6 Aralık 2012 Perşembe

Issız Bir Adaya Düşmek Mi? Ben Mi!!!!

 


"Issız bir adaya düşsen yanında hangi film olsun isterdin?" diye sordu arkadaşım. Cevabımı hiç tereddütsüz ve anında verdim: "Rocky1" Neden mi? Üzgünüm ama  şimdi nedenini  anlatamayacağım sana. Bugün nasıl yoruldum anlatamam. Az sonra anne sözü dinler gibi masum yatağıma yatacağım. Uykunun yanağından bir makas alacağım.  Rüyalarımın içine balıklama dalacağım. Hey,  du bi... Düşündüm de madem ıssız bir adada tek başıma Rocky1 filmiyle kalacağım. Bir iyilik yapsan keşke... Ne yapayım, söylüyorum harbi harbi işte...  Rocky1 yetmez ki...  Yanımda Rocky2 ve Rocky3 de olsun bari. Yooo, arsızlık yapıp,  Rocky4  ve  Rocky5'i istemem valla. Sadece ilk üç film yeter de artar bile bana. Neden ilk üç filmi mi? Du... Du... Du bi... Anlatacağım sonra!

 
 

Kahve Molası - Kırık Keşkeler, Ortaboy Pişmanlıklar, Dipten Giden İpince Sızılar...


Yeni bir huy edindim. Canım sıkıldığında kendimi palas pandıras  sahildeki o banka atıyorum. Her defasında önce derin derin bir kaç nefes alıp veriyorum. Sanki böyle yapmazsam boğazımdaki düğüm çözülmeyecek akabinde  nefesim kesilecek zannediyorum. Nefeslenmek iyi geliyor. Adeta yerküreye değmemek maksadıyla ayaklarımı bankın üzerine topluyorum. Nafile olarak "olur böyle haller" diye öğütlesem de kendime... Umursamaz olmayı beceremiyorum. Bazen ziyadesiyle zorlandığımı, anlatılmaz derecede yıprandığını hissediyorum. Kimi zaman yaşanan kızgınlık veya kırgınlık, keder veya acı, yalnızlık veya güvensizlik, anlaşılmak veya anlatmak ya da  kimseyle paylaşmamak gibi durumlar beynimin içinde bir o yana bir bu yana cirit atıp duruyor. Çoğu kez insani zaaflar zorluyor beni. İtişmeler, kakışmalar, irili ufaklı dolaplar, gülünç kurnazlıklar, çelme takıp iş kapmaya kalkışmalar, sonra da hiç bir şey yapmamış gibi şirinlik taslamalar... Yarı resmi, kalpazan işi  nezaket vaziyetleri...  Veya hafızanın unutmak istediğim halde, çaktırmadan çekmecelerine gizledikleri... Sonra durup dururken akla gelmeyecek yerde ve zamanda  çıkarıp tozlarını silkelemesi... Hakikatinde  harbi harbi bünyeyi  sallayıp silkelemeyi amaç edindiği vaziyetler sözgelimi... Ne bileyim hayallerin kaydığı veya abarttığı aşırılıklar... İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyleri büyütüp devleştirilmeler... Düşenebiliyor musun insanın sadece kendisiyle cebelleşmesi bile ne  meşakkatli bir iş! Of! Tüm bunların peşi sıra hissedilen kırık keşkeler, ortaboy pişmanlıklar, dipten giden ipince sızılar... İçim fena oluyor kimi zaman ne yalan söyleyeyim. İnsanım neticede öyle değil mi? Yaradılıştan gelen binbir his ve duyguyla başetmek kolay bir şey mi? Uğraşıyorum kendimle gördüğün gibi.  İşte sahildeki o banka ayaklarımı toplayıp oturuyorum ya... Çantamdan defter ve kalemimi çıkartıyorum. Nedense ancak böyle selamete erebileceğimi düşünerek; sevgiye, şefkate, iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, merhamete dair bildiğim tüm kelimeleri birbiri peşi sıra elimdeki deftere yazmaya başlıyorum. Yazmak  da insani bir edim... Ve yazmak bana çok ama çok iyi geliyor  biliyor musun? İçime su mu serpiyordur nedir? Basbayağı düzeliyorum. Heyyy! Havanın boşluğunda birbirine çarpıp yankılanan sevinç, yer kabuğunu boydan boya yararak ilerliyor. Geliyor. Geliyor... Küskün kalbimde çınlıyor. Çınnn! Çınnn! Çınnn! Sonra yine... Her seferinde daha büyük bir sesle daha büyük bir hızla... Elimdeki deftere kalemimin ucundan kelime kelime damlıyor....  Anladım ki yazmak bünyeme ilaç gibi geliyor... Hayatın gelmişine geçmişine bir selam çakıp... Gene... İşte gördüğün gibi yazıyorum... Yazıyorum... Yazzıııyooorumm...

NOT: Koyulaştırılmış cümleleri, Atilla Atalay'ın Mecnun Kuleleri adlı öyküsünden aşırdım.   

5 Aralık 2012 Çarşamba

Şşşttth!.. Kimse Duymasın! - 3 -


Bugün  pervane misali 
Çok çalıştım, yoruldum.
Sokağa çıkınca, 
"Abrakadabra!" dedim,
Zamanı durdurdum.
Ayaklarım yerden kesildi.
Kelebek oldum, uçtum.

Gerçekten...


4 Aralık 2012 Salı

Eyvaaah!


Gazetedeki, "Rakamlara bakılırsa herkes depresyonda."  diye başlayan haberde, son yıllarda antidepresan ilaç  kullanımında ciddi oranda artış yaşandığını ve artış hızının inanılmaz rakamlara ulaştığını  anlatan yazının devamını okuyunca "Vay canına!" dedim. Nasıl yani memleketimdeki her üç kişiden biri antidepresan ilaç kullanıyordu öyle mi? Bu ilaçları, her canı sıkılan, keyfi kaçan, her gönül yorgunu, üzüntü çeken, uyku sorunu olan kullanmaya başlamış. Bu haberi okuyunca, yakınlarda seyrettiğim Equilibrium adlı film aklıma geldi.  Bilimkurgu filmlerde sürekli kurgulandığı gibi, bu filmde de Üçüncü Dünya savaşı olmuş bitmiş, totoliter bir rejimin hakim olduğu bir dünya ortaya çıkmış. Yaşanan acıların insanların kusurlu düşünce ve duyguları sebebiyle meydana geldiğine karar verilmiş.  Prozium adlı bir ilaç geliştirilmiş. Bu  ilaç sayesinde her yurttaşın duygularından arındırılması, hissetmemesi hedeflenmiş. Sadece yuttaşlara ilaç kullandırmak ve ekranlardan yansıtılan propagandalarla beyin yıkamak yeterli görülmüyor, ayrıca insanların duygulanmalarını kışkırtabilecek her nevi sanat eserleri, kitaplar, müzik aletleri, renkli eşyalar da  yakılıp yok ediliyor. Herkes mutlaka bu ilacı kullanmak zorunda, kullanmayanlar ise  sistemin yetiştirdiği adamlar tarafından öldürülüyor. Renksiz, duygusuz, tepkisiz, acımasız, baş kaldırmayan, kolay yönetilen, onaylayan, robotlaşmış insanların hayatlarını seyrederek filmin konusu ilerliyor. Bencileyin hayatı aklıyla değil, ancak duygularıyla anlamlandırabilen biri için, kurgu bile olsa böyle bir hayatı seyretmek ürkütücüydü ne yalan söyleyeyim. Neyse ki sisteme baş kaldıran, ilaç içmeyi rededen, "duygusal suçlu" olarak kabul edilen insanları yakalamakla görevli olan adamlardan birinin, her sabah içmek zorunda olduğu ilacın yanlışlıkla kırılması neticesinde hissetmeye başlamasıyla asıl film başlıyor. Preston'un karısı da zamanında "duygusal suçlu" bulunmuş ve  kendisinin gözünün önünde öldürülmüştü. Kılı kıpırdaman karısının yakılmasını seyretti.  Bu dünya feci bir dünyadır. Çünkü hissetmek, sevmek, hayal etmek kesinlikle yasaktır.  Preston, ilaç kullanımını bıraktıktan sonra bambaşka biri olmaya başlar. İnsanların kendisi gibi hissetmelerini sağlayıp, özgürlüklerine kavuşmaları için mücadeleye girişir. 


Kafa açıcı filmlerden olduğunu düşündüğüm Equilibrium'u seyrettikten sonra, insanı insan yapan aslında  duyguları mıdır, diye kafa çarklarımı çevirmeye zorlamıştım. Sevgi, aşk, merhamet, öfke, nefret, hırs, hüzün gibi duygularımızı hissetmeye ihtiyacımız mı var? Hayal kurmayan, düşünmeyen, hissetmeyen, tepki vermeyen insan  özgür müdür?  Acaba hiç aşık olmasak, hiç acı duymasak, hiç korku, endişe veya öfke hissetmesek ne olur? Üç kişiden birimiz antidepresan kullanmaya başladıysa,  Nâzım Hikmet'in dizesindeki gibi bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine yaşamaya çalışacağımıza,  sevgi, aşk, heyecan, öfke, üzüntü, hayret hislerimizi uyuşturup, kendimize, dünyaya, evrene bir çocuk gibi şaşarcasına bakmayı unutmaya mı niyetlendik yoksa?  Ne yalan söyleyeyim, korktum. Eyvaaaaah!



  










3 Aralık 2012 Pazartesi

Hiç Bir Engelli Yorgan Altında Kalmasın Diyenler Ve Yorgan Altında Kalmayan Kişiler


Helen Keler adını duymuş muydun bilmiyorum. Helen 1880 lerde sağlıklı bir bebek olarak dünyaya gelmiş. İki yaşına doğru dünyada cok nadir görülen bir hastalık sebebiyle hem kör hem sağır olmuş. Bu kadar küçük yaşta duymaz olunca, konuşmayı da öğrenememiş. Düşünebiliyor musun hem kör, hem sağır hem de konuşamayan biri.  İnsanlarla ilişkisini nasıl  geliştirebilecek peki? Beterin en beteri yani... Çok ilginç bir hayat hikayesi var Helen Keler'in. 1887 yillarında Alexander Graham Bell işitme özürlüler için çalışmalar yapıyormuş. Helen'in ailesi Graham Bell'e gitmişler.  Helen konusunda yardım talep etmişler. Helen'i büyük mucidin yanına bırakmışlar. Helen, Anne Sulvian adinda 20 yaşlarında bir öğretmen eşliğinde Ta doma denilen bir yöntemle konusan insanlarin dudaklarına dokunup titreşimleri hissederek ve bir de sağır dilsiz alfabesindeki kabartıları Helen'in avucuna bastırarak anlaşılır şekilde düşünüp konuşmayı öğrenmiş.


Sonuçta helen Braille alfabesiyle Fransızca, Almanca, Yunanca, ve Latince öğrenmiş. Her bir sözcüğü avuca yazma metoduyla üniversiteyi üstün başarıyla bitirmiş. Dünyada üniversiteyi bitiren ilk duyma özürlü kişi  Helen Keler olmuş. Dünyaca tanınan bir yazar olmuş aynı zamanda. 88 yaşına kadar görmeden, duymadan, konuşmadan ama özel bir metodla hem okuyan hem yazan faydalı olan biri Helen Keller... Ve tabii ki dehşet bir mücadele ve vazgeçmeme örneği.


Peki Pınar Çatalkaya adını duymuş muydun? Pınar da sağlıklı bir bebek olarak dünyaya gelmiş. 16 yaşında bağışıklık sisteminde meydana gelen bir hastalık sebebiyle, göz arkasında bir iltihap oluşmuş. Tedavi sonuç vermemiş. Göremez olmuş. Aradan yirmi yıl geçmiş. Çok iyi öğrenci olmasına rağmen, öğrenimine tedavi süresince devam edememiş.  "Ne oldum değil ne olacağım demeli" derler. Ne kadar doğru. Kim yarın ne olacağını bilebilir ki? Herşey insanlar için...  Aralık ayına girdik. Peki 3 Aralık'ta ne var? Dünya Engelliler Günü. 1880'lerde yaşayan, hem kör, hem sağır olan  Helen Keler, kendisine tanınan imkanlardan faydalanarak, yeteneklerini geliştirebilmiş. Böylelikle hem kendine, hem topluma faydalı bir birey olabilmiş. Zaten körler, acınacak ve çaresiz insanlar değiller. Sadece farklı öğrenme metodlarıyla öğrenmeye ihtiyaçları var.  Bizim okuduğumuz kitapları farklı yöntemlerle okurlar ya da dinlerler. Fırsat eşitliği ve yeterli olanaklar sağlanırsa görmek onlar için engel olmaktan çıkmaktadır. Gururla söylüyorum ki Pınar Çatalkaya, 31 ilde şubesi olan Altı Nokta Körler Derneği'nin çiçeği burnunda  Kocaeli Şubesi Başkanı'dır. Üniversite eğitimine başladı. Sosyoloji okuyor. Kitap okuma zorluğunu, dinleme cihazına kitapları okuyan gönüllüler sayesinde aşmaya gayret ediyor. Aynı zamanda bir okulun kütüphanesinden sorumlu.  Hem çalışıyor, hem okuyor, hem dernek başkanlığı yapıyor. Şahane biri Pınar Çatalkaya...  Pınar, memleketimin dehşet bir mücadele ve vazgeçmeme örneğidir. Du bi.. Ayrıca Pınar şahane dans ediyor.


“İnsan, estetik bir varlıktır. Engelli bir bireyin diğer insanlardan farklı olan herhangi bir özelliği onun estetik bir varlık olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Hatta görme engelli bir bireyin gözü, normal bir insanın gözünden daha hoş görünebilir, fiziksel engelli bir bireyin elleri bir sanat fotoğrafının ana temalarından biri olabilir” diyerek, “Yorgan Altında Kimse Kalmasın” diye bir proje geliştiren Engelsiz Sanat Derneği'ne bir kez daha hak verdim. Pınar görme engelli biriydi. Heves etmiş, tango kursuna gitmişti. Pınar'ı sahnede seyrettim. Kalabalık seyircilerin karşısında, sahnenin ortasında, o kadar güzel, o kadar hakkını vererek dans ediyor ki anlatamam. Pınar kesinlikle sahnede olağanüstü estetik görünen biri. Tango için bir şeyi istemek ama istediğini belli etmemek dansı denir ya...  Acaba bu dansı zaferle tamamlaması için bir kadının bazı kederleri bilmesi, bazı dikenli yollardan geçmesi mi gerekiyor? Pınar görmeyen gözleriyle önündeki bir engeli daha aşmış tango öğrenmişti. Ve o dansın sonunda ayakta dimdik durdu. Muzaffer bir edayla selam verdi. Salon alkıştan inledi... 



Andrea Bocelli,  1958 doğumlu İtalyan tenor, söz yazarı ve  bestecidir. Sesinin ve şarkılarının tek kelimeyle hastasıyım.  On iki yaşında futbol oynarken geçirdiği bir kaza sebebiyle iki gözü de kör olmuş. Hukuk Fakületesini bitiren ünlü şarkıcı, dünyanın üçüncü tenoru olarak kabul edilmektedir.
 
 



Mehmet Emre Kalaycı, 1987 doğumlu İzmitli şarkıcı, avukat ve klarnet, saz ustasıdır. Emre'nin yaptıkları buraya sığmaz, kendisinin sıkı bir hayranıyım. Kongenital kornea bozukluğu  hastalığıyla dünyaya geldiği için iki gözü de doğuştan görmüyor. Çok genç yaşta olmasına rağmen olağanüstü işler başarmış. Dünyanın başka bir coğrafyasında doğan Andrea Bocelli gibi  şahane şarkılar söylemek yolunda azimle ilerliyor. 



"Toplumda "engellilik" olgusuna bakış açısı yanlış ve önyargılıdır. Bu tutum nedeniyle toplumda engelli bir çocuğa sahip olmak da yanlış değerlendirilmektedir. Doğduğu evde bir günah ya da ayıp olarak nitelendirilen birey ilk başta ailesi ve toplum tarafından engellenmektedir. Toplumda yer edinemeyen birey, zaman geçtikçe sosyal ortama çıkma korkusu yaşayarak yalnızlaşmakta ve kendisini değersiz görmektedir. İşte bu nedenle “Yorgan altında kimse kalmasın” sloganıyla yorgan altında bir ayıp gibi saklanan engelli bireylerin toplumsal hayata çıkması ve çıkarılması için bir kampanya başlattık."
diye yola çıkan Engelsiz Sanat Derneği'nin yaptıklarını çok önemsiyorum. Engelin  gözün görmemesi veya elin, ayağın tutmaması demek olmadığını, engelin bireyleri yorgan altında saklayıp, onların hiçbir şey ya da hiç kimse olmalarına sebep olduğuna dair toplumda farkındalık yaratan Engelsiz Sanat Derneği'nin, bugün Beyoğlu Belediyesi Gençlik Merkezi Sanat Galerisi'nde başlayan ve 12 Aralık'a kadar sürecek olan fotoğraf sergilerini çok merak ediyorum. Çünkü bu sergide fotoğrafları sergilenenler, engellerini aşarak, kendi girişimleriyle işini kuran, memleketimizin önde gelen üniversitelerinden mezun, gösterdikleri çaba ile geçirdikleri hastalıkların tanısını değiştiren birbirinden başarılı, sıra dışı ve toplumda rol model olacak kişiler.  Ve  her biri  birer mücadele ve
vazgeçmeme  numunesi... İlla desteklenmeliler.


2 Aralık 2012 Pazar

Biliyorum, Sazanın Tekiyim!

 
"Elimde olaydı atlaslar sererdim ayaklarının altına
Ne ki garibanın tekiyim, varım yoğum düşlerim.
Düşlerimi serdim ben ayaklarının altına
Nazik ol lütfen, üzerine bastığın benim düşlerim."
William Butler Yeats


Karaköy'den Eminönü'ne doğru yürüyordum. Takvime göre güzün bitmesine üç gün kalmıştı. Ha geldi ha gelecekti ya, kışın eli kulağındadı. Acaba uğraşsam, bir mevsimin diğerine döndüğü o efsunlu anı hissedebilir miydim? Hissedebileceğimi hayal ederek yürümeye devam ettim. Galata Köprüsü'ne vardığımda, günün minesi soluvermiş, esmer renkli sema gökyüzüne sereserpe yayılıvermişti. Hava ılık, deniz berrak, tarihi yarım ada ise tek kelimeyle büyüleyiciydi. Köprü üstünde balık tutmakta olan insanları seyrede seyrede yürümeye devam ettim. Sait Faik öyküleri sebebinden midir bilmem, denizi, balığı, balık tutanı, ekmeğini denizden çıkaran insanı çok severim. Baktım, genç bir adam oltasını çekti.  Çırpınmakta olan iri bir balık misinanın ucunda göründü. "Vay anasını!" dedim içimden. Adamın yüzündeki sevinci farkettim. "Vay canına" dedim bu sefer. Ben bilmiyorum. Hiç tatmadım bu tür sevinci. Balıkçının sevincini seyretmek hoşuma gitti. "Balık tutmak ne güzel!" diye aklımdan geçti. Çantamı omuzuma iyice yerleştirdim. Balıkçıyı seyre devam ettim. Adam misinanın ucundan balığı çıkarma gayretindeydi. Nasıl itina, şefkat ve sabırla balığı ağzındaki iğnesinden kurtarmaya çabalıyordu anlatamam. Az sonra ölecek balığa bu kadar merhamet göstermesine anlam veremedim. Sonra kızdım kendime. Ne fena biriyim diye aklımdan geçirdim. Tüm merakımla  seyretmeye devam ettim.  Adam yan tarafında oturmakta olan  ihtiyara seslendi. Baktım. İhtiyar adam, kendi girdiği halin insanı olan biriydi. Dizlerine dayanarak kalktı. Oltanın ucundaki balığa baktı. Hoyrat davranmadı. Gözlerim şahit. Balığı merhametle tuttu. İşinde mahirdi. Tek hamlede iğnesinden çıkardı. Genç balıkçının eline bıraktı. Nasıl hoşuma gitti anlatamam. Bu seyri bembeyaz tülbente sardım. Hafızamın "zamanı geldiğinde ilaç yerine kullanılacak anılar" bölümüne yerleştirip bıraktım. Köye döner dönmez ilk denk geldiğim arkadaşıma, bu olayı mutlulukla anlattım. Dedim ki: "Balığın ağzı yırtılmasın diye gösterdikleri çaba ne hoş değil mi?" Sadece gülümseyerek değil, küçümseyerek dinledi beni.  Bir tokat indirir gibi "Ne safsın. Sanırım misina iğnesinin kaç para olduğunu bilmiyorsun." dedi. O an duyduğum his feciydi. Bir süre çivilendim, öylece kalakaldım. Sazanın tekiydim. Adamlar aslında balığı değil, misina iğnelerini düşünüyorlardı demek ki! Ne fena! Ne yalan söyleyeyim, etkilendim. Acıtan bir hayalkırıklığı hissettim. Gözlerim buğulandı. Arkadaşım vaziyetimi farketti. Güldü. "Boşver dediklerimi, sen  gene balık daha fazla acı çekmesin diye, balıkçıların öyle davrandıklarını düşünmeye devam et." dedi. Gitti. İnan saflığıma değil, hayal kırıklığıma kederlenmiştim. Bu durumu kabullenmedim. Ruhum yaralanmıştı. Acilen tedaviye ihtiyacım vardı.  "Zamanı geldiğinde ilaç yerine kullanılacak anılar" arasından, son anımı hemen çekip çıkarttım. O günü başa sardım. Dört gün öncesine, ihtiyarın, genç adamın eline balığı bıraktığı zamana ışınlandım. Genç balıkçı sonra ne yapmıştı peki, diye  düşünmeye başladım. O zaman, o mekan ve o adam bir mıh gibi hafızama işlenmişti. Genç balıkçı elindeki oltayı köprünün duvarına dayadı. Sonra çırpınan balığı iki eliyle tuttu. Yüzüne doğru yaklaştırdı. Balığın ağzına şefkatle baktı. Gördüğünden memnun kaldı.  Balığı su dolu kovaya usulca bıraktı. Ne hoştu! Böyle hatırlamak hoşuma gitti. Sevindim. Anımı bembeyaz tülbente gene sardım.  Hafızamın "zamanı geldiğinde, ilaç yerine kullanılacak anılar" bölümüne, itinayla yerleştirip bıraktım.


1 Aralık 2012 Cumartesi

Ben Masumum, Gökyüzünde Dolunay Vardı!



Dün bizim ofis için, haftanın son çalışma günüydü ya… Yani cuma… Üzerine afiyet, bütün gün üzerimde nasıl  tembellik, nasıl  miskinlik vardı anlatamam. Aslında biliyorum son günlerde hüzün katsayım anormal seyrediyordu. Melankoli ibrem tavandaydı. Gece ancak sabaha karşı uykuyu yakalayınca, neredeyse akşam üzeri uyandım. Bırak kahvaltı yapmayı, elimi yüzümü  bile yıkamadım. Ne bulduysam üzerime geçirdim. Uyuşuk adımlarla arabama kadar zorlanarak yürüdüm. Kağnı arabası sürüyormuşcasına...  Birinci viteste puflata puflata arabamı sürdüm. Apartmanın önündeki boş alana  arabamı öylecene bıraktım. Adımlarımı yerde kaydıra kaydıra ofisin merdivenlerini tırmandım. Ağzımı açmadım. Kafamı kaldırıp kimseye dönüp bakmadım. Odama girdiğimde iyice bitik durumdaydım. Kendimi  boş bir sepetmiş gibi koltuğuma bıraktım.  Kolumu kaldırıpta parmağımın ucuyla  bilgisayarımın tuşuna basıp açmadım. Sanki bana ait değillermiş, belki emanetlermiş gibi…  Ya da ne bileyim? Bünyemde nafile yer işgal ediyorlarmışta fırlatıp atmam gerekiyormuş gibi… Kollarımı koltuğun  iki yanından aşağıya doğru bıraktım. Karşımdaki tablonun aynasında bir an kendime baktım. Tuhaftım! Nato mermer nato duvar...  Yüzümde ne bir düşünce izi… Ne de bir canlılık belirtisi! Pes vallahi! Atabilsem kendimi odamdaki üçlü koltuğa atacak, sonsuza kadar öyylece uzanıp kalacaktım. Anadolu’da anlatılan bir tekke hikayesi  aklıma  geldi. Bu tekkedeki dervişler, hiçbir iş yapmazlarmış. İyiliksever insanların yardımlarıyla  yetinerek yaşarlarmış. Bir gün tekkede yangın çıkmış. Dervişlerin kılı gene kıpırdamamış. Alevler iyice büyüyüp yangın yanlarına doğru yayılmaya başlayınca, müridlerden biri eğer kalkmazlarsa tutuşacaklarını söylemeye kalkışmış. Dervişlerin şeyhi “acele etmeyin, şu yanımızdaki iki tahta da yansın, öyle kalkarız” demiş.  Eğer benim halimi görseler, sorgu sual eylemeden beni o tekkenin “baş miskini” tayin ederlerdi. Kesin! Hareket etmek, insanlarla yüz yüze gelmek, ses işitmek, laf söylemek içimden gelmiyordu. Bir an masamın üzerindeki kitaplara gözüm değdi. O kitapları yazanlar... Çoğu yaşamıyordu şimdi. Onca vakit, onca yazı için uğraşmak. Sonunda ölüm varsa. Haybeye harcanan zaman gibi geldi. Matematik, iktisat için didinenler… Ne işe yarayamıştı ki? Zengin yiyor, yoksul acından ölüyor… Değişen bir şey var mı? Yok! Hep aynı. Tarih sözgelimi… Binlerce kitaba göz nurlarını dökmüşler… İnsanlığın ne kadar zavallı olduğunu yazmıyorlar mı hepsi? Savaşlar… Anlaşmalar…  Yine… Yeni… Yeniden… Savaş… Tarih yazmışlar da kime faydası dokunmuş peki? Dört bir yan cenkte!  Faydası olsa dünyada savaş biterdi. Aşk mezusuna hele hiiç mi hiç girmeyeyim. Şiirlerin hepiciği uydurma! Evet, evet... Bütün kitaplar palavra! Kitapları atmalı mı yoksa yakmalı mı? Niye dursunlar ki boşu boşuna! Tüm bu düşünceler aklımın kıvrımlarında gezinirken uyuyup kalmışım… Uyandım ki, o ne? Gece yarısı olmuş. Yerimden kalktım.  Perdeyi açıp aya baktım. Gökyüzünde dehşet bir dolunay vardı. Dolunayın parlak ışığı gözümden yüreğime değdi. Akabinde  birdenbire damarlarımdaki kan tepemden tırnağıma hızla gezindi. Kendimde bir tuhaflık hissettim. Doğruldum. Pencerenin aksindeki görüntüme baktım. Gözbebeklerimdeki kırmızı parıltıyı fark edince muzurca gülümsedim. Gülümseyince vampir dişlerim göründü tabii. Tamam. Zaten bütün gün dinlenmiştim.  Önce pencereyi, sonra pelerinimin kanatlarını açtım.  Sivri dişlerimi  alt dişlerimde bileyleyerek, hedefime ulaştım!