30 Haziran 2010 Çarşamba

Gerçekten Sinağrit Diye Bir balık Var Mı?

Arkadaşım Bodrum'da yedikleri Sinarit balığının lezzetini ballandıra ballandıra anlatınca, "Nasıl yani?"demişim. "Sahiden Sinarit diye bir balık mı var?" Arkadaşım anlatırken, Sait Faik'in
en güzel öykülerinden biri olan Sinağrit Baba aklıma gelmişti. Ne şaşkınım! En güzel deniz, balık ve doğa öykülerinin sahibi olan yazar, uydurma bir balık ismi mi kullanacaktı? Tabi ki sahici bir balık olacaktı Sinağrit!

Güzel bir Ocak akşamıdır. Hava lodostur. Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmıştır. Sandallarda insanlar oltalarını atmışlar sessizce beklemektedirler. Denizin aşağısında Sinağrit Baba avdan dönmektedir. Sinağrit Baba ömründe konuşmamıştır. Ömrü boyunca evlenmemiştir. Ömrü boyunca yalnız yaşamıştır. Ne oltalar koparmıştır. Bu akşam birinin oltasını secip, yorucu ömrünü bitirmeye kararlıdır. Daha her yeri pırıl pırılken, daha eti mayoneze gelirken bitirmelidir bu ömrü. Sonra pis bir Vatos'un dişine bir tarafını kaptırabilir. İyisi mi suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir akıllı mahluka kendini teslim edip, muhteşem bir sofraya kurulmalıdır.

Oltaları koklamaya başlar. Yakalanacağı oltayı ve sahibini kendisi seçecektir. Bu kişi gururlu bir yoksul olmalıdır, kibirli değil. Cesur olmalıdır, korkak değil. Dürüst olmalıdır, içten pazarlıklı değil. Sinağrit Baba bu özelliklere sahip olmayanların oltasına takılan balıkların, yakamoz ışıltılarına kandıklarını bilmektedir. İstese yakalanan diğer balıkları kurtarabilme kabiliyetindedir Sinağrit Baba. İstese misinaları bir baş vuruşuyla kesebilir, yada iğneleri dümdüz edebilir. Ama bir tek kendisinin bunu bilmesi ve yapması ne fayda getirebilir ki diye düşünür. Öyle ya diyelim şimdi Sinağrit Baba kurtaracak diğer balıkları, peki kendisi yakalandığında kim yapacaktır bu işi?

Bu düşüncelerle dolanırken, hiç tanımadığı bir sandala rastlar. Kokladığı bir oltayı tutan elin gururlu, cesur, cömert, dürüst bir adama ait olduğuna karar verir ve yemi ağzına alır. Kendi rızasıyla yakalanır. Sandala düştüğü an büyük gözleriyle kendini yakalayana sevinçle bakar. Tekrar tekrar bakar. Birdenbire ürperir. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövmeye başlar. Sinağrit Baba bizim göremediğimiz bir işaret görmüştür bu kişide. Fark etmiştir ki, bu kişi istediği niteliklere sahiptir ama bütün bunları hayatın içinde sınamamış, zorlu bir durumda hiç kalmamıştır. İnsanlık sınavına hiç girmemiştir. Pratikte durumu görmedikçe, sınanmadığı müddetçe bu niteliklerin varlığından kim tam olarak emin olabilir ki?Sinağrit Baba kahır içinde, gözleri açık, çırpına çırpına ölür gider.

Sait Faik'in özetlemeye çalıştığım Sinağrit Baba öyküsü işte böyle bir öyküydü... İnsanın sadece iyi niteliklere sahip olması yeterli değildi. Bu nitelikleri başkaları için, toplum için kullanması gerekmekteydi. Kendi halinde yaşanılıp gidilemezdi. Bu özelliklerini sokaktaki hayata katması şarttı. Sahip olunan iyi özelliklerle düşünmek, gerekirse başkaldırmak, sorumluluk almak ve galiba bir de hissetmek lazımdı hayatta... Böyle bir öyküydü işte!

Neyse... Şimdi düşünsene... Birlikte balık yiyeceğiz misal, balıkçıdayız, şahane bir sahilde... Sen sinarit yemek isteyeceksin. Ben sinarit balığını duyunca, bu öyküyü anlatacağım sana. İştahın kaçacak. Yemekten vazgeçeceksin. İyisi mi balıkçıya gidersek birlikte, sinarit balığı isteme... Ne yapayım işte, dayanamam anlatırım böyleyken böyle diye...

28 Haziran 2010 Pazartesi

Hafta Sonu Üniversiteye Giriş Sınavları Vardı. Haydi Girdin Diyelim. Ya Sonra?



Hafta sonu üniversiteye giriş sınavları vardı. Kimbilir ne hayallerle girdiler gençler bu sınavlara.. Kazananlar sevinecek.. Herhangi bir üniversiteye giremeyenler ise... Off! Düşünmek bile istemiyorum hallerini.. Ne fena! Haydi girdin diyelim istediğin üniversiteye.. Bitirince peki.. Krizler bitmiyor ki.. Bakalım bu yıl üniversiteye giren gençlerin iş bulma dönemine hangi kriz denk gelecek? Şimdi gene aklıma Atilla Atalay düştü işte. Bilir misin "İnsan Kalma Alıştırmaları "
adlı bir öyküsü vardır? Üç genç perdeleri çekmişler, mağara gibi bir eve sığınmışlar, hayatın dinmesini beklemektedirler. Çünkü üniversitelerini hayırlısı ile bitirmişlerdir bitirmesine fakat işsizdirler. Hayatın orasına burasına CV gönderip durmaktadırlar. Üç gençten Erdem daha önce ağzına sigara sürmemişken, şimdi milyon tane sigara içmektedir. Bir iş görüşmesinde İnsan Kaynakları Bölümündeki Birşey Hanım Erdem'in kravatındaki sigara deliğini farkedince, CV de yazdığı sigara içmediğine dair cevaba inanmaz. Kadını kravatı kardeşinden ödünç aldığına, hayatında hiç sigara içmediğine ikna edemeyince, görüşmeden çıkar çıkmaz Erdem sigara içmeye başlamıştır. Ve artık herşeye öfkeli biri olup çıkmıştır. Hatta hep sarhoştur.

Orhan ise delice sessizdir. "Hata mesajı"yla yüklü gözlerle dolaşmaktadır evde. Sürekli bilgisayar karşısındadır. Ellerini klavyeden ayırmadan çoraplarını çıkarmayı becerebilmektedir artık. Sanki bir an gelecek "Windows Uygulaması" olarak yaşamını sürdürecektir.

Yazar ise uzaylılar tarafından kurtarılmayı beklemektedir. Bir üst medeniyetin gelerek gençleri manyak eden bu şizofren kültürün ağzını yırtacağını ve tek harekette cümle Windows uygulamalarından çıkıp televizyonları camdan atacağını düşünmektedir.



Gençler üzerinde toplum baskısı büyüktür. Bilen bilmeyen herkes çalışıp çalışmadıklarını, düğün falan olup olmadığını sorup durmaktadırlar. Her cevapta kendilerini daha başarısız, daha çaresiz daha işe yaramaz hissetirir bu sorular. İşte üniversite bitirmiş, işsiz üç genç ve tabii internetin, delirtici kırmızılıktaki perdeleri hayata çekip, eve kapanmalarının öyküdür bu... Sadece bu üç genç mi ki? Şöyle bir dikkatlice baksak ne çok böyle ev vardır kimbilir? Yazara göre bunlar bakkalların en hakiki yumurta ve makarna müşterileridir.. Eskicilerin en çok okunmuş gazete topladıkları kişilerdir.. Çapraz bulmacalar eksiksiz doldurulmuş.. Eleman arayan sayfaları delik deşiktir.. Atilla Atalay o kadar hazin anlatır ki bu hikayesinde.. Etkilenmemek mümkün değildir.

Yalan değildir ki. Yedi yaşından itibaren sürekli sınavlara girilmiyor mu? Kolejler, Fen Liseleri, Anadolu Liseleri, Üniversite... At yarışı gibi sürekli koşturuluyordu. Askere gidip gelmeden iş olmaz diyenler vardı fakat Erdem askere gidip dönmüştü işte. Haniydi peki? Zamanla işi olanlardan, sevgilisi olanlardan, gözü üstünde kaşı olanlardan, herkesten, herşeyden nefret eder bulmaya başlar kendilerini.. Neyse.. Okunası bir hikayedir ve mutlaka okunmalıdır. Gençlerin durumunu bu kadar olduğu gibi ve damardan anlatan başka bir öykü var mıdır bilmiyorum. Şu bir gerçektir ki bu öyküyü okuduktan sonra, okul bitiren hiçbir gence "iş buldun mu?" diye sormamaya gayret ettim.

Eğer ne oldu bu öyküdeki gençlerin durumu diye, öğrenmek isteyen varsa... Erdem babasından kalan bakkal dükkanını işletmek üzere Bandırma'ya gider. Orhan ise askere. Peki Yazar ne yapar? O bir yere gidemez. Henüz biz okurları da yokuzdur ortalıkta.. Oturur devrik cümlelerle bu hikayeyi yazar işte.. Cümlelerden kimini kendisi devirir.. Öyle püskürdüğü gibi kalır.. Toplamaz.. Durmadan yazar böyle.. İşte bu öyküler Atilla Atalay'ın insan kalma çalışmalarıdır.. Bu öyküleri okumak isteyen okurları için de öyle... İnsan kalma çalışmaları... Böyleyken böyle..

Z'yi Seyrediyorum. "Gerçek Kişilerle Herhangi Bir Benzerlik Kasıtlıdır."


27 Haziran 2010 Pazar

Ben Afrikalıyım...


Cemal Süreya'nın bir şiiri vardır. Bilirsin... Afrika adlı şiirinde şöyle der:

Afrika dediğin bir garip kıta
El bilir alem bilir
Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz’in
Hala eskisi gibi çizilir

Haritalarda.

Ya da Nazım Hikmet Asya-Afrika Yazarlarına adlı şiirinde Afrika'dan bahseder:

"Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma / ben Asyalıyım / bakmayın mavi gözlü olduğuma / ben Afrikalıyım / ağaçlar kendi dibine gölge vermez / benim orda sizin ordakiler gibi /tıpkı benim orda arslanın ağzındadır ekmek / ejderler yatar başında çeşmelerin / ve ölünür benim orda ellisine basılmadan sizin ordaki gibi tıpkı "

Futbolla uzaktan yakından ilgim olmadığını yazmıştım bir keresinde bir yazımda.. İşte
burada.. Bu kez ufakcık bir alaka yaptım futbola.. Neden? Dünya Kupası Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yapılıyordu. İlk kez bir Afrika ülkesinde kupa heyecanının yaşanması hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim. Mandela ve Obama aynı memlekette yanyana anılacaktı yani mesela. Bir zamanlar Hollanda kolonisiydi Güney Afrika. Sonra Biritanya'nın eline geçiyordu. 1994 de ise bildiğin gibi Mandela sayesinde, demokrasiye adım atılıyordu. Günümüzde Güney Afrika'dakilerin %10 nun beyazlar olduğu ve halen ülkedeki tarım arazilerinin %80 nin beyazların ellerinde olduğu söyleniyor. Dünyanın en zengin ülkeleri arasında 32. sırada ve BM daimi üyesi olması için aday ülkelerden biri olarak görülüyor.



Nazım Hikmet Afrika ile ilgili şiiri 1962 yılında yazmış. O günden bu güne ne değişmiş acaba diye düşünmeden edemiyor insan.. Mesela ortalama yaşam süresi şairin şiirinde dediği gibiymiş halen.. 50 sine basmadan ölünüyormuş anlayacağın buralarda hala... Bizim memlekette ölüm yaşı 70 oldu çok şükür. Çocuklarda ölüm durumu ise feci.. Yüz çocuktan 45'i ölmekteymiş... Ne kötü... Bir vahim durum daha var elbet.. Güney Afrika'da 15-45 yaş arası insanların %20 si AIDS'li... Dünya Kupa'sının Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yapılması faydalı bir şey mi acaba? Güney Afrikaya ekonomik ve sosyal katkı sağlayacak mı? Yoksa başkalarının ekmeğine mi yağ sürecek? Güney Afrika ile birlikte, gene Afrika kıtasından Fildişi Sahilleri, Nijerya, Cezayir, Kamerun ve Gana Dünya Kupasına katılıyorken, şimdi bu yazıyı yazarken öğrendim ki elene elene Afrika kıtasından bir tek Gana kalmış. Zaten Dünya Kupasında şimdiye kadar, Brezilya dışında hiç bir ülke kendi kıtası dışında kupayı kazanamamış. Bu Dünya Kupasında evsahibi takım olan Güney Afrika, zaten ilk turda elenmiş. Şimdi ben bu yazıyı yazarken aklıma bir şey geldi.. Hani Güney Afrika Cumhuriyeti'ni sömüren iki ülke var ya. Biri Hollanda, diğeri İngiltere... Acaba ikisi Güney Afrika'da yapılan Dünya Kupasında karşı karşıya gelecekler mi? Dünya Kupası Afrika'da denince, futbolla uzaktan yakından ilgim olmadığı için böyle şeyler aklımdan geçiyor işte. "Hayat fena halde futbola benzer... Futbol şahsi beceri gerektirir... Aynı zamanda da toplu oynanan yani insanların bir takım halinde oynadığı bir oyundur... Sen ne kadar iyi oyuncu olursan ol, takımın kötüyse kaybetmeye mahkumsun" der ya hani Savaş Dinçel Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filmde.. Futbol ve hayat... Benzerler mi sahiden? Nerden geldim ben şimdi bilmediğim bu konulara? Allah Allah... Sana bir şey söyleyeyim mi? Ben o kadar farklı bir yazı yazacaktım ki... İnanmayacaksın gene bana... Hayal Kahvem'e yazı yazmak için oturuyorum ya... İnanmıyorum ya... Haddimi aşarak neler neler yazıyorum... Yuf bana!

26 Haziran 2010 Cumartesi

Nereden Nereye?



İnanamıyorum... Ömrümde belkide ilk kez yağmur yağmadı diye çok sevindim. Nasıl sevinmem.. Bugün bizim köyden Harika kız'ın düğünü vardı.. Düğün açık havada yapılacaktı.. Yapıldı işte.. Yağmur yağmadı ya.. Oh, değme keyfime.. Darısı diğer evleneceklere.. Keyif deyince, bak aklıma ne geldi? Orhan Kemal tabii ki..."Hoppalaaa!" deme.. Gelir elbette! Hani sorar ya Kırmızı Küpeler'de.. "Ehli keyfin keyfini kim tazeler?" diye. Kim tazeler peki? Cevabı Orhan Kemal'den dinleyelim gene. Kim olacak.. " Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler." Nasıl ama? Haydi devam edeyim.. Orhan Kemal'den bir edebi bilmece daha söyleyeyim.. De bakayım, "Nargilenin şartı kaçtır?" Cevabı acayip matraktır.. "Meşe, köşe, maşa, Ayşe" Nasıl ama? Şahane!

Orhan Kemal var ya, o güzeller güzeli kitapların yazarı, 15 Eylül 1914 yılında doğmuş. Peki ne zaman ölmüş? Tam 40 yıl önce bu ay.. 2 Haziran 1970'de.. Bakar mısın, yağmurdan, düğünden söz ediyorken nerelere geldim gene... Ben aslında bizim köyün kızı Harika'nın gelinliğini anlatacaktım.. Niye ben böyleyim? Daldan dala nasıl atlıyorum? Yazının başında düğündeydim.. Söyler misin kuzum, ben düğünden, sevgili yazar Orhan Kemal'e nasıl geldim!?! Ha, bak son bir şey daha söyleyeyim.. Orhan Kemal'in yukardaki pozunun var ya.. Oyy! Hastasıyım!! Hımm.. Tamam.. Tamam.. Yazımı kesiyorum burada işte... Anlayacağın, bugün bende durumlar bu merkezde.. Böyleyken böyle!

Bize De Derler Çakıcı...



Hani bazı sitelerin ya da evlerin bahçelerine "Dikkat Köpek Var" tabelası asarlar ya, o kadar sinir olurum ki anlatamam.. Keşke yanımda bir tebeşir olsaydı diye düşünürüm.. Neden mi? Can Yücel'in o güzeller güzeli kara mizah şiirini yoksa hiç işitmedin mi? Bak şimdi...

"BİZE DE DERLER ÇAKICI
Yanımda tebeşir gezdiriyorum devamlı
Bu mutena semtteki konakların bahçe kapılarına asılı
O (iki nokta üst üste)
BU EVDE
KÖPEK
VAR
Levhalarının altına selatin harflerle kocaman bir
DOĞRUDUR
Yazmak için"

Gördün mü? Gene bir şair yetişti imdadıma... Hangi söz, sinirlerime bu kadar hicivsel merhem sürer! Can Yücel, yattığın yerde nur ol e mi? Sevgiler!


Yüksek Merciye Mevsimsel Rica Dilekçesi...

Şimdi bu sabah gene erken kalktım.. Baktım ki yağmur yağmıyor. Bilakis güneş ışıldıyor. Nasıl sevindim anlatamam.. Henüz sabahın kör, sağır saatiydi tabii.. Biraz sonra güneş iyice gülümseyecek.. Belli... Artık sıcak olacak. Olmalı. Tembihlediler. "Artık yağmur yağmur deme, yağmur isteme!" dediler. Kimler mi? Bu yaz neredeyse her hafta sonu evlenmeye niyet edenler.. Güzelim kır düğünü planları yağmur sebebiyle sekteye uğrayacak diye karaları bağlayan gençler bunlar.. Hımm.. Peki.. Ne yapayım? Benim mevsimleri düzenleyen yüksek mevkideki yetkiliyle irtibatım olduğuna inanıyorlar. Tamam.. Bir dilekçe yazacağım.. Diyeceğim ki "Saygıdeğer Efendim, yaz yaz gibi olsa.. Bu yaz daha az yağmur yağsa.. Yok, hiç yağmur yağmadan olmaz tabii... Hafta içi yağsa, hafta sonu yağmasa.. Düğünler genelde hafta sonu oluyor ya.. Mesela... Karışılır mı bizim işimize demeseniz ve bu aciz kulunuzdan bu ricayı esirgemeseniz keşke.. Benim gönderdiğim dilekçelerin haddi hesabı yok biliyorum.. Size karşı kendimi çok mahçup hissediyorum.. Bu ricamın da kabul edilmesini diliyorum. Sevgilerimle," Bakınız, yazdım işte.. Daha önceki dilekçelerim gizliydi.. Bu kez açık ediyorum.. Umarım "Geçmiş olsun! Artık geç kaldınız! Mevsimsel yağışlar otomatiğe çoktan bağlandı, dileğiniz zaman aşımına uğradı!" diye bir cevap almam.. Umarım mağlubiyete uğramam.. Üzerime düşeni yaptım işte.. Gönderdim dilekçemi yüksek mevkideki yetkili merciye... Sonrası.. Ne diyeyim? Kısmet! Böyleyken böyle!

Haydi Sarıkız Salatası Yapalım!


Ben yaşamın eşsiz bir süreç olduğuna inananlardanım. Yemek yemenin, hayatın en büyük keyiflerinden biri olduğu sözünün altına imzamı atarım! Yemek yapmak zor bir iş değildir. Hele severek yapıyorsanız, sevdiğiniz insanlar için yapıyorsanız, yemeğe sevginizi katıyorsanız yemeyiniz de yanında yatınız diyeceğim ama ben iştahlı biriyim. Yemeyip yanında yatanlardan değil, yemeği yiyen ve silip süpürenlerdenim! Bak şimdi, sen sarı kız salatası nedir bilir misin? Çok kolaydır!

Bu akşam baktım balkondaki patatesler neredeyse buruşmaya yüz tutmuşlar. Nasıl yaşlanmışlar. Aldım elime dört beş tane," Sizi nekadar ihmal etmişim. Afedersiniz! Şimdi güzel bir cilt bakımı uygulayacağım size, siz bile inanamayacaksınız kendinize! Biraz sabrediniz." dedim. Hemen su koydum elektrikli su ısıtıcısına ve bıraktım suyu kaynamaya. Bu arada patateslerin cildini buhara tutmadan önce, ölü derisinden kurtarmalıydım. Hemen keskin bir patates soyucusuyla, tabii ki zarar vermeden hassas cildine, patateslerin buruşmuş, kalınlaşmış dış kabuklarını soydum. İyice yıkamak için musluk altında soğuk suya tuttum. Bu arada kaynamış olan suyu tencerenin yarısına kadar doldurdum. Dış kabuğu soyulmuş, soğuk duşa tabi tutulmuş patatesleri küçük küçük parçalara böldüm. Tenceredeki kaynar suyun içine koydum. Onlar şimdi kaynayacaklar sıcak suda, yumuşacacık olacak hücreleri, okadar farklı bir cilt bakımı uygulayacağım ki, değişecek şekilleri ve şemalleri...
Patatesler haşlanırken tencerede, ayrı bir yerde, küçük bir tasa yarım çay bardağı zeytinyağ, yarım çay bardağı mayonez, bir dolu yemek kaşığı hardal, yarım limon, tuz koyarak iyice karıştırdım. Özel bir bakım yapacağım dedim ya, hücreleri yumuşamış patateslere, işte hazırladığım bu cilt bakım kremini uygulayacağım. Yumuşayınca, derince cam kasenin içine patatesleri koydum. Biraz ılınınca üzerlerine hazırladığım kase içindeki cilt bakım kremini boşalttım. Tahta kaşıkla bu hardallı sosu yavaş yavaş patateslere yedirince, renkleri döndü hardal sarısı rengine... Nasıl değiştiler, parıldadılar, gerçekten inanılmazdılar! Bir ara düşündüm acaba bu kremi kendime uygulasam iyi gelir miydi benim cildime de acaba? Bir gün olur denersem eğer, merak etme anlatırım sana:)

İstersen biraz kuru soğan doğrayıver bu salatanın içine. Eğer taze nane de serpersen üstüne, benim bu özel tarifimle, şekilde gördüğün gibi fevkaladenin fevkinde, nefaseti yerinde nefis bir salata yiyeceksin gene !

25 Haziran 2010 Cuma

Hasbihal



Bazan bloğa yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Mis gibi kokan kahveler ellerimizde mesela. Ben büyük battal koltukta oturuyorum, ayaklarımı toplamışım altıma... Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam. Muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, ayaklarını sallaya sallaya, anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinlemek için bekliyorsun. Bugün eski günlerden bahsetmiyorum. Hele çocukluktan hiç başlamıyorum. Bu kez, paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Sen neden bu kadar suskunum diye bana bakıyorsun. Usulca başlıyorum konuşmaya.. “Bugün işlerimin arasında iki saat kadar boş vaktim olunca, film seyrettim,” diyorum. “Hani geçtiğimiz yıl Haziran ayında, Michael Jackson hayatını kaybemişti ya…” Duruyorum.. Bir nefes alıyorum. Sen ise gözlerini açıyorsun. Söylediklerimle ilgilenmiş görünüyorsun. İlginden aldığım cesaretle sözlerime devam ediyorum. “ Michael Jackson’ın son konser provalarının kayıtlarından oluşan bir film bu,” diyorum. “Hani dünya turnesine çıkacaktı ya.. Ne planlar, ne hazırlıklar yapılmış. Konser deyip geçme” diyorum.. “Nasıl ciddi bir organizasyon ve teknoloji var arkasında anlatamam sana. Mutlaka görmen lazım.


Ah!” diyorum. “Ah, o güzelim şarkılar… Hepsi de nasıl da hafızama kazınmışlar. Şarkılarının her ritmi, adeta Michael Jackson’un vücudunun bir hareketi. Hatırlasana…” diyorum. “Ay yürüyüşünü nasıl denerdik ayna karşısında.. Ya da kemiksizmişcesine dalgalandırılan kollar mesela… Sen ne güzel becerirdin!.. Ben yapamazdım ne kadar çabalasam da…” diye sözlerime devam ediyorum. Sanki gözlerini kaçırıyorsun benden. Üstüne gelmiyorum. “Neden başını öne eğdin?” diye hiç sormuyorum. Sadece “Biz neden böyleyiz?” diyorum sana… “Neler yazdılar, söylediler Michael Jackson hakkında.. İnanamadık senle ben valla… Radyo çocuğuyduk ya kimseyi görmez, seslerden de şüphelenmezdik. Onun için mi böyle saftorik olduk… Ya da ne bileyim Kemalettin Tuğcu kitaplarıyla büyüdük. Bırak filmleri, okuduğumuz kitaplardaki kahramanlara ağlar, üzülürdük. Şimdi bu şahane şarkıları söyleyen adam için, denilenlere inanmak bir yana, arkasından yas tutuyoruz baksana !” diyorum biraz kıkırdayarak. Kendini toparlamanı istiyorum. Eğer konuşmama devam edersem bu hüzünlü makamda, biliyorum hüngürdeyebiliriz az sonra.. Kendi çapımızda nostaljik muhabbet yapıyor ve bizi etkileyen bir müzisyeni anıyoruz ya... Diyorum ki konuyu renklendirmek için “Biliyor musun, sinemada kimse yoktu. Yalnız ben… Sanki Michael Jackson benim için konser veriyordu… Nasıl kendimden geçmişim… Bir ara dayanamadım.. Baktım sağıma soluma.. Kimse yok ya nasılsa.. Fırladım ayağa.. Michael Jackson Billie Jean’i söylüyordu. En iyi sen bilirsin beni.. Billie Jean’ de oynamadan durabilir miyim Allahaşkına?

24 Haziran 2010 Perşembe

İki Yönetmen ve İki Film...İki Abi ve İki Kızkardeş


Yukarıdaki fotoğraflarına baktığımda, kardeş gibi birbirlerine benzettiğim iki adamdan, soldaki 1964 doğumlu Türk yönetmen Atilla Taşdiken, diğeri ise 1918 doğumlu İsveçli yönetmen Ingmar Bergman.

Yönetmen Atalay Taşdiken'in 2009 yılında çevirdiği Kızkardeşim Mommo adlı filmi ancak bugün seyredebildim. Annesiz iki çocuk. Abi Ahmet ve kız kardeş Ayşe. Baba evleniyor. Üvey anne istemeyince, çocukları dede sahiplenmeye çalışıyor. Filmin asıl vurucu tarafı, kendisi de küçücük bir çocuk olan abinin, kızkardeşine kol kanat germesi. Yani iki kardeşin yürek yaralayan hikayesi.İşte bu filmi seyredince, benzer başka bir film aklıma geldi.




Yönetmen Ingmar Bergman'ın 1983 yılında çevirdiği Fanny ve Alexander adlı film. Bu kez babasız iki çocuk. Abi Alexander ve kızkardeşi Fanny. Anne evleniyor. Üvey baba hayal kurmayı günah sayan, sadist bir din adamı. Çocuklara eziyet ediyor. Başka bir abi ve kızkardeşin dünyanın başka bir yerinde ve başka bir zaman dilimindeki yürek yaralayan hikayesi. Bergman'ın son filmi olan Fanny ve Alexander için, yönetmenin kendi hayatının hikayesi olduğu söyleniyor. Merak ediyorum acaba Kızkardeşim Mommo'da Atalay Taşdiken'in hayatıyla ilgili miydi?

Her ikisi de, insanın sevgi, vicdan, merhamet duygularını kışkırtan çok güzel ve ödüllü filmler. Mutlaka seyredilmeliler.

21 Haziran 2010 Pazartesi

"Haiku Bir Görme Biçimidir."

evin de bir andı var
sabah akşam mırıldandığımız yolda:
para git bizi çalış.. hayat git bizi yaşa!


"kendine dikkat et diyor baba
sokağa oynamaya çıkan çocuğa
"televizyona malzeme olma"


televizyon yoklama çekiyor her akşam
habersiz sözlüğe kaldırıyor
zaaflarımızı


şairler öldükten sonra büyük
aşk bittikten sonra değerli
acılar her dem taze


çocuklar internete düşmüş
erkekler meşin yuvarlak peşinde
kadınlar deterjan ve magazin kılıyor


fakat hırsız bilmiyor bir eşyayla birlikte anılarını da çaldığını


bazı kelimeler dilimizi yakıyor
kırk yıl düşünsek bile
bir fikir etmiyoruz


robin hood gibiyiz allaha şükür
neşeden çalıp
kedere veriyoruz


geride bizi hatırlayacak
birkaç evimiz kalsa
keşke

METİN ÜSTÜNDAĞ-apartman haikuları

19 Haziran 2010 Cumartesi

Ersin Karabulut ve Sandıkiçi

Okuduğum haftalık mizah dergileri arasında pek sevdiğim Uykusuz'da, her çarşamba elime aldığımda ilk okumak istediğim galiba Ersin Karabulut ve Sandıkiçi! Meraklısı olduğum için, kim bu çocuk diye sanal alemdeki yazılara bakmıştım. Ersin Karabulut 1981 doğumlu, öğretmen anne babanın ikinci çocuğu. Babası da resim yaparmış. Kendisi sinema ve çizgi romana ilgiliymiş çocukluğunda. İlk karikatürü 16 yaşındayken Pişmiş Kelle'de yayınlanmış. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi'nde okumuş. Bir süre muhtelif dergilerde çizdikten sonra, Penguen dergisinde "Sandık İçi" isimli öykü karikatür köşesini çizmeye başlıyor. Daha sonra birkaç arkadaşı ile birlikte Penguen'den ayrılıyorlar ve Uykusuz'u çıkarmaya başlıyorlar.



Sandık İçi'ni okumayanlara mutlaka tavsiye ederim. Bağımlılık yapacak kadar samimi ve sürükleyicidir hem çizgileri hem de öyküleri... Ersin Karabulut kendisi de söylüyor. Karikatür çizmiyor. Her okuyanın kendini bulacağı hayattan kesitleri çok güzel çizip öyküleştiriyor.



Haftalık çizgi öyküleri yetmez bazen, başucu Sandık İçi kitabını karıştırırım zaman zaman... Bir
akşam babasıyla şiddetli bir tartışma yaşar çizerimiz ve odasına gider sinirle, çocukluğuna ait kötü anıları arka arkaya yazar. Sandık İçi "aslında çocukluğumuzda yaşadığımız travmatik olayların kişiliğimizi zannettiğimizden daha fazla etkiliyor oluşu ve bu olayların günlük yaşantımızdaki karşılıkları fikriyle şekillenmiş. "Kendisi öyle diyor. Çok doğru.

Çocuklukta hepimizin yaşadığı endişeleri, aile içi sorunları, benzer ebeveyn yaklaşımlarını, bizim de çocuklarımıza farkında olmadan yaptığımız yanlış davranışları, okul, öğretmen, arkadaş ilişkilerini, gençlik komplekslerini, kız erkek muhabbetlerini okadar doğal ve samimi bir dille yazıyor ve çiziyor ki,mutlaka kendinizden bir şey değil çok şey buluyorsunuz.

Yaa! Gerçekten aynen böyle olmuştu bana da diyorsunuz. Ya da aynı durumlarda aynı şeyleri hissettiğinizi anlıyorsunuz. Okudukça daha çok seviyorsunuz. Sandığın içine daha çok gömülüyorsunuz. Ben çok seviyorum Sandık İçi'ni ! Kimi zaman içine tamamen girip kendimi kilitlediğim bile oluyor hatta!



NOT: Geçen yıl yazdığım bir yazı.

18 Haziran 2010 Cuma

Metin Üstündağ'ın Şiir Üzerine Kısa ve Hoş Yorumu

"Şiir fesleğen çiçeği gibi. Geçerken eliniz değer, müthiş bir koku; genziniz bayram eder. Şiirin az okunması değil mesele, hayatımızdan iyice çekilmesi acı. Şiir sadece sözcüklerle yazılmaz. Bazen bir jest, bir mimik, bir ince marifet de şiir olabilir. Katır kutur bir hayat yaşıyoruz. Mizah ve şiir bu hayatı biraz inceltmeye çalışıyor."

Nisan /TimeOut İstanbul- Ayşegül Tuna'nın Metin Üstündağ ile Ropörtajından alıntı

17 Haziran 2010 Perşembe

Bu Gece Hayal Etme Gecesi

Hani eskiler hep söylerler ya en kıymetli aylardır "Recep, Şaban, Ramazan" diye... Derler ki bu üç ay diğer aylardan daha mühim, daha değerlidir. Hatta şöyle derdi büyükannem.. "Hırsızlık yapan hırsızlığı, arsızlık yapan arsızlığı bırakır bu üç ay hürmetine." Bana nasıl bir his veriyor biliyor musun? Hani her mağazanın bir damping zamanı olmuyor mu yıl içinde? Oluyor.. O aylarda satılan her şey girer ya hani indirime... Hatta kimi zaman satılanlar ilk satış fiyatının dörtte birine bile inebiliyor. Bilirsin. Ayrıca kimi zaman kredi kartı kullanımında kazanılan bonuslar için kampanyalar düzenlenir. Bonuslar katlanarak puan olarak bize öyle geri döner. İşte böyle bir tad yok mu üç aylarda? Bak şimdi, Recep, Şaban ve Ramazan ayları geldiğinde yaptığımız her iyilik, her fena huylardan kurtulma çabası, sanki bize katlanarak bonus kazandırıp sevap hanemize yazılıyor. Aynı zamanda geçmiş günahlardan büyük indirimler yapılıyor. Mesela böyle bir şey işte... Hani her Cuma gecesi önemlidir ya şimdi bugün üç ayların başlangıç ayı olan Recep ayının ilk Cuma gecesi olduğu için çok daha öneml demek ki. Bu gece bonuslar ve indirimler katlanmıyor, adeta kanatlanıyor. Ne güzel! O halde bu gece hayal etme gecesidir! Ne istiyoruz, neyi arzuluyoruz bir düşünmeli... Hatalarımız neler gözden geçirmeli... Bu gece bol bol dua etmeli... Sevdiğine yaranmak için güzel sözler söylemez mi insan, hem de en harikulade kelimeleri seçer öyle değil mi? Belki bir şiir söylemeli... Demeli ki "Rabbim! İyilik ve doğruluk ver bizlere... Sağlık, afiyet lütfet! Gönüllerimize sevgi ve merhamet... Hatalarımızı affet... Dünyaya barış ve adalet! Bir de lütfen bolca hayal gücü lütfet!" AMİN

Köpek Kalbi ve Mikhail Bulgakov

Kocaeli 2. Kitap Fuarı'nda Kaknüs Yayınevi'nden çıkan ve İbrahim Kapaklıkaya tarafından Türkçeleştirilmiş olan bir kitap dikkatimi çekmişti. Köpek Kalbi. Kitabın yazarının yaşam öyküsü de başlıbaşına bir hikayeydi. 1891 Ukrayna doğumlu, bir teoloji profesörünün yedi çocuğundan biri olan Mikhail Bulgakov, yıllarca tıp eğitimi almış, bir süre doktorluk yapmış, sonra sağlık sebebiyle doktorluğu bırakmış ve 1920 yılında bir tren yolculuğu sırasında yazdığı hikayeyi, trenin ilk durduğu şehirdeki bir gazeteye götürmüş. Beğenilip yayınlayınca, Mikhail Bulgakov'un yazarlık serüveni başlamış. Köpek Kalbi'ni 1925 de yazmış. Rusya'da Ekim 1917 Devriminden sonra, sürekli "komünist kahramanları" konu alan kitaplar yayınlanmaktaymış. Bulgakov ise rejimi öven kitaplar yerine, özgün, fantastik konulu kitaplar yazdıkça, sansür kurulu tarafından kitaplarının yayınlanması sürekli yasaklanmış. Epeyce işsiz ve parasız kalmış. Artık aç kalma noktasına varınca durumu, Stalin'e bir mektup yazıp, ya yurt dışına çıkmasına izin verilmesini ya da Moskova tiyatrosunda kendisine iş verilmesini talep etmiş. Tiyatroda çalışmaya başlamış. Yazdığı oyunlar ilk gösterimden sonra gene yasaklanmaya başlayınca, bu kez tiyatrodaki görevine de son verilmiş. 1940 yılında ölmüş. Yazdığı kitaplar ölümünden ancak 0n yıl sonra SSCB de yayınlanmaya başlamış. Köpek Kalbi ise Bulgakov'un ölümünden 47 yıl sonra yayınlanmış.

128 sayfalık küçük bir roman Köpek Kalbi. Yazarının doktor olduğuna şaşmamak gerekir, çünkü baş kahramanı Moskovalı bir cerrah. Ölü bir adamın testislerini ve hipofiz bezini bir sokak köpeğine naklediyor. İnsandan köpeğe organ nakli söz konusu yani. 1925 yılında yazılmış bir bilimkurgu kitaptan söz ediyorum. Okudukça sanki eğlenceli olacak gibi görünüyorsa da, resmen kara mizah tadında. Yıllarca korku filmi diye, 1818 de Mary Shelley'in yazdığı ve daha sonra sinemaya uyarlanan Frankenstein'i seyretmek istememiştim. Oysa Dr. Frankenstein tarafından hastalıkları yok edebilmek amacıyla, yeni bir insan yaratma ve ölümsüzlüğü arama çabalarının sonucu yaratılan bir ucubeydi Frankestein. Aslında nasıl yumuşak mizaçlıdır Frankeshtein, nasıl sevilmeye muhtaçtır her insan evladı gibi. Fakat insanlar görüntüsünün çirkinliği ve korkunçluğu sebebiyle ondan kaçmaktadırlar. O kendisinden kaçtıklarını da bilemez üstelik. Seyredince filmi, korkmuyor da acıyorsunuz Frankenstein'e. İşte Köpek Kalbi'nde ise bu kez karşımızda, gene hırslarının esiri profesör Philip Philippovic var. Ve sokak köpeği Sharik. Doktorun uyguladığı organ nakliyle insan - köpek görünümünde, konuşabilen, okuyabilen, hatta işe girip çalışabilen fakat öte yandan da hayvani duygularını gene bünyesinde barındıran ve köpek reflekslerini bastıramayınca aşağılanıp horlanan, doğal dengesi bozulmuş bir yaratıktan söz ediyor kitap. Köpeğin ameliyat öncesi ve sonrası yüreğinden geçenleri anlatan kitap tam bir ibret hali sergiliyor. Okuduktan sonra, kitapta profesörün asistanının dediği gibi " Artık caddede yürürken, köpeklere gizli bir dehşetle bakıyorum." diyorsunuz. Ve aynı Frankeshtein'in dediği gibi, "Madem sevmeyecektin neden yarattın?" sorusunu aklınıza getiriyor. Devrim sonrası geçmişten etkilenmemiş, yasakçı zihniyetle oluşturulmaya çalışılan Rus halkına bir gönderme olduğu düşünülen roman, her dönem ibret alınacak özellikler taşıyan, kolay okunabilen ve oldukça etkileyici bir kitap. Tavsiye ederim.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Telepatik Bir Posta Bağlantısı


Gözlerime inanamadım... Yemin ederim inanamadım da, gözlerimi iyice ovuşturdum önce... Baktım. Halen duruyor tezgahın üstünde. Bu ne? Allahım bu ne? Ne yapmış Rabia Teyze böyle? En büyük boy fasulye turşusunu göndermemiş mi bizim eve? Allahım, ne yaptım da, ödüllendirdin beni bu sürprizle? Biliyorum. Rabia Teyze'yle aramızda telepatik bir posta bağlantısı var. Hem de sıradan hayatımı sırlayan bir sır büklümü halinde... Vay canına sayın seyirciler! Nerde okumuştum ki bu cümleyi? Nasıl hoş bir cümle oldu böyle!.. Ben var ya, bu turşu karşısında biraz daha durursam şair olurum da ne şiirler döktürürüm yeminle! Şeyyy!..Yok ama... Yok... Bakma böyle dediğime.. Yani diyeceğim o ki, sakın ha heves edip turşudan isteyeyim falan deme... Şey yani... Nasıl desem bilmiyorum ki... Veriririm vermesine de... Yani açık açık söylemeliyim... Rabia Teyze'nin beyaz fasulye turşusu çok sert olur bir kere... Sonra acayiipppp sarmısaklı... Of, daha kavanozu açınca evi bir sarmısak kokusu sarıyor... Hatta o koku geliyor bir gelin gibi eve yerleşiyor. 40 gün kokusu gitmiyor... Öyle böyle değil! Felaket! Yani ben bayılıyorum ama sana uymaaaazzz... İnan sana uymaz... Hatta yakışmaz... Anladın değil mi? İstemezsin değil mi böyle bir kokuyu evde? Bak en baştan söylüyorum. Dost acı söylemez mi? Söyler tabi... Söylüyorum sana işte... Sonra neden söylemedin deme... Bir de alışınca kötü oluyor biliyor musun? Alışkanlık oluyor da, her sene yiyeyim istiyorsun. Bir nevi bağımlılık yapıyor anlayacağın. Yazık değil mi sana... Her sene... Her sene... Tamam. Turşu konusu bu merkezde... Halen istiyorsan. Bir haber et... Küçük bir kavanoza koyup kargo yaparım... Gönderirim... Bak inan bana gönderirim. Kıyamam... Gönderirim yeminle!

NOT:Kışa hasretim sebebiyle eski bir kışlık yazımı tekrar yayınlıyorum:)

15 Haziran 2010 Salı

En Kısa Andır Mucize

Bak ne oldu? Evde turşu muhabbeti olunca, bir filmin turşu diyaloglu bir sahnesi aklıma geldi. Diyeceksin ki gene nereden nereye? Bak şimdi... 2005 yapımı, Factotum adlı filmde, alkol sebebi ile hiç bir işte düzgün çalışamayan, ucuz otellerde yatıp kalkan, bulabildiği her türlü üçüncü sınıf işlerde çalışmak zorunda kalan Henry Chinaski (Matt Dillon) nin kadınlarla ilişkisi, hayat mücadelesi ve yazmaya, yazarlığa hevesi anlatılmaktaydı. Bu film aslında ünlü yazar Charles Bukowski'nin yaşamının bir kesitini anlatan, otobiyografik bir filmdi.

Filmde Henry yaptığı yüzlerce iş görüşmelerinden birindedir. Bir turşu fabrikasının ofisindeler. Yetkili ile aralarında şuna benzer bir görüşme geçer:
- Yazarsın ha..
-Evet,
-Neden bir turşu fabrikasında çalışmak istiyorsun?
-Bana büyükannemi hatırlatıyor.
- Öyle mi?
- Ona gittiğimde bana turşu koyardı hep,
- Ne tür yazıyorsun?
- Genelde kısa hikayeler. Romanımın da yarısına geldim.
- Ne hakkında?
Neyse, konuşma sanırım bu minvalde bir süre devam edip gidiyordu. Henry işe alınıyordu. Ama gene içki nedeniyle işi kaytarınca, kapının önüne bırakılıyordu. Beş parasız sefalet içinde yaşıyor. Bir ara baba evine sığınmak istiyor. Babası evde ancak para verirse kalabileceğini söylüyor. Barda tanıştığı bir kadının evine yerleşiyor. Tüm bu karmaşanın içinde tek tutkusu yazmak. Her şey hakkında yazmak istiyor. Zaten turşu fabrikasının sahibi ile yaptığı görüşmede, patronun kanser hastası karısı hakkında yazacağını söylemesi sebebiyle sanırım işe alınıyordu. İlginç bir filmdi. Beni en çok ilgilendiren bir yazarın hayatı hakkında olmasıydı tabi. Filmin öyküsü sahiciydi.

Charles Bukowski, Almanya'da doğmuş, Amerika'da büyümüş, alkolik ve kumarbaz olması sebebiyle sefil bir hayat yaşamış, Amerika'nın yeraltı kültürünü iyi bildiği ve sokaklardan geldiği için, 1920 doğumlu yazar, 1994 yılında ölünceye kadar yazdığı 45 tane kitapta, genellikle toplum dışı insanları ve depresyonu konu almış. Daha çok kendi hayatını anlatmış. Ve oldukça küfürlü olan dilini de yazılarına geçirmiş. Tarzı bu. Adam sahiden rezil bir yaşam sürmüş. Kumarbaz, alkolik, küfürbaz... Öyle böyle değil yani. İyi de, ne yapabilirim? Charles Bukowski böyle diye öykülerini ve şiirlerini okumayacak mıyım? Okurum vallahi. Çünkü yazdıkları dehşet etkili.

Bak şimdi, bir dedikodu da benden Charles Bukowski ile ilgili. Günlerden bir gün, sanırım 2000'li yıllar... Yer... Bizim memleket... Bukowski'nin Kasabanın En Güzel Kızı adlı öyküsü Açık Radyo'da yayınlanıyor. RTÜK yayını sakıncalı bularak radyoyu tam 15 gün kapatıyor. Yaşam şartları nedeniyle hayat kadını olan 19 yaşındaki kasabanın en güzel kızının intihara giden yaşamının anlatıldığı bu öyküde, eee yazarı da Charles Bukowski olunca, okkalı sözler yer alıyor. Bu sözler de uygun görülmüyor. O hayatların sahicisinde dil küfürlü değil midir? Yazar da aynısını öyküsüne geçirmiş. Aklına Can Yücel'in şiirlerini getirsene. Onun gibi mesela... Öyle... Can Yücel'in ağzı bozuk diye edebi dehasından şüphe duyulabilir mi? Asla. Bu yazarlar ağızlarında acı biberlerle dolaşırlarmış... Dolaşırlar da ağızlarının acılığı ile hayatımızı çoğaltırlar. Hoppala... Gene ben ne yazacaktım? Ne yazdım şimdi iyi mi? Diyebilirsin ki, bu yazıyla turşunun ilgisi ne? Valla bilmiyorum ki... Dün gece turşuyla ilgili muhabbet olunca, aklıma bu filmdeki turşulu diyalog geldi. Eee, o film de yazar Charles Bukowski ile ilgiliydi. Laf lafı açınca benim yazım da işte bu hale geldi... Eyvah, yazım sansüre uğrar mı ki? Ben şimdi Charles Bukowski'nin edepli bir şiiri ile yazımı sona erdireyim, iyi mi?


EN KISA ANDIR MUCİZE
yalnız kalmaktan
daha kötü şeyler de vardır hayatta
ama genellikle
bir ömür alır bunun
farkına varmak
o zaman da
çok geçtir
ve çok geçten
daha kötü
bir şey yoktur hayatta.

Charles Bukowski

14 Haziran 2010 Pazartesi

Bazan İnsanın İçi Üşür Mü?

Hayatın sana sırtını döndüğü zamanlar vardır hani. Hatırlasana. Hiç halinden anlamaz hayat. İçin acıyordur, üşüyordur hatta. Olur mu deme? Olur, olur! İnsanın içinin üşüdüğü zamanlar olur. Sırtın dik, başın yukarıda değildir eskisi gibi. Duruşun, bakışın değişir. Omuzlar çöker... Gözler açılmaya zorlanır. İnsanlar sırtını sıvazlamak isterler, dokunsunlar bile istemezsin. İstersin ki o ara, kimse sana bir şey demesin, seni kimse görmesin... Zaman hızla geçip gitsin. Hissettiğin duygu geçmez bilirsin. İstersin ki en azından zamanla küllensin. Hatta sen şöyle bir uzun uyuyabilmek istersin. Ninenin anlattığı Eshab-ı Keyf gibi misal... Hani bir zalim hükümdardan kaçan 7 genç ve bir köpek, bir mağaraya sığınmışlar. Orada uykuya dalmışlar. Bir uyanmışlar ki, rivayet bu ya meğer 300 yıl uyumuşlar. Devir, devran değişmiş. Belki de aynen böyle. Ne dersin? İhtimal bu ya, uyandığında kurtulmuşsun o eski duygulardan. Olur mu olur, teselli bulursun bu durumlardan. Sanki kötü bir düştü geçmişte olanlar. Bitti işte... Geçti, gitti, tamam!... Hayat dönmeye başlar sana. Gülmeye başlar suratına. Halinden anlamaya başlar bir sebeple. Nedense? Sırtın dikleşmeye başlar, başın yukarıya kalkar yeniden. Duruşun bakışın değişir. Başlarsın insan içine girmeye, muhabbet etmeye. Hatta kahkaha atarsın gerektiğinde. Ama artık eski sen değilsindir.İçini üşüten şey değiştirmiştir seni, sen farketmeden. Bir kişi daha gitmiştir hayatından işte. Bir boşluk bırakmıştır o giden yüreğinde. Onun yeri hep boş kalır. Bilirsin boşalan alan kolay hava alır. Üşür. İşte içim üşür ya zaman zaman... Bu nedenle...Biri daha... Arkadaşım Dilek'in babası, Sevgili Celal Amca da hayatımızdan sessizce çekip gitti.. Bilmem...Anlatabildim mi?

13 Haziran 2010 Pazar

İnsan Hangi Sesleri Duyabilir?

İnsan yeterince kulak kabartırsa, daha önce duymadığı uzak sesleri de duyabilir.

-Çığlık çığlığa dönen binlerce kuşu,
-Vedalaşmak için sallanan bir mendili,
-Rüzgarda savrulan kurumuş ağaçları,
-Bir gülümsemenin sesini duyabilir insan isterse,bir bakışın,bir yıldızın sesini,
-Kabuk bağlayışı bir yaranın,
-Mahçup mahçup uyanışını dalda çiçeklenen bir mevsimin,
-Bir zamanlar burada yaşamış,çoktan göçüp gitmiş herkesin öyküsünü anlatan yağmuru,
-Yitip gitmiş her şeyi sarıp sarmalayan sessizliğin sesini bile,
-Yüreğin dört bir yanında açılıp kapanan,çarpan kapıları,
-Sözcüklerin umutsuz suskunluğunda insan,hayatı boydan boya bir ağ gibi kuşatan o nabız atışını duyabilir.
-Adları,öyküleri,zamanı anlatan sesi...
-Saatlerce yağdığı halde,ancak kesildiğinde yağmuru farketmesi gibi, son bir kaç damlayla insan, sessizliği öğreten bütün sesleri duyabilir.

(Aslı Erdoğan'ın Hayatın Sessizliğinde kitabından)

12 Haziran 2010 Cumartesi

Ey Yaz!



Ey sıcak sevenler! Ey güneşseverler! Ey memleketime denk gelen en sıcak aylar ve günler! Ey Haziran! Ey Temmuz! Ey Ağustos! Ey beni bitiren mevsim! Ey yaz! Ey günebakan çiçekleri gibi enerjilerini güneşten alan insanlar! Bense bir yeldeğirmeni misali enerjimi rüzgardan alan biriysem eğer, güneşe, sıcağa, bu durgun, esintisiz havalara asla uygun değildir ki benim bünyem! Durma hakkımı kullanıyorum! Elimde değil zaten! Duracağım biraz!... Bu çok hazin bir bahis değil aslında. Bilakis herkesin sevdiği bir mevsimdir Yaz. Ama ben...Ben... Bu sıcak havalara dayanamam. Rüzgara ihtiyacım var. Yoksa eğer bir esinti yada biraz rüzgar! Ozaman Durma hakkımı kullanıyorum! Durmak da insan haklarından biri değil mi yoksa?Of...Of... Şu sonbaharın gelmesine daha çok var,değil mi? Daha çok var!

NOT: 14.05.2009 tarihinde yazdığım eski bir yazım. Her yaz tekrarlanacak görünüyor:)

11 Haziran 2010 Cuma

Edebi Bilmeceler



1. "Örgütün kusursuz olduğunu iddia etmiyorum. Adı pek çok şüpheli işe karıştı. Bize karşı belirli suçlamalarda bulunuldu-snop olmamız, başkalarını dışlamamız, başkalarından farklı olmak için özellikle yetiştirilmemiz- bunlar bir yere kadar doğrudur. Beni tedirgin eden kusurlarımız değil." Peki, acaba ne tedirgin ediyor olabilir?



2. "Elindeki zarf düşmüş ve içindeki bankonotlara, ayaklar, izler bırakıyordu. Bir cinayetin ayak izleri. Kadının çırpınması sona erdiğinde, ellerini boynundan çeken Asil, Gonca'nın hızla yıkılmasını izledi. Ve bir kural belirdi zihninde:

Zihinsel ağırlığı ne olursa olsun her düşen beyin, aynı hızda hızlanır.

Kuralın benzeri, Asil'in annesinin mesleki kitaplarından birinde, kimin imzasıyla yer alıyordu?



3. "İnsan dediğin saçaktaki
Güvercinin farkında olacak
Ve bir çiçek açacak kendince
Bu aşk var ya bu aşk
Dikkat!

............ ilk kurtarılacak.

Şair'e göre aşk hangi afette ilk kurtarılması gerekendir?


"Çünkü böyle kendimi daha kolay ayakta tutuyordum. Sürekli kravat takan, arabalarını kilometre başına kaç para benzin yaktığının hesabını yapan, her şeyin yolunda gittiğine inanmak için, sadece yılın belirli dönemlerinde "güneye inen" insanlara da ancak böyle dayanabiliyordum." Sence yazar ne yaparak dayanmaktadır?



1.Cevap- Erdemleri- Susan Sontag - Ben, vesaire - Sayfa 108
2.Cevap- Galileo - Hakan Günday - Azil - Sayfa 132
3.Cevap- Yangın - Metin Altıok - Bir Acıya Kiracı - Sayfa 91
4.Cevap- Gülümser - Mario Levi - Bir Yaz Yağmuruydu - Sayfa 131