31 Mayıs 2010 Pazartesi

Kolay Lahmacun Tarifi

Sabah bir baktım elektronik posta kutuma, o ne? O kadar çok mesaj gelmiş ki anlatamam. Nedense yemek yazılarım oldukça fazla ilgi görüyor. Sayısız mail yemek yazılarım konusunda başedemiyorum artık. İlla yemek tarifi yazmalıymışım. "Mümkün mü böyle bir şey Sevgili Okuyucu, hiç mümkün olabilir mi? Burası yemek sitesi mi? "diye herbirine cevap yazıyorum. Ne deseler beğenirsin; hepsi aynı ağızdan çıkmış gibi hemde?!.. Bana verdikleri cevaplar aynen şöyle: "Yemek tarifinize kim bakıyor ki?!.. Dikkatimizi çeken durum eşyalarla konuşmanız...Gerçekten çok tuhaf birisiniz!" Haydi buyrun burdan yakın sayın seyirciler! Esas tuhaf sizsiniz bence!.. Yazılır mı böyle bir şey koskoca blog sahibine?!.. Okadar kızgınım ki, işte yazıyorum bir yemek tarifi gene... Üstelik de her şeyle konuşacağım var mı itiraz eden? Etseniz de duymuyorum ki nasılsa zaten ben! Ohh, be!!

Şimdi tarifini verecegim yemeğin adı " Kolay Lahmacun". Bir nevi hafta başı yemeği. Kolay, ucuz, lezzetli ve fevkaladenin fevkinde bir görüntü... Daha ne istiyorsunuz? Siz tarife bakınız sadece. Benim eşyalarla konuşmama niye takılıyorsunuz?

Evet... Bakın şimdi, ben mutfağa girmeden önce, "Girebilir miyim?" derim. Cevabını bildiğim için sorarken zaten içeriye girmişimdir. Kime mi soruyorum "Girebilir miyim?" diye? Kime olacak, tabii ki Sevgili Mutfağıma. Bakın, eğer izinsiz girerseniz mutfağa, başınıza birşey gelir mutlaka. Ya elinizi yakarsınız ocakta, ya bir tabak kırarsınız, yada bir bardak düşüverir elinizden oracıkta. Eliniz ayağınız birbirine dolanır da, unutuverirsiniz ne yapacağınızı ya da. Buzdolabının kapağını açarsınız öyleee uzun uzun bakarsınız; niye kapağı açtığınızı hatırlamazsınız da dolabın önünde öylece donakalırsınız. Ne yapacağınız bilmez kalakalırsınız. Neden melül melül baktığınızı unutunca buzdolabına... Yaşlandığınızı sanırsınız. Kendinize şaşakalırsınız bu durumda! Yaa! Şimdi bu ruh haliyle pişirdiğiniz yemekten ne beklersiniz? Mümkün mü şöyle nefaseti yerinde, albenisi fevkalde bir yemek pişirebilmek? Yapamazsınız asla! Benim yemeklerimdeki en büyük sır şudur işte: İzin almadan girmem bir mekana ve saygı duyarım bana hizmet eden her eşyaya!

Okadar sinirlendim ki daha fazla yazmaya devam edemeyeceğim. Bu asabiyetle verdiğim tarif bir şeye benzemez. O nedenle sinirim geçsin diye beklemeliyim. Aslında yapacağım şey bu durumda hemen birine sataşmaktır. Bir bakayım etrafıma. Eğer sinirimi dökersem birisine. Hani nasıl söyleyeyim rahatlarsam şöyle... Günün otasına doğru.. Devam ederim belki. Söz veremem. Tabii keyfim isterse! Sabah sabah nasıl kafamın tası attı anlatam. İnanılacak gibi değil, böyleyken böyle oldu işte!

30 Mayıs 2010 Pazar

Şaka Cehennemini Duymuş Muydun?

Şimdi oturdum ya bilgisayar başına... Gölgesizler kitabıyla ilgili bir konu paylaşacağım. Şimdi bak... Eğer okursan ya da filmini seyredersen göreceksin... Yada okumuş veya seyretmişsindir belki... Hasan Ali Toptaş'ın Gölgesizler adlı kitabında, okudukça herkes kaybolmaya başlar. Önce berber çırağı gider, geri dönmez. Sonra berber, çırağını merak eder. Aramak için çıkar gider. Berber dükkanında bir bizim yazar, bir de berber koltuğunda uyuyakalmış adam vardır... o kadar... 23. Bölüm... Adam "benim gitmem gerek" diyerek uyanır. Yazar "nereye?" diye sorunca, adam uykulu gözlerle aynadan bakar ve sorar "ne nereye?" Yazar "Gitmem gerekir "dedin ya?" der. Adam alay eder gibi "ben öyle bir şey demedim." der. Şaşırır yazar. "Sen gitmem gerekir demedin mi?" diye tekrar sorar. "Hayır demedim." der adam. "Peki bana son kez ne söyledin?"diye sorar. Adam şöyle cevap verir: "Belki de şu anda konuştuklarımız bir rüyadır dedim."
Şimdi ben bunları okuyunca yaptığım şakalar geldi aklıma... O kadar çok şaka yaptım ki benim çocuklara... Of haddi hesabı yok valla... Allah afetsin... Çocuklar da afetsin tabi... Şaka cehennemi varmış biliyor musun? Dünyada biteviye şaka yapanlar atılırlarmış oraya... Şimdi ben hep şaka yapıyorum ya eğer afetmezlerse beni, şaka cehennemine başodun olacağım kesin, of inanmıyorum ya!. Dinle bak! Diyelim ki çocuk sokağa çıkmış oynamış, yemek saatini geçirmiş, epeyce merak ettirmiş mesela... Ne yapayım şimdi ben bu çocuğa? Dövmeye kıyamayınca... En güzel ceza, şaka tabi ki şaka! Çocuk yorgun argın, biraz da mahcup, çekingen eve gelir. Çok oynamış, eve geç kalmıştır. Tereddütle kapıyı çalar. Kapıyı açarım.. "Efendim?" derim. "Anne şeeyy, biraz geç kaldım da.." der. İyice rol keserek "pardon anlamadım. Yanlış kapıyı çaldınız zannımca..." derim. Çocuk gözlerini açar bakar ilk defasında... "Anne benim ben.." der. Ben şakama büyük bir ciddiyetle devam ederim. "Çocuk, annen falan değilim ben senin... Ne annesi? Benim çocuğum yok ki... Haydi bakalım başka kapıya!" der, kapıyı kapatırım suratına... Delikten bakarım... Çocuk şaşakalır... Kalakalır bir süre... Sonra kapıyı çalar gene... Açarım.. "Anne yaaa?" der. Uzatmam bu defa. "Aaa! Yavrum.. Ne kadar yorulmuşsun... Neden kapıda bekliyorsun? Girsene!" derim. Çocuk boynuma atlar. İçeriye girer. Aynı çocuğa defalarca yapsam da bu şakayı, önce ilk defa yapmışım gibi etkilenir biliyor musun? Sonra "anne, yapma şu şakayı der, "ben senin annen değilim, benim çocuğum yok" desem de, ben daha kapıyı kapatmadan ayağını atar içeri ve atlar odaya... Ama suçunu biliyor ya, ses çıkarmaz bu kadarcık şakaya... Geç kalmış, merak ettirmiş bir defa... Böyle şakalar yaparım işte yaaa... Aaaa... Bütün bu anlattıklarım rüya mıydı yoksa?

Şaka Cehennemini Duymuş Muydun?

Şimdi oturdum ya bilgisayar başına... Gölgesizler kitabıyla ilgili bir konu paylaşacağım. Şimdi bak... Eğer okursan göreceksin... Yada okumuşsundur belki...Herkes kaybolmaya başlayacaktır, Hasan Ali Toptaş'ın Gölgesizler adlı kitabında... Önce berber çırağı gitmiş, geri dönmemiş... Sonra berber, çırağını merak etmiş. Aramak için çıkmış gitmiş... Berber dükkanında bir bizim yazar, bir de berber koltuğunda uyuyakalmış adam var... o kadar... 23. Bölüm... Adam "benim gitmem gerek" diyerek uyanır. Yazar "nereye?" diye sorunca, adam uykulu gözlerle aynadan bakar ve sorar " ne nereye?". "Gitmem gerekir "dedin ya?" der yazar. Adam alay eder gibi "ben öyle bir şey demedim." der. Şaşırır yazar. "Sen gitmem gerekir demedin mi?" diye tekrar sorar. "Hayır demedim." der adam. "Peki bana son kez ne söyledin?"diye sorar. Adam şöyle cevap verir: "Belki de şu anda konuştuklarımız bir rüyadır dedim."

Şimdi ben bunları okuyunca yaptığım şakalar geldi aklıma... Bizim çocuklar küçükken, okadar çok şaka yaptım ki onlara... Of haddi hesabı yok valla... Allah afetsin... Çocuklar da afetsin tabi... Şaka cehennemi varmış biliyor musun?Dünyada biteviye şaka yapanlar atılırlarmış oraya... Şimdi ben hep şaka yapıyorum ya eğer afetmezlerse beni, şaka cehennemine başodun olacağım kesin! Of ya!.. Sadece çocuklara değil ki... Kimlere şaka yaptım? Anlatsam burdan aya kadar yol olur... Dinle bak! Bizim çocuklardan biri sokağa çıkmış oynamış, yemek saatini geçirmiş, epeyce merak ettirmiş mesela... Ne yapayım şimdi ben bu çocuğa? Dövmeye kıyamayınca... En güzeli şaka tabi ki şaka!... Çocuk yorgun argın, biraz da mahçup, çekingen eve gelir. Çok oynamış, eve geç kalmış... Kapıyı açarım.. "Efendim?"derim. "Anne şeeyy, biraz geç kaldım da.." der. "Pardon anlamadım. Yanlış kapıyı çaldınız zannımca... "derim. Çocuk gözlerini açar bakar ilk defasında... "Anne benim ben.." der. Ben şakama büyük bir ciddiyetle devam ederim. "Çocuk, annen falan değilim ben senin... Ne annesi? Benim çocuğum yok ki... Haydi bakalım başka kapıya!" der, kapıyı kapatırım suratına... Delikten bakarım... Çocuk şaşakalır... Kalakalır bir süre... Sonra kapıyı çalar gene... Açarım.. "Anne yaaa?" der. "Aaa! Yavrum.. Ne kadar yorulmuşsun... Neden kapıda bekliyorsun? Girsene!" derim. Çocuk boynuma atlar. Girer içeriye... Aynı çocuğa defalarca yapsam da bu şakayı, önce ilk defa yapmışım gibi etkilenir biliyor musun? Sonra "Anne yapma şu şakayı der, "ben senin annen değilim, benim çocuğum yok "desem de kapıyı kapatmadan ayağını atar içeri ve atlar odaya... Ama suçunu biliyor ya, ses çıkarmaz bu kadarlık şakaya... Geç kalmış, merak ettirmiş bir defa... Böyle şakalar yapardım işte yaaa... Bütün bu anlattıklarım rüya mıydı yoksa?

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Elveda Lenin Ve Annem

Şifasız bir hastalığa yakalanan annem, son günlerinde yattığı yatağında benden siyah üzüm istemişti. Üzüm zamanı değildi. İyi de, şimdi zamanı yok ki meyvenin. Her meyve her mevsim bulunabilir. Hiç unutmam, nefes nefese şehrin tüm manav ve marketlerini dolaşmış, hiç bir yerde siyah üzüm bulamamıştım. Yeşil üzüm vardı fakat terslik olacak ya siyah üzüm yoktu. Sonunda hiç ummadığım bir yerde buldum siyah üzümü. O anki mutluluğumu anlatamam. Hemen eve gidip, yıkadım ve anneme verdim. Annem bir salkım siyah üzümden ancak iki tane yiyebildi. Bana sevgiyle baktı. En tatlı haliyle tebessümünü etti. Birşeyler söylemek istedi. Merakla eğildim. “Boyadın mı sen bu üzümü?” dedi. Güdüm. Güldü. Yattığı yerden, o hasta haliye komikliğine devam ediyordu.



Elveda Lenin’i izlerken,1989 yılında, Doğu Almanya’da yaşayan Alex’in, bir kalp krizi sonunda sekiz ay komada kalan annesinin, komadan çıktıktan sonra hasta yatağında yatarken, turşu istemesi ve Alex’in , annesine istediği turşuyu bulmak için yaptığı koşuşturmayı seyredince o günler aklıma geldi.

Doğu Berlin’de yaşayan Alex’in annesi, sosyalist bir eylemcidir. Kalp krizi sonucunda girdiği komada kaldığı sekiz ay içinde Berlin Duvar’ı yıkılmış ve Berlin siyasal, ekonomik ve sosyal değişim süreci içine girmiştir. Komadan çıktıktan sonra, doktorlar hiçbir şekilde annesinin şok atlatmaması gerektiğini söyleyince, Alex, annesine özel bir ortam hazırlama çabasına girer. Şehirde her şey değişmiştir aslında. Elveda Lenin adlı filmde annesinin hiçbir şekilde bu değişikliği fark etmemesi için mucizevi bir çaba gösteren Alex’in yaşadıklarını seyrediyoruz.




Çok etkileyici bir duygusallığı olan film, bence aynı zamanda belgesel niteliğinde. Film 1961 yılında Berlin'i ortadan ikiye bölen Utanç Duvarı'nın 1989 yılında yıkılmasından sonra, insanların yaşam tarzlarının ve standlartlarının nasıl değiştiğini de gözler önüne seriyor. Doğu Berlin’de duvar yıkılmadan önce sağlık, eğitim gibi hizmetletler devletten parasız alınıyor ve sosyalizm nispeten eşit koşullar sağlıyorken, Belin Duvarı'nın yıkılmasıyla bu hizmetlerin ortadan kalkmaya başlaması... Doğu Berlin insanının kapitalist sistemin rekabetçi ortamına alışık olmamasının şaşkınlık verici durumlar hazırlaması... İşsizlik... Sekiz ay içinde yaşanan değişiklikler... Alex'in annesinin Lenin heykelinin nasıl kaldırıldığını izlerkenki hayret hali, gerçekten filmin unutulmayacak sahneleriydi. Mutlaka izlenmesi gereken bir film.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Hızımı Alamadım Bu Gün Bir Iciar Bollain ve İki Pedro Almodovar Filmi Seyrettim.


İğne Deliğine İpliği On Metreden Geçirebilir Misin?

Geçmişi görmüş, şimdiyi yaşamış, geleceği bilir eski insanlar anlatırlar ki, bir zamanlar yeryüzünde bir yerlerde, bir hükümdar yaşarmış. Günlerden bir gün bu hükümdar, memleketindeki hünerli insanları ortaya çıkarmak istemiş. Bunu halkına duyurmak için tellal çağırtmış tabi. Kim ki saraya gelip, sahip olduğu, çalışıp geliştirdiği hünerini, padişaha ne kadar beğendirirse o oranda ödüllendirilecekmiş. Memleketin her yerinden gelen insanlar, becerilerini padişaya göstermeye başlamışlar. Herbiri diğerinden hünerliymiş. Gelenlerden birinin çok ilginç bir becerisi varmış sözgelimi. On metreden geçirebiliyormuş, iğne deliğinden ipi... İğneyi on metre ötede tutmuşlar. Adam on metre beride, deliği nişanlamış. İpliği atmış. İplik sahiden delikten bir seferde geçmiş. Hükümdar adamın bu yaptığına çok şaşırmış. Nasıl olup da becerebildiğini sormuş. Adam takdir kazanacak ya "Çok çalışarak hükümdarım! On metreden iğne deliğinden ipliği geçirebilmek maksadıyla, çocukluktan beri gecemi gündüzüme katarak çok çalıştım." demiş. Padişah emir vermiş adamlarına: "Tez bu yiğide 5 kese altın verile!" demiş. Bizim yiğit çok sevinmiş sevinmesine ama padişahın devam eden sözüyle, sevinci kursağında kalmış: "Sonra da, sırtına 50 kırbaç vurula!" demiş padişah hiddetle... Adamın korkudan dili tutulmuş. Konuşamıyormuş da "neden bu ceza?" diyen gözlerle padişaha bakıyormuş. Padişah demiş ki: "Söz verdiğim için, bu becerin sebebiyle, sana 5 kese altını veriyorum. Bu yaptığın ne sana, ne de insanlığa yarar sağlar. Gereksiz ve faydasız bir beceri geliştirmek için, boşa vaktini tüketmişsin. Sırtına 50 kırbaç cezası da bunun için!" demiş.

Bu hikaye durup dururken aklıma gelmedi tabi.. Bu hafta MFÖ şarkılarını dinlemeyi heves ettim. Çok seviyorum MFÖ şarkılarının ezgilerini de sözlerini de. O kadar çok arka arkaya dinleyince, MFÖ şarkı sözlerini anlamlı halde yanyana getirerek bir deneme yazısı yazmak aklıma geldi. Arada denemiştim çünkü. Yüksek Sadakat'in şarkı sözleriyle yazmıştım bir yazı sözgelimi. Ya da bir kaç farklı şarkıcının, şarkı sözlerini yanyana getirmeye çalışmıştım. Fena da olmamıştı hani.. Şimdi de tekrar denemek için, MFÖ nün şarkı sözlerini bir word sayfasına kopyalayıp geçirdim. Sonra anlamlı bir yazı çıksın diye, cümleleri taradım. Bunları yapmak için bir süre vakit harcadım tabi... Ortaya çıktı gene şarkı sözlerinden bir deneme yazısı .. İyi de ne kazandırdı ki şimdi bu iş bana? Bunun yerine bir kitaptan bir kaç bölüm okusam daha iyi olmaz mıydı? Zamanımı boşa harcamışım gibi geldi. Nelere heves ediyorum diye, kendimi gene yadırgadım. Hatta yadırgamayla kalsam iyi, üstüne kendimi ayıpladım. İşte on metreden iğne deliğinden ipliği geçiren adamın hikayesini o anda hatırladım. Deneme yazımı okudum. Önce, ne olursa olsun yazmayı denediğim için, kendimi ödüllendirdim. İki parça çikolatayı ağzıma attım. Sonra kendime ceza diye, boşa vakit harcadığımı alenen cümle aleme ilan etmek niyetiyle, işte bu yazıyı yazdım. Peki MFÖ şarkı sözleriyle denediğim deneme yazım mı ne? İşte:

Arayıp sormasan da… Sakın ha!.. Unuttum seni sanma… Bilirsin, dünya bir yana, sen bir yana.. Aşık ettin beni kendine, sonra da terkettin gizlice… Aradım seni her yerde fakat hiç kimselere soramadım.. Sadece seninle ilgili hayaller kurdum... Düşündüm... Belki bir şarkının her sesinde, belki bir sahil meyhanesinde, belki de içtiğim sigaranın dumanısın. Bir yıldız gökte kayıp giderken, ıslak bir yolda yalnız yürürken, bambaşka bir şeyi düşünürken, aklımdasın. Hiç umursamıyorum, sevsen de sevmesen de, gene de aklım fikrim hep sende… Aklımdasın!.. İnanamıyorum… Bunca yaşadıklarımdan sonra, nasıl da yeniden aşık oldum ben? Bu sevda, bambaşka avare eden… Nasıl bir şey bu, ne bileyim ben? Ah, ben kendimi nerelere koşsam? Saklansam bir yerlerde gizlice ağlasam. Gözyaşları gizlenir, böylece idare edilir durum… Off! Bir kuş kanatlanır şu gönlümden, çırpınır çırpınırda uçamaz.. Gene bir davet çıkarsa senden… Dönerim bilirsin, aşıklar kaçamaz!

Yaa, böyleyken böyle işte! Şimdi iğne deliğine ipliği on metreden geçirmeyi bi deneyeyim:)

25 Mayıs 2010 Salı

Yazmak Denen Cehennem

Ben var ya, neyi farkettim şimdi biliyor musun? Ben... Hayatımda hiç şiir yazmadım. Evet, gerçekten hiç şiir yazmadım. Hayret edilecek şey! Ben ki şiir okumayı bu kadar severim. Ben ki şairlerin menzilinde pupa yelken gezinirim. Niye aklıma hiç şiir yazmak gelmedi ki? Daha doğrusu acaba içimden neden şiir yazmak gelmedi demeliyim. Üstelik bilirsin, şiirler nasıl da çarpar beni. Evet... Gerçekten defalarca şiir çarpmasına uğramış biriyimdir. Kimi şiirler oturduğum yerde beni silkeler. Hele kimi şiirler ise resmen beni duvarlara çiviler... Evet doğru söylüyorum. Şiir okuduktan sonra, kalakaldığım çok olmuştur. Kıpırdayamam bir süre. Bazı şiirleri okuduğumda ise, önümde bir kara kuyu belirir de düşerim içersine genellikle. Dizlerimi kıvırır, dibe otururum öyylee... Kollarımla sarılıp dizlerime, kafamı gömerim karanlık kuyunun yüreğine. Çıkmak için kendimi dinlemem, iyice toparlanmam gerekir. Ya diğer şiirler! Nasıl uçurur beni bilirsin. O şiirleri okuduğumda rüzgarın seslenmesini işitip, yelkovan kuşlarının peşi sıra gidecek kadar hislenirim. Şiir okumak benim için öyle bir şeydir ki, ateşler içindeyken ağzımı musluğa dayayıp su içmek gibi desem, bilmem gene abarttığımı söyler misin? Evet, öyle… Aynen öyle işte! İyi de… Şiir yazmak peki? Anlamadım. Kafam karıştı şimdi... Ben ömründe hiç şiir yazmamış biriyim demek ki! İnan şimdi farkına vardım, iyi mi? Vay canına sayın seyirciler! Bir yaşıma daha girdim! Bu konunun üzerinde enine boyuna düşünmeliyim. Yaa! Ben Hayal Kahvem’de yazı yazma işine nerden girdim? İşte bakar mısın, durup dururken nasıl kaşıyorum kendimi… Sonra acıtıp resmen canımı yakıyorum. Of! Yazmak var ya, aynen cehennem gibi!

Tahammül edemedim buna. Hayatımda hiç şiir yazmamışım ya. Üstelik bunu şimdi, az önce farkedince, içim içimi yedi. Bütün şairleri gözlerimin önünden geçirdim. Her birini nasıl kıskandım anlatamam? Fırladım yerimden. Hemen kitaplarımın başına gittim. Bir kült filmin baş artizi gibi hissettim kendimi. Sen şiir sev ama bir tane bile şiir yazma, iyi mi? Düşünsene bundan daha kült durum ne olabilir ki? Bunları düşünerek bakarken kitaplarıma, dün satın aldığım İlhan Berk'in Kült Kitap'ı ile göz göze gelmedim mi? Bu kadar mı denk gelir insana? Bütün öfkemi ondan çıkarmak istercesine, kitabı elime aldım hırsla. Oturdum koltuğa. Amacım bir kaç şiirini okuyacağım. Yarama şiirlerini merhem niyetine basacağım. Üstelik bakar mısın, kitabın adı Kült Kitap. İyileşecek hastanın doktor eline gelir diyerekten, açtım kitabın ilk sayfasını heyecanla. Aman Allahım! Gözlerime inanamadım. Kitap, ilk bölümüne YAZMAK DENEN CEHENNEM diye başlamıyor mu? Yapılır mı bu bana? Yoo... Yooo.. Hiç kusura bakma. Devam edemem artık. Ben... Ben... Bu yazıyı kesmeliyim burada!

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Ç.R.O.P Çizgi Roman Ödülleri Yarışması'na Oy Kullanmaya Var Mısınız?


Ç.R.O.P'un düzenlediği, Çizgi Roman Ödülleri Adayları Belli Oldu. Yapmamız gereken şey çok kolay. Aşağıdaki linge girip, ilgili şıkları tıklayacağız. Böylece memleketimizdeki çizgi romancıları desteklemiş olacağız! Haydi!..

Bakın ÇROP'taki duyuru aynen şöyle:


Çizgi Roman Ödülleri (1. Comics Readers Comics Awards) Adayları Okurların önerileriyle oluşturuldu.


Yoğun istek üzerine format değiştirmek zorunda kaldık ve adayları gelen öneriler doğrultusunda oluşturduk. Anket şıkları adresin ucunda. Çizgi Roman alanında ilk kez verilecek olan ödüller için oy kullanır duyurusunu yaymada destek olursanız çizgi roman adına çok büyük bir iş yapmış olursunuz. Çizgi Roman adına teşekkür ederiz.
http://cropcizgiromanodulleri.blogspot.com/

23 Mayıs 2010 Pazar

Hayalin Derinliklerinde Ortak Bilince Yolculuk...

Aslında bir yazı yazmak istiyorum. Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Gene asıl anlatmak istediğimi anlatacağım yerde, konuyu dağıtacağımdan, yazımın bambaşka mecralara kayacağından korkuyorum. Dün Aşkın Güngör’ün Esterabim adlı bloğunda, ilginç bir yazısı vardı. Ortak Bilinç’ten ve mucize denilen bir şeyin varlığından bahsediyordu. Yazdıklarını özetlersem eğer, yaşayıp ölen ve hala yaşayan insanların deneyimleri, hayalleri, yazdıkları eserler, yazılmayanlar hatta rüyaların hammaddesini Ortak Bilinç olarak tanımlıyordu. Sanki bu ortak bilinç geçmişin birikimleri ile günümüzün düşünce, hayal ve rüyalarını bilmediğimiz bir yerde biriktirmekteydi de, o kap adeta bir kalp gibi gümbür gümbür atmaktaydı. İnsan beyninin, işte bu ortak hammadden beslenerek, yeni, özgün, el değmemiş öyküler, şiirler, romanlar, filmler, şarkılar ortaya koyduğunu söylüyordu. Demek aslında özünde herkes birdi. İnsanlık ortak bir kaynaktan besleniyorsa, peki o halde neden insanlar birbirini bu denli acıtmaya meraklıydı? Üzerinde derin derin düşünülecek bir konuydu doğrusu.


Aşkın Güngör yazısının devamında, Ortak Bilinç konusuna fazla dalmadan, birbiriyle ilgisi olmayan iki romanın iki bölümündeki ortak benzerlikleri örnekler vererek anlatıyordu. Böylelikle ortak bilincin varlığını ispatlamaya çalışıyordu. Biri Türkiye'de ilk baskısını 2003 yılında yapmış Aşkın Güngör'ün Gohor adlı bilimkurgu romanı, diğeri İngiltere'de yaşayan J.K Rowling'in 2007 yılında yayınlanan Harry Potter Ölüm Yadigarları adlı fantastik romanı. İki kitaptaki alıntı cümleleri okudukça gerçekten çok ilginç benzerlikler olduğu anlaşılıyordu. Demek ki Ortak Bilinç diye bir şey vardı işte. Eğer J.K. Rowling, Aşkın Güngör’ün kitabından alıntı yapmadıysa ki, Aşkın Göngör yazısında böyle bir duruma ihtimal vermiyordu, demek ki "birbirini hiç görmeyen iki zihin, etkileşime geçip neredeyse aynı şeyleri düşünüp yazabiliyordu."

Bu konuya bir süre ara verip, şimdi yaşadığım başka bir durumu anlatmak istiyorum. Zagor’la ilgili yazdığım bir yazıma bir yorumcu, A’mak-ı Hayal adlı kitapla ilgili bir yorum yazmıştı. A’mak-ı Hayal (Hayalin Derinliklerine Yolculuk), Filibeli Ahmet Hilmi’nin 1908 yılında yazdığı fantastik bir eseri. Bizde yıllar önceden kalma, bu eserin orijinali değil de fotokopiye çekilmiş hali vardı. A’mak-ı Hayal’i yorumda okuyunca, kızkardeşimle hatırladık. Yıllardır ele almadığımız bu kitabı, kitaplığın en ücra köşesinden çıkardık. Osmanlıca Türkçesiyle yazıldığı için maalesef anlamamız pek kolay olmuyordu. Ara ara okumaya heves etmiş, bir yerlerine kadar gelmiş, fakat her defasında yarım bırakmıştık. Dediğim gibi fantastik bir romadı. Keşke daha kolay anlayabilsek diye hayıflanır dururduk. İşte hatırlayınca, sanal ansiklopediden kitabın izini sürdük. Çizer Cem Uygun’un olağanüstü güzel çizgileriyle, çizgi roman haline getirileceğini okuduk ki bir an mutluluktan uçuyorduk. Fakat öğrendik ki, daha önce Ustura dergisinde bu eseri çizgiye döktüğü halde, henüz elimize alacağımız bir kitap haline getirilmemiş. Umarım en kısa zamanda tamamlanır. A’mak-ı Hayal’i Cem Uygun'un çizgileriyle okumanın çok keyifli ve etkileyici olacağına inanıyorum.

Bak şimdi… Nereden nereye? Ben Aşkın Güngör’ün 2003 yılında yazdığı Gohor adlı romanını daha bir kaç ay önce okudum. Memleketim yazarlarından birinin anadilimde yazdığı; okuduğum en güzel bilimkurgu roman olduğunu söyleyebilirim. Bu kitabın yeterince tanıtılmamasından ve daha çok sayıda okura ulaşmamış olmasından büyük üzüntü duyuyorum. İngiliz J.K. Rowling’in Harry Potter adlı kitabını ise dünyada bilmeyen kişi sayısı azdır sanırım. Haydi kitabını okumamışsa bile filmlerine gitmiştir ya da mutlaka duymuştur. Aşkın Güngör’ün başlattığı Ortak Bilinç durumunu ben daha eskilere götürerek devam ettirmek istiyorum. Bugün Kocaeli 2. Kitap fuarından, A’mak- Hayal’in Kaknüs yayınlarından çıkmış yeni baskı kitabını aldım. Serkan Özburun tarafından dili günümüze uyarlanınca, çok kolay anlaşılır bir kitap olmuş. Bugün kitaba bir başladım ki baktım yarısına kadar gelmişim. Bir ara okumaya ara verdim. Aşkın Güngör’ün Ortak Bilinç hakkındaki yazısını düşündüm.
Gohor’da , Zaman Baba adında beyaz sakallı, sevecen, dostane bir bilge vardır. Harry Potter’de de Albus Dumbledore adlı beyaz sakallı, sevecen, dostane bir bilge vardır. Gohor’daki bilge ana kahramana, oğulcuğum diye, Harry Potter’daki bilge ise sevgili çocuğum diye hitap eder. Her ikisinde de, insan zihninde yaşansa da olup bitenin gerçek olduğu vurgulanır. Gelelim 1908 yılında Filibeli Ahmet Hilmi tarafından yazılmış A’mak- ı Hayal’e... Yani Hayalin Derinliklerinde Yolculuk adlı kitaba. Bu kitapta da Aynalı Baba diye adlandırılan başındaki yeşil takkesinde ve cübbesinde aynalar olan, sevecen bir bilge kişi vardır. Kitabın kahramanına evladım diye seslenir. İşte bir benzer örnek daha taa 1908’lerden.


A’mak-ı Hayal’i okurken kitabın bir bölümü, Ege Görgün’ün Melez adlı fantastik öyküsündeki benzer bir bölümü aklıma geldi. A’mak-ı Hayal’in Yokluk Tepesi adlı bölümünde okuyucu, romanın kahramanı Raci’nin Buda nezaretinde hiçlik zirvesine yaptığı ilk hayali yolculuğuna ve burada nefsiyle yüzleşmesine tanık olur. Raci bu tepede eşsiz güzellikte bir kadınla karşılaşır ve onunla biran birlikte olur ki gözünü açtığında kendini iğrenç, pis bir cadının kucağında bulur. Ege Görgün’ün Melez adlı fantastik öyküsünde ise, öykünün kahramanı Darek bir kuleye çıkar ve bilmediği meyvelerden yer. Uyur uyanık vaziyette iken güzeller güzeli bir kadına rast gelir ve onunla birlikte olur ki kendine geldiğinde kadının, aslında uzun, sivri uçlu, keskin pençeleri, kanatları ve kuyruğu olan bir ejderha olduğunu farkeder. Şimdi gelelim Aşkın Güngör’ün dediği Ortak Bilinç durumuna. Doğru değil mi yazdıkları? İşte son örneğe bakalım. Ahmet Hilmi ve Ege Görgün 100 yıl arayla benzerlikleri olan öyküler yazmışlar. Aynı Ahmet Hilmi, Aşkın Güngör ve Rowling’in birbirlerinden habersiz yazdıkları gibi. Aşkın Güngör’ün cümleleri ile soruyorum: “Nasıl bir güdü benzer imgelerle bezeli şeyler yazdırıyor iki yazara? “ Devam ediyorum. Hayatta her şey rastlantı mı? Gerçekten Ortak Bilinç diye bir şey gerçekten var mı? 

İlla konuyu dağıtacağım ya yukarıdaki cümlem gerçekten var mı diye bitince, başka bir mecraya atlayıp, A’mak-ı Hayal’den cümlelerle yazıma nihayet versem... Bak şöyle...

"Tuhaf! Varla yok hiç bir olur mu? Örneğin ben şimdi varım, yok olacağım. Bu ikisi arasında fark yok mu?" dedim. Deli, başını çevirdi. Kahkahayı bastı:"Vay! Sen varsın ha?! Acaba var mısın?"
Yaa, gördün mü? Böyleyim... Hayalin derinliğinde ortak bilince yolcuk ederken... ederken.. şimdi başladım mı acaba var mıyım yoksa yok muyum demeye... Sen var mısın peki? Varsın ha! Sahiden var mısın acaba? Gördün mü nereden nereye geldim. Bu yazı da böyleyken böyle işte!

Sırrı Süreyya Önder Benim Kafa Dengim!

Hani hatırlıyor musun? Demet Akbağ'ın bir filmine gitmiştik. Altan Erkekli de oynuyordu. Bir de senin çok sevdiğin Özgü Namal vardı filmde. Filmin adı değişikti de, hani bilet alırken filmin adını söylememiştik. "3.salondaki filme iki bilet" demiştik. Hatırladın mı? O....Çocukları. 12 Eylül 1980 ihtilali sonrasının bir ucundan tutuyordu film. Siyasi suçlu olarak aranan bir karı koca yurtdışına kaçmak istiyorlardı. Ancak küçük bir çocukları vardı. Onu geçici süre güvenli bir yere bırakmaları gerekiyordu. Demet Akbağ'ın canlandırdığı Mehtap Anne'nin evine bırakmaya karar veriyorlardı. Mehtap anne, emekli bir hayat kadınıydı. Yaşlanmıştı. Şimdi bu işi yapan bazı hayat kadınlarının çocuklarına bakmaktaydı. Savaşlar, darbeler, hatta depremlerde en çok etkilenenler çocuklar değil midir? Hayat kadınlarının çocukları için, yaşam ne kadar zordur aslında. Film mağduriyet yaşayan çocukların yaşamlarını aynı evde kesiştirmişti işte, hatırladın mı? Nasıl etkilenmiştik filmi seyredince... 12 Eylül'ü bizzat yaşamış bizler için, film gülme ile ağlama arasında dolanıyor, insanın dimağında limonlu şeker tadı bırakıyordu. Filmin yazarı ve yönetmeni olan Sırrı Süreyya Önder'i tanımıyordum. Çok merak etmiştim, hatırlıyor musun? Demiştim ki sana, "Ne kadar filmin adında ve içinde çocuklar olsa da, bu film tam manasıyla bir kadın filmi. Kadınların üzerindeki tahribatı bu kadar iyi anlayan ve anlatan birini mutlaka tanımalıyım."

Sonra evde Sırrı Süreyya Önder'in 2006 yılında çektiği Beynelmilel adlı filmi seyretmiştik. Özgü Namal, bu kez Cezmi Baskın'la birlikte oynuyordu. 1982 yılındaydık. Gene 12 Eylül ihtilalinin etkisinin sürdüğü günlerdeydi filmin zamanı... Gene bir dönem filmiydi yani Beynelmilel. Adıyaman'a uzanıyorduk bu kez. Film o bölgede gevende denilen yerel müzisyenlerin başından geçen olayları, içinde bolca hüzün olmasına rağmen, eğlenceli ve samimi bir dille anlatmaktaydı. Bu kadar mı güzel bir dönem canlandırılır demiştik, hatırlasana. Oyuncuların kılık kıyafetleri, saçları, bıyıkları, evler, mekanlar, arabalar, tüm ayrıntılar nasıl itinayla tasarlanmıştı. Filmin müzikleri şahaneydi, değil mi? Darbe sonrası askeri yönetimin idaresindeki bir ortamda yerel müzisyenlerin, bölge komutanının emriyle orkestra oluşturma çabaları var ya, kelimelerle anlatmak mümkün değil ki, gene filmi seyredince gülme ile ağlama arasında nasıl gezinmiştik hatırlasana... Hem senaryosunu yazan, hem de Muharrem Gülmez ile birlikte filmi yöneten Sırrı Süreyya Önder, 12 Eylül darbesi sonrasını, gene son derece naif bir kara mizahla anlatmayı becermişti. Hayranlıkla kulaklarını çınlatmıştık.

Sırrı Süreyya Önder'in bu fotoğrafını görünce, "Bilmesem yönetmen olduğunu, türkücü zannederdim," demiştim, hatırladın mı? Bu sözüme ne çok gülmüştün. Sonra iyice araştırmıştım yönetmeni ve anlamıştım ki Sırrı Süreyya Önder türkücü değildi ama türkülerin menzilinde dolaşan biriydi. Çünkü filmlerinin neden hep 12 Eylül dönemiyle ilgili olduğunu soranlara, "Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş" diye cevap vermişti. Öğrenmiştik ki, ünlü yönetmen Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okurken, 12 Eylül'de tutuklananlar arasındaydı. Babası olmadığı için aileye bakan kişiydi aynı zamanda. Hapise girince ailesi fazlasıyla mağdur olmuştu tabi. 7 yıl hapis yatmıştı. Çıktıktan sonra, iş aramış, bulduğu her işi yapmıştı. Sonra hayat yolunu sinemayla kesiştirmişti ve filmlerini yazıp yönetmeye başlamıştı. "Her insanın bir hikayesi vardır. Döner döner onu anlatır," diyen yönetmenin neden böyle dediğini, filmlerini seyrettiğimiz için anlamıştık işte değil mi? Ayrıca Beynelmilel filminde kendisi de oynamıştı.

Biliyorum. Şimdi diyorsun ki, bunca zamandan sonra "Bugün Sırrı Süreyya Önder ve filmleri nerden aklına düştü?" Bilirsin Sırrı Süeyya Önder, Tarık Tufan ve Selahattin Yusuf'un birlikte yaptıkları Kafa Dengi programını hiç kaçırmak istemem. İşte bugün Kocaeli 2. Kitap Fuarı'nın son günü. Bu akşam saat 18.00'de Kafa Dengi programı benim şehrimde yapılacak. Sırrı Süreyya Önder takipçisi olarak, bakalım yetişebilecek miyim bu programa... Kısmet!

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Cem Uygun'un Müthiş Çizimleri ile İle A'mak-ı Hayal



Bir İstanbul Masalı


Kararlaştırdık. Kardeşle İstanbul'a kaçacağız. Kaçtık da. Bu kez kaçma sebebimiz bir iki gece elbisesine ihtiyacımız var. İzmit'te bulamadık. İstanbul'da arayacağız. Ne yazık ki, hep kot ve tişörtle dolaşmak yetmiyor kimi zaman. Biraz... Hımm.. Bu kez frapan giyinmeye ihtiyacımız var. Nasıl söylesem hani film festivalinde kırmızı halıda yürüyen artizlerin üzerinde olanlardan. Şöyle uzun bir elbise bulmalıyız. Nasıl söylesem, boyu topuklara kadar olanlardan. Ayrıca şifon olmalı mutlaka şifon. Nasıl söylesem, hani rüzgarda uçuşan kumaşlardan. Rengi... Hımm... Ben öyle rengarenk bir şey değil de, şöyle duman rengi bir şey olsun istiyorum. Nasıl söylesem.. Giyince sonbahar bulutu içindeymişim hissi uyandıran. Kardeş ise illa ki pembe diyor. Yakışır haspaya. Genç ya. Öyle cart pembe olmamalı ama. Uçuk pembe olmalı. Nasıl söylesem, akide şekeri pembesi renginde misal. Biz bu minvalde muhabbet ede ede, ayrıca Yaşar'ın son cd'sini dinleye dinleye vardık güzeller güzeli İstanbul şehrine. Şu İstanbul'u var ya çok seviyorum ben. Yeminle çok seviyorum. İstanbul benim için, seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli şarkısının sevgili hali. İçinde yaşamıyorum ya kötü hiç bir şeyini farkedemiyorum. Şahane bir duygu. Sonra nasıl hüzünlü gelir bana İstanbul. İstanbul'u bir duygu olarak ifade et desen. Aklıma ilk gelen, nedense hüzün kelimesidir hemen. Peki niye koklarım İstanbul'u her seferinde? Hele köprüden karşıya geçiyorsam, hele hele vapura binmişsem hani Kadıköy'den Beşiktaş'a gidiyorken misal... Oyy! Şöyle bir koklarım şehri biliyor musun? Ne güzel kokar ama. İstanbul deniz ve balık kokusudur, öyle değil mi? İstanbul bir koku olsaydı eğer, deniz ve balık kokusu diye tarif edilmez miydi? Edilirdi elbet. Neyse... Konuyu dağıttım gene. Ne diyordum? Elbise alacağız. Bu sebeple gittik İstanbul'a. İyi de, nedir bu? Bir tane bile elbise bulamadık ki hayalimize göre. Kim giyiyor bu satılan giysileri Allahaşkına? Kendimizi uzaydan gelmiş gibi hissettik iyi mi?

Farklı mıyız neyiz biz gerçekten. Olmuyor. Bize yakışmıyor vitrindeki giysiler. Sakil duruyor. Nasıl anlatsam? O giysiler içinde biz gibi değiliz sanki. Ayna başka birini mi gösteriyor ne? Bu durumda alamadık bir şey tabii. Dedik ki, gel Çiçek Pasajı'na gidelim biz iyisi mi? Şöyle sıkıca karnımızı doyuralım. Moralimiz yerine gelsin. Gittik vallahi. Midye tava yedik söylemesi ayıp. Kardeş kardeş bir kokoreçi de paylaştık. Ohh! Dünya varmış dedik. Sonra bu kez Anadolu yakası'ndaki bir alışveriş merkezine gittik. Giysi derdini unuttuk da gene kitapçıda dolandık durduk. Sonra bir kahve molası verdik. Garson yanımıza gelince, ne içeçeğimizi sormadı da, çay mı getireyim diye sordu. Hoppala! Halimizden kardeşimin bir devlet okulunda öğretmen, benim de bir köy sigortacısı olduğum bu kadar mı belli oluyordu? Yoo, dedik. İki Türk kahvesi istedik. Orta mı, diye sordu. Yoo dedik ikimiz bir ağızdan. Şekerli Türk kahvesi, lütfen, dedik. Garson tam yanımızdan ayrılıyordu ki, bi dakka dedik. Bitmedi ki. Çocuk baktı şaşarak bize. Söylemesi ayıp, iki tane de prefiterol istedik. Nasıl iştahlı iştahlı yedik anlatamam. Kilo alacam derdi olması gereken ama olmayan iki bayan olarak, hımmm... hımmm... diye sesler çıkararaktan kaselerimizi sildik süpürdük.

İzmit'e dönüyoruz. Fonda Yaşar'ın son müzik cd'si çalıyor. Yaşar şarkıları, kardeşle benim ortak sevgimiz. Çok beğeniriz. Yaşar'ın yeni şarkılarını ilk dinleyince, ehhh, bir kez daha dinleyince hımmm, bir daha dinleyince fena değil deriz. Sonra bir müptelası oluruz şarkılarına, onun şarkıları olmadan yaşamak mümkün değil, öyle oldu gene. Dinledikçe daha çok seveceğiz. Eminiz. Kardeş elinde kitap. Ben araba kullanıyorum. O sesli kitap okudu. Müzik ve kardeşin sesinden kitap cümleleri... Bir de nasıl iştahlı okur, aynı prefitörol yer gibi... İçim gitti vallahi. Ne güzel bir gündü! Kardeş ve ben... Aileme teşekkür ettim içimden. Kardeşlik şahane bir şey. Tam bunu düşünürken, kıskandım kardeşi birden. Yaa, neden hep ben araba kullanıyorum. Sen kitap okuyorsun. Şimdi ben okumak istiyorum. Sen arabayı kullan dedim. Arabayı yolun kenarına çektim. Hiç kullanmamış benim arabamı. Olmaz abla yapamam dedi önce. Mecburen direksiyona geçti, ben arabadan inince. Oh,ya! Şimdi ben başladım kitap okumaya. Kardeş de araba kullanmaya. Biraz ürktü, korktu farkındayım. Hem bilmediği bir araba hem de ilk kez İstanbul İzmit arası otobanda araba kullanacak. Getirdi işte ne var? Herşeyin bir ilki olacak! Bugün kardeşi gördüm ki o ne? Dudağında bir uçuk tomucuklanmamış mı? Bak dedi. Pembe bir elbise alamadım ama, artık pembe bir uçuğum var sayende!!! Yaa, bir İstanbul masalı daha, böyleyken böyle işte!

Müzikli Çizgi Romanlara Bayılırım! Hele Ki Gitar Varsa!





Şu gördüğün Meksika Körfezi haritasını var ya inan ki okulda öğrenmedim. Aklımı vermezdim ki, tarih ve coğrafya derslerini okuldayken hiç sevmezdim. İtiraf etmeliyim, okulları bitirdiğimde, Meksika'nın ya da Küba'nın yerini sorsan kolaylıkla bilemezdim. Çünkü o vakitler çizgi roman okuyamazdım ki! Nerdee? Bir zamanlar Meksika körfezinde, ticaret gemilerinin arada bir uğradığı küçük bir koy olduğunu, sahil kıyılarında Meksika'ya has bir yapı şekli olan "adobe" denilen kerpiç binalar bulunduğunu, balıkçıların ve baharat ticareti yapan zavallı tüccarların buralarda yaşadığını, havanın aşırı sıcağından bunalmış insanların pis kokulu sokaklarda karamsar ve sefil şekilde dolaştıklarını bir çizgi romandan öğrendim. Hatta Meksika'nın ünlü liman şehri Galveston'un zengin gümüş yatakları bulunan dağlık bölgede açılan bir kilit noktası olduğunu da bilmiyordum. Bu yüzden zengin olma hevesinde pek çok insan buraya akın etmiş de açılan maden ocaklarının çoğunda maalesef değersiz madenler çıkmış. Ne fena! İklim sıcak mı sıcak, ayrıca cografyası çok çorak olunca, anlayacağın tabiat buradaki insanların yaşamını oldukça güçleştirirmiş. Bir de vahşi apaçi kabilelerini bunların üzerine eklersek insanların neden karamsar ve sefil görüldüklerini hemen anlamak mümkün oluyor tabii. Bu sebeple halkın yarısı bir an önce buralardan kaçmak isterken, diğer yarısı ise paralı birilerinin gelip gümüş aramak için kendilerini seçmelerini beklerlermiş. Ne bilgiler değil mi? Ben bunları bir coğrafya kitabından değil bir çizgi romandan öğrendim. Hangi çizgi roman mı? Hangisi olacak? ZAGOR tabii!



Seyrettiğim filmlerde ne kadar çok muhabbet ve müzik olursa o kadar sevinirim. Böyle filmleri seyrederken, sinemanın hayatımı eşsiz kıldığını tüm hücrelerimle hissederim. Peki, bir çizgi romanda muhabbet olur mu? Olmaz olur mu? Her karesi ayrı bir muhabbet ayrı bir konuşma baloncuğu ile doludur. Çizgi roman demek muhabbet demektir zaten. Peki muhabbeti çok bir çizgi romanda ya bir de müzik varsa ne diyeceksin? Tadına doyulmaz bu maceranın yemin ederim. Yok artık, çizgi romanda müzik olur mu deme? Bak dinle... Zagor'un okuduğum "Dostum "Gitar" Jim" adlı macerası vardı. İşte bu maceranın başında yukarıda anlattığım coğrafya bilgileri vardı. Hatta sayfanın en üstünde şahane bir Meksika Körfezi haritası vardı. Okulda olsa haritalara merak edip bakmaz insan. Ama bir çizgi romanda harita varsa, haritaya gayri itiyari bakar. Ne diyorum biliyor musun, coğrafya dersini sevmeyen öğrencilere keşke çizgi roman okumaları tavsiye edilse. Neyse... Konuyu dağıtmayayım gene. İşte Zagor ve Çiko yukarıda anlattığım liman şehrindedirler. Gemilerini beklemektedirler. New Orleans'a gitmeyi istemektedirler. Gemileri gelene kadar oyalanmak ve atıştırmak için bir Saloon'a giderler.



Saloon'un içinden müzik sesleri gelmektedir. O ne? Elindeki gitarı çalan ve şarkı söyleyen kişi... Karamba karambita! Arkadaşları Gitar Jim değil midir? Aslında hapiste olduğunu sandıkları arkadaşlarını, ummadıkları bir yerde karşılarında görünce çok şaşırırlar tabii. Sevinirler. İşte bundan sonraki karelerde, Gitar Jim'in ya elinde ya sırtında gitarıyla, Zagor ve Çiko ile yaptığı muhabbetleri çok sevimlidir. Arkadaşlığın ne keyifli olduğunu, bu maceradaki kareler, bakana inan ki hissettirir.



Peki çok güvendiğin bir arkadaşın, seni sırtından vurursa ne yaparsın? Bu macerayı anlatmak istemiyorum. Neler olup bittiğini şimdi anlatırsam, okumak istersen tadı kaçar sonra. Yok, her şeyi anlatmam. Fakat enterasan bir şey olur. Sahiden Gitar Jim Zagor'a ihanet eder. Zagor'u resmen arkasından vurur. Zagor ne yapar bu durumda? Durumu anlayınca, AHYAKKK! Çıldırır tabii. Hayatı pahasına da olsa intikam almaya karar verir. Bundan sonra uzun bir hikaye var. Ve inanılmaz sürükleyicilikte bir Zagor macerasıdır gene. Bak ne diyeceğim. Kimi zaman insanlar hakkında çok çabuk hüküm veririm. Düşündüğüm bu olumsuz varsayımların ne kadar anlamsız ve gereksiz olduğunu sonradan farkedince, kendimi ayıplarım ve niye ben böyle peşin hükümlüyüm diye hem kendime kızarım hem de üzülürüm. İşte bu macerasında Zagor'da bir arkadaşı hakkında aynı benim gibi peşin hüküm verir ve arkadaşının kendine ihanet ettiğini düşünür. Arkadaşı ise Zagor'un iyiliğini düşünerek o hareketi yapmış, böyle davranmakla belki de Zagor'un hayatını kurtarmıştır. Maceranın tam bu anında, Zagor'un gerçeği öğrendiği anı gösteren karede, Zagor'un yüzündeki ifade var ya bana hiç yabancı gelmedi biliyor musun? Bazen benim de yaşadığım, feci bir pişmanlık ifadesiydi bu. İşte Zagor'un o üzgün, o mahcup halini görmek inan ki kendimi daha iyi hissettirdi. Demek bir çizgi roman kahramanı da, hele Zagor gibi biri de benim gibi hata yapabiliyordu öyle mi? Pişmanlık yaşayan insanın surat ifadesi de işte böyle oluyordu... Zagor gibi... "mm...anladım!.." diyordu üzüntüyle.



Bir çizgi roman kahramanının tek bir macerasında insan neler öğrenebilir? İnan bana çok fazla şey öğretebiliyor Zagor. Mesela, dünyanın farklı bir coğrafyasının yerini harita üzerinde gösterebiliyor. O cografyanın iklim, doğa, ekonomik ve sosyal şartlarını anlatabiliyor. Arkadaşlığın sıcaklığını hissettirebiliyor. Arkadaşını dinlemeden tek taraflı verilen peşin hükümlerin sonra insanı nasıl utandırıp, üzdüğünü gösterebiliyor. İnsanların rengi, ırkı ne olursa olsun haklı tarafı bulmaya çalışmanın ve haklının yanında olmanın güzelliğini gözler önüne seriyor. Fazla kan akıtmadan ara bulmak için nasıl çözüm üretilebileceğinin örneklerini verebiliyor. Güldürüyor. Eğlendiriyor. Şaşırtıyor. Düşündürüyor. Çizgi romanlar aynı sinema gibi hayatın eşsiz olduğunu hissettiriyor. Hele aynı filmlerde sevdiğim gibi, çizgi romanda da müzik varsa, tadından doyamam ki ben bu çizgi romana. Oy!Oy!Oy! Doyamam valla!.. Karamba karambita!

21 Mayıs 2010 Cuma

Tam Fabriga'yı Okuma Vakti

Sabah gazetelerde, Zonguldak'taki maden ocağında hayatını yitiren işçilerle ilgili haberleri okuyunca gene, yüreğim acıdı yemin ederim. Dededen toruna geçen bir kader durumu öyle mi? Dayanamadım. Kitaplarımın yanına geldim. Gözüm Kalbin Böcüü'ğünü aradı. Hani Atilla Atalay'ın sırf benim için hazırladığını düşündüğüm kitabı. Çünkü içinde yazarın en sevdiğim öyküleri vardır. Diğer kitaplarından tek tek seçmiş, tek kitap haline getirmiş. Benim için yaptığı ne büyük kıyak! Ama... Yok... Aradım yoktu hiçbir yerde. Aklıma geldi. Ofiste. Hımm... Ofiste kalmış. Yıkıldım. Şimdi o güzeller güzeli Fabriga adlı öyküsünü okusam, ruhuma ne iyi gelecekti. Sonra nasıl olduysa, Sıdıka- Öpücük Balığı- Fabriga adlı kitabıyla göz göze geldik. Tabi ya, nasıl düşünemedim. Fabriga adlı öyküsü ilkin bu kitapta yer almıştı. Ne öyküydü ama. Hani derler ya gerçek hayattan uyarlanmıştır. Ta kendisi. Hatta daha ötesi. Bu öykü Atilla Atalay'ın öz be öz dedesinin hikayesi. Öykü çok eski zamanlara götürür bizi. Taa 1937 lere. Atatürk hayattadır. Başvekil İsmet İnönü'dür. Onüç hanelik Karabük Köyü'nün başına resmen devlet kuşu konmuştur. Bu yere Karabük Demir ve Çelik fabrikalarının temeli atılmaya karar verilmiştir. Atilla Atalay'ın o etkili cümleleri ile büyükbabası Emiroğlu Mehmet'in taa kuruluşundan itibaren, fabrigayla paralel giden hayat öyküsünü okuruz. İşe girişini, ilk günler fabrigada çalışan gençlerde baş gösteren tuhaflıkları, sonra dumanlara, ateş ırmaklarına, yüzleri yapış yapış isli hallerine alışmalarını, "odunun eyisi meşe, evin eyisi köşe, gızın iyisi Ayşe" diyerekten Bıçakçının Ayşe ile evlenişini okuruz keyifle. Fabrikada çalıştığı bölümün adı da Ayşe'dir iyi mi? Çünkü fabriga'nın bölümlerine nedense, Ayşe, Zeynep gibi kız isimleri verilmektedir. Okuruz okuruz... Mühendis toruna kadar geliriz. Zaten o mühendis torununun, kimi güldüren kimi hüzünlendiren anlatımıyla tanıdığımız büyükbabanın ruhuna sonunda saygıyla rahmet göndeririz.

Yok.. Devamını getirip yazamayacağım... Çünkü çok işim var. Çıkmalıyım. Kitabın arkasındaki cümleleri buraya aktaracağım. Şahane bir öyküdür. Zaman bu öykü zamanı işte. Mutlaka okumalı. Kitabın arka kapağındaki cümleler ise şöyle: "Tuhaftı... Sanki herkes 'fabrıga'nın gizli bir işaretini taşıyordu... Orkestra, kimselerin duyamadığı tılsımlı bir fabrika sireni çalıyor; yaşamın vardiyasını değiştiriyordu... O an, 'ağır sanayii'nin, olanca ağırlığı üstüme çöktü... Kendimi de fabrikanın bir ürünü gibi duyumsadım... Bir an için, 'fabrıga'nın yaşamımızda hiç olmadığını düşündüm... Sonra, önce senin, ardından diğerlerinin gülümseyen 'düğünlü' yüzlerine baktım... Baktım ve 'fabrıga'nın başka bir şey değil, biz olduğumuza karar verdim... Çocukluğumdan beri pek sevmediğim, o koca, dumanlı deve ait yüksek fırınların, niye Ayşe, Ülkü, Zeynep gibi insan isimleri taşıdığını çözdüm. " Ah canım yaa... Şahane bir öyküdür. Zonguldak'ta kaybettiğimiz tüm emekçilerin ruhuna rahmet!

20 Mayıs 2010 Perşembe

Benim Muhtelif Ben Hallerim...

Sana bir şey söyleyeyim mi? Büyük lokma ye, büyük söz söyleme derler ya! Haklılar valla! Ben bu yaştan sonra iyice inanır oldum bu lafa. Bak şimdi… Hani bazı insanlar vardır. Hep çocuk kalmak isterler. İki lafın birinde “içimdeki çocuk” der, büyümek istemezler. Hiç hoşlanmazdım biliyor musun böyle muhabbet edenlerden. İnsan neden çocuk kalsın ki, yaşının insanı olmalı derdim. Daha önce yazmışım. İşte bu yazıda. Demiştim ki, son zamanlarda resmen içimde iki tane ben taşıdığımı düşünüyorum. Bu kez hangi örnekle anlatsam sana? Bridges Jones’un Günlüğü adlı filmi bilirsin. Hani İngiliz yazar Helen Fielding’in romanından sinemaya uyarlanan film. Bu filmde, (Renee Zellweger) Bridges Jones'un karasız kaldığı iki ayrı tip vardır. Biri Mark Darcy (Colin Firth)’dir. Diğeri de Daniel Clever (Hugh Grant). Tamamiyle zıt iki tip. İşte film boyunca, Bridges Jones bu ikisi arasında sıkışıp kalır. Ne yapacağını bilemez. İnan ki içimdeki iki ben aynı bu filmdeki sıkışmışlık duygusunu bana hissettiriyor. Benlerden biriyle çok iyi geçiniyorum. Uyumlu mu uyumlu, aklı başında, yaşının insanı, tatlı biri. Onunla birlikte olmayı seviyorum. İçimdeki diğer ben var ya… Olamaz böyle bir şey yaa! Öteki benin aksine, geçimsiz mi geçimsiz… Hatta kimi zaman fazlasıyla münasebetsiz… Hırçın mı hırçın… Hatta feci şekilde kavgacı… İnanılacak şey değil! Adeta şımarık bir çocuk. İşte içimdeki o çocuğa var ya, bazan hiç denk gelmek istemiyorum. İyi de insanın kendinden kaçması mümkün olmuyor ki. Ben nereye ben oraya... Filmde Bridges Jones için iki erkeğin dövüştükleri sahneleri aklına getirsene. İki İngiliz. O kadar alem dövüşürler ki hayatımda seyrettiğim en komik dövüştür diyebilirim. İşte benim içindeki o iki ben bir denk gelirlerse birbirlerine, aynı Mark ve Daniel gibi komik bir vaziyette dövüşüyorlar birbirleriyle, iyi mi?.. İyi de… Ne kadar komik olursa olsun… Bir sağ kroşe ben… Bir sol kroşe ben… Mideme… Mideme… Olan bana oluyor tabii gene. Yaa, böyleyken böyle işte. Akıllanmıyorum da biliyor musun? Canımı acıtacağını bile bile... farkediyorum... aslında için için, ben bu iki benin içimde var olmalarını istiyorum. Alışkanlık mı oldu ne?

İnsanın "kendisiyle barışık" olması gerekiyorsa... İtiraf ediyorum... Ben genelde kavgalıyım kendimle... Sadece kendimle değil, neredeyse bütün dünya ile kavgalı oluyorum kendi içimde. Ne çok düzeltmem gereken, değiştirmem gereken, törpülemem gereken kusurlarım var bir bilsen. Sürekli iç hesaplaşma... Sürekli mücadele... Sende de oluyor mu böyle?

Bazı insanlar "hayatımda pişmanlık duymadım" derler ya hani, bu sözü benim söylemem mümkün değil. Pişmanlık duyarım ne yalan söyleyeyim. Kendi kendime kalır, içimdeki iki benin kavgalarını kimi zaman yatak döşek izlerim. İki ben dövüştükçe kıvrılır kalırım iki büklüm. Netice itibariyle... Nasıl teşekkür etmeyi seviyorsa bir ben'im... Öbür ben'ime gerekirse özür diletebilmek vazifelerimden biridir.

Hayret eder mi insan kendine? Ben hayret ediyorum kimi zaman kendime yeminle! Bazan yetişkin, bazan çocuk... Üstelik bazan küs, bazan barışık... Bazan umursamaz, bazan pişman.. Ne yapayım? Melek değilim ya insanım insan... Şimdi beni ancak bir şiir kurtarır bu yazının çıkmazından... İşte... Bir dakika... Aklıma ne geldi? İçimdeki hangi ben yazdırıyor acaba bu yazıyı ve şiiri? Yazıyı yazdıktan sonra pişman olacak mıyım ki? Boşşverrr! İşte buyrun... Bu da umursamaz ben!.. Şiirin adı Kırılgan... Bak şöyle.... "Kırılgan bir çocuğum ben - Yüreğim cam kırığı -Bütün duygulardan önce - Öğrendim ayrılığı - Saldırgan diyorlar bana - Oysa kırılganım ben - Gözyaşlarım mücevher - Saklıyorum herkesten - Ürküyorlar gözümdeki ateşten - Ürküyorlar dilimdeki zehirden - Ürküyorlar o dur durak bilmeyen gözükara cesaretimden - Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum, - Bir yanı çılgın dağ doruğu. - Oysa böyle yapmasam ben - Nasıl korurum içimdeki çocuğu? - Bir yanım çılgın nar ağacı - Bir yanım buz sarayı" Şiiri yazan Murathan Mungan.