21 Temmuz 2025 Pazartesi

Kendimi Eylediğim Zamanlar...

 


Filmler seyrettim.



İşbankası Resim ve Heykel Müzesi'ni gezdim. 
Tat ve Sanat - Lezzetli Resimler katına bayıldım:)


"Bıçak kullanımından kesim tekniklerine, soslardan pişirme yöntemlerine kadar, Türk mutfağını ilk kez teknikler üzerinden ele alarak, yemek yapmanın temel prensiplerini detaylı şekilde anlatan eşsiz bir Miras : Türk Mutfağı Teknikleri 1 kitabımız şimdi sizlerle! " demişler.
Madem öyle, kaçırır mıyım,
yemedim içmedim Refika Birgül ve arkadaşlarının hazırladıkları bu şahane kitabı aldım,
ilgimi çeken bölümlerinden okumaya başladım.


İstanbul'um. Canım. Gel öpeyim ince gerdanından...



Heyoo! Bu mozaik sehpayı ben mi yapıyorum?
Çimdikleyin beni... 
İnanamıyorum:)

Bu manzarayı görünce, 
dayanamadım, indim arabamdan
önce  geniş geniş seyrettim.
Sonraaa....
Sadece hafızamda değil, cebimde de olsun diye,
bir kaç poz fotoğraf çekiverdim.

Kuş kartlarım geldi. Bahtiyarım:)


20 Temmuz 2025 Pazar

Fotoğrafın Dili ve Masalın Sesi: Ayak İzleri

 


Bazan bir fotoğraf, bir masalın kapısını aralar. Fotoğraf sanatçısı Ali Borovalı’nın kumdaki  ayak izlerini gösteren karesi, Judith Liberman’ın kitabında okuduğum, kalbime dokunan Ayak İzleri masalını anımsattı. Aklımda kaldığı haliyle, anlatmak istedim…

Sessizliğin dalgalarıyla konuşmak için bir kayanın üstüne oturur. Etrafa bakınır. Kimseler yoktur. Sessiz bir yürüyüş yapmıştır kumsalda. Ama gözleri, kendi ayak izlerinin yanı sıra bir çift iz daha görür kumda. Şaşırır.

Hayatının tüm anılarını gözden geçirir. Evet, gerçekten de ne zaman geçmişe dönse, o ayak izleri hep yanındadır. Sanki biri, hayat boyunca sessizce eşlik etmiştir ona. Bu düşünce içini sıcacık bir sevgiyle doldurur.

Derken... zor zamanlarını hatırlar. Acı çektiği, dizlerinin çöktüğü, yalnız kaldığını hissettiği günleri... Yürümeye dermanının kalmadığı anları... Ve fark eder ki, işte tam da o zamanlarda yalnızca bir çift ayak izi vardır. Kendi ayak izleri. 

Hüzünlenir. İçine ince bir sızı düşer. “Neden?” diye geçirir içinden. “Neden en çok ihtiyacım olduğunda yalnız bırakıldım?” Öfke kıpırdanır kalbinde.

Tam o anda, derinlerden gelen bir ses işitir:

- Her zaman seninleydim. Bu yüzden hayatına baktığında iki çift ayak izi görüyorsun. Ama yürüyemeyecek kadar yorulduğunda... seni kucağıma aldım. O yalnız gibi görünen izler, senin değil... benim ayak izlerim.

Fotoğrafın dili ve masalın sesi... Ayak İzleri. Hoş değil mi:)

15 Temmuz 2025 Salı

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 15 - Engin


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  



O gün Beyoğlu'nda  Emek Sineması'ndaydım. Filmin başlamasına yarım saat kadar vardı. Hava oldukça soğuktu. Park yerinden sinemaya gelene kadar üşümüştüm. Dışarıda oyalanmak istemedim. Hemen salona geçtim. Emek Sineması'nın o tarihi sıcaklığıyla koltuğuma gömüldüm. Uyuyup kalmışım. "23  numara bu koltuk mu?" diye soran  sesle kendime geldim. Doğruldum. Gülümsedim. "Benim koltuğum 22 olduğuna göre 23 burası olmalı." dedim. Kederli gözlerle bakan bir kadındı. Yuvalarının içine gömük, donuk bakışlı gözler... Hani feri kaçış mı derler yoksa feri gitmiş mi? Moru çoktan geride bırakmış, karaya doğru yol alan gözaltı torbaları... çökmüş, kara-sarı bir surat... ip gibi dudaklar.... Boyayla, allıkla, rujla üstü örtülemeyecek bir harabeye dönmüş yüz. Ve şahane KIZIL saçlar... Oturdu. Sürekli şu cümleleri fısıldıyordu: "Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar... Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar..."  Neydi bu? Belki bir şiir dizesiydi. Bu cümleleri duyunca, kadının Pınar Kür'ün Edebiyat Neye Yarar? (Kına) adlı öyküsündeki Engin olduğunu farzettim. 

Kucağında çocuğu, yanında iki bavuluyla, başı önünde, boynu bükük baba evine dönüşünü hayal ettim. Babasının yüzünden düşen bin parçaydı. Annesi sevinçliydi.  İki yıl önce, daha fakülteyi bitirmeden hamile kalıp, ana babasına bile haber vermeden evlenmesine çok kızmışlar, çok sarsılmışlardı. Babası damadı asla tasvip etmemişti. Gene de kızının doğumu köşte yapmasını istemişti. Kocası, Engin'in babasının bu teklifini, aristokrat esnekliği diye düşünmüş, kendilerini asimile etmek için yaptıklarını söyleyerek kabul etmemişti. 

Doğumu beklerken, Laleli'de, iki odalı, kalorifersiz, suyu bazan akan, çoğu kez akmayan, karanlık bir bodrum katına yerleşmişlerdi. Engin'in hiç bilmediği, tanımadığı bu yaşam koşullarına alışması kolay değildi. Ama en zoru, bir günden bir güne "yoldaş"lık statüsünü yitirip "ev kadınlığı"na indirgenmesi olmuştu. Sırf hamile olduğu için değil de, evlendiği için! 

Artık yürüyüşlere katılmak, geceleri "afişe çıkmak" yok. Ama onlar herhangi bir eylemden döndüklerinde, bodrum katının küçücük oturma odasına en az on kişi dolduklarında çay demleyip hizmet etmek var.  Daha bir kaç hafta önce sokaklarda birlikte koştukları, forumlarda birlikte coştukları eylem arkadaşlarının hizmetçi muamelesi etmesine nasıl sinirlenmesin? Kocası eylemlerine Paris'ten devam etmeye karar verince, kucağında oğluyla baba evine döndüğünde her şeyin daha kolay olacağını ummuş muydu? Öyle olmamıştı. Köşk basılmıştı. Sorguya götürülüp aylarca içeride tutulmuştu. Dışarıya çıktığında bu kez anne babası  göz hapsine almışlardı kızlarını. Olur olmaz dışarıya çıkmak yok... Nereye gittiğini söyleyeceksin, şu saatte döneceksin baskıları... Bu kez onların kurallarına uymak durumda kalmak.

İkibuçuk yıl süren bu esaret hayatında, sadece akşamları kocasına mektup yazarken huzur buluyordu. Oğlunu alıp onun yanına gideceği günü iple çekiyordu. Kocası Fransa'da işleri bir yoluna koysa... İmkanları bir ayarlasa... Derken kocası imkanları ayarlamış, hayatını bir yola koymuştu. Kendisinden on yaş büyük bir Fransız kadınıyla. Ve boşanmak istiyordu. O sırada duyduğu nefret de, hınç da, bir damlacık bile azalmamıştı. Ama umudunu kestikten sonra, durup durup ağlamalar, sinir krizleri devam ederken bile, yaşamını yeniden düzene koyma cesaretini bulmuş, aftan yararlanıp yarım bıraktığı fakülteyi bitirmişti. 

Edebiyat öğretmeniydi şimdi. Bu kez Edebiyattan nefret eden, kalın kafalı öğrencileriyle cebelleşiyordu. Çok yalnız olmalı diye hayal ettim. Oğlu liseyi bitrene kadar yanındaydı. Babasının oğluydu ne de olsa... Ömründe bir kere bile görmediği babaya kızmak şöyle dursun, bir davette, üniversiteyi okumaya babasının yanına Fransa'ya gitmişti. 

Kadına göz ucuyla baktım. Üstü başı dağınıktı. Yorgun bir okul dönüşü olmalı diye düşündüm. Oysa bir zamanlar şu kızıl saçları var ya... Of, örgütün en güzel kızı olmalıydı diye aklımdan geçirdim. Kızıl saçlı, edebiyatsever, kırılgan kız... Hepsini Nâzım yakmıştı aslında. Bir zamanlar Nâzım Hikmet'in hem aşk hem devrim  şiirlerini ezberleyen örgütteki erkeklerin, böyle güzel, kızıl saçlı kıza aşık olmamaları mümkün müydü? Kızlar ise en güzel Nâzım Hikmet şiiri okuyan erkeğe aşık oluyorlardı belli. Edebiyat kimi kez hayata yol gösterirdi. Hayata hazırlardı insanı. Yıllar yılı hayatın dışında kalan Engin gibi bir kadın, yeniden hayata dalabilir miydi? 

Öyküdeki eski örgütünden arkadaşı Metin'le tesadüfen karşılaşmaları aklıma geldi. Kafede oturup karşılıklı eski günlere değin yaptıkları muhabbetleri... Heyecan içinde peçetelere yazılan telefon numaraları... O günden sonra Engin'in yüreğinin her an pır pır etmesi... Sadece onu düşündüğünde değil, aynaya baktığında kendini güzel görmesi, saçlarını havalı havalı silkelemesi... Öğrencilerine kızmaması, hatta onların saçma sapan esprilerine gülmesi, en önemlisi gece yatağa korkuyla değil de keyifle girmesi... Metin ile karşılaştığından beri hep gülüyor, hatta gülmemek için kendini tutmak zorunda kalıyorken, şimdi neden bu kadar kederli görünüyordu peki?

  
Kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Uzun saçlarını arkaya doğru attı. Burnuma kına kokusu geldi. Belki kızıl saçlarına kına sürerken Milan Kundera'nın bir öyküsü aklına takılmıştı. Hani yıllar sonra gençlik aşkıyla karşılaşan, yeniden birlikte olmalarına ramak kalmışken donup kalan kadının hikayesi... Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Engin" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazımın bazı cümlelerini Pınar Kür'ün   Hayalet Hikâyeleri adlı  kitabındaki Edebiyat Neye Yarar? adlı öyküsünden  alıntıladım. 


22 Ocak 2022


7 Temmuz 2025 Pazartesi

Kendimi Eylediğim Zamanlar

 

Gizli Bir Yaşam, yönetmen Terrence Malick'in 2019 yapımı filmi. Film, II. Dünya Savaşı sırasında Avusturya'nın küçük bir köyünde yaşayan Franz Jagerstatter’in gerçek hayat hikayesine dayanıyor.

Franz, Nazi Almanyası adına savaşmayı reddeden bir vicdani retçi. Zorla cepheye çağrıldığında, yemin etmeyi reddediyor. Bu karar, sadece kendisini değil, eşi Fani’yi ve ailesini de büyük bir yalnızlığa ve baskıya sürüklüyor. Film, Franz’ın bu sessiz ama sarsıcı direnişini, doğa ile iç içe geçen sade yaşamını ve inancını yitirmeyen iç dünyasını anlatıyor.

Malick’in kendine özgü şiirsel anlatımıyla film, görsel olarak büyüleyici bir atmosfer sunuyor. Karakterlerin iç sesiyle ilerleyen hikaye, çatışmadan çok bir insanın iç yolculuğunu ve ahlaki duruşunu merkeze alıyor.

Gizli Bir Yaşam, savaşın ortasında geçen ama savaşmadan direnen bir adamın öyküsü. Gösterişli kahramanlıklar değil, sessiz  öz sadakat ve vicdan ön planda.



Seramikle uğraşmak biraz sabır, biraz merak, bolca sürpriz demek. 

Bu gördüğünüz vazolar, benim sırla tanışma maceramın ilk renkli adımları. Fırından ne çıkacak diye heyecanla beklediğim her an, biraz çocukça bir sevinç biraz da "acaba oldu mu?" tedirginliğiyle dolu...

Renklerin dansı, dokuların cilvesi... Hepsi kendi karakterini buldu sırrın sıcaklığında. Kimisi sakin, kimisi cesur, kimi neşeli… 

İşin tuhafı... Hepsi benim ellerimden çıktı, hayalden gerçeğe dönüştü.Sırlamak sadece yüzeye renk vermek değilmiş... Sabrın, hatanın ve güzelliğin izini de birlikte taşıyormuş. Sevdim. Sır işlerine devam.edeceğim.


Mozaikte yepyeni bir yolun başındayım. Büyük bir cesaretle, camdan çiçekler kestim.  Rodajlamak için sabırsızım, sonra yapraklara girişeceğim. Her parça biraz daha yerine oturdukça içimdeki heyecan büyüyor.

Kendime şaşıyorum. Adeta içimden başka bir ben çıkıyor... Tuhaf bir rotaya girdim. Bakalım seramik ve mozaik işlerinde  nereye kadar gideceğim? Merak içindeyim:)



Bu yıl, kuşlarla haşır neşirim.Hatta tanımadığım, bilmediğim insanlarla birlikte kuş gözlemlerine katılıyorum. Doğanın içinde, sessizliğe kulak verince kuşların dilini duyuyorum.

Nilgün Marmara der ya hani...  “Kuş koysunlar yoluna…” diye. Tıpkısı oldu.  Bir baktım, küçük kumrular konmamış mı yoluma:)

Leş kargaları eski bir ağacın dallarına yerleşmişti. Ebabiller gökyüzünde süzülüyor, serçeler cıvıldıyor, tık tık diye sesi gelip kendini göstermeyen ağaçkakanın varlığını hissedebiliyorduk. 

Ne çok bilgi ediniyorum. Ötücü kuşlar, ötmeyen kuşlar, şakıyan kuşlar varmış. Ağaçkakanın dili gagasının tam üç katıymış. Ebabil kuşu ise konmadan tam 6 ay uçabiliyormuş. Daha neler neler... 

Kuşlar bazan  efkarlı göründüler gözüme...  “Yaşamak için alan bırakmıyorsunuz bize,” diyor gibiydiler. 

Çoğunlukla  “Heyyy, bizi sevenler, yolumuzu gözleyenler var,” diye neşeyle şakıyorlardı.Doğanın içinde olmak, kuşlarla sohbet etmek, onların dünyasına dokunmak... Birbirinden farklı yeni insanlar tanımak... Seramik, mozaik, filmler, kuş gözlemciliği, kitaplar... İyi geliyor. İyileştiriyor. 

Umudum katmerleniyor.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

"Hak Bir Gönül Verdi Bana Ha Demeden Hayran Olur"

 



Bir süredir masamdaki karpuz çekirdeklerini seyrediyorum. 

Ne güzeller di mi?

Çekirdeklerin  yüzeyinde o ışıltılı, cilalı doku resmen yüksek sıcaklıkta fırınlanmış parlak sır gibi.

Renk? Tam obsidyen siyahı gibi…. Seramikte böyle bir renk elde etmek ciddi ustalık ister.

Formu ise... Akıyor… Damla gibi ama keskin hatları var. 

Yani hem nazik hem iddialı… 

Tam bir tasarım objesi.

Müthiş!