3 Temmuz 2011 Pazar

Bazı Şeylerden Nefret Etmeyi Unutmamalı İnsan Kişi...


“Yok!”  dedim.  ““Dokunmayın bana.. Rahat bırakın!” modundayım. Aman diyeyim.  Sakın bulaşmayın.” Böyleyim işte.  Olur bende bazan böyle haller. Dellenme emareleri ya…  Bilenler bilirler.  Üzerime gelmezler. Elleşen delikdeşik kalabilir çünkü. Bugün yalnız kalasım vardı. Atladım arabama. Köyün köyündeki eve geldim. Böyle delikdeşik deyince  Attila İlhan’ın aynı adlı şiirini hatırladım. “Kirpi gibisin çocuk… her tarafın diken… kim elini uzatsa… delik deşik… üstelik… sen de kan içindesin…“  Kimi zaman kendimi böyle delendeşen vaziyetinde hissetmemin  vardır illaki sebebi. Herkesin bir derdi var durur içerisinde misali… Sormadım kendime  nedir derdin diye… Bastım gaza… Marş marş… Dağ başındaki eve… Hiç şaşırtmadı beni.  Gene oradaydı. Bana hiç rahat vermez.  Ne vakit  kaçsam bir şeylerden ya da birilerinden. Ne vakit kendi kendimle kalmak istesem çıkar karşıma. Güya beni görmemiş havasında davranıyor... Elinde cep telefonu varmış gibi, serçe parmağı ağzında, baş parmağı kulağında konuşuyor… “Güzelim…  Ben bak ne diyürüm sena… Yehu bi dinle… Ben imar iskanda bitiririm işi… Üçe bilemedin beşe, biter gider… He! He gözüm… Mesele o diil şimdi… Ya bi dinle kurban olum yaa… Usul usul diyörüm bak… Adamları gıllandırmadan… Ehe hehohoğ…” Az ilerde bahçe çitlerinin yanında müteahhid kılıklı bir adam var. Onun taklidini yapıyor. Sıkıntılı gördü ya beni  aklısıra güldürmeye çalışıyor Ayakkabılarımı fırlattığım gibi kendimi eve zor attım. Terliklerimi ayağıma geçirdim. Peşim sıra geldi. Ben önde o arkamda salona doğru yürüdük.  Kış başından beri kapalıydı ev. Koltukların üzerinde beyaz beyaz örtüler... Hiç ellemedim ne yalan söyleyeyim.  Birine oturduğum gibi ayaklarımı koltuğun yanından sarkıttım. 
 
 
Sol kaşımı kaldırıp en haşmetli bakışımla suratına baktım. Dedim: “Selamsız köyünden misin? Selam etmeden elalemin adamını taklide giriştin. Hem ya duysa… Kendisiyle dalga geçildiğini anlıycak. Zaten canım sıkkın. Yok yere kavga mı ettirecen?”  Her zamanki gibi aldırmadan muzurca gülümsedi. O kadar umarsız ki… “Peki ciğerim” dedi, elindeki düşsel cep telefonunu kapatırmış gibi yaparak… “Aaa kıza bak, ciddi sinirlendi.” dedi. “Hocam sen çeşit misin yaa, noolmuş iki dakka makara yaptıysak elin takozuyla, farkına bile varmaz o. İş bağlamakla meşgul amcam… Dolar üzerinden marg üzerinden meşgul.” Karşıma oturdu.“Şimdi sen kahve içmek istersin biliyorum ama boşver kahveyi mahveyi, ıhlamur içelim.” dedi. “Sakinleriz.”  Sanırım ıhlamur lafına sinirim bozuldu, elimde olmadan güldüm. “Haa şöyle açıl biraz… İcabında bende daha ne numaralar mevcut” dedi. Ihlamur içmedik tabii. Kahve üzerine kahve içtik. O mütemadiyen konuştu. Ben sessizce dinledim. Para kazanacam diye küçük hesaplar peşinde koşanların gülünç hilelerini , irili ufaklı dolap çevirmeye kalkıp yüz yüze gelince hiçbir şey olmamış gibi şirinlik sergileyenlerin vaziyetlerini, taklitlerini yapa yapa saatlerce anlattı.  Bana öyle geliyor… Bu kız beni de acayip taklit ediyordur şimdi. Hayallere olan düşkünlüğümle maytap geçiyo  olabilir mi? Kahve içerken her seferinde sanki kahveyi ilk kez tadıyormuşum gibi  yüzümün aldığı o şaşkın ifadeyi; kesin kapmıştır o hareketimi, gizliden yapıyordur…  Deli ya...


Sustu sonra… Dalıp gitti… Konuşsun istedim… “Zor be güzelim” dedim…. “İçten içe kızgınsın sanki… yani, sen böyle olursa… Nefret edersin… Sen şimdi sevmiyor musun bu insanları, oldukları gibi yani” Aslında bunları söylemek istemiyordum ama, buna benzer şeyler çıktı işte ağzımdan…. “Nefret mühim bir mevzuudur.” dedi… “Bazı şeylerden nefret etmeyi unutmamalı insan kişi… Ben senin dediğin anlamda insan sevmeyi televizyon sunucularına bıraktım… Onlar benim yerime seviyo herkesi… Kendimi kaptırıp olan bitenden nefret etmeyi unutucam diye ödüm patlar benim… Hem severim onları… İnsanları yani… Kaptırıp gitmeyenleri…” Sustu…  “Ağır konuştun kız” dedim… “İş felsefeye girince senin yaptığın kallavi bi laf esprisi vardır hani… Sokrates ne demiş, sok ve rahat et… Takmayacaksın, tak açacaksın.”… Kendinden arakladığım laf esprisine gülmedi… Anlıyordum, kendini yalnız hissediyordu… Bildiği tüm öykülerin içinde kendisine yer bulamıyordu belki… Gerçekten anlıyordum… Başını öne eğdi. “Kahve çarptı galiba canım seni” dedim… Yorgun yorgun bakarken aniden yüzü tuhaf bir şekilde şaşkın ifade aldı… Tanıdım… Bu benim yüz ifademdi, hani her kahve içişimde farkında olmadan yaptığım mimikler serisi… Güldüm… Sonra ben de cebimden düşsel bir cep telefonu çıkarıp tuşluyormuş gibi yaptım… “Senin  telefon çalıyor duyuyor musun?” dedim. O da telefonu açtı, eli kulağında “Buyur ciğer” dedi…. “Moruk” dedim… “İyi oldu seni gördüğüm… Sıkılınca yine ara… Cep telefonum sende var… Hadi ben kaçıyorum.” Sonra telefon taklidini filan boşverip, “Sen en iyi arkadaşlarımdan birisin, aman deyim, kendini üzme” dedim… Söylediklerimi aynen benim şaşkın yüz ifademle ve sesimle tekrarladı… 


NOT:  Gene bir Atilla Atalay öyküsüyle oynadım...  Yazar affetsin beni, Civciv Kutusu adlı kitabının arkasına gizlediği o çok sevdiğim  "Kan içindesin..." adlı öyküsünü kendime uyarladım. Koyu cümleler öyküye aittir. Kendimi kaptırıp olan bitenden nefret etmeyi unutucam diye ödüm patlamaya başlayınca, bu öyküyü okumak ilaç gibi gelir. Çünkü yazar bence çok haklı...  “Bazı şeylerden nefret etmeyi unutmamalı insan kişi…"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder