31 Ekim 2012 Çarşamba

Biliyorsunuz Ya, Bir Ağrısı Vardır Gitmenin.


".... 
Ben en çok seni götürdüm giderken
Aklımın nakliyesiydi asıl yoran taşıyıcıları
Yardan düşmüştüm yaralarım yardan armağandı
Ben sevmeyi beceremedim belki de sevilmeyi
Benim sevmeye engel evcil acılarım vardı

Ben yağmur ağladım bir şehre yağdı
Ben şehre ağladım bir yağmur yağdı
Ben bir ağladım şehre yağmur yağdı

Ben...
Yağmur...
Ağladım."

Yılmaz Erdoğan

 






NOT: Başlık Edip Cansever'in dizesidir.
Fotoğraflar, Madam Tutli Putli adlı kısa animasyon filminin kareleri.
Müzik  Adam Hurst'un çellosuyla, The Shallows  



30 Ekim 2012 Salı

Ah, Sevgi Yeniden İcat Edilmeli.

Kimi zaman nesnelere, kavramlara isimlerini ilk kim vermiş acaba diye merak ederim. Kalem, kağıt, tabak, bardak, ruh, kalp, beyin, çiçek, böcek, ağaç, sevgi, merhamet, acı, keder, öfke, özgürlük, demokrasi, ne bileyim işte her şeyin bir ismi var. Bize öğretiliyor. Kabulleniyoruz. Türkçe dışında diğer dillerde de bunların elbette karşılıkları var. Ya peki  o isimlendirilen koskocaman gelenekler, değerler silsilesi... Kim icat etmiş hepsini? Nasıl öğretilegelmişse, olduğu gibi kabullenmiyor muyum peki?  Bugün Gündüz Vassaf Sözcük Mahpusları adlı yazısını  okuyordum... "Sözcükler bizi kör eder. Tüm duygularımızı ve düşüncelerimizi birer sözcüğün içine sıkıştırma yolundaki baskın faaliyet, duyularımız aracılığıyla ulaşacağımız kavrayışı engeller, önünü keser." diyordu. "Böylece duyular, sözcüklere bir yardımcı olarak kullanılır yalnızca. Yalnızca sözcüklerin anlamını zenginleştirmek için kullanırız onları. Buna karşılık sözcüklerin, duyuların toplam deneyimini zenginleştirmek için kullanıldığı pek nadirdir.... Oysa gördüklerimizi algılama yeteneğimiz, dilin bizi içine hapsettiği küçük ve sınırlı dünyadan çok daha zengin. Sözcüklerden, sözcüklerin abartılmış egemenliğinden ötürü, deneyimlerimizi bilinçli olarak sınırlıyoruz. Daha az görüyor, daha az işitiyor, kokluyor, dokunuyor ve daha az tat alıyoruz. Birçok deneyimi es geçiyoruz. Yaşama daha az dikkat ediyor, kendi basitleşmelerimizle  özel soyutlamalarımıza çok daha büyük dikkat gösteriyoruz. Sonsuz çeşitlikteki deneyim olasılıkları bir yanda dururken, gerçekten yaşayabildiğimiz tek tük şeyleri de hemen sözcüklerle kodlayıp standartlaştırıyoruz.... Dünya ve evren değişiyor, sözcükler değişmiyor. Zihinsel paradigma, her zaman en son değişen şey olarak giderek gerisinde kalıyor yaşamımızın.... Konuşulan söz totaliterdir. Buyurur. Sahiplenir..... Sözcükler, insanların denetlenmesi için şarttır. Sessizliği ilk kimin bozacağını  belirleyen hiyerarşik düzenler vardır. Sessizliği ilk bozan, çoğunlukla hakim konumdaki kişidir. "Sana söz verilmeden konuşma!" Karşılıklı konuşma sürecinde, konuşma sırasını, yani hakim rolü ele geçirmek için, çoğu zaman bir yarışma başlar." Bazı cümlelerini alıntıladığım bu yazı oldukça uzundu. Etkileyiciydi. Düşünce kışkırtan bir yazıdı. Gündüz Vassaf'ın kitaplarını tam anlayabilmem için, kimbilir kaç fırın ekmek yemem, kimbilir kaç kitap devirmem gerekir... Gene de seviyorum onun yazılarını ve kitaplarını okumayı. Öğrendiğim kelimelerle, kavramlarla çözmeye girişiyorum. Ben bu yazıyı okudum ya, şimdi bu kıt  aklıma bir film geldi  iyi mi? Niye peki? İnan bilmiyorum.


Aklıma gelen, 2009 model bir Yunanistan filmi. Adı, Dogtooth, bizdeki karşılığı Köpek Dişi.  Du bi... Bu film neden aklıma gelmiş olabilir biliyor musun?  Bu filmin başında, bir kadın sesi teypten tane tane nesnelerin adını söylüyor, ardından o nesnenin ne olduğunu açıklıyordu çünkü. Şaşırmıştım. Filmdeki nesneler benim bildiğim gibi isimlendirilmemişti. Mesela benim bardak diye bildiğim nesneyi, masa diye öğretiyordu. Bu kaset küçük çocuklar için değil, sonradan kardeş olduklarını anladığım yaşları birbirlerine yakın iki kız ve belki bir kaç yaş büyük  ağabeylerinin eğitimi için anneleri tarafından seslendirilmişti. Filmin ilerleyen sahnelerinde baba ortaya çıkıyordu. Anneye göre daha baskın, daha kuvvetli bir karakter sergiliyordu. Kuralları koyan, dediklerini uygulatan otorite rolündeydi yani. 

Filmi seyrettikçe, baskıcı bir baba hikayesi seyredeğimi düşünmüştüm. Çünkü üç kardeş ve anne,  yaşadıkları evin bahçelerinin dört bir yanını çeviren yüksek çitlerden dışarıya asla  çıkmıyorlardı.  Evden dışarıya  arabasıyla çıkan tek kişi babaydı. Anlıyordum ki üç kardeş doğduklarından beri bu evden dışarıya hiç çıkmamışlardı. Yaşamlarıyla ilgili tüm bilgi, nesnelerin isimleri, çitlerin dışındaki dünyanın korkunç hikayeleri,  sürekli tekrarlanarak,  anne ve babaları tarafından çocuklarına öğretiliyordu.  Çocukların bunları doğallıkla kabullenmeleri ve asla tuhaf olduğunu düşünmemeleri şaşırtıcı gelmişti. 
 .

Üç kardeş için evde her türlü konfor ortamı sağlanmıştı. Bahçedeki havuzda yüzüyorlar, dans, müzik hatta tıp bilgileri öğreniyorlar, kendi hayatlarıyla ilgili videolar seyrederek vakit geçiriyorlar ve mutlu görünüyorlardı.  Baba dışarıda çalışıp eve her türlü ihtiyaçlarını getiriyordu. İşyerindeki arkadaşlarına  karısının rahatsızlığını bahane ederek eve gelmelerini engelliyordu. Böylece onlara göre çocuklar dış etkenlerden korunmuş oluyorlardı.  Üç genç, korkuları, oyunları, hazları  anne ve babalarının öğrettikleri isimlerle ve şekillerle kabulleniyorlardı. Nesnelerin isimleri, kavramlar, değerler bizim bildiğimiz gibi değildi. Bambaşka isimler, kavramlar, değerler dünyası  kurgulanmıştı.  Filmin devamında  genç bir kadın gözleri bağlanarak, erkek çocuğun cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için, baba tarafından eve getirilmeye başlayınca işler değişmeye başlamıştı. İşte burada bilmedikleri bir şey öğreniyorlardı. Üç kardeşin ismi yokken, bu genç kadının bir ismi vardı.  Christina. İsim sahibi olmanın bir ayrıcalığı olduğunu düşündürüyordu. Çünkü demek ki  bir ismi olan Christina, dış dünyada hasar görmeden yaşayabiliyordu. İsme sahip bu kadın, ebeveynlerinin haberi olmadan, evin sistemini bozmaya başlıyordu. Dışarıdan getirdiği ve bilmedikleri, değişik isimleri olan bazı nesneleri takas yöntemiyle kardeşlere veriyordu. Mesela bunlardan biri Rocky filminin kasediydi. Yeni isimler ve kavramlarla karşılaşıyorlardı.


Peki neden filmin adı Köpek Dişi'ydi?  Bu mühim. Çocuklara ancak köpek dişleri düştüğünde dışarıya çıkabilecekleri öğretilmişti. Kendileri farkında değilllerdi ama köpek dişleri düşene kadar bu evde resmen hapis hayatı yaşıyorlardı. İnsan dediğimiz varlık, demek ki fıtratı gereği özgürlük istiyor. Ne kadar şartlanmış olunsa da köpek dişinin düşeceği günü hayal etmek bir umuttu. Sürekli köpek dişleri sallanıyor mu diye kontrol ediyorlardı. Film sahiden rahatsız ederek, silkeliyici özellik taşıyordu. Sanki kavramların, değerlerin başkaları tarafından bize dayatılmasını kabul etmenin doğru olmadığını fısıldıyordu. Zihin karıştıran bir film Köpek Dişi. Kendi hayatımızı kendimiz düzenlemek için, özgür yaşamak için,  öğretilen, benimsetilen, elbette  dayatılan her kavramı tartışmanın, başkalarıyla etkileşim içinde olmanın ne kadar mühim olduğunu gösteriyordu. Filmde kız kardeşlerden biri, yeni, bambaşka bir dünyanın varlığını diğerlerinden daha çabuk algılayacaktı. Ve Rocky filmini seyretti ya... Köpek dişini, sert bir cisimle vura vura düşürecekti. Sonraaa... Neyse, aslında bu filmi anlatmak değildi benim niyetim.  Nerden buraya geldim?  Ne bileyim? İyisi mi ben Gündüz Vassaf'ın son cümleleri ile yazımı bitireyim.  "Dünyayı sözcüklere tutsak ettik, bu süreçte biz de, kendi sözcüklerimizin tutsağı olduk."  Hey, sahi mi? Kafam karıştı gene inan ki....  Gayri ihtiyari elim ağzıma gitti. Köpek dişim yerinde mi? Hımm... Ben bu gece Rocky'i yi seyredeyim iyisi mi:)



NOT: Başlık Rimbaud'a aittir.


29 Ekim 2012 Pazartesi

Bir Hayalcinin Hayalini Dinleyesim Geldi.



"Hayal et,
İnsanların kardeşçe dünyayı paylaştığını...
Hayalperest olduğumu söyleyebilirsin
Tek ben değilim böyle düşünen
Umarım sen de katılırsın bize
Yaşanır  kılarız dünyayı birlikte."

"Hayal et" (Imagine), John Lennon










Zagor Ve Mahur Beste


Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız.
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çağlar müjganla ben ağlaşırız.





 Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı.
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı.
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı.
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.




 Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara.

Attila İlhan



23 Ekim 2012 Salı

Sevdiğim Masallar - Çöp Çocuk Ve Kibrit Kızın Aşkı

 Çöp Çocuk bayılıyordu
Kibrit Kız'a
hele çok ateşli duran
sevimli hatlarına



Ama ne kadar sürebilirdi
bir çöple kibritin aşkı?
Çöp çocuktan geriye
sadece külleri kaldı.



Şiir ve Çizim - Tim Burton
İstiridye çocuğun hüzünlü ölümü
ve diğer hikayeler adlı kitabından.

21 Ekim 2012 Pazar

Hayatın Anlamı Eski Bir Tadı Hatırlamaktır.



Belki kadın olduğum içindir... Bilmiyorum... Haydi... Vaziyetimi, kadın olmama yorup, haksızlık yapmayayım. Bütün kadınları benimle aynı  kefeye koymayayım... Şöyle söyleyeyim... Tuhaf biriyim. Çünkü ben, hayatı aklımla değil, duygularımla anlamlandırmayı severim. Çok kereler tecrübe ettim. Benim şu küçük akıl terazim, akılla ölçülen, biçilen, izah edilen bilgileri çekmiyor. Hayatın anlamını akıl yoluyla açıklayan hiç bir bilgi beni tatmin etmiyor.  Hayatım ancak duygular, hisler, hazlar sayesinde anlam kazanıyor. Lafı çok uzatmadan kısa keseceğim. Hemen sözümü Ratatouille adlı animasyon filmin bir bölümüne getireceğim. Filmde Anton Ego adlı bir yemek eleştirmeni vardır. Vedat Milör misali restorantları dolaşır, yazılar yazar. Ancak bu yemek eleştirmeni, eleştirilerinde feci acımasızdır. Egosu tavan yapmış vaziyette gezer, önüne getirilen yemekleri gerim gerim gerilerek yer.  Onu memnun etmek kolay değildir. Filmi anlatmak istemiyorum. Seyretmeyenlere hararetle tavsiye ediyorum. Bir gün... Anton Ego, gene o haşmetli egosuyla bir restoranta gider. Gösterilen masaya geçer, oturur. Restorantta herkes çok heyecanlı ve endişelidir. Acaba eleştirmen yemekleri için ne düşenecektir? Ünlü eleştirmenin önüne rustik bir Fransız sebze yemeği olan Ratatuille getirilir. Anton Ego'nun bir elinde kalem diğer elinde çatal vardır. Belki her tadışında olumsuz bir şeyler yazacaktır. Anton Ego... Yemekten bir parça alır. Ağzına atar. Yemeğin tadını hissettiği anda, bu lezzet onu alıp çocukluğuna götürür. Annesini hatırlar.  Yemeğin verdiği hazla, belki uzun zamandır eksikliğini hissettiği mutluluğu yaşar. Ve bir animasyon film, hayatın anlamının küçük hazlarda gizli olduğunu seyirciye geçirir. İşte şimdi ben bu durumu bildiğim hiçbir akıl yoluyla izah edemem. Fakat hissedebilirim. Hayalini kurabilirim. Sonraaa... Bir de benzer hisleri sevdiğim birine  yaşatabilirim:)
-bu kadarı eski bir yazımdan alıntıdır. yeni yazı devamında.-


Kime mi? Babama elbette. Bak şimdi. Ben üzüm sever biriyim. Beni bırak bir üzüm bağına, hepsini hapur hupur yerim yani öyle söyleyeyim. Memleketimiz üzüm cenneti. O kadar çok üzüm çeşidi var ki. Üzümden yapılan tatlılar peki? Hımm, bir arkadaşımın annesinden  öğrendiğim hafif bir tatlıyı evde yapmayı denemiştim.  Öyle görünüşü afralı tafralı tatlılardan değildi. Pişirimi kolaydı. Kokusu latif, şekeri hafif, dilde bıraktığı  tad lezizdi. Sevmiştim. Siyah üzümün suyunu sıkıyorum. Kaç su bardağı siyah üzüm suyu kullanıyorsam, o sayıda yemek kaşığı un koyuyorum. Bir ya da iki yemek kaşığı şeker ekleyip, el çırpıcıyla karıştırarak, ocak üzerinde on dakika içinde pişiriyorum. Ateşten kaldırmadan az önce bir su bardağı kadar dövülmüş fındık veya ceviz ekliyorum. İster kaselere koy ister ıslattığın bir cam tepsiye dök. Soğut. Ve afiyetle ye! Hoş bir tatlıydı. Bir gün bu üzümsuyu tatlısından pişirmiştim. Annem bu dünyayı terk ettiğinden beri yalnız yaşayan babama, hoşuna gideceğini düşünerek götürmüştüm. Babamla karşılıklı oturduk. Tatlıyı tabağa koydum. Eline verdim. Gelmişten geçmişten muhabbet ediyorduk. Babam tatlıdan bir kaşık alıp ağzına attı. Birden yüzünün ifadesi değişti. Kaşları aşağıya düştü. Yüzü çocuksu bir ifade aldı. Bir kaşık daha ağzına attı. Gözlerini kapadı. Başını sallayarak hımlaya hımlaya yemeye başladı. Şaşırdım. "Hayrola babam?" dedim. Gözlerini açtı. Gülümseyerek "Bu tatlıdan annem yapardı. Bu tat beni taa 70 sene öncesine götürdü." dedi. Nasıl sevinmiştim anlatamam. Babama pişirdiğim bir tatlının lezzetiyle, onu çocukluğuna döndürmüş, belki bir an  annesini yanında hissettirmiştim. Buna gözlerimle şahit olmuştum. Bu şahane bir histi. Gidip babamın yanına oturmuş, babamın kulağına "Beni hep babanneme benzetirdin zaten. Babannemi çok özlediğinde, bana "Anne" desen keşke."dedim. Gözlerime buğulu baktı. Güldü. "Eline sağlık anne." dedi. Güldük birlikte. Hayatın anlamı neydi?  Hayatın anlamı eski bir tadı hatırlamaktı. Babannemin ruhuna rahmet, ben az önce bu üzüm suyu tatlısından gene pişirdim. İzninle babama götüreceğim. Belki gene annesini yanında hissettirebilirim. Du bakalım! Deneyeceğim:)

Bilmemek Değil Öğrenmemek Ayıptır Bizim Köyde.

 

Kadir Has Üniversitesi'ndeki Yusuf Atılgan Sempozyumu'nda, değişik üniversitelerden gelen akademisyenlerin, Yusuf Atılgan'ın öyküleri ve kahramanları hakkında hazırladıkları araştırma sunumlarını, iki tam gün, hiç bıkkınlık duymadan, tüm iştahımla ve büyük bir hayranlıkla izledim. Kadir Has Üniversitesi Amerikan Kültür ve Edebiyatı Bölümü ve Türk Dili Ders Koordinatörlüğü'nün bu yıl ortaklaşa ikincisini düzenledikleri bu sempozyumlarda, Modern Türk Edebiyatı'nın köşe taşı olmuş ancak yeterli akademik ilgiyi görememiş yazarlarına odaklanmayı amaçlanmış. Geçen sene Tezer Özlü için yapılmıştı. Bu yıl ise Yusuf Atılgan. Düşünebiliyor musun, ne kadar ballıyım. Çünkü her ikisi de benim bayıldığım yazarlar.  


Gittiğim iki günde Yusuf Atılgan'ın eserlerini karşılaştırmalı okumalar, varoluşçuluk, flaneur edebiyatı, modernleşme, psikanalist, toplumsal cinsiyet, kent-taşra ikiliği, edebiyat-sinema ilişkisi, toplumsal cinsiyet, minör edebiyat ve siyaset-edebiyat ilişkisi gibi birçok bağlamda tartışılan bir sempozyumda, benim gibi hiçbir edebiyat akademik eğitimi ve kariyeri olmayan, amatör ve saf bir okurun vaziyetini bilmem hayal edebiliyor musun? Yooo... Sempozyum içeriğini şimdi  ben kendi kafamdan yazmadım. Aynen Yusuf Atılgan Sempozyumu için hazırlanan ilandan alıntıladım. Yoksa ben flaneur edebiyatı, minör edebiyatı ya da okuduğum kitabı böyle birbirinden farklı yönleriyle incelemeyi nereden bilebilirim? Hatta birkaç sunumun  lisanının, benim için fazla akademik kaldığını da gönül rahatlığıyla itiraf edebilirim. Belki de bu sempozyumun tek amatör ve saf okuru bendim. Diğer katılımcıların hepsinin ya akademisyenler, ya konuşmacılar ya da öğrenciler olduğuna eminim. Eğer sahiden dediğim gibiyse bile inan  umrumda değil. Sempozyum sırasında kimi anlatımlarda yoğun akademik lisan kullanılması sebebiyle zorlansam bile (çok az, bir ya da iki anlatıcıydı, o kadar), dinlediklerim,  eserler arasında yapılan karşılaştırmalar, ya da kitabı okurken hiç aklıma gelmeyen, niye düşünmedim acaba diye beni şaşırtan konular gündeme geldikçe var ya, ister inan ister inanma, zihnimin kilitlerinin tıkır tıkır açıldığını hissediyorum. Okuduğum ve sevdiğim kitaplar hakkında böyle detaylı araştırmalar yaptıkları için akademisyenlere şükran ve hayranlık duyuyorum. Hımm... Öte yandan, itiraf etmeliyim ki, sadece haz aldığım için okuyan amatör ve saf bir okur olduğum için şükrediyorum.

Biliyorum, bu saflığım ve amatörlüğümle, edebiyat sempozyumlarındaki vaziyetimi görsen gülersin halime. İnan bana, sadece bir köşede sessizce oturuyor, tüm merakımla araştırmaları dinliyorum. Kabul ediyorum, bilmediğim pek çok şey var  elbette. Valla sizin orada ne derler bilmiyorum ama, bilmemek değil öğrenmemek ayıptır bizim köyde:)

20 Ekim 2012 Cumartesi

Anlat Deseniz Anlatamam. Enine Boyuna Yaşarım Ancak.


"bir elim sağ cebimde
bir elim sol cebimde
bu hüznü siz de bilirsiniz
anlat deseniz anlatamam
enine boyuna yaşarım ancak"
turgut uyar

Tuhaf! Sahiden yazı yazmanın değişik bir  tuhaflığı olduğunu düşünüyorum. Veya tuhaflık bende belki. Bilemiyorum. Mesela bambaşka bir şey yazmaya niyetleniyorum. Yazmaya başlıyorum. Hiç düşünmediğim kelimeler dökülüyor parmaklarımdan. Şaşırıyorum. Bak şimdi... İstanbul'da, Kadir Has Üniversitesi'ndeki, iki günlük Yusuf Atılgan Sempozyumu'ndan dün gece köyüme döndüm tamam mı? İki gün sabahtan akşama kadar memleketimin farklı üniversitelerinden gelmiş akademisyenleri, film yönetmenini tüm merakımla dinledim. Elbette Yusuf Atılgan'ın Canistan'ından ve öykülerinden de söz edildi edilmesine ancak özellikle  masaya yatırılıp her yönüyle incelenen, Aylak Adam ile Anayurt Oteli'nin Zebercet'iydi. Dün gece eve döndüğümden beri, sempozyum hakkında bir şeyler hatta çok şeyler yazmak istiyorum. Benim için o kadar  zihin açıçı bir sempozyumdu ki anlatamam.  İyi ama ikidir yazmak için bilgisayar başına oturuyorum. Nedense Yusuf Atılgan'ın kahramanları aklıma gelince Turgut Uyar'ın dizelerini hatırlıyorum. Anlayamıyorum. Oysa iki günlük sempozyumda Hüseyin Rahmi Gürpınar'dan  Orson Welles'e, Sait Faik'ten Yılmaz Güney'e, Kemal Binbaşar'dan Sabahattin Ali'ye, Tezer Özlü'den Emine Sevgi Özdamar'a, Kafka'dan Dostoyevski'ye pek çok yazar adı anıldı. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ıyla Anayurt Oteli'nin Zebercet'i, Pınar Kür'ün Tuhaf Bir Kadın'ı, Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan'ı, Edip Cansever'in Çağrılmayan Yakup'u, Kemal Bilbaşar'ın Denizin Çağırışı, Tezer Özlü kitaplarındaki anlatıcı, Oguz Atay'ın kitapları, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u ya da ne bileyim Emily Bronte'nin Uğultulu Tepeler'i bile birbirleriyle ilişkilendirildi. Epeyce not tuttum. İkinci günün sonlarında yönetmen Zahit Atam'ın sinemayla ilgili etkileyici konuşmasında söz ettiği filmlerin adlarını da, okumak istediğim kitap adlarının altına yazıyazıverdim. Bilgi çıkınlarımı epeyce doldurup, müthiş zenginleştim. Dün gece köyüme böyle eli kolu dolu döndüm. Sempozyum tek kelimeyle harikuladeydi! Nefisti! Nefis!...  Bak şimdi... O notlar elimin altında.  Bilgiler desen, henüz taptaze hafızamda. İyi de, Yusuf Atılgan Sempozyumu'yla ilgili uzun uzun yazılar yazmak istiyorken, üstelik bu sempozyumda adından hiç söz edilmemişken, niye hafızamın derinliklerinden Turgut Uyar çıkıyor peki?  Yusuf Atılgan benim çevremde çok bilinen bir yazar değil. Ben  her iki kitabını, hem Aylak Adam'ı hem Anayurt Oteli'ni yıllar önce okuyup, çok sevmiştim. Ömer Kavur'un çevirdiği Anayurt Oteli'nin sinemaya uyarlanmış filmini seyretmiştim. Elbette  Anayurt otelindeki Zabercet'i değil, Aylak Adam'ındaki toplumun dayatmalarına, alışkanlıklara, sıradanlığa karşı çıkan C.'yi kahramanım bellemiştim. Yusuf Atılgan Sempozyumu'nda eteklerime doldurduklarımı şimdi Hayal Kahvem'in  tahta döşemesine dökmek istiyorum dökmesine ama... Yooo... Beceremiyorum. Nedense Turgut Uyar dizeleri bulundukları şiirlerden çıkıp, hafızama sökün ediyor. Mesela... ""Dünyada bir ben vardım... Bir de bu olmayası sahipsizliğim." diyesim geliyor. Daha sonra ise  "Durma göğe bakalım." dizesi parmaklarımdan dökülüyor. Ya peki niye Geyikli Gece? Yusuf Atılgan öyküleriyle harmanlanmış hafızam, niye Geyikli Gece'yi önüme getiriyor  şimdi?  Turgut Uyar der ya hani... "Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta... Herşey naylondandı o kadar."... Veya Eski Kırık Bardaklar'daki... "İşte bu ellerimle yalnızım inanmazsan bak" Tamam burada keseceğim.  Yusuf Atılgan Sempozyumu'na daha sonra... Belki bir zaman sonra...  Elbette uzun uzun söz etmeye döneceğim.  İyisi mi gene Turgut Uyar'ın dizeleriyle bu yazımı bitireyim. "bakın bu ikide bir de bozulan güneş... bu durup dururken sokan yılan... bu kırık bardaklar çöplüklerde... aşkın şiirin ölümün en kolayına gitmek....... biliyorum sebebini bir bir biliyorum.... öyle kolay kendisi söylemesi kurtulması öyle kolay... kolaylığından sıkılıyorum... kurtulmak elimden gelmiyor" diyorum... Veee... Devam ediyorum...



Ömrümde ilk kez gittiğim edebiyat sempozyumu, geçen sene, gene Kadir Has Üniversitesi'nde  yapılan Tezer Özlü Sempozyumu'ydu. O kadar haz veren, o kadar iştah açıcı, merak kışkırtıcı bir sempozyumdu ki, daha sonra İstanbul'da diğer üniversitelerde yapılan, Sevgi Soysal, Vüs'at O. Bener, Tomris Uyar, Masumiyet Müzesi sempozyumlarına gitmiştim. İki günlük Yusuf Atılgan Sempozyumu, gene büyük bir itinayla  hazırlanmış. Bu sempozyuma emek verenlere tüm yüreğimle çok teşekkür ediyorum. Diğer üniversitelere örnek olmasını diliyorum. Edebiyat Fakültelerinde okuyan öğrencilerin, edebiyatla ilgilenenlerin, okurların bu sempozyumlara neden katılmadığını çok merak ediyorum. Böyle özenle hazırlanan sempozyumların izleyicilerinin gelecekte daha fazla olacağını hayal ediyorum. Ve bu sempozyumların kitaplaşmasını çok ama çok istiyorum. 

Ben... Ben var ya ben... Ah, edebiyata sevdalı başım!... Bir sonraki sempozyumu iple çekeceğimi biliyorum!:)