30 Kasım 2009 Pazartesi

Uyumayı Denerken Neler Geçer Zihnimden?

Bak şimdi... Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ının "Uyuyamıyor musunuz?" başlıklı bölümünü okumuşum. Yazıdan aklımda kalanları varsay ki şimdi seninle paylaşıyorum. Konu uyumakla ilgili ya kitapta yazdığı gibi şöyle bir hayal kuruyorum: Kendi kokum, kendi çarşafım, kendi battaniyem, yani tanıdığım eşyalar arasına yerleşmişim. Başım yastığımın tanıdık yumuşaklığını bulmuş. Her zamanki gibi yana dönmüşüm. Ayaklarımı karnıma çekerken boynumu öne eğmişim. Birazdan uyuyacağım. Karanlığın içinde her şeyi unutacağım. Neleri unutacağım? Benden güçlü olanların acımasız gücünü, pek çok budalalıkları, söylenmiş o düşüncesizce sözleri, haksızlığı, anlayışsızlığı unutacağım mesela. Hızla geçen zamanı, hiç geçmeyen zamanı unutacağım belki hatta... Felaketleri, felaketlerin hepsini unutacağım... Her şeyi unutacağım birazdan. Uyuyacağım için, uyuyup herşeyi unutacağım için memnunum. Bekliyorum. Benimle birlikte çevremdeki o alelade ve tanıdık eşyalar da bekliyor. Beklerken tanıdık sesler duyuyorum. Eski bir buzdolabının motorunu, uzakta havlayan köpekleri, taa deniz kıyısından gelen sis düdüğünü, yakınlarda bir yerde kapanan bir sokak kapısını mesela. Uyku ve rüya çağrışımıyla biraz sonra her şeyi, tüm sesleri unutup başka bir aleme gideceğimi düşünüyorum. Hazırım. Sanki vücudumdan, tüm uzuvlarımdan uzaklaşıyorum. Artık elime, koluma, ayağıma, bacaklarıma ihtiyacım olmayacağını biliyorum. Gözlerim kapanırken onları da unutacağım. Gözlerim kapatınca, gözbebeklerim ışıktan uzaklaşıyor. Sanki gözbebeklerim tanıdık kokular ve seslerin çağrışımıyla her şeyin yolunda gittiğini biliyor ve huzura giden aklımın içindeki bir ışığın havai fişekler gibi açan renklerini görüyorum. Aklımın içindeki renkleri seyrediyorum. Ama uyuyamıyorum. Acaba bu gerçeği itiraf etmek için çok erken mi daha? Bu kez huzurla uyuduğum zamanlarda düşündüğüm şeyleri aklıma getiriyorum. Bugün ne yaptığımı ya da yarın ne yapacağımı düşünmüyorum da beni uykunun unutuşuna kavuşturan tatlı anları düşünüyorum. Yaz geliyor, kış geliyor, bahar geliyor, sabah geliyor, mavi bir sabah, güneşli bir sabah, mutlu bir sabah düşünüyorum mesela... Ama hayır, uyuyamıyorum.

O zaman yazarın önerisini dinliyorum... Yatağımda hafifçe dönüyorum. Başım yastığın öteki ucunu, yastığın serin bir köşesini buluyor mesela. Sonra, 700 yıl önce Bizans'tan Moğal Hakanı Hülagü'ye gelin olarak yollanan prensesi düşünüyorum. Prenses, Konstantinopolis'ten taa İran'a evlenmeye yollamış. Ama daha oraya varamadan damat Hülagü ölmüş. Yerine tahta geçen oğlu Abaka ile evlendirmişler gelini bu durumda. 15 yıl Moğol sarayında yaşamış, kocası öldürülünce baba evine geri yollanmış. Prenses Mariya'yı düşünüyorum şimdi. İçimde iyice hissedene kadar onun ilk yola çıkıştaki hüznünü düşünüyorum. Geri dönüşteki halini düşünüyorum. Dönüşte yaptırıp içine kapandığı Haliç kıyısındaki kilisede geçen günlerini düşünüyorum. Ve böyle hayatlar süren nice prensesleri düşünüyorum tabi. Yok gene uyuyamıyorum.

Bunları düşününmek de beni uyutmuyor. Gene yazarı dinliyorum. 700 yıl önce, İstanbul'u işgal eden Gereklerin şehre girmelerini sağlayacak Sivrikapı'daki geçitte yeraltında çalışanları düşünüyorum bu defa. Hafızasını kaybeden bir adamın mutlu şaşkınlığını düşünüyorum sonra. Hiç tanımadığım bir hayalet şehre bırakıldığımı düşünüyorum ya da; bir zamanlar milyonlarca insanın yaşadığı mahalleler, her yer bomboşmuş da, ben o hayaletimsi boş alanlarda yürüdükçe kendi geçmişimi, kendi şehrimi gözyaşlarıyla yürüyerek hatırlamaya çalışıyorum mesela. Gene uyuyamıyorum. Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ta yazdığı gibi, gene uyuyamıyorsam eğer, anıların izlerini sürerim. Şehrin her kapısını çalabilir, her odada, her mecliste, her evde kendi geçmişimi arayabilirim. Bütün bu uzun yolculuk sırasında hafızam ve hayal gücüm ve oradan oraya sürüklenen hayallerim yorgun düşürüp pes ettirememişse hala, en sonunda uykuyla uyanıklık arasındaki o mutlu belirsizlik anlarının birinde ilk tanıdık mekana girer, bulduğum odaların sonuncusuna girer,mumu söndürür, yatağa yatar, uzak, yabancı ve tuhaf nesneler arasında uyurum.
NOT: Kara Kitap 230 ila 233. sayfalardan alıntılanan cümlelerle, özet bir deneme yazmayı denedim.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Öyle Soğuk Bir "Siz" Değil Ama Gene de "Siz", Siz de Uygun Görürseniz!

Bugün gazetede, "Aynayla Konuşmalar" başlıklı, " Yılmaz Erdoğan kendisi sordu, kendisi cevap verdi" diye bir yazı vardı. Yılmaz Erdoğan kendisiyle röportaj yapmış. Ünlü sanatçının bu hafta Neşeli Hayat adlı yeni filmi vizyona girdi. Tabiyatıyla, hem filmi, hem de kendisi gündemde. Gazetedeki ropörtajın en başında Yılmaz Erdoğan kendisine: "Sizinle ropörtajı direk yapmak daha uygun olur diye düşündüm."diyor. Gene Yılmaz Erdoğan cevap veriyor: "Evet,bence de kendi kendimize konuşup kaydedip sonra onları çözmek falan aptalca olur. Bana siz mi diyeceksin...iz.." Cevap veriyor gene kendisi: "Bence soru sormak için en ideal mesafe bu. Öyle soğuk bir siz değil ama gene de siz. Siz de uygun görürseniz."

İşte ropörtajın, bu "sen" ve "siz"li muhabbetine bayıldım. Bu konuyu çok önemsiyorum. Çünkü daha tanışır tanışmaz, tanıştığı iki üç dakika içinde "sen" diye hitap edenlere gıcık oluyorum. İlk tanıştığı birinden "siz" diye hitap etmesini beklemek, insanın kendisini karşısındakinden üstün görmesi anlamına gelmez ki. Bırakın Yılmaz Erdoğan gibi şöhretli bir sanatçıyı, benim gibi köy insanın da, insani ilişkilerde mesafeyi koruma hakkı vardır. Üstelik bu insanın en doğal hakkıdır. İlk kez karşılaştığı birine, tanışır tanışmaz "sen" diye hitap eden kişiyi samimi yada sıcakkanlı biri olarak kabul etmem de mümkün değil. Üstelik karşımdaki kişi benimle samimi olmak isteyebilir ama bakalım ben onunla samimi olmak isteyecek miyim? Belki konuşmamız ilerledikçe, kendisi de benimle bir daha konuşmak ya da görüşmek istemeyecek. "Sen" diye hitap etmemiz için biraz zaman tanımamız gerekmiyor mu birbirimize? Bu kadar acele niye? İlk kez tanışmalarda "siz" diye hitap edilmeye dikkat edilse keşke... Yılmaz Erdoğan'ın dediği gibi: " Öyle soğuk bir "siz" değil ama gene de "siz.""

Üstelik kimi zaman insan, çok iyi tanıdığı, uzun zamandır tanıdığı, çok sevdiği birine de "siz" demeye devam etmek isteyebilir. Bu samimiyetsizlik değildir ki. Bilakis bazı ilişkilerde, samimiyete verilen değerdendir.
Şimdi bu kadar "sen" "siz" muhabbeti yapmışken, Selahattin Pınar'ın Hicaz bestesinin sözlerini hatırlamadan olur mu? Hani Fuat Edip, 20 li yaşlardayken rüyasında gördüğü bir kıza aşık olur. Yıllarca o kızı bulma hayaliyle yanar tutuşur. Ailesinin baskısıyla evlenir bu arada. Aradan yıllar geçer. Hayalindeki kıza olan aşkı artarak devam eder. Bir bahar akşamı Acıbadem'deki Çamlıca Kız Lisesi'nin önünde bir kız görür. Şair donar kalır olduğu yerde. Adeta çakılır. Çünkü bu kız, yıllar önce rüyasına giren ve şairi aşkından divaneye çeviren kızdır. Kız şairin halini farkeder. Mahçubiyetinden boynunu eğer. Yapacak bir şey yoktur tabi. Adeta kalbinden mıhlanmış olan şair şu mısraları fısıldar: "Bir bahar akşamı rastladım size Sevinçli bir telaş içindeydiniz Derinden bakınca gözlerinize Neden başınızı öne eğdiniz? İçimde uyanan eski bir arzu Dedi ki: yıllardır aradığın bu Şimdi soruyorum büküp boynumu Daha önceleri nerelerdeydiniz? Şimdi yıllardır hayaline aşık olduğu kıza, ilk rastladığında "siz" diye hitap eden şairin, aynı sözleri "sen"li olarak söylediğini düşünsek sözgelimi, aynı zarafeti, aynı inceliği okuyana ya da şarkıyı dinleyene geçirebilmesi mümkün olabilir mi? İlk tanışmada "siz" demek, böyle bir şey işte... Öyle soğuk bir siz değil ama... Gene de SİZ!

26 Kasım 2009 Perşembe

İlkbahar mı? İşte, Eli Kulağında!..

Bu sabah işe gitmek üzere tam arabamı çalıştırmıştım ki... O ne? Bir sarı kuru yaprak, arabamın ön camına düşmesin mi? Mümkün değil, devam edemem ki yola. Bunu bir işaret farzederim. Hemen inerim arabamdan tabi bu durumda. İndim. Baktım arabamın camına düşen, sarı kuru yaprağa. Sarı kuru yaprağın kopup düştüğü, devasa ağaca baktım sonra. Tüm yaprakları yere dökülmüş. Ağaç gözüme o kadar zavallı ve yalnız gözüktü ki. Dayanamadım. Kollarımı doladım, sımsıkı sarıldım yaprakları dökülmüş yapayalnız ağaca. Sert gövdesine kulağımı dayadım. Derinden gelen hüzünlü iç sesini dinledim. Bak ne diyeceğim sana... Hayatında en azından bir defa... Sarıldın mı hiç bir ağaca? Hem de sonbaharda...Ağacın en ihtiyacı olduğu zamanda.. Düşün bir hele.. Düşün... Düşün... Gelir mi hiç aklına? Ağaçtan kopup düşünce yere , yaprağın canı yanar mı? Yaprak dalından kopunca, ağaç acaba ağlar mı? Olur mu böyle şeyler?Ağaca sarılınca, yanağını gövdesine dayasana... Dinle bir hele... Dinle... Dinle... Hani olur ya, ağaç fısıldayıverir belki bir şeyler kulağına... Yok, yok... Merak etme... İçin rahat olsun. Ben burda durup, ağacın başını bekleyeceğim. Her sonbahar gelişinde... Sarı sarı yapraklarla.. Kuru dallar arasında... Ağacın fısır fısır sesini dinleyeceğim. Düşen bir yaprak görünce, iflah olmaz iyi niyetimle, ağacı teselli edeceğim. Diyeceğim ki ona: " Ey ağaç! Dert etme ne olur? Bak,ben burdayım işte. Kış nedir ki? Hemen gelir geçer. İlkbahar mı? İşte, eli kulağında! Yüksek mevkilerle olan sıcak ilişkilerime güveniyorum.. İlkbaharı sana hemen getirteceğim... Lütfen, ağlama!

25 Kasım 2009 Çarşamba

Bazan...

Bazan hiçbir şey yapmaz, sessizce otururduk.

Bazan Füsun üst kata çıkar ve bir süre aşağıya inmez, bu da beni mutsuz ederdi.

Bazan Zaman'ı bütünüyle unutur, "şimdi"nin içine yumuşacık bir yatağa yatar gibi yayılırdım.

Bazan orada olduğumu unutur, sanki baş başaymışız gibi kendimden geçer, Füsun'a bütün aşkımı göstererek, uzun uzun, aşkla bakardım.

Bazan sokaktan bir araba o kadar sessiz geçerdi ki, ancak camların titremesinden fark ederdik.

Bazan "Kar yağacak," derdi televizyon, ama yağmazdı.

Bazan Füsun öyle güzel esnerdi ki,bütün dünyayı unuttuğunu ve kendi ruhunun derinliklerinden daha huzurlu bir hayatı, tıpkı sıcak yaz günü soğuk bir kuyudan kovayla su çeker gibi çektiğini düşünürdüm.

Bazan ona "Seni seviyorum!" demek için dayanılmaz bir istek duyar, ama yalnızca çakmağımla sigarasını yakabilirdim.

Bazan "Resmine bakalım mı Füsün?" derdim ben ve bazan bakardık ve o zaman Füsün'la yaptığı resme bakarken, her zaman mutlu olduğumu anlardım.
NOT : Orhan Pamuk'un - Masumiyet Müzesi romanından "Bazan"la başlayan bazı cümleler.

Şimdi Ağustos'ta Paris'i Seyrediyorum, Döneceğim...

24 Kasım 2009 Salı

Her Öğretmenler Günü Gecesi Nöbetteyim..

Her sene 24 Kasım'da nöbet tutarım. Yok, öyle asker nöbeti değil bu. Ali ile Emir... Biri 4 diğeri 11 yaşında. Benim tatlı yeğenlerimin nöbetini tutacağım. Bugün Öğretmenler Günü. Kardeşim öğretmen. Her Öğretmenler Günü akşamında, kardeşim ve eşi yemeğe giderler. Benim kardeş pimpirik mi pimpiriktir. Çocuklarını bırakamaz kimseye kolay kolay... Hele bana!.. Rahatlığımla şöhret yapmışım ya... Tembih üstüne tembihleyerek, eli mecbur bana bırakmaya!.. Kim bakacak gece gece çocuklara? Tabi ki, abla... Tamam... Severek tutarım nöbetimi.. Tutarım tutmasına ama... Benim şartlarımla! Çocuklar yılda bir kaç gece rahat ediyorlar valla... Ohh! Saldım çayıra... Mevlam kayıra... Evden çıkar çıkmaz benim kardeş ve sevgili eniştem... Derim ki çocuklara: "Haydi fıstıklar! Ne yapalım? Nereleri dağıtalım? Bu evi nasıl tozutalım?" Çok tuhaf... "Yaramazlık yapın!" dediniz mi çocuklara, şaşırırlar. Ben yaramazlık icat etmezsem, ne yapacaklarını bilemezler, uyuyakalırlar televizyon karşısında.

Şimdi... Çok küçükken evden kaçma hikayem geldi aklıma. Sanıyorum 7-8 yaşlarındaydım. O zamanlar Ayşecik ve Ömercik filmleri vardı. Televizyon yoktu benim o yaşlarımda. Sinemaya giderdik. Hele Ayşecik filmlerini hiç kaçırmazdık. Artık Ayşecikle Ömerciğin evden kaçtıkları bir film mi seyretmiştik? Yoksa, kimsesiz çocuklardı da, karışan yok görüşen yok dolaşıyorlardı ya sokaklarda... Böyle bir duruma mı özenmiştik...Bilmiyorum valla... Nasılsa... Bizim mahalledeki çocuklarla evden kaçmaya, başımız boş dolaşmaya karar verdik. Şimdi düşünüyorum da, ne kadar küçüğüm. İlkokul birdeyim. Kesin eminim. Hangi akla hizmet böyle bir şeye cesaret edebildim? Demek ki insan 7 sinde neyse 70 inde odur derler ya... Boşa söylenmemiş valla! Neyse... Gece herkes uyuyunca kaçacağız. Bizim evdekiler uyudular. Sessizce kalktım. Giyindim. Evimiz birinci kat. Balkondan atlayacağım güya. Çıkmadan önce, annemle babamın odalarına gittim. Nasıl melekler gibi uyuyorlar. Ama ben onları çok özleyeceğim. Nasıl ayrı kalacağım? Yanlarına yaklaştım usulca. Annemi öptüm. Öper öpmez kaçmaktan vazgeçtim. Çıktım balkona... Bizim çete gelmiş. Üç Ayşecik, iki Ömercik. Dedim ağlamaklı: "Ben... Ben... Vazgeçtim... Gidersem annemi çok özleyeceğim. Babam çok ağlar arkamdan. Yapamam beeennn!" Onları da ben mi ayartmıştım bilmem ki? Ben böyle söyleyince, öyle sevindiler ki! " Tamam! Biz de istemiyoruz evden kaçmak zaten." dediler. Sevinçle evlerine döndüler. Bu hikayeyi ailem hiç bilmedi. Yıllar yıllar sonra anneme anlattığımda, yüzünün bembeyaz kesildiğini hatırlıyorum. İnanamadı tabi. Şakacıyım ya şaka yapıyorum zannetti. Doğrusu biraz da gücüne gitti. Kötü anne baba mıydılar ki, evden kaçmayı düşünmüştüm? Yoo! Hiç alakası yok. Şahaneydiler. Gene de, resmen evden kaçacaktım 7 yaşımda. Kaçsaydım neler olurdu acaba? İçimde kaldı işte...Hımm... Macera olacaktı ne güzel!.. Macera!

Tiffani'de Kahvaltı'yı Seyrediyorum. Döneceğim...

23 Kasım 2009 Pazartesi

İpliği İğne Deliğine On Metreden Geçirebilir Misin?

Geçmişi görmüş, şimdiyi yaşamış, geleceği bilir eski insanlar anlatırlar ki, bir zamanlar yeryüzünde bir yerlerde, bir hükümdar yaşarmış. Bir gün bu hükümdar, memleketindeki hünerli insanları ortaya çıkarmak istemiş. Bunu halkına duyurmak için tellal çağırtmış tabi. Kim ki saraya gelip, sahip olduğu, çalışıp geliştirdiği hünerini, padişaha ne kadar beğendirirse o oranda ödüllendirilecekmiş. Memleketin her yerinden gelen insanlar, becerilerini padişaya göstermeye başlamışlar. Herbiri diğerinden hünerliymiş. Gelenlerden birinin çok ilginç bir becerisi varmış sözgelimi. On metreden geçirebiliyormuş, iğne deliğinden ipi... İğneyi on metre ötede tutmuşlar. Adam on metre beride, deliği nişanlamış. İpliği atmış. İplik sahiden delikten bir seferde geçmiş. Hükümdar adamın bu yaptığına çok şaşırmış. Nasıl olup da becerebildiğini sormuş. Adam takdir kazanacak ya "çok çalışarak hükümdarım! On metreden iğne deliğinden ipliği geçirebilmek maksadıyla, çocukluktan beri gecemi gündüzüme katarak çok çalıştım." demiş. Padişah emir vermiş adamlarına: "Tez bu yiğide 5 kese altın verile!" demiş. Bizim yiğit çok sevinmiş sevinmesine ama padişahın devam eden sözüyle, sevinci kursağında kalmış: "Sonra da, sırtına 50 kırbaç vurula!" demiş padişah hiddetle... Adamın korkudan dili tutulmuş. Konuşamıyormuş da "neden bu ceza?" diyen gözlerle padişaha bakıyormuş. Padişah demiş ki: "Söz verdiğim için, bu becerin sebebiyle, sana 5 kese altını veriyorum. Bu yaptığın ne sana, ne de insanlığa yarar sağlar. Gereksiz ve faydasız bir beceri geliştirmek için, boşa vaktini tüketmişsin. Sırtına 50 kırbaç cezası da bunun için!" demiş.

Bu hikaye durup dururken aklıma gelmedi tabi.. Hafta sonu MFÖ şarkılarını dinlemeyi heves ettim. Çok seviyorum MFÖ'nün şarkılarının ezgilerini de sözlerini de. O kadar çok arka arkaya dinleyince, MFÖ şarkı sözlerini anlamlı halde yanyana getirerek bir deneme yazısı yazmak aklıma geldi. Arada denemiştim çünkü. Yüksek Sadakat'in şarkı sözleriyle yazmıştım bir yazı sözgelimi. Ya da bir kaç farklı şarkıcının, şarkı sözlerini yanyana getirmeye çalışmıştım. Fena da olmamıştı hani.. Şimdi de tekrar denemek için, MFÖ nün şarkı sözlerini bir word sayfasına kopyalayıp geçirdim. Sonra anlamlı bir yazı çıksın diye, cümleleri taradım. Bunları yapmak için bir süre vakit harcadım tabi... Ortaya çıktı gene şarkı sözlerinden bir deneme yazısı .. İyi de ne kazandırdı ki şimdi bu iş bana? Bunun yerine bir kitaptan bir kaç bölüm okusam daha iyi olmaz mıydı? Zamanımı boşa harcamışım gibi geldi. Nelere heves ediyorum diye, kendimi yadırgadım. Hatta yadırgamayla kalsam iyi, üstüne kendimi ayıpladım. İşte on metreden iğne deliğinden ipliği geçiren adamın hikayesini o anda hatırladım. Deneme yazımı okudum. Önce, ne olursa olsun yazmayı denediğim için, kendimi ödüllendirdim. İki parça çikolatayı ağzıma attım. Sonra kendime ceza diye, boşa vakit harcadığımı alenen cümle aleme ilan etmek niyetiyle, işte bu yazıyı yazdım. Peki MFÖ şarkı sözleriyle denediğim deneme yazım mı ne? İşte:

Arayıp sormasan da… Sakın ha!.. Unuttum seni sanma… Bilirsin, dünya bir yana, sen bir yana.. Aşık ettin beni kendine, sonra da terkettin gizlice… Aradım seni her yerde ama seni hiç kimselere soramadım.. Sadece seninle ilgili hayaller kurdum... Düşündüm... Belki bir şarkının her sesinde, belki bir sahil meyhanesinde, belki de içtiğim sigaranın dumanısın. Bir yıldız gökte kayıp giderken, ıslak bir yolda yalnız yürürken, bambaşka bir şeyi düşünürken, aklımdasın. Hiç umursamıyorum, sevsen de sevmesen de, gene de aklım fikrim hep sende… Aklımdasın!.. İnanamıyorum… Bunca yaşadıklarımdan sonra, nasıl da yeniden aşık oldum ben? Bu sevda, bambaşka avare eden… Nasıl bir şey bu, ne bileyim ben? Ah, ben kendimi nerelere koşsam? Saklansam bir yerlerde gizlice ağlasam. Gözyaşları gizlenir, böylece idare edilir durum… Off! Bir kuş kanatlanır şu gönlümden, çırpınır çırpınırda uçamaz.. Gene bir davet çıkarsa senden… Dönerim bilirsin, aşıklar kaçamaz!

22 Kasım 2009 Pazar

Sabrina'yı Seyrediyorum, Az Sonra Döneceğim..

Alaturkalaştırdıklarımızdan mısınız?

Cumartesi sabahı İstanbul’a gidiyorum. Baktım saat 11 olmuş. Hemen NTV Radyoyu açtım. Çünkü Mehmet Barlas ve Oğuz Haksever’in birlikte hazırlayıp sundukları Makam Farkı programı vardı. Makam Farkı, Mehmet Barlas’ın, Emre Kongar’la birlikte sundukları Yorum Farkı gibi haber program değil. Makam Farkı bir müzik programı. Cuma akşamları NTV Radyo’da 20:00’de yayınlanıyor. Ayrıca programın, Cumartesi sabahı 11:10 veya Pazar sabahı 10:10’da tekrarı var. Bu hafta programın ilk bölümünün konusu Prof. Dr.Alaettin Yavaşça’ydı.

Değerli sanatçının, bestelerini dinlemek, Türk Sanat Müziği ezgileri arasında yoluma devam etmek, o kadar keyifliydi ki, ne yol ne de program bitsin istedim. Program, Alaettin Yavaşça’nın kendi sesinden, kendi bestesini söylemesiyle başladı. ‘Boğaz ki şen gönüller yatağı’.. Bu şahane girişten sonra, bugünden klasik bir yorumcu kabul edilen, İnci Çayırlı o billur sesiyle, gene Alaettin Yavaşça’nın şu nihavend bestesini seslendirdi: ‘Ne bildin kıymetim ne bildim kıymetin, Revâ mı şiddetin revâ mı hiddetin, Zulmeden sen misin bilmem ki ben miyim, Kader mi talih mi ağyar mı acep kim” Olağanüstüydü…

Birkaç şarkıdan sonra, sıra Ahmet Özhan’ın yorumladığı bir şarkıya geldi: ‘Artık bu solan bahçede, bülbüllere yer yok. Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok’ Beste Prof.Dr. Alaettin Yavaşça'nın. Peki, güfte kime ait? Faruk Nafiz Çamlıbel. Şarkının sözlerinin hangi sebeple yazıldığını öğrenmek o kadar hazin geldi ki anlatamam… Ünlü şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’in eşi, jinekolog olan Dr.Alaettin Yavaşça’ya, göğsündeki bir sertlik sebebiyle muayeneye gider. O kadar ileri bir kanser vakasıdır ki, metastas yapmıştır tüm vücuda… Birkaç ay sonra vefat eder. Eşinin ölümünün ardından Faruk Nafiz Çamlıbel bu güfteyi yazar. Dr. Alaettin Yavaşça’da bu güfteye besteler. Hazin değil mi bu anlatılan?Bu şarkı, gerçekten öyküsü olan şarkılardan demek ki!.. Demek ki o nedenle insana daha çok tesir ediyor dinlerken... Sonra ardı ardına muhteşem seslerden, unutmaya yüz tuttuğumuz şarkıları dinlemeye devam ediyoruz... Aklımda kalan Müzeyyen Senar ile Tarkan'ın birlikte söyledikleri 'Benzemez kimse sana, Tavrına hayran olayım' sözlü şarkı var sözgelimi.. Tarkan da aslında ne iyi bir alaturkacı.. Hüner Coşkuner'i özlemişim... Şu şarkıyı söylüyor: "Geçmesin günümüz sevgilim yasla, o güzel başını göğsüme yasla'... Program bitmesin istiyorsunuz... Ne yazık ki bitiyor! Dinleyicilerini farklı bir boyuta taşıyan, çok hoş bir program Makam Farkı... Şiddetle dinlenmesini tavsiye ederim.

Makam Farkı Nasıl dinlenir? Ulusal yayın yapan NTV Radyo, İstanbul’da 102.8, Ankara’da 104.7 ve İzmir’de 95.7 -

Şimdi Roma Tatili'ni Seyrediyorum! Az Sonra Geleceğim...

21 Kasım 2009 Cumartesi

Kıyameti Koparınca...

ÇROP'ta kimi zaman yazılarını, kimi zaman yorumlarını okuduğum Aşkın Güngör'ün, yazdığı kitapları merak ediyor ve okumak istiyordum. İstiyordum istemesine ama İstanbul'da kitap bakınırken, Aşkın Güngör kitaplarına bakmayı her defasında unutuyordum. Geçen hafta tam niyetine girdim. İstanbul'da genelde İkea Meydan'daki C&R'dan kitap alırım. Köyde yaşadığım için, alışığım ya açık havada işlerimi yapmaya, açık hava alışveriş merkezlerini, kapalı alışveriş merkezlerine daima tercih ederim. Ayrıca araba park etmek için kat kat dolanmama gerek olmuyor. Açığa rahatça park edebiliyorum. Gene aynı kitapçıya girdim. Görevlilerden birinin yanına gittim. "Aşkın Güngör'ün kitaplarına bakmak istiyorum," dedim. Çocuk bilgisayardan baktı. "Altı tane var," dedi. "İyi!" dedim ve birlikte bilim kurgu kitaplar bölümüne gittik. Bakındık. Yok! " Bazen karışıyor kitaplar" dedi çocuk. "İyi de altısı da mı karıştı?" diye geçirdim içimden. Ama düşündüğümü seslendirmedim. Sabırla bekledim. Çocuk kitaplar arasında dört döndü. Bulamadı. Üzerine gitmedim. " Haftaya tekrar geleceğim. Umarım o zamana kadar kitaplar yerine gelir," dedim. Soner Yalçın'ın son kitabı'nı satın aldım. Köyüme geri döndüm.

Bugün gene aynı kitapçıya gittim. "Aşkın Güngör kitaplarına bakabilir miyim?" dedim. " Bu kez başka bir görevli vardı. "Bilgisayardan baktı. " Altı tane kitabı var," dedi. Sesimi çıkarmadım. Gene bilim kurgu kitaplar bölümüne gittik. Kitaplar gene yok! Elimi belime koydum: "Ben İzmit'ten geliyorum. Geçen hafta da var dediniz. Bulamadınız. Şimdi gene var diyorsunuz. Bulamıyorsunuz. Bu nasıl iş? Ben altı tane var dediğiniz Aşkın Güngör kitaplarından birini mutlaka istiyorum!" dedim. Baktılar kıyameti koparacağım, beş koldan kitaplar aranmaya ve ilgili ilgisiz her bölüme bakılmaya başlandı. Sonunda bir tane kitap bulundu. Elime verildi... GOHOR Kıyametten Sonra- Aşkın Güngör... Aman Allahım! Koskocaman bir roman bu! Kitap tam 500 sayfa... Ne emek sarfedilmiş! Kitap Astrea yayınlarından çıkmış. Peki, kitap nerede mi bulundu?"En Çok Satan Kitaplar" bölümünde... Acaba beş kitabı satılmış da bir kitabı mı kalmıştı? Bu nasıl bir kitaptı? Peki, kimdi ki Aşkın Güngör? Açtım 'Yazar Hakkında' bölümüne baktım. 1972 doğumlu yazar, Düşler Diyarı adlı fantastik bir çocuk kitabı yazmış önce. Sonra Gohor Cam Kent ile Gohor Kurtlar Yolu, Öykü Bilim Kurgu Öyküleri, Aykolik, Mesih'in Klonu, Geceyle Gelen, Olağan Mucizeler adlarında kitapları olduğu gibi, pek çok öyküsü ödüller kazanmış. İspanyolcaya çevrilen ve İspanya'da satılan romanı var. Ayrıca daha önce okumuştum, kitapları eğitmenler tarafından, yetişkinler kadar, genç okurlara da tavsiye ediliyor. Diğer kitaplarını korkarak sordum. Özellikle Olağan Mucizeler adlı kitabını çok merak ediyordum. Baktılar bilgisayara... "Yok, kalmamış!" dediler. Acaba vardı da, yerinde bulamayacaklarına mı düşündüler, yoksa kitap sahiden yok muydu artık bilmiyorum. Anladığım şudur ki, Aşkın Güngör memleketimin bilim kurgu romanları yazan, ender yazarlarından. Ve biliyorum ki kitapları yok satıyor... Bulunmuyor işte şekilde görüldüğü gibi. Hemen satın aldım kitabı... Bu kadar aramışken... Hazır bulmuşken... Hemen!... Merakla okumaya başladım tabi ki... Şöyle başlıyor :


"Tarihin her döneminde dışarıda bırakılanlar olmuştur. Bu, onlardan bir kaçının öyküsüdür."

" Rüzgara başka ad vermek gerekse 'dost' derdim ben. Koluna girer, dağ doruklarına dek, ormanların karanlık derinliklerine dek, varlıkları çoktan unutulmuş eski kentlerin yıkılmış taş binalarına dek ve bulutlara ve diz boyu uzanmış yemyeşil çimlerin kapladığı yaylalara ve uzaklardaki sıra dağların ardında gururla yükselen Cam Kent'e dek koşturdum onunla beraber. Çiçeklerin narin tenine dokunurduk koşarken; ihtiyar ağaçların devasa gövdelerinde açılan oyuklara girip esrarlı bir türküye dönüşürdük; her yağmurda çatısı akan köhne kulubesinin önüne attığı küçük taburede oturarak milyonlarca yıl kadar geride görünen gençliğini hatırlayan Burş Ana'yı rahatlatacak tatlı bir esinti olurduk; yoksul barakalara umut taşımaya gayret ederdik elimizden geldiğince."

Ben bu romanı seveceğim. Eminim. Hemen okuyacağım! Galiba ben bu romanın cümlelerinin altını çok çizeceğim çook... Cümleler o kadar itinayla kurulmuş ki... Her bir cümlesi şiir dizesi gibi! Şiir gibi bilim kurgu romanı öyle mi? Yeminle, iyice merak ettim şimdi!

Sen Kalem Ol, Ben de Kağıt...

“Sen kalem ol bende kağıt… Yaz beni, yarim yarim… Çiz beni, yarim yarim… Çöz beni yarim… Ahh beni, beni..” ve... “Dağlarda gezen kartalım kırıldı mı kanatları… Can mı çıktı boğazından, niye düştün düz tarlaya… Tut elimden kalk gidelim… Uy gidelim Ziganaya… Na ni na dido… Dido anam dido… Dido babam dido… Dido na ni na…”
Çarşamba gecesi Kocaeli Üniversitesi Kültür Merkezi’nde Volkan Konak konseri vardı. Bu şarkıları hepbirlikte nasıl da söyledik... Bir hafta önce bilet alacağım zaman bizim ofisteki güzellere sordum. Hemen, “Aaaa! Geliriz!..” dediler. Kardeşim telefonda “Gelirim!” diye çığlık attı. Arkadaşım Dilek'i “Gelecek misin Volkan Konak konserine?” diye aradığımda, üç kez: “Evet! Evet! Evet!” dedi... Hayret vallahi... Bu kadar hevesliler madem. Neden bir seferinde bilet onlar da almıyorlar ki? Neyse... Çok iyi vakit geçirdik. Kesintisiz üç saat şarkı söyledi Volkan Konak… Üniversitenin Kültür Merkezi olağanüstü güzellikteydi. İlk kez konser veriliyormuş burada. Sanırım Acun programlarını Kocaeli Üniversitesi’ndeki bu salonda yapıyormuş. Gurur duydum şehrimin muhteşem üniversite kampusüyle…

Hüzünlü bir geceydi tabii… Volkan Konak şarkıları, Karadeniz şarkılarıdır ama genelde acı ve hüzün barındırır hem sözlerinde hem de ezgisinde… Karadeniz şarkıları, türküleri deyince gencecik yaşında yitirdiğimiz Kazım Koyuncu anılmadan olur mu? Andık tabii.. Peki ya Volkan Konak'ın Cerrahpaşa şarkısı… Volkan Konak’ın babasını, tedavi için Cerrahpaşa’ya götürürler. Ne yazık ki, baba hastanede vefat eder. Ardından bu şarkıyı yazar şarkıcı... Biz de bir sevdiğimizi Cerrahpaşa’da yitirdiğimiz için… Bu şarkıyı dinlemek de, söylemek de yüreğimizi oyar geçer… “Vay seni Cerrahpaşa… İçmem suyundan içmem… Bir dahaki seneye… Yolcu da gelip geçmem… Yaş akar gözüm sızlar… Ne kalır gerisine…Herkesin bir derdi var.. Durur içerisinde..” şarkısını gözlerimiz yaşararak söyledik Volkan Konak’la birlikte…

Volkan Konak Gönül Dağı'nı söyleyince, Neşet Ertaş'ı dinlemeyi özlediğimi farkettim. Ertesi gün hemen Neşet Ertaş’ın yorumuyla Gönül Dağı'nı dinlemekle başladım. Hani gönül demez büyük usta da “goonüll” der ya… Oy oy!.. “ Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca, Akar can özümde sel gizlı gizli..Bir tenhada can cananı bulunca… Sinemi yaralar yar oy,……Dil gizli gizli, dil gizli gizli… Gel gizli gizli, gel gizli gizli..” Neşet Ertaş İç Anadolu Bölgelidir... Kırşehir yöreli... Büyük bağlama ve halk müziği sanatçısıdır... Ne güzeldir memleketimin forklorü... Türküleri... Ya türkülerinin öyküleri? Her türkü bir öykü gizlemez mi içinde? Gizler tabii.. Aman ha.. Öykülere girmeyelim şimdi...

Peki Mediha Demirkıran’dan Türk Sanat Müziği şarkıları dinlemeyen biri neler kaçırdığını bilir mi? “Sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar… Sevdiğim sen olmazsan, yaşamak neye yarar.. Her gün seni düşünür.. Her gün seni yaşarım.. Seni sevmekten değil.. Kaybetmekten korkarım… “ Radyo çocuğum ya ben… Sanki ... Şimdi... Bir anda radyo çalıyormuş ve sanki bir ses “Mediha Demirkıran’dan şarkılar dinliyorsunuz” dedi gibi geldi…“İçin için yanıyor yanıyor bu gönlüm… Onun için arıyor arıyor bu gönlüm.. “ Uzun bir “Ahhh!” çekişten sonra… O billur sesiyle Mediha Demirkıran söylüyor: Unut onu gönlüm.. Onu onu sende… Unut onu gönlüm... Unut onu sende!..”

Memleketimizin gelmiş geçmiş en önemli iki sanatçısını gençlerin tanımaması ne feci.. Ne acı.. Bilinmemek bu büyük sanatçıların değerlerinden bir şey eksiltmez tabii ki.. Ama bilmeyenler için büyük bir kayıp.. Hatta gençlere bildirmemek büyük ayıp… Günümüzün hemen parlayıp sönen popüler sanat dünyasının, yıllardır sönmeyen yıldızladır bu büyük sanatçılar…
Galiba gene konuyu dağıttım.. Volkan Konak konserinden işte radyo günlerime döndüm... Eğer yazıyı uzatırsam, bu konser hiç bitmez hiçç... Sabaha kadar sürer...

20 Kasım 2009 Cuma

Film Gibi Pasta Tarifi

Ben her zaman mutfağa selam verir girerim. Sonra kollarımı sıvar, yemek yapmaya girişirim. Hayal kurarım ama... Yemek yaparken bile hayal kurmadan duramam asla. İşte şimdi bu pastayı yaparken, Türkan Şoray'ın Güllü adlı filmi gelmesin mi aklıma?

Karadeniz'in Hamsi Köyü'nden Güllü. Filmde Güllü'yü oynayan Türkan Şoray.. Güzeller güzelidir. Delişmendir... Dağların kızıdır.. Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun dili mercan, dizi mercan, dişi mercan, karadutum, çatalkaram dediği cinstendir.. Bizim evdeki Güllü ise "mısır unu"... Ne var? Mısır ununun, Karadenizli olduğunu yoksa unuttun mu? Bak şimdi... Bir gün Karadeniz'in yollarında, Ediz Hun yani filmdeki adıyla Fikret arabasıyla kaza geçirir. Fikret, İstanbullu bir fabrikatörün, zıpır, şımarık, hovarda oğludur. Güllü bu delikanlıyı kaza yerinde baygın olarak bulur ve iyileştirir. Güllü ile Fikret arasında bir yakınlaşma olur ve imam nikahı ile evlenirler. Bir süre sonra Fikret İstanbul'a döner. Eski hayatına geri dönünce, Güllü'yü unutur tabii. Ona bir mektup yazar ve evliliklerinin geçerli olmadığını bildirir.Ama sert kayaya çarpmıştır Fikret seert!.. Güllü bunun altında kalır mı? Güllü Karadenizin en sert fırtınaları ile cebelleşerek büyümüştür. Üstelik sabah akşam da hamsi yemiştir. Kafası atar bu durumda.. Alır bohçasını, namusunu temizlemek için İstanbul'a gider.

Filmi anlatarak yazımı fazlasıyla uzatmak niyetinde değilim. Çünkü bu yazıdaki asıl amacım pasta tarifi vermektir. Bizim Güllü bir şekilde Fikret'in babasıyla tanışır. Baba bayılır Güllü'ye tabii... İstanbul'daki zıpır kızlar gibi değildir ki Güllü. Babası olanları öğrenince, iyice sinirlenir Fikret'e. Güllü'ye hocalar tutar ve kılığını, kıyafetini değiştirmeye girişir. Neler olur? Bizim Güllü iki fincan mısır unudur ya, aksanını düzeltme ve güzel yürüme dersi aldırırlar önce. Bu nedenle iki adet yumurtayla, bir fincan şeker biraz çırpılmalıdır. Kızın Hamsi Köyün deli rüzgarında, kuruyan cildi canlandırılmalıdır. Çırpılan karışıma yarım fincan süt ve yarım fincan zeytinyağı ilave edilir. Biraz da bronzluk yakışmaz mı haspaya? Bir tatlı kaşığı neskafe eklenir. Kız köyden gelmiştir ya şehre... Biraz şaşkın ve ürkektir... Kendine güveni gelsin diye, bir paket kabartma tozu kattık mı içine, şöyle bir havalanır... Kabardıkça kabarır, iyice kendine güveni gelir. Tüm karşım, bizim Güllü'ye, yani 2 fincan mısır ununun içine karıştırılıp, Güllü'nün iyice şehirli olması sağlanır. Sonra bu karışım yağlanmış küçük bir kaba aktarılır. Önceden ısıtılmış, 150 derece fırında, 30 dakika kadar bırakılır. Güllü o halvetten çıktığında, artık tanınmaz haldedir. Mısır unuyla yapıldığına bin şahit gerekebilir. İyice şekil değiştirmiştir. Güllü artık bir şehirlidir.

Ama intikam duygusunu kaybetmemiştir halen Güllü... Halen Fikret'i öldürmek istemektedir. O zaman kızın içini yumuşatmak, yüreğine biraz şefkat katmak, aşkını tekrar canlandırmak gerekir. Bir paket krem şanti, bir çay bardağı sütle çırpılır. Bembeyaz bir karışım elde edilir. Fırından çıkan kek, enlemesine ortadan ikiye kesilmelidir. Güllü kendine gelmeden, bir çay bardağı portakal suyunu ortadan ikiye kesilen bedenin iki parçasına serpilir. Mis gibi portakal çiçeği kokacaktır Güllü böylece... Sonra o bembeyaz krem şantiyi bedenin iki parçasına da usulca sürmek gerekir. Yüreğine yüreğine sürülen krem şanti içindeki aşkın canlanmasına sebebiyet verecektir. Bu beyazlık üzerine, eski anılar canlansın diye, bir avuç ufalanmış badem serpilir. İki parça birleştirilir. İşte böyle! Kızımız şahane oldu... Hatta inanır mısın, Güllü, akşam Fikret'le karşılıklı oturup, yemek yedi. Fikret anlamadı kızın Güllü olduğunu! Fikret öğrenince durumu delirir kıza tabii delirir. Tekrar evlenmek ister. Fikret bir paket çikolatadır bu durumda. 1su bardağı süt ve 1 fincan nisasta, 1/2 fincan un olan kaba Fikret balıklama atlar. Aşkından erir... Erir bu karışımın içinde... Muhallebi haline gelince, kekin üstüne bu çikolatalı karışım sıcak sıcak sürülür. Böylece Güllü ve Fikret ayrılmazlar artık. Çok mutlu olurlar. Ve inanılmaz lezzetli olurlar! Onlar ermiş muratlarına... Biz çıkalım kerevetlerine derim! Ve bu pastayı ben hapur hupur yerim! Bu seferki film gibi pasta tarifimiz de böyle:) Pişen pasta nasıl mı oluyor? Baksana... Resmi iştee!

18 Kasım 2009 Çarşamba

Her Gün Yazı Yazmak Kolay Bir Şey Mi?

Hergün Hayal Kahvem’e yazı yazma gayreti içindeyim ya… Her gün yazı yazmak kolay bir şey mi, Allah aşkına? Bu gün gene ne yazsam acaba diye düşünürken, Sevgili Aziz Nesin’in Fantiko adlı öyküsü geliverdi aklıma... Bakın hikaye şöyle:

Bir vakitler, ülkenin birinde, yaşlı bir yazar yaşarmış. Çalıştığı gazetesindeki köşesine, her gün yazılar yazarmış. Son zamanlarda yaşadığı ülkede artık onu önemseyen, yazdıklarına kulak asan pek yokmuş. Nasıl etsem de okuyucuların ilgisini çeksem diye her gün kara kara düşünür dururmuş. Gene bir gün böyle masasına oturmuş. Eline kalem ve kağıt almış. Hani insan ne yapsam, ne yazsam acaba diye düşünürken, önündeki kağıda, anlamsız şekiller çizer ya… Bizim yaşlı yazar da, kafasında yazacak bir konu olmadığından, önündeki kağıda önce bir yelkenli kayık resmi çizmiş. Sonra adını yazmış. Ne yazsam acaba yarın için diye düşünürken, bu kez kendi adını büyük harflerle yazmaya başlamış. Sonra yazdıklarının içini kurşun kalemle karalamış. Önündeki kağıt karalamayla dolunca, halen aklına bir konu gelmediği için olsa gerek, sinirlenmiş, kağıdı fırlatmış atmış. Yeni bir kağıt almış. Önce kareler, üçgenler, yıldızlar filan çizmiş. Sonra bilinçsizce kağıdın üzerine özenle bir F harfi kondurmuş. Sonra içinden geldiği gibi, önce bir A harfi koymuş F harfinin yanına… Sonra bir güneş ve bir yürek resmi yapmış mesela... Kağıdın orasına burasına da gelişigüzel harfler kondurmuş. Bir F, Bir A, bir N… Sonra bir T harfi, bir İ harfi… Bu arada halen, ne yazsam, ne etsem diye düşünmeye devam ediyormuş. Kağıdın üzerine bir K, bir O yazmış… Sonra da at kuyruğuna benzer bir şey çizmiş. Ne yazsam diye düşünmeye devam ederken, birden çiziktirdiği harfleri yan yana getirip okumuş: F – A – N – T – İ – K – O Bir daha okumuş: Fantiko.. Birden büyük bir sevinç duymuş. Gazeteye ne yazacağını sonunda bulmuş.

Ertesi gün, yazarın gazetedeki Fantiko yazısı çok ilgi toplamış. Yazıya göre Fantiko çok kötü bir şeymiş. Herkes Fantiko nedir diye birbirine soruyor, gazeteyi okumayanlar gazeteyi arayıp buluyor ve Fantiko başlıklı yazıyı okuyorlarmış. Kimse Fantiko'nun ne olduğunu bilmiyormuş bilmemesine ama herkesin hemfikir olduğu konu, Fantiko’nun çok ama çok kötü bir şey olduğuymuş. Birkaç gün sonra aynı yazar, gazetesindeki köşesinde “Fantiko nedir?” başlıklı, okuyana korku geçiren bir yazı daha yazmış. Yazıya göre Fantikocular çok tehlikeli insanlarmış. Şeytandan bile beterlermiş. O yazar her gün Fantikocular üstüne yazı yazmaya devam etmiş. Yazılar o kadar ilgi toplamış ki, diğer yazarlar da Fantiko üzerine yazı yazmaya, insanlar sürekli bu konuyu konuşmaya başlamışlar. Gündengüne Fantiko korkusu ülkede yayılmaya başlamış. İlk yazan yaşlı yazarın ünü de artmış tabii bu durumda.. Bu üstün yazar kurtarıcı gibi görülmeye başlamış. Bu tehlikeyi görüp de ilk anlatan olmasaydı, bu korkunç tehlike ile koyun koyuna yaşayacaklardı, öyle değil mi? Fantiko veremden, vebadan, tifüsten bile daha tehlikeliydi çünkü. Bununla kalsa iyi, üstelik Fantiko bulaşıcı bir şeydi. Bir Fantikocu bin kişilik bir yere girse,o bin kişi bir dakika içinde Fantikocu olabilirdi. Bunun için Fantikocunun bir esnemesi, bir soluk alıp vermesi yeterdi. Hele bir hapşırsa değil bin, onbinlerce kişiyi Fantikocu yapması işten bile değildi. O halde tüm Fantikocuların yok edilmesi gerekir tabii ki. Böyle düşünülmeye başlanmış.

Artık her gün insanlar tetikte beklemeye başlamışlar. Üstat yazar, bir gün "Fantikodan nasıl korunulur?" başlıklı bir yazı yazmış. Yazıya göre, ne kadar çok göz kırpılır, baş titretilirse ve ayaklar yerden kaldırılmazsa o kadar Fantikodan korunulurmuş. O ülkede herkes, kendilerine Fantikocu denmesin korkusuyla ayaklarını sürerek yürümeye, göz kırpmaya ve baş titretmeye başlamışlar. Kimin Fantikocu kimin olmadığı anlaşılmıyormuş tabii bu durumda. Bunun üzerine yazar köşesindeki yazısında, Fantikoculardan farklı olmak için, her ayak sürtmede bir yandan da diz büküp “Huta – Hata- Hap!” diye sesler çıkarması gerektiğini yazmış. Artık ülkede sürekli bu sesler duyulmaya başlamış. Eğer böyle yapmayan ya da yanlışlıkla “Hopa- Hupa- Hop!” diye sesler çıkaran olursa hemen yakalanıyormuş.

Üstat yazar borçlarını ödememek için, borclu olduğu herkesi Fantikocu olmakla suçlamaya başlamış. Çok kişinin çıkarına gelen, işine yarayan bu yöntem hemen o ülkede yayılmış tabii… Kiracılarını evden çıkarıp yeniden kiralamak isteyenler sözgelimi, kiracılarının Fantikocu olduklarını ihbar etmeye başlamışlar. Kira vermek istemeyen, bedava oturmak isteyen kiracılar da ev sahipleri için Fantikocudur demeye başlamışlar. Herkes kendilerine Fantikocu denmesin diye birbirini Fantikocu olarak suçlamak durumunda kalmışlar. Kim atik davranırsa kazanır olmuş. Artık Fantikocuların ne zaman, nasıl ve neyin kılığına girdiği anlaşılmaz olmuş. İşte tam bu sırada , üstat yazarın Fantikocu dediklerinden biri “Fantikocular, Fantikocu oldukları anlaşılmasın diye, Fantikocu düşmanı kılığına girerler. İşte Fantikocu!” diye üstat yazarı göstermemiş mi?

Fantikocu yazar, "Fantiko diye bir şey yok, ben uydurdum," diyememiş. Bu durumda üstatlığı kalmazmış çünkü. "Fantikocuyum" dese, kendisi kalmayacakmış doğal olarak. O sebepten “Ben mi Fantikocuyum? Ben mi?” diye kekelemeye başlamış. “Ben mi Fantikocu olacağım, bakın halime de bir söyleyin, benim kılığımda Fantikocu olur mu hiç?” demiş. Ondan sonra da dizlerini büküp, göz kırparak, başını titreterek, " Huta – Hata – Hup – Huta – Hata – Hup!" diye inlemeye başlamış.

Şimdi bu öykü nereden mi aklıma geldi? Ne bileyim? Geldi işte... Bu anlatılanlar hiç mi yabancı gelmedi size? Yok canım.. Bildiğim kadarıyla Aziz Nesin bu öyküyü 50 sene filan önce yazmış. Düşündüğünüz belki, sadece bir benzetme... Peki... Aziz Nesin'in öyküleri güncelliğini hiç yitirmeyecek mi? Bu gün de böyleyken böyle işte... Bizde işler bu merkezde.

17 Kasım 2009 Salı

Yağmur Yürümeye Davet Etmez mi İnsanı?

Bakınız… İşte tam buraya yazıyorum.. Ben şaşkının biriyim…

Bugün işe gitmek için evden çıktım ki, baktım çisil çisil yağmur yağıyor… “Ne güzel!” dedim. Usul usul arabama doğru yürüdüm. Tamam da… Tam arabama binecektim. İri bir yağmur damlası burnumun üstüne şıp diye düşmesin mi? Hoppala! Yapılır mı bu bana? Ben iflah olmaz bir yağmur sever değil miyim? Yook.. Yapamam… Asla kıyamam.. Arabaya binemem ki bu durumda… Bunu bir işaret farzederim. Eğer binersem arabaya, yağmura saygısızlık ederim. Böyleyim işte, ne yapabilirim? Tamam.. Binmedim… Vallahi binmedim işte… Ofise kadar yürüdüm… Zaten köyde oturuyorum. Evle ofis arası ayak mesafesiyle on- onbeş dakika… Yağmur altında yürüdüm. Ne şemsiyem var ne şapkam. Olsun! Zaten saçımı jölelemiş, arkaya arkaya taramıştım. Küçük bir at kuyruğu yapmıştım. Islanacak ya, hiç mi hiç dert değil… Siyah pardesümün yakalarını kaldırdım. Bilgisayar çantamı ve el çantamı omzuma astım. Atkuyruğumu attıra attıra yürümeye başladım. Evet,tamam... Islanarak işyerime gittim. Yok! Yok! Hasta olmadım. İyiyim. Ama burnuma fıske atan bir yağmurun yürüme davetini nasıl reddedebilirdim?

Hikaye Anlatamayanların Hikayesi

Bugün Kara Kitap'tan bir hikaye anlatsam dedim. Madem bloğumun adı Hayal Kahvem.. Üstelik bünyem de hayal kurmaya meyilli… O halde anlatılanları başlayalım hep birlikte hayal etmeye, ne dersiniz? Aklımızın beyaz perdesinde Doğu Anadolu şehirlerinden birinde bir attar dükkanı canlandırmalıyız şimdi. “Zaten okumak yazarın harflerle anlattığı şeyleri aklın sessiz sinemasında bir bir resimlendirmekten başka nedir ki?” der Orhan Pamuk Kara Kitap’ın 250. sayfasında… Hava erkenden kararmıştır… Soğuk bir kış öğleden sonrasıdır… Çarşıda pek bir hareket yoktur.. Berber, dükkanını çırağına bırakmıştır… Emekli bir ihtiyar, berberin küçük kardeşi, alışverişe değil de ahbaplık için gelen mahalleden bir müşteri, attarın dükkanında, sobanın etrafında oturup gevezelik etmektedirler. Askerlik anılarını anlatıyor kimi… Kimi gazeteleri karıştırıyor… Dedikodu edilip arada bir gülüşülüyor. Keyifli bir ortam belli ki.. Ama aralarında en az anlatan ve kendini en az dinletebilen olduğu için huzursuz olduğunu fark ettiğimiz biri var. Bakın.. Bakın.. İşte orada… Berberin kardeşi… Onun da aklına gelen hikayeleri, şakaları vardır anlatılacak ama hikaye etmeyi, parlak olabilmeyi, anlatabilmeyi beceremiyor belli ki.. Bazan başlıyor bir şeyler anlatmaya… Diğerleri farkına varmadan kesiyorlar berberin kardeşinin sözünü… Anlatacağı dilinin ucunda… Öylece yarım kalıyor. Ne fena bir vaziyet öyle değil mi? Zaten yazar da kitabında, bu haldeki berberin çırağının yüzündeki ifadeyi gözümüzde canlandırmamızı istiyor…

Şimdi, bambaşka bir durum hayal etmeliyiz. İstanbul’lu bir doktor ailesinin evindeyiz. Bir nişan törenindeyiz. Kurgumuz şöyle olmalı… Batılılaşmış ama pek de zenginleşmemiş bir aile düşünmeliyiz… Ev konuklarla dolu. Nişanlanan kızın odasındayız. Hep birlikte üzerine paltolar yığılmış yatağın çevresindeyiz. Güzel ve sevimli bir kız var aramızda… Bir de ona ilgi duyan iki erkek… Hayalimizde bu şekilde canlandırmalıyız. Bu erkeklerden biri öyle pek yakışıklı değil ama girgin ve geveze. Bu nedenle kız ve herkes onun hikayelerini dinliyor. Kızla ilgilenen diğer delikanlı ise hikaye anlatandan daha akıllı ve duyarlı, ama kendisini dinletebilmeyi bilmiyor. Yazar şimdi bu ikinci delikanlının yüzünü düşünmemizi istiyor.

Şimdi ise üç kız kardeş hayal edeceğiz. İkişer yıl arayla evlenmişler. Bu kızlar, en küçüklerinin evliliğinden iki ay sonra, annelerinin evinde bir araya gelmişler. Kocaman bir duvar saatinin tiktaklarını işitiyoruz. Ve bir kanaryanın kafesinde sabırsızca tıkırdadığını hissediyoruz. Orta halli bir tüccarın evi burası. Kış öğleden sonrasının kurşuni ışığında hep birlikte çay içiliyor. Küçük kız kardeş, her zamanki gibi konuşkan ve neşeli.. İki aylık evli olmasına rağmen, küçük kız kardeşin, evlilik deneyimlerini ballandıra ballandıra anlattığını ve kimi durumları gülünç bir şekilde hikaye ettiğini hayal edelim şimdi de… Diğer yandan en büyük ve en güzel abla, bu durumları yıllardır yaşamasına rağmen, kendi hikayelerini anlatamadığı için, hayatında ya da kocasında bir eksiklik olduğunu düşünüyor sanki… Şimdi de ablanın hüzünlü yüzünü gözlerimizin önüne getirebilir miyiz lütfen!

İşte Orhan Pamuk Kara Kitap’ın dördüncü bölümündeki bu yazısında, tüm bu anlatılanları gözümüzde canlandırmamızı istedikten sonra, “Düşündünüz mü? Hepsi tuhaf bir şekilde birbirlerine benzemiyor mu bu yüzlerin? Bu kişileri tıpkı derinden derine bağlayan o görünmez bağ gibi, yüzlerini de birbirine benzeten bir şey yok mu sizce? “ diye sorar. Çevremizde ne çok böyle insanlar vardır aslında… Hikayelerini dinlemediğimiz, anlatmayı bilmeyen, kendilerini dinletemeyen, önemli gözükmeyen, merak etmediğimiz, sessiz insanlar.. Yazar “o kişilerin yüzleri diğerlerinden daha anlamlı, daha dolu değil mi? “diye sorar. “Sanki anlatamadıkları hikayelerin harfleriyle kaynaşıyor bu yüzler, sanki sessizliğin, ezikliğin, hatta yenilginin işaretleri var onlarda.” Der. Peki bu hayal ettiğimiz yüzler içinde kendi yüzümüzü de düşündük mü hiç? Aslında ne kadar kalabalığız. Çoğumuz ne kadar acıklı ve çaresisiz, öyle değil mi? Ama eline kalem alıp döktürebilen ya da haydi ben kendi halimi de katayım, bloğuna yazı yazabilen, iyi kötü okutabilen kişiler biraz olsun kurtulmaz mı bu hüzünlü vaziyetten? Bence yazmak insanı rahatlatır. Hüznünü dağıtır. Orhan Pamuk da yazısının sonunda yazan kişinin biraz olsun bu hastalıklı durumdan kurtulacağını söyler. Artık eline her kalemi alışında yüzlerimizin gizli şiirine, bakışlarımızın korkunç esrarına girmeye çalışacağını söyler Kara Kitap’ta. Zaten bir sonraki bölümün başlığı da: “Yüzdeki Bilmeceler” dir. O ayrı bir yazı konusudur benim için… Vakti gelince belki cümle cümle Hayal Kahvem’e dökülür. Kimbilir? Bugün de böyleyken böyledir işte…. Hikaye anlatamayanların hikayesi böyledir.

15 Kasım 2009 Pazar

Bazı Kitapların İlk İki Cümlesi

"Çoğu kişi İstanbul Boğazı'nı yazın sever, ben kışına vurgunum. Kar yağarken camgöbeğine dönüşen akıntılarını, kıyıya çekilmiş sarı, kırmızı, mavi boyalı sandalların üzerinde biriken beyaz karı, yiyecek arayan martıları sık sık seyrederim." (Zülfü Livaneli - Leyla'nın evi)

"Yatağın başından ucuna kadar uzanan mavi damalı yorganın engebeleri, gölgeli vadileri ve mavi yumuşak tepeleriyle örtülü tatlı ve ılık karanlıkta Rüya yüzükoyun uzanmış uyuyordu.Dışarıdan kış sabahının ilk sesleri geliyordu." (Orhan Pamuk - Kara Kitap)

"Kimilerini eksik bir adam gibi görsem de, yüreğim biliyor ki, şu anda dünyada, yaşamının anlamına varmadan kader rüzgerının önünde sürüklenip giden milyonlarca kişiye göre fazlalıklarım var. Ölümlülerde pek ender rastlanan bir bilgi birikiminden ve önseziden söz ediyorum." (Zülfü Livaneli - Engereğin Gözündeki Kamaşma)

"İnsan soyunun ölüm gerçeğini kabul etmekte zorlanışı değil midir, onu dünyada gerçekten sahip lduğu tek varlık olan bedeninden bir bakıma ayrı düşüren? Bedenle bilinç arasındaki uzaklık beni her zaman düşündürmüştür." (Erendüz Atasü - Bilinçle Beden Arasındaki Uzaklık)

"O" bir gün çıkıp gelene kadar, 'en iyi korunan sır' dediğimiz yeryüzü cennetinde huzur içinde yaşayıp gidiyorduk. Böyle bir cennet nasıl anlatılır, hatta anlatma girişiminde bulunma cesareti gösterilir, bilemiyorum. (Zülfü Livaneli - Son Ada)