30 Ağustos 2012 Perşembe

Ey Yolcu, Yolculuk Nereye?


"Yeni bir ülke bulamazsın... Başka bir deniz bulamazsın... Bu şehir arkandan gelecektir."  der ya Kavafis... Yol... Gitmek... Söz konusu olunca.... Kavafis bu şiiri benim için mi yazmış  acaba diye düşünmeden edemedim gene. Bilmediğim yerlere, tatmadığım lezzetlere, işitmediğim seslere, hissetmediğim duygulara, oburca iştahlıyım ya...  Şehrimin garından otobüse binip, otobanda  yol almaya başlayınca, çın çın çınladı Kavafis'in bu dizeleri kulağımda... Şair, "Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın... Aynı mahallede kocayacaksın... Aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma." diyor şiirinin devamında. Eyvallah! Ne diyebilirim size, Konstantinos Kavafis? Ne yalan söyleyeyim, benim için hiç dert değil. Ben gidince, şehrim de benimle geliyor zaten, merak etmeyin... Ya, dönüp geleceğim şehrim olmasaydı peki?  Asıl öylesi fena değil mi? Ömrümün şimdiye kadarını nasıl tükettiysem şehrimde, geri kalanını da  tüketir, kocarım bu köşecikte... Bir şeycik olmaz. Mühim olan yola çıkabilme ihtimalinin güzelliğinde. İyisi mi, Kavafis'in başka  bir şiiriyle devam edeyim sözlerime... "Dile ki uzun sürsün yolculugun, serüven dolu, bilgi dolu olsun." diyeyim kendime. Sonra aynı şiirin diğer dizeleriyle seslenmeye devam edeyim gene... "Dile ki uzun sürsün yolun... Nice yaz sabahları olsun... Sessiz bir sevinç ve mutluluk içinde... Önceden hiç görmedigin limanlara girdiğin." Bi dakika... Ben Kastamonu'yla ilgili yazı yazmayacak mıydım?  Ey! Yolculuğum  başka bir yere değil galiba...  Evet... Evet... Her yolculuğum aslında  kendi içime... 

Artık kapatmalıyım bilgisayarı.  Beni en mutlu günlerimde bile yalnız komayan, yüreğimin hüznüyle yola koyulmalıyım. İyi ama  bu kez memleketimin çok sevdiğim bir şairinin bir şiirini hatırladım. Aziz Türkçem'in en güzel örneklerinden biridir bu şiir... Enfestir!

Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta başka türlü geçilen
Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta biraz gecikilen
Gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
Gözlerim
Aşkın kuzey yıldızıdır bu
Yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
İlerlerim
Zamanla anlarsın bu bir yanılsama
Ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
Yeniden yollara düşerler
Düşerim
Bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
Ben yoluma devam ederim. (Murathan Mungan)


Ben yoluma devam ederim etmesine de... Ey Yolcu, Yolculuk Nereye?

 

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Gastimonu Gastimonu, Ben Geleyom!

"atcem deyon atameyon
depcem deyon depemeyon
at gayri, dep gayri
gastimonu gastimonu dep dep dep"

Az sonra ofisten çıkacağım. Bu gece valizimi topladığım gibi erkenden uyuyacağım. Yarın üç arkadaş Gastamonu'ya, şeyy, Kastamonu'ya gideceğiz biz.  Dilek, Şeraza ve Ben... Bu kez organizasyon Dilek'e ait. Otobüs biletlerimizin saatlerine, nerede kalacağımıza hep Dilek karar verdi. Ben Kastamonu'ya daha önce gitmedim. Az önce haritaya baktım. "Aaa! Ben Kastamonu'yu içerlerde bilirdim. Meğer işte orada, Karadeniz kıyısında bir şehrimizmiş." dedim. Kastamonu hakkında küçük bir araştırma yaptım. Yeşillikmiş. Ormanlıkmış. İnsanları melek gibiymiş. Ne güzel!.. Valla bi de yazanların yalancısıyım... "Ayı çıkabilüür, daş düşebülüür." şeklinde levhaları varmış. Plakası desen 37. Kışın kayak yapılabilen, yazları denize girilebilen bir şehir... Ilgaz Dağı Kastamonu'da öyle mi? Vay canına sayın seyirciler! "Ilgaz Anadolu'nun sen yüce bir dağısın. Baharda yer yüzünde güzellerin bağısın" diye ezberlediğim şarkı Kastamonu'yla ilgiliydi öyle mi? Coğrafya bilgim var ya resmen sıfır benim... Ne fena!.. Sonra ömrümde duymadım. Kastamonu evliyalar şehriymiş. Ne hoş! Tarihi binaları, evleri çokmuş. Peki ya yemekleri? Of... İşte yemeklerini var ya sular seller gibi bilirim. Allahım, ben nasıl böyle iştahlı biriyim?  Bak şimdi... Vedat Milor, televizyondaki yemek  programında anlatmıştı  tamam mı? İnan seyrederken ağzımın suları akmıştı.  Du bi... Eksper aradı. Bir müşterimin hasarı vardı. Hemen arabama atlayıp gitmeliyim...


Şimdi evdeyim. Küçük sırt çantamı hazırladım. Az önce bilgisayar başına oturdum. Kastamonu'nun gezilecek yerlerini arkadaşlarım hazırlasın valla. Ben nerede ne yenilirin derdindeyim. Utanıyorum söylemeye ama... Yalanım yok, fena halde iştahlı biriyim. Hatta obur bile diyebilirim. İnsanın sevmediği yemek olmaz mı?  Hoşlanmadığı bari bir çeşit  yemek olur illa.. Benim var ya.. Düşünüyorum... Düşünüyorum... Sevmediğim tek bir yiyecek gelmiyor aklıma... Feciyim. Hele memleketime has yöresel her yemeğin var ya, tek kelimeyle hastasıyım. Lezzet uzmanı Vedat Milör Kastamonu'da  nerelere gittiyse, o yerlerin izini süreceğim. Kastamonu usulü, "cörül cörül" pastırmalı ve etli ekmeğin, incecik pastırmanın, tiritin, ecevit çorbasının, pekmezli incir tatlısının tadına bakmaya niyetliyim. Tamam. Ben artık yazıyı burada keseyim. Kısmet olursa, Kastamonu'dan naklen yayına devam edeceğim. 



28 Ağustos 2012 Salı

Muhtelif Meraklar.. Yarım Yamalak Bilgiler..



Bu yukarıda gördüğün fotoğraf var ya, Kolombia'nın efsanevi kalecisi Higuita'ya ait.. 43 yaşında jübilesi yapılan Higuita, işte böyle yarı parende atarak gol kurtarmasıyla meşhurmuş. Bu gol kurtama tekniğine de "akrep vuruşu" deniyormuş.. Diyeceksin ki: "Hani futboldan anlamazdın.. Bu anlattıkların ne şimdi?" Haklısın.. Futbolla uzaktan yakından ilgim yok gibi görünsem de, ilgi alanım geniş, meraklarım muhtelif, dikkatim dağınık ve bilgim yarım yamalak olduğu için futbol da ilgi alanım içine giriyor.. Ve takdir edersin ki futbol hakkında da yarım yamalak şeyler biliyorum.. Maç seyretmek, kurallarını öğrenmek, takımları takip etmek falan derdinde asla değilim.. Anlatmak istediğim bu değil zaten.


Ben futbol oyununa değil, milyonlarca insanın gözlerini ayırmadan futbol seyretmelerine ilgi duyuyorum.. Mutlaka bir cazibe olmalı futbol oyununda öyle değil mi? Çünkü tanıdığım çok akıllı ve zeki insanlardan kimileri, futbolla yatıp futbolla kalkıyorlar.. Demek ki onların futbolda buldukları benim bilmediğim kıymetli bir şey var.. İyi bir futbolcu olmak için güçlü bir fiziğe ve kondisyona sahip olmak yeterli mi acaba? Hımm.. Yeterli değildir bence.. Ne bileyim uygun zamanlarda ilginç pozisyonlar almak, topu kime şutlarsan en doğru sonucu alabilirsini şıp diye algılamak, rakip oyunculara kaptırmadan topu kaleye sürmeyi becerebilmek, nasıl denir uygun çalımlar yapmak, hatta topu kimsenin düşünemeyeceği bir yere paslayıp hem oyuncuları hem seyircileri hayrete düşürebilmek için ne lazım acaba? Bunlar öğrenilebilen teknikler mi yoksa her oyuncunun kendi zekasıyla bulduğu hünerler mi?


Tam yazımı burada kesmeyi düşünüyordum ki, aklımda yer etmiş bir kaç futbolcunun fotoğraflarına bakmak istedim. Aaa! O ne? 1940 yılında doğmuş Brezilyalı forvet Pele.. İnan ki doğum tarihini ve forvet oyuncu olduğunu sanal ansiklopediden şimdi öğrendim.. Forvet nedir diye sorsan  vallahi bilmem.. Hoş "Anlatayım öğrenmek ister misin?"desen.. Of! Ne yalan söyleyeyim öğrenmek istemem.. Pele'nin büyük bir futbolcu olduğunu biliyorum ya o bana yeter.. Ammaa.. Şu fotoğraftaki gol atış pozisyonuna bakar mısın? Sanat eseri gibi bir şey! Pele'yi Pele yapan farklı bir durum olmalı diye düşünüyordum ya.. Aaa! Ben bu fotoğrafı görünce hayrete düştüm.. Düşünsene maç seyrederken Pele'nin bu hareketine şahit olan seyircinin durumunu... Fotağraftaki iki oyuncunun çehresindeki şaşkınlık dolu ifadeye bir baksana.. Off! Stadyumda yer yerinden oynamıştır.. Kesin.. Of ya.. Keşke seyredebilseydim bu hareketleri.. Şahane bir şey valla!


Dur bir şey daha anlatacağım... Öyle futboldan anlamam ama, benim de futbolla ilgili anlatacak bişilerim varmış demek ki. Du bi... Havamı atayım... Pele'nin Amerika'da yüksek tahsil gören  bir  kızı  olduğunu duymuş muydun? Hemde  doktora tezinin konusu neymiş biliyor musun? "Bir Pazarlama Problemi Olarak Futbol: Liberal sistemde sporun demokratikleştirilmesi üzerine bir inceleme." Breh breh breh! Ve inanabiliyor musun bütün reklam şirketleri bu tezin peşine düşmüşler. Bunu Gündüz Vassaf'ın Yeni Futbol başlıklı yazısında okumuştum. Ne yalan söyleyeyim çok ilgimi çekmişti. Tezin özünde kitle davranışlarının özelliştirmesi yatıyormuş. Tez, davranışlarımızdaki gizli eğilimlerin nasıl ortaya çıktığını ortaya koyuyormuş. Gündüz Vassaf'ın bu konuda anlattığı  bir örnek vardı. Bir gün üzerinde bir futbol forması olan 8-9 yaşlarındaki bir çocuğun, bakkaldan Knorr çorba paketini aldığını, açıp içindeki çorba tozunu döktükten sonra, cebinden çıkardığı çengelli iğne ile formasının tam göğüs hizasına nasıl iliştirdiğini anlatıyordu. Böylece çocuk kendini sahalardaki abiler gibi hakiki futbolcu gibi hissediyor olmalı diyordu. Oradan da sanki gönüllü reklamcılarmış gibi günümüzde nasıl ayakkabılarımızda ve giysilerimizde markaları teşhir ederek dolaştığımızı, ama pasif reklam taşıyıcıları olarak nasıl sömürüldüğümüzün üzerinde duruyordu. İbretlik bir yazıydı gerçekten.


Dur bak... Ayrıca futbolu bir ürün olarak düşünürsek, oyuncular dahil futbolun ortaya çıkmasını sağlayan herkes üretici oluyordu. Peki zavallı seyirciler ne oluyordu? Tüketici tabii.  Pele Raporu diye adlandırılan bu tezin üzerinde Amerikan ligine yatırımı düşünen herkes ilgilenmiş biliyor  musun? Kim bunlar? Sermaderlar, reklam şirketleri, TV yapım şirketleri, kulüp sahipleri filan... Amaçları aynı ya, bir araya gelip nasıl uygularız  diye kafa patlatıyorlarmış.  Hatta  sanıyorum California Liginde pilot uygulamayı bile başlatmışlar.  Yeni Futbol...  Deneyin ihalesini alan şirket önce stadı yenilemeyle işe başlamış. İstenildiğinde üzeri kapatılacak, seyirciye ev sıcaklığı ortamı sağlayacak, dileyen geniş kanepelerde seyredebilecek, maçın tam tadına varabilmek amacıyla futbolcuların kendi aralarındaki konuşmalar dinlenecek, sahaya zoom yapacak kameralar yerleştirilecek...  Sonra seyirciyi katılımcı yapacak ve oyun gelirlerini artıracak bir çözüm düşünülmüş. Her seyici elindeki kumandadaki düğmeye basarak taraftarın seyirci ve oyun ile ilgili düşüncelerini belirtecek. 21.yüzyıl seyircisi artık yuhalamayacak, ıslık çalmayacak ya da ne bileyim anlamsız bağırışmalar yapmayacak da çift seçenekli düğmelerden birine basacak. Her takımın kulübesinin arkasındaki büyük dev ekranlarda seyircilerin tercihi yansıyacak. Kulüplere kayıtlı her seyircinin özel şifresi olacak. Şifreler ya maç başında ya da sezonluk satılacak. Böylece ek gelir sağlanacak. Ayrıca müşterek bahis sistemiyle maçta kaç gol atılacağına dair tahmin de yapabilecek seyirci. Çoğunluk bilirse az para kazanılacak, çoğunluk tahmin etmezse çok para kazanılacak. Tabii bunlar için maça ufak molalar verilecek. Bu molalarda TV şirketlerinin reklamları devreye girecek. Bu  durum seçilen pilot bölgede uygulanmış biliyor musun? Ve başarılı olmuşlar.

 
Sonra Fransa'da Disneyland'dan umduğunu bulamayan Disney şirketi bir araştırma yaptırmış. Gençlerin en çok müzik, savaş ve fulbolla ilgilendiğini tespit etmişler. Bu durumla ilgili de ilginç şeyler anlatmış Gündüz Vassaf. Ama yazımı uzatmak istemiyorum. Asıl ne anlatmak istiyorum biliyor musun? California Lig'inde Yeni Futbola yönelik en büyük tehlikenin her zamanki gibi insan unsurundan geldiğini yazıyordu Gündüz Vassaf. Neydi bu? Şike vaziyeti tabii. İlgililer, oyuncuların önceden anlaşıp büyük para vurduklarını tespit etmişler. Müşterek bahise katılan seyircilerin çoğunluğu gol atılmayacak düğmesine basmışsa, iki takımın bazı oyuncuları aralarında anlaşıp gol atıyorlar, çoğunluk gol atacak diyorsa gol atmıyorlarmış. Şöyle devam ediyordu Gündüz Vassaf yazısına: "Her zaman, her yerde ve her çağdaki "Büyük Aldatma" hep bu değil mi zaten? Birbirlerine karşı oynadıklarını sanıp taraf tutarak seyrettiklerimiz, aslında bize karşı oyun oynamak için birleşmiş kendi aralarında." Ne fena!

2011

27 Ağustos 2012 Pazartesi

ZAGOR Ve Bu Kez Pek Bir Afilli Yalnızlık

 Ölsem, ölsem, ölsem... hemen şimdi 

 

Kaçsam, gitsem, kaçsam... tam da şimdi




Bu kez pek bir afili yalnızlık
Aldatan bir kadın kadar düşman
Ağzı bozuk üstelik... bırakmıyor acıtmadan
Bu kez pek bir afilli yalnızlık
Ağlayan bir kadın kadar düşman
Tuzaklar kurmuş üstelik
Bırakmıyor acıtmadan 





Bitiyorum her nefeste
Ne halim varsa gördüm
Çok koştum, çok yoruldum
Ve şimdi ben de düştüm.... 





Sövdüm, sövdüm, sövdüm ben dünyaya
Acılara, sokaklara, ait olmaya, insanlara




Bu kez pek bir afili yalnızlık
Aldatan bir kadın kadar düşman
Ağzı bozuk üstelik... bırakmıyor acıtmadan
Bu kez pek bir afilli yalnızlık
Ağlayan bir kadın kadar düşman
Tuzaklar kurmuş üstelik
Bırakmıyor acıtmadan 




Bitiyorum her nefeste
Ne halim varsa gördüm
Çok koştum, çok yoruldum
Ve şimdi ben de düştüm... 





Değmezmiş hiç uğraşmaya
Bu kez mecalim yok hiç dayanmaya... dayanmaya... 



 Bitiyorum her nefeste
Ne halim varsa gördüm
Çok koştum, çok yoruldum
Ve şimdi ben de düştüm...

Bu kez pek bir afilli yalnızlık......


  

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Masal Bu Ya... Ne Bileyim, Olur A...


Az sonra gözlerimi gerçek dünyaya kapatacağım. Uykunun yanağından bir makas aldığım gibi, hooop diye düşler alemime dalacağım.  Du bi... Kararlıyım. Uykuya dalmadan önce  sana bir  masal anlatacağım. Büyülü bir masal bu.. Seveceksin eminim.  Bu kimin masalı diye sorma e mi? İnan bilmiyorum. Bildiğim ise, bu  masalı anlatan, kara gözlü bir kıza kara sevdalı bir adam... Kız adama yüz vermemiş. Vah ki vah!.. Adamın kalbi kırılmış, kıza fena halde içlenmiş... Masal bu ya... Ne bileyiim, olur a.. Adam hiç üşenmemiş... Oturmuş, masal tadındaki bu şiiri döşenmiş. Ah, nasıl güzel anlatamam. Müthiş!. Sahiden müthiş!.. Hımm... Sevdiğim bu masal şiiri az önce tekrar okudum.  Her defasında olduğu gibi gene düşünmeye koyuldum. Sana bir şey söyleyeyim mi, şu uykulu halimle bile, bir kez daha neyi anladım biliyor musun? Kadınlar olmasa, şu yalan dünyada  ne sanat ne edebiyat olurmuş. Bakar mısın sen  adama... Hislerine karşılık bulamamış ya... İnanamıyorum ya... Neler yapmaya kalkmış kıza... Şimdi sen diyeceksin ki, "Madem kızıyorsun adama, niye anlatıyorsun kızdığın adamın masalını bana?" İyi ama... Böyle söylemek, çok merhametsiz geldi şimdi... Yoo... Bu masalı anlatan adam bence samimi ve dürüst biri...  Dinle... Dinle... Ah, bayılıyorum ben bu masalın sonuna!
 
Şeytan dağındaki mağarada
Duydum büyücü bir kadın yaşarmış
Aşka inanmayan taş kalplileri
Büyüler, kara sevdalı yaparmış

Yüreğimde yenilginin acısı
Yollandım şeytan dağına
Az gittim uz gittim bir akşamüstü derken
Vardım büyücünün mağarasına

Dedim ki, bir halden bilmeze düştüm,
Al bütün varımı yoğumu
Bir büyü yap anlasın
Sevdanın ne yaman şey olduğunu

İki yürek oydu iki taştan,
Koydu bulanık bir suya
Üç vakit sonra gel diye
Seslendi kör kuyuya


Üç gün, üç ay. üç yıl bekledim
Derken bir akşam üstü çalındı kapım
O kendini beğenmiş deli dolu kız
Ne hale gelmişti Allah'ım !

Kara gözlerinde şimdi
Kara gecelerin acısı vardı
Ağladı kapandı ayaklarıma
Sev beni, sev diye yalvardı
 
Git dedim istemiyorum artık
Birazda sen öğren ağlamasını
Geceler boyu duy bir yol
Yalnızlığın kahreden acısını.

İnanmayın dostlar, inanmayın...
Ne büyü var ortada ne de büyücü
Yıllardır kendimi avutmak için
Uydurdum bu yaşanmamış öyküyü...
 
Gördün mü? Ne hoş masal değil mi? Kim yazmış acaba? İnan bilmiyorum. Ama ilk işittiğimden beri, her defasında tüm merakımla okuyorum. Uykum geliyor masalın sonunda... Gözlerimi kapıyorum. Kederli adamın masalını hemencik unutuyorum. Anne sözü dinler gibi masum... Usulcacık... Düşler alemime dalıyorum.

24 Ağustos 2012 Cuma

Bir Büyük Oyun Yaşamak Dediğin...


Bir fikrim var... Niçin küçük bir oyun oynamıyoruz? 
İnsan taklidi yapalım, sözde insanmışız da... Hiç olmazsa bir süre için. 
Ne dersiniz? Hadi insan taklidi yapalım... 
Ah, dostum, 
herhangi bir şey için heyecanlanacak bir insanla karşılaşmayalı o kadar zaman oldu ki..."

(John Osborne, Öfke)


Bu sabah Tomris Uyar'ın bir kitabında Edip Cansever'le ilgili  bir cümleye rastladım. "Türk edebiyatında kendini şiire onun kadar adamış ikinci bir şair tanımıyorum." demişti. Bu söz beni nasıl heyecanlandırdı anlatamam. Çünkü Edip Cansever'in şiirlerini çok ama çok severim. Dayanamadım. Hemen oturduğum yerden kalktım. Edip Cansever'in  şiir kitaplarını aramaya başladım. Gelmiş Bulundum adlı şiir kitabını elime aldım. Masa Da Masaymış Ha adlı şiirini okumaya başladım.  Bu şiir Edip Cansever'in en sevdiğim şiirlerinden biriydi. Sanki bu şiiri ilk kez okuyormuşum gibi, yüreğim  son dizesine varana dek  çocuk telaşını tüm merakıyla sürdürdü. Ne yaptım bil bakalım? İşte bu önümdeki masa var ya... İşte bu masaya...  Önce yaşama sevinci içinde  anahtarlarımı koydum.  Bakır kaseye çiçekleri koydum. Sütümü yumurtamı koydum. Sonra iki elimle yakaladım ben... Masaya pencereden gelen ışığı koydum. Evet, sahiden yapabildim. Bunu becerdiğimi anlayınca.. Dudaklarımdaki afacan tebessümün kirpiklerime kadar yayıldığını hissettim. Ah!...  Dayanadım sonra... Masaya ekmeğin havanın yumuşaklığını koydum. Ne oldu biliyor musun? O yumuşaklığın lıkır lıkır yüreğime dolduğunu işittim.  Öyle mi dedim? Peki!...  Tuttum, aklımda olan bitenleri koydum. Of, o kadar ağır geldi ki. Masanın bir yanı ha çöktü  ha çökecekti. Hemen diğer köşesine uzandım. Kimi seviyorum kimi sevmiyorum onu koydum. Yüreğim kâh havalandı gökyüzüne kâh yerin dibine indi. Pencere yanımdaydı gökyüzü yanımda... Uzandım masaya sonsuzu koydum. Gördüm sonsuzu ben... Anlatılacak gibi değil... Resmen yatık sekiz şeklindeydi. Ben var ya... Masaya... Yakaladım... Uykumu koydum sonra... Kaçan... Uyanıklığımı koydum.  Tokluğumu açlığımı koydum. Masa da masaymış ha! Bana mısın demedi biliyor musun? Tamam. Bir iki sallandı durdu. Ben ise  ha babam koyuyordum.

Biri "şiirlerle oynanmaz, şiir insanlar oynasınlar diye yazılmaz" demişti. Aklımla değil yüreğimle düşününce... Yüreğim hak vermemişti bu söze nedense... "Bilakis, eğer okur o şairin yazdığı şiiri bir defada okuyup tüketmezse, tekrar tekrar okuyup içlendirirse  şiir şiir olur"  demişti, deli yüreğim. En iyi içlendirme ise tabii ki oyunlarla olur elbette, öyle değil mi? Du bi... Ben gene bir şairin dizelerine sığınayım... Gülten Akın'ın Deli Kızın Türküsü'ne geçeyim iyisi mi? Diyeyim ki... "Yağmur yağar akasyalar ıslanır... Bulutlar uçuşur geceleyin... Ben yağmura deli buluta deli... Bir büyük oyun yaşamak dediğin... Beni ya sevmeli ya öldürmeli."  Onu bunu bilmem... Şairler  affetsin beni...  Oyunları fena halde severim. 

23 Ağustos 2012 Perşembe

Hayat Ve Acılar Hakkında Bir Film Samimi Olmalı.



"Eski bir espri vardır, bilirsiniz. 
İki yaşlı kadın dağ başında bir lokantada yemek yemektedirler. Biri,
-Lanet olsun! der. Yemekler ne kadar da berbat!
-Evet, der diğeri. Üstelik ne kadar da az!
Yani, bu benim yaşam hakkındaki düşüncemin kısa bir özetidir: 

Hayat yalnızlık, sefillik, acılar ve mutsuzluklarla doludur, ama keşke bu kadar kısa olmasaydı!"

 
 
 
 



NOT : Konu başlığı, Orhan Pamuk - Masumiyet Müzesi adlı romanından.
            Yazı, Woody Allen'ın  Annie Hall (1977)adlı filminden.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Usta, Göğe Bakma Durağı'nda İnecek Var!


"Şimdi tarihte saat kaç?"
Turgut Uyar


Durdum. Kahve molası vermeye karar verdim. Kahvemi kokladım... Misss... Bir yudum içtim... Hımm... Nefis... Biliyorum bugün özel bir gün. Turgut Uyar'ın dünyamızdan vazgeçtiği gün... Az sonra bedenim burada görünecek. Ruhumu azad  edeceğim. Ah! Kimbilir hangi diyarlara gezinecek. Tamam. Yolculuğa hazırım. Hayali yolculuğuma çoktan başladım. Az önce "Usta, Göğe Bakma Durağında inecek var!" diye seslendim bile.  Ve Göğe Bakma Durağı'nda indim yüreğimin melâliyle birlikte. O ne? Karşımda Turgut Uyar'ın  Büyük Saat'i bakmıyor mu gözüme gözüme... Derin bir iç çektim.  Saatlere, saat tamircilerine, saatle ilgili herşeye meftûn oluşumla Turgut Uyar'ın bir ilgisi var mı acaba diye düşünmeden edemedim. Heyy!.. Şimdi tarihte saat kaç sahi? "saat, saat kaç hâlâ... bilmem?..  ben güneş saati kullanmıyorum." Turgut Uyar'ın ne güzel şiiridir hatırladın mı? Der ya hani... "gözlükleri ve saatleri sevdim... okşar gibi sildim camlarını... okşar gibi siliyorum, gözlükçüleri ve saatçileri... saatime bakıyorum, hiç kızmıyorum, hiç kızmıyorum... biraz geri kalmış, düzeltiyorum."  Saatime baktım. Çok gerilere gittim.


Çok eski devirlerde, Osmanlı mimarisiyle inşa edilen camilerin hemen yanı başında muvakkithaneler olurmuş. Zaman mefhumu İslam dinine göre önemli ya... Çünkü ibadet vakitleri güneşin ya da ayın hareketlerine göre belirleniyor. O nedenle gökyüzü, Osmanlı için eğitimin bir parçasıymış. Muvakkithanelerde astronomi, matematik gibi dersler verilir, gökyüzü gözlenerek zaman ayarlanır, namaz vakitleri, uğurlu gün ve aylar  belirlenirmiş. Daha sonraları saraylıların ve zengin evlerine mekanik saatler girmiş elbette. Ama muvakkithaneler, vakti halka bildirmeye hep devam etmiş. Muvakkithanelerde bu işi yapanlara muvakkit denirmiş. Muvakkitler, medrese eğitimlerinde matematik, astronomi, fizik gibi dersler alır, müneccimbaşı tarafından imtihana tabii tutulurlarmış. Müneccimbaşı padişahlar tarafından çok önemsenirmiş. Çünkü müneccimbaşı,  en uygun ne zaman sefere çıkılır, padişah hangi gün tahta geçmelidir gibi önemli günlerin vaktini hesaplayıp belirleyen kişiymiş. Geçmişte örnekleri görülse de ilk muvakkithane Fatih Sultan Mehmet zamanında ve Fatih Camii'nde kurulmuş. İlk muvakkit olarak kabul edilen bilim insanı Ali Kuşçu, Semerkant'tan İstanbul'a davet edilmiş ve matematik ile yıldız ilmi öğretmek için görevlendirilmiş.  İstanbul'da zamanında 70 civarında, muvakkithane kurulduğu söyleniyor. Ancak günümüzde sanırım bunun otuzu ayaktaymış. Bunlar da genelde cami görevlilerince depo olarak kullanılıyormuş ne yazık ki..



Hey! İyi ama... Kahve molası vermiştim. Bakar mısın, aslında  kahve molasını bahane edip, Turgut Uyar'ın ölüm günü nedeniyle azat ettiğim ruhumu Göğe bakma Durağı'nda indirecek, şairin sevdiğim bir kaç şiirini anacak, şaire rahmet gönderecektim. O kadar... Nerden geldim muvakkithanelere?  Hımm... "gözlükleri ve saatleri sevdim... okşar gibi sildim camlarını okşar gibi siliyorum...  gözlükçüleri ve saatçileri... saatime bakıyorum, hiç kızmıyorum, hiç kızmıyorum... biraz geri kalmış, düzeltiyorum." Kahve molam bitti. İşe dönüyorum.

"saat, saat kaç hâlâ
bilmem? ben güneş saati kullanıyorum."

21 Ağustos 2012 Salı

Ne Yapayım? Çaldımsa Da Mîrî Malı Çaldım.

“Esrarımı Mesnevî’den aldım
Çaldımsa da mîrî malı çaldım.”
Şeyh Galip


O demişti bana ilk önce. "Senin kalbinin böcüü ölmüş," diye. Ben o zaman anlamadıydım o lafı. İşin içinde böcek haşarat olunca bişeylere fena kızmış herhalde diye soramadıydım da. Sonradan bir gün "Peki de demek "senin kalbinin böceği ölmüş" diye sordum.  Çukurova yöresinde bir deyimmiş. Hani hayattan bıkmışlara, olup bitenle başedemeyip vazgeçenlere derlermiş bu lafı. Kalbinin böceği ölürmüş onların... Peki sonra... Hiiiç... Sonra dururlarmış işte öyle...  Düşündüm. Kimi zaman, akla ziyan TV programları izleyip, gazeteleri okuyor, "Orta Zekalılar Cenneti"nin türlü çeşitli meleğiyle fitbolundan cep telefonuna milyon türlü geyiğe dalıyor, bar taburesinden, meyhane sandalyesine, ordan sinema koltuğuna, tirübünlerde, hipodromda, metrobüslerin cam kenarında dört gezdirip kulak kabartıyorum. "Bin ilmekli halife halısı" çiğnediğim de oluyor, göz göre göre moka bastığımda...  İçimdeki ses bitince, yani biri "koşmayı bırak" deyince içimden, susunca... İçmelere, kaybolmalara giderdim eskiden. Doğrusu güzel de kaybolurdum hani; kendim dahil hiç kimse beni beş on gün bulamazdı...  Herkesçe bilinir ki, sonra bulduğun yine kendin olursun.  Reset Ya Resûlallah...  Aslında işte, olup bitenden, gittiğin küçük ölümden gelmek, dirilmektir biraz. Çoğumuz bazen "duruyorduk" hakkaten. Yani öyle "hayata karşı" felan değil. "Hayat bak hiçbir şey yapmadan duruyorum şuracıkta... Duruyorum... Hadi ne yapacaksan yap, bitsin" der gibi...


Az önce Schrödinger'in kedisi'nden  İsrafil'in borusuna, yani kuantum fiziğinden dört kitap dört peygamber indinde kadim bilimlere, iyiliği  ve kötülüğü düşündüm. Hepimiz ölecek miyiz? Evet öleceğiz. Gerçi ben gibi arada gidip gelenler oluyor ama son tahlilde "kalanlar" olarak biz, kötülükle uzlaştığımız için mi direnip kalabiliyoruz? Sahiden kötü müyüz peki? Stefan Hawking'e göre mesela, insanoğlu olarak saldırgan bir ırkız biz. Hatta bu gezegeni bitirip başka gezegenlere açılmak gibi planlarımız var. "Doğal seçilim teorisi" mi yani, yeterince yırtıcı olduğumuz için mi dayanıyoruz bu hayata....


Ben işte böyle fenafillah mertebesinde felsefi düşüncelere dalmışken....  Aklımdan patlıcan sıcakları, Habitat sonrası düşülen kentsel iletişim boşluğu, güneşteki kara lekeler, Ebabil Kuşlarının Başkentinin çeşitli yerlerine yuva yapmaya başladığı ve bunun bir kıyamet alameti olduğu gibi anlamsız bir yığın şey geçirdim.  Bir keresinde Oğuz Abi söylediydi, "Her şeyi yazıp çizdikten sonra bir çeki taşı kalır insanın içinde" dediydi. "Çeki taşı" nedir bilmiyorum. Ama kalbimin yarı ölü böceğinin ters dönmüş bacaklarını kırpıştırırken, okuduğum "ciddi ve hisli" öykülerin sırrını çok iyi biliyorum. Kalbimin böcee'ni merak ediyorsun değil mi? Hımmm... Kalbimin böcüü'ne gelince... Benim ki ölmedi. Fıtıl fıtıl dolaşıyor ortalıkta. Bakma sen, bazen "Naapıyosun" diye soran olduğunda "Hiç işte, duruyorum öyle" dediğim oluyor. Dururken bakıyor hatta fena halde gözetliyorum ama....

Şimdilik o çeki taşından güç bela yontabildiklerimden bunlar...
Benim kalbimin böceğinden seninkine; sevgiyle...


NOT: Kaç gündür yazı yazamıyorum.  İçimden bir şey yazmak gelmiyor.  Eski yazılarımı tekrarlıyorum. Baktım olacak gibi değil. Yazar affetsin beni... Atilla Atalay'ın  aşağıda isimlerini sıraladığım öykülerinden ruh halime denk gelen bazı cümlelerini gene çaldım. Benim cümlelerimle ortaya karışık harmanladım. Ne yapayım yani? Çaldımsa da mîrî malı çaldım.

-Kalbin Böcüü
-Negzel Pembe
-Deliler Denizi
-Kırılan

NOT: Cennetteki Yabancılar çizgi roman karelerini kullandım.


20 Ağustos 2012 Pazartesi

Aklımın İplerini Saldım Gene...


Epey önce satın almıştım. Kutusuyla duruyordu. Bugün gözüme değdi. Elime aldım. İçinde beş adet film vardı. Hepsi Alain Delon filmleriydi. İlk film adı Bir Aynasızın Postu İçin idi. Filmi kabından çıkardım. Oynatıcıya koydum. Koltuğa oturdum. Bir müzik eşliğinde film başladı. İşte yukarıya videosunu koyduğum müzik. Allahım! Ben niye böyleyim? Ne oldu bil bakalım? Bu müzik var ya bu müzik... Anında aklımı başımdan aldı. Müziğin sesini sonuna kadar açtığım gibiii... İnan bana... Hemen yerimden fırladım. Mutfağa geçtim. Buzdolabından şişeyi çıkardım. Raftan en renkli kadehi seçtim. Şişeyle kadehi tezgaha bıraktım. Bu arada filmi başlatmadım ya sürekli aynı şarkı çalıyordu. Hoşlandım. Çekmeceden küçük çelik tencereyi aldım. Kendi etrafımda üçyüz atmış derece döndüm... Hooop... Elimdeki tencereyi ocağın üstüne bıraktım. Ocağı açtım. Poff! Alevlendi. Kavanozdaki sarı taneleri az yağ ve az  tuz koyduğum tencereye pıtır pıtır attım.  Tencerenin kapağını kapattım. Hemen şişeyi tekrar elime adlım. Şişedeki sıvıyı yüksekten lıkır lıkır renkli  kadehe boşalttım. Fooooşşşş! Köpürdü... Bardaktan taştı. Tencereye baktım. İşaret parmağımı sihir yapar gibi tencerenin kapağına bastırdım. "Okus pokus!" dedim. Sihir anında etkisini gösterdi. Pata pata pata... Patırdadı... Tencereden taştı. Aldırmadım. Ocağı kapattım. Tencerenin kapağını açtım. Abraka dabram işe yaramıştı işte. Sarı, sert taneleri yumuşak kar tanelerine çevirebilmeyi becerrebilmiştim gene. Muzipçe gülümsedim. Becerikli işaret parmağıma hedefi on ikiden vurmuş tabanca namlusu niyetiyle üfledim. Tencereki mucizevi yiyeceği  derin kaseye boşattım. Bir elimde kadeh bir elimde kase, müziğin ritminde parmaklarımın ucunda iki ileri bir geri hareket ederek salona geçtim. Elimdekileri ön sehpaya koydum. Koltuğa bağdaş kurup oturdum. Kumandayı elime aldım. Filmi başlattım. Heey! Alain Delon... Paris... İkisinin de 1970'li halleri... Çok şeker. Ya filmin müzikleri... Ya kadehteki içecek... Ya kasedeki yiyecek... Allahım... Yüreğimi dinledim.  Başka ne olabilir ki? Mutluluk buydu işte. Önce gözlerimi kapadım. Kadehteki gazozumu yudumladım. Oh! Nefisss!.. Sonra kasedeki patlamış mısırdan bir kaç tane ağzıma attım. Oh! Şahane... Mis.. Mis... Arkama yaslandım. Heyy! Düşünebiliyor musun? Artık  Paris'teydim... Ya müzik... Ah, bu müzik... Aklımı başımdan aldı.  Aklımın iplerini  saldım. Galiba filmle birlikte gene hayallere daldım.
 
  
NOT: Paris fotoğraflarını Crayzwomenrosemary'nin bloğundan aldım:)

Neden mi Zagor? Çünkü...

Kitap sever!




Kahve sever!



Deniz sever!




Spor sever!




Komiktir!



İyi hissettirir!




Ne olduğunu bilir!



 Teselli eder!




 İdealisttir ve adaletten yanadır!



 Yabancı dil bilir!



 Romantiktir!