Trabzon'da gün batımını seyrettim.
Batum'da Ali ve Nino'nun hikayesini dinledim.
Nice şehirler gezdim. Senin gibi güzelini görmedim İstanbul'um...
Trabzon'da gün batımını seyrettim.
Batum'da Ali ve Nino'nun hikayesini dinledim.
Nice şehirler gezdim. Senin gibi güzelini görmedim İstanbul'um...
Bazan durup kendime soruyorum.
Ben mi fazla alınıyorum, yoksa insanlar mı fazla hoyrat davranıyor?
İçimde bir yer var.
Hırpalanmış ve kırgın hissediyorum.
Aslında sadece şunu istiyorum:
Ne olursa olsun, asla kırılmamak.
Gerçekten…
Nasıl yapılır bu?
Kırgın hissetmemeyi nasıl becerebilirim?
NOT: Fotoğraf Sonbahar adlı filmin bir karesi.
Hele ki her şey sıradan bir aşk hikayesi gibi başlayıp, bir anda modern çağın kabusuna dönüşüyorsa...
Amanda ve Mike tam da böyle bir çift. Amanda bir öğretmen, Mike inşaat işçisi. Sade, sevgi dolu hayatları var... Ta ki Amanda’nın beyninde tümör çıkana kadar.
Mike, şaşırmış, çaresizlik içinde çırpınırken devreye Rivermind adında bir şirket giriyor. Bilim kurgu gibi ama değil... Beyni tarıyorlar, kopyalıyorlar, tümörü alıyorlar, yerine sentetik bir beyin yerleştirip hafızayı yüklüyorlar. Hem de ücretsiz... Sadece aylık 300 dolar abonelik ücretiyle Amanda yaşamaya devam ediyor. Ne büyük nimet di mi?
Ama işte olay tam da burada başlıyor... Amanda, hayatta kalabilmek için artık daha fazla uyumak zorunda. Çünkü beyni, aynı zamanda bir server gibi çalışıyor. Uyudukça veri taşıyor, , hizmet ediyor... Kadın hem hayatta kalıyor hem de bir şirketin dijital altyapısı oluyor.
Derken ek paketler devreye giriyor. Kapsama alanı dışına çıkmak mı istiyorsun? Ayda 750 dolar daha ödemeleri gerekiyor... Daha iyi bağlantı, daha az uyku, daha fazla bilinç... Ekstra ücret. Her yeni özellik, bir uygulama güncellemesi gibi hayatlarına çörekleniyor. Bu resmen bir abonelik sistemi...
Mike parasızlıktan online karanlık işlere bulaşmak zorunda kalıyor. Amanda, öğretmenliğini neredeyse kaybediyor çünkü sürekli uyuma halinde... Yaşamak için para ödüyorlar, bedel sadece para değil. Kontrol ellerinden kayıyor, ilişkileri paramparça oluyor, ruhlarını aylık üyeliğe kiraya veriyorlar.
İronik değil mi? Birini yaşatmak için kendi hayatından vazgeçiyorsun. Rivermind’ın sunduğu teknoloji, belki tıp tarihinin devrimi ama aynı zamanda kapitalizmin elinde başka bir pranga. Yaşamak artık bir hak değil, bir lüks. Kredi kartına taksit taksit umut.
Kısacası Common People, bize şu soruyu soruyor: Yaşamaya devam etmek, gerçekten yaşamak mı? Yoksa bir sistemin aboneliğine dönüşmek mi?
Aaa! Durun bi... Üstelik çile bununla da bitmiyor. Premium pakete geçemedikleri için Amanda’nın beyni, artık bir canlı yayın reklam panosuna dönüşüyor. Kadıncağız yarı bilinçli haldeyken bir anda, yüzde 50 indirim sadece bugün, diye bağırmaya başlıyor. Resmen bilinçaltına giren influencer gibi. Yayıncılık sektörü sevinsin; ekran yetmedi, sıra zihinlerde, demek ki!!
Bu hikaye, teknolojinin değil, sistemin insanlar üzerindeki egemenliğini sorguluyor. Teknoloji hayat kurtardı, evet. Ama hayat dediğin şey sürekli güncellenmesi gereken bir uygulamaya dönüştüyse, biz hala yaşıyor muyuz, yoksa sadece sistem açık kalsın diye mi varız?
Hay canına sayın seyirciler... Ne diyeyim? Allah yazdıysa bozsun.😅
Hiç aklında yokken bir şey olur ya…
Hiç beklemediğin bir anda, hayat sana usulca bir hediye uzatır.
Sıradan, telaşsız bir gündü. Yoldan geçerken gözüm bir afişe takıldı.
Benim çok sevdiğim… ama sinemada hiç izleyemediğim filmi...
Önce bir duraksadım.
Afişe biraz daha yaklaştım.
Yok canım, dedim içimden.
Ama evet… gerçekten oradaydı.
30 yıllık film, bizim şehrin sinemasında oynuyordu.
O kadar şaşırdım ki… inanamayıp içeriye girip sordum.
Ve cevap netti: Evet, gösterimde.
Bir şey oldu o an.
İçimde hafif bir titreme, bir heyecan, bir tuhaflık…
Sanki evren bana küçük, tatlı bir sürpriz hazırlamış gibiydi.
Bir armağan gibi.
Bir ikram gibi.
Durup dururken.
Hiç aklımda yokken.
Bir filmi bu kadar çok sevmiş, ama asla sinemada izleme şansı bulamamıştım.
Şimdi, tam karşımdaydı.
İşte bu his…
Hiç aklımda yokken denk geldiğim,
Bu tuhaf, sıcak, içimi hafif ürperten, için için neşe veren bir sürpriz...
Bunun bir adı var mı?
Veya başka dillerde karşılığı?
Belki saudade derler buna — geçmişte olup bitmiş ama hala derinlerde hissettiğim bir şey. Sanırım bu kelime tam uymadı... Saudade aşk üzerine derin duygusal durumu anlatıyor olmalı.
Belki Japonların natsukashii'si gibi — tatlı bir nostalji.
Belki de hayatın, küçük bir tebessümle bana, benden sana hediye, demesidir. Olabilir mi?
Türkçe'de karşılığı var mı peki?
Biletimi aldım. Kırmızı koltuklardan birine oturdum. Sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Hayatın gelmişini geçmişini unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
İşin içine girince fark ettim ki, ad bilimi sadece isim koymak değilmiş. Her kelimenin ardında bir kültür, bir tarih, bir dünya görüşü gizli. Kuş isimleri de öyle gelişi güzel verilmemiş elbette. Her biri, onu adlandıranın gözlemiyle, yaşadığı coğrafyayla, hatta hayal gücüyle şekillenmiş.
Mesela, kiraz kuşu... Rengi gerçekten kirazı andırdığı için mi bu adı almış? Yoksa o meyveyle aynı mevsimde görünüp kırmızısıyla yarıştığı için mi? Belki de her ikisi… İşte tam burada devreye dilin estetiği, halkın algısı ve doğayla kurduğu ilişki giriyor. Ve bu da ad biliminin en heyecanlı yeri!
Kuş adlarına baktıkça, doğanın ne kadar ilginç ve gözlemlerle dolu bir dünya olduğunu daha iyi anlıyorum. Mesela balıkçıl gibi bir kuş ismi, su kenarında balık yakalayan, uzun bacaklı bir kuşu tarif etmek için mükemmel bir seçim.
Ya da arı kuşu... Bu kuşlar sürekli arılarla uğraşıyor, adını da tam olarak bu yüzden almış olmalılar.
Kuş isimleri bazan hareketlerinden veya kuyruğunun şekillerinden adlandırılmış. Örneğin, dik kuyruk ismi kuşun kuyruğunun dik durmasından,
Aşağıdaki kuşun adı kuyruksallayan... Kuyruğunun sürekli hareket etmesinden geliyormuş.