bu kitabı okurken elinin altında, büyük gezginlerin sözlükleri, andaçları bulunsun, derim."

Ferit Edgü 


19 Haziran 2012 Salı

Canım Süt İçmek İsteyince, Leon'u Seyrederim Önce...


Ne olur bak bana biraz çocuk muyum değil miyim?




Sen küçücük güzel bebek





 Öyle olsa sevmeyi bilir miyim?




  Olmaz, küçücüksün, yureğin genç umut dolu!




 
 Özlem bu, olur ya, buluruz belki mutluluğu:)




18 Haziran 2012 Pazartesi

Bir Akılsız Baştan Gayrı Nem Kaldı?

 

Allah affetsin. Sıcaktan hiç haz etmem... Güneşten değil rüzgârdan enerji alan bir bünyeye sahibim ben... Rüzgâr gözle görünmez ya... Hayalidir hani... Hatırlasana o şarkıyı... "Penceremin perdesini havalandıran rüzgâr... Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgâr" Heyy!.. Göremem rüzgârı... Ama... Bazan yetim bir yavru gibi usulca iç çekerek  ağlamasını... Bazan masal anlatan anne gibi sessizce mırıldanmasını işitirim. Bazan haşmetle öfkelenir... Böölee nasıl desem... Delice uğuldar hani... Bilirsin... En çok rüzgârın kuru ayazda teni ısırmasını severim. Rüzgârla resmen enerji depoladığımı hissederim. Hayal olan herşeyi seven bünyemin, ayan beyan görünen güneşten değil de, gözle görülmeyip sadece hissedilebilen hayali  rüzgârdan enerji alması belki de  bu sebeptendir yani... Ne  bileyim?... Niye yazdım şimdi bunları? Hoppalaaa! Aslında diyecektim ki, bugün akşam üzeri hafif bir rüzgâr penceremin perdesini havalandırınca... Hem de bu sıcakta... Ben başımı uzatınca ofisteki odamdan dışarıya... Büyülü bir tılsım değdi tenime sanki... Rüzgârın bir illüzyonuydu besbelli... Hooop.... Bir deli enerji tebelleş oldu ruhuma... Masamı topladığım gibi... Parmaklarımın ucuna basarak kaçtım ofisten.


Eve gelirken arabamın camını açtım. Estikçe rüzgâr, saçlarım havalandıkça havalandı... Dağılan saçlarımın arasından dikiz aynalarına göz attım. Baktım ki gelen giden yoktu yolda... Bastım azıcık daha  gaza... Rüzgâr estikçe esti... estii...  Aklım başımdan anında uçtu gitti. Akılsız başımı camdan dışarıya uzattım... Rüzgâra bir kaç kez "Heeeyy!" diye bağırdım... "Ah benim sevdalı başım... Ah benim sarhoşluğum... Ah çılgın yüreğim... Sus artık uslandır beni..." diyesim geldi...  Çünkü vaziyetimi bir gören olsa... Kesin bana... "delisin!" derdi... Rüzgâr ise... İşittim... Oyunuma bıyıkaltı güldü... Sevindim ne yalan söyleyeyim. İyi ama... Bu kez...  Camı keyifle kapattığım anda acıktığımı hissettim. Yol boyunca şahane yemekler pişirmeyi  hayal ettim. Eve girdim. Şıpıdık terliklerimi ayağıma geçirdiğim gibi... Önce buzdolabındaki patlıcanları gıcırta gıcırta yıkadım. Soonra fırını sonuna kadar açtım. Patlıcanları fırının teline attım. Uzatmayayım... Ben... Efendime söyleyeyim... Bir giriştim yemek işine... Of! Döktürdüm... Döktürdüm... Önce  söylemesi ayıp, Alinazik yaptım. Heyy!.. Sakın Şener Şen'in o meşhur Muhsin Bey filmindeki, Uğur Yücel'in canlandırdığı, Urfa'dan türkücü olmak sevdasıyla İstanbul'a gelen Ali Nazik'le karıştırmayasın. Yoo... Alinazik bir Gaziantep yemeğidir. Ve benim Anadolumun yemekleri sahiden şahanedir!  Alinazik, adı üstünde, terbiyeli, saygılı, efendi bir yemeğimizdir. Şöyle bir hikayesi olduğu söylenir. Yavuz Sultan Selim Gaziantep'e gittiğinde, padişahı nasıl ikramlayacağını bilememişler. Güzelim Gaziantep yemekleri arasında,  patlıcanlı, yoğurtlu, kıymalı bir yemeği padişaha ikram etmişler. Yavuz Sultan Selim pek beğenmiş bu yemeği ( ki  laf aramızda padişah ağzının tadını bilirmiş, ne yalan söyleyeyim  ben de bayılırım:) ve "Bu yemeği hangi eli nazik pişirdi?" diye sormuş. O günden sonra bu yemeğe elinazik denmiş. Ama günümüze gelene kadar adı değişmiş. Alinazik olmuş. Ben anlatılanların yalancısıyım. Şimdi bunları yazınca... Böyle ne biliyim... Yemeklerimiz dedim...  Hani Anadolu dedim... Türkülerimiz dedim ya...  Canım bir türkü dinlemek istedi. Hımm... Bir dakika.... O kitap...


Kalktım yerimden. Kitaplarımın arasından Cumhur Canbazoğlu'nun Anadolu'dan Pop-Rock adlı kitabını indirdim. Gözümü kapadım. Bahtıma ne çıkarsa diye bir sayfasını çevirdim. Heyy! Aşık Mahzuni Şerif denk geldi. Memleketimin Kahramanmaraş'ı, Afşin'inden... Ne güzel!.. Cumhur Canbazoğlu'nun bu başvuru kitabını çok seviyorum. Kitapta  yazan Aşık Mahzuni'nin eserlerini şöyle hızla okudum... Neler yok ki...  Aşık Mahzuni'nin yapıtlarını en fazla Edip Akbayram Anadolu popa taşımış. Hatırlarsın... "Değmen benim gamlı yaslı gönlümee..." Of! Ne hoş şarkıdır.  Ah... Şu türküsünü de çok severim Aşık Mahzuni'nin... "Dumanlı dumanlı oy bizim eller, oturup ağlasam delidir derler..." Ruhuna Rahmet olsun büyük ozanın. Dur... Kitaptaki bir türkü sözleri daha dikkatimi çekti... Heyy!.. Cem Karaca söyler hani... Nem Kaldı... Of! Ne söyler hem de... Yok, dayanamam dinlerim şimdi... Üstelik bağıra bağıra ben de beraberinde söylerim... "Parsel parsel eylemişler dünyayıııı!.." dabadam dabadamm... damm!.. "Bir dikili taştan gayrı nem kaldı!.." dabadam... dabadam.. dabadam... dabadamm.... dammm... Dost köyünden ayağımı kestiler!" dabadam dabadammmm... dabadam... dabadamm... dammm!.. "Bir akılsız baştan gayrı nem kaldı! nem kaldı... nem kaldı..." Cem Karaca senin de ruhuna rahmet ola! Anadolumun gelmişleri geçmişleri... Nur olun hepiniz e mi?