31 Mart 2010 Çarşamba

Kendini Kötü Hissetme Hali ve Müzik Vaziyetleri

Dün gene İstanbul'daydım. Benim için mühim bir toplantıya katıldım... Okadar berbat geçti ki toplantım, görüşmeden çıktığımda karman çormandım. Bir hışımla bindim arabama. Sanki öfkeyle aracın kapısını çarpmazsam kendime gelemeyecektim. Çarptım... "Müzik!" dedim "Müzik!" Hemen bana bir müzik gerek! İmdadıma hangi müzik yetişecek? Baktım Julio İglesias'ın cd'si takılı... Tabi ya, gelirken farklı bir ruh ritmindeydim! Şimdi... Bu halimle... Kadife sesli bir erkekten şarkı dinlemek, öyle mi? Mümkün değil, aslaa olmaaz! Julio'nun cd'sini çıkardığım gibi, arabanın arka koltuğuna fırlattım attım... Torpido gözünü açtım... Bana farklı bir ses gerek... Bir kadın...Etkili bir kadın sesi beni kendime getirecek. Hızla baktım cd'lerime... Tamam !"dedim. "İşte!" Amy Winehouse ve Back to Black... Hem de direk "Back to Black" şarkısından girmek gerek. Kaç numaraydı? Beş...Tamam... Sesi iyice aç! Bir daha "Back to Black"... Sonra bir numara... "Rehap"... Rehabilitasyon yerine geçecek...Ardından yedi numaraya geç! "Tears dry on their own" ... Sesi sonuna kadar aç!!! Tamam... Amy Winehouse'nin tüm şarkılarına biteviye devam! Devam!... Sanki ruhum bu müziklere açtı... "Müzik ruhun gıdası" derler ya... Kim dediyse çok haklı!!!

İstanbul Film Festivali Bana Armağan!

Sinemayı hep sevdim. Çocukluğumda taşındığımız evin açık hava sinemasına çıkıntılı bir balkonu vardı. Balkon adeta bir locaydı. Allahım, bu balkon resmen bana bir kıyaktı! Bayılırdım film seyretmeye. Gözlerim çok bozuktu. Tam beş numara. Annem her gece aynı filmi seyretmeme çok kızardı. Ben uyuyormuş gibi yapardım. Sonra gizlice kaçar, balkonun kuytu bir köşesinden filmin içine akardım.


İki yıldır Tersninja müdavimiyim. Tersninja yazarlarından Numan Serteli’nin İstanbul Film Festivali ile ilgili serüvenlerini ve çaktırmadan cümlelerinin arasına serpiştirdiği eleştirilerini keyifle okurum. Madem sinema severim. Hayatımda bir kez olsun sinema festivaline gitmeliydim öyle değil mi? İşte geçen yıl ben de heves ettim. Köyümden kalkıp 28. Film Festivali için İstanbul'a gittim.

İnsanların sinemaya gitmelerinin farklı farklı sebepleri vardır. Ben sinemaya büyülenmek için giderim. Aynı bir çocuk gibi... Hayret etmek için giderim... Yaşım gereği hayatın insanın karşısına türlü beklenmedik çaparizleri her an çıkarabileceğini defalarca tecrübe eden biriyim. Belki daha çok bu nedenlerden, küçüklüğümde şarkıcı Şenay'ın söylediği gibi, bari iyi günlerde "Hayat bayram olsa" diyenlerdenim. İrili ufaklı her şeyi abartıp şenlik havasına sokmayı zaten öteden beri severim. Baktım bu yıl 3 ile 18 Nisan arasında 29. İstanbul Film Festivali yapılacak. Ben festivale gitmeye de alıştım ya bir kez. Geçen yıl hoşuma gitmişti. Kendi kendimi şımartmak ya da ödüllendirmek gibi bir his vermişti. O kadar sinema severin aynı duygularla bir araya gelmesi, sinemanın festival atmosferinde seyredilmesi içimde uyuklamakta olan nasıl desem uygarlık hissini depreştirmişti. Baktım Nisan ayındaki programıma… Aaaa! O ne? İstanbul Film Festivali gene benim doğum günü haftama denk gelmiyor mu? Geliyor! Sana bir şey söyleyeyim mi? İstanbul Film Festivali var ya bana armağan yeminle… Müthiş bir lütüf, şahane bir kıyak vaziyeti bu! (- gördüğün gibi abartırım böyle... olayları kendime mal ederim güzelce... inanırım sonra kendi kurduğum senaryoya biliyor musun? yaa... böyle biriyim işte- ) Benim için yapılan bir şenlik! Heyy! Üstelik programımda bir tek bu gün rahat görünüyor... Nisan ayında leyleği havada görmüşüm gibi bir durumum var. Tüm seyahatler aynı aya sığar mı? Sığıyormuş demek ki... Hemen doğum günüme üç bilet aldım biletix’den… Kısmetse, üç filme arka arkaya gidecem… Ver elini Beyoğlu… Ve doğum günüme denk gelen festival filmleri… Ne yani, doğum günüm şerefine düzenlenen festivale katılmayayım mı şimdi? Aaa! Aklından bile geçirme… Benim için o kadar uğraşmışlar... Çok ayıp olur yetkililere inan ki!

30 Mart 2010 Salı

Bir Kitap Ve Öğrendiğime Göre...

Bu sabah erkenden İstanbul'a gidecektim. Hazırdım. Biraz kitaplığın önünde oyalanmak istedim. Baktım kitaplara şöyle.. Epeydir sayfalarını dalgalandırmadığım, Bilge Karasu'nun Troya'da Ölüm Vardı adlı kitabı geldi elime. Gözümü kapadım. Ortalardan bir sayfasını araladım. 43. sayfa. Başlık Zanzalak Ağacı.. Başlığın alt sağında küçük bir şiir vardı... 'Sevda derdi dedikleri / Bir zanzalak ağacı kadardır / Zanzalak ağaçlarının altında / Siz yoksunuz gölgeniz vardır.' Bu dörtlüğün hemen altına şairinin adı yazılı... S.N.Şener... Biliyorum bu ismi.. Saffet Nezih Şener... Bu kitabı ilk okuduğumda hem zanzalak ağacını hem de S.N.Şener ismini merak etmiştim. İkisi de bana yabancıydı. Hem ağacın, hem şairin adını ilk olarak Troya'da Ölüm Vardı kitabını okuduğumda öğrenmiştim. Meraklı olmak bazan iyi gelmez ya insana.. Çoğunlukla da bana... Meğer Saffet Nezih Şener, Ece Ayhan'ın Siyasal Bilgiler'de okuduğu yıllarda Tıp Fakültesi'nde okuyan bir gençmiş. O zamanlar bir kaç dergide şiirleri yayımlanmış. Çok genç yaşta ölmüş. İşte buyrun! Gene bir abraka dabra! Bir varken bir yok olan şair daha! Ne fena!Peki zanzalak ağacı?Bilge Karasu'nun cümlelerinden çıkarttığıma göre, geniş, ağır yüksek bir ağaçmış. Yemişi güzelmiş, çok güzelmiş. Elini atarmış insan, bir ısırırmış. Isırırmış da tatsızlığını neresine yoracağını bilemezmiş. Bilge Karasu'ya göre, şairin dediği gibi 'Zanzalak ağacının altında siz yoksunuz gölgeniz vardır.' Nasıl bir ağaçtır ki? Selvi ağacı gibiymiş. Selvi de mezarlık ağacı değil midir genelde? Peki bu kitapta bu kadar ölüm niye? Troya'da Ölüm Vardı kitabın adı... Adı üstünde...

Ortanca Çocuk Sendromu


Şimdi oturdum bilgisayar başına.. İnanın lafa nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Bakın şimdi.. Hayal Kahvem'de yazmaya başladığım bir seneyi ha geçti  ha geçecek.. Anca o kadar valla... Nereden bilirim ben blogda yazı yazmayı Allahaşkına? Hiç yazı yazmamıştım ki bu yaşıma kadar; mektuptan, dilekçeden veya yemek tarifinden başka! Şaşılacak şey! İnanılmaz bir okuyucu kitlesi oluşmuş peşimsıra. Hiç farkında değilim! İnanmayacaksınız ama bizim köyde her yerde günün konusu benmişim. Ne yazmışım? Nereye gitmişim? Hangi kitapları okuyormuşum? Hangi filmleri seyrediyormuşum? Hatta ne yiyor ne içiyormuşum? Kime uğramışım? Resmen kitleleri peşimden sürüklüyormuşum! Hoppala! Bu insanların yapacak hiç işi yok mu Allahaşkına?.. Bütün bunları nereden mi biliyorum? Durun bi... Anlatacağım.



Dün kızkardeşim aradı. " Ablam, söyler misin, sen hep beni mi yazıyorsun bloğuna?" dedi. Gene öyle öğretmen tonlamasıyla sordu ki bu soruyu, garip bir duyguya kapıldım o anda... Ürperdim hatta. Sanki bir kabahat işlemişim gibi, birden kendimi ezik hissettim. Fısıldayarak "yoooo..." diye cevap verdim. Bu aslında sorusuna cevap verme değildi, resmen miyavlamaydı diyebilirim. Hani kedi içeceği kaptaki sütü yere döker de sahibi kızmasın diye usulca miyavlar ya. İşte aynen öyle. Süt dökmüş kedi gibiydi sesim. Sonra nasılsa kendime geldim. "Nereden çıkardın kardeş?" dedim. "Ne bileyim. Dün bizim kızlarla buluşmuştuk. "Ablan pazar sabahı haber vermeden size gelmiş. Çok uykum vardı, bu saatte gelinir mi der gibi, geldiğine pişman etmişsin." dediler. Yaptım mı sana böyle bir şey abla? Kapıyı gülerek açmadım mı? Hasretle boynuna atlamadım mı? Yazmadıysan eğer, nedir bu anlatılanlar?" dedi. Demek herkes benim yazılarımı okuyordu! Bir de yazılarım üstüne muhabbet ediliyordu. Vay canına sayın seyirciler!.. Birden afalladım. Ne deseydim ki şimdi? Tamam... Arada kardeşimle ilgili bir şeyler yazıyordum bloğuma.. Tamam.. Yazarken, her zamanki gibi biraz abartıyordum. Ne olacak ki? Orhan Boran'da hep abartarak kayınvaldesini ya da kayınbiraderini anlatmıyor muydu radyo programlarında? Anlatıyordu tabii.. Ben radyo çocuğuydum. Orhan Boran'ı dinleyerek büyüdüm. İşte ben de kardeşimi yazıyordum arada. Ne olacak ki biraz abartarak yazsam? Küçükken kardeşim hep küçük, abim hep büyüktü. Ben... Hep aradaydım.. Anlarsınız ya, ortancaydım yani. Hiç isteklerim yapılmazdı. "Aaa! ama o senin abin.. sen küçüksün, yapma!.. Aaaa! ama o senin kardeşin, sen büyüksün, yapma! "  Hep bu muhabbetlerle büyütüldüm. Zaten "ortanca çocuk" ne demek diye, bakıverin bir sözlüğe.. Neler yazıyormuş şimdi gördüm. Abartmıyorum aynen şöyle yazıyor: "Uyum ve davranış bozukluğu gösteren çocuklar ile suçlu çocuklarda “ortanca çocuk olma” önemli bir etmendir, diyor.. İnanmıyorum ya! Ayrıca ortanca için ailesi tarafından en az şımartılan çocuk, diyor. Kim mi? Şekilde görüldüğü gibi.. Ben! Tabi ki ben!



Yüreğim cız ederek farkediyorum ki bende ortanca çocuk kompleksi vardı. Bu yaşta mı anlayacaktım bu durumu? Kardeş sesini azıcık yükseltse demek bu nedenle hemen siniveriyordum işte.. Allahım ne kadar ezilmişim! Şimdi farkediyorum. Hımm.. İşte.. Ayaklarımın dibinde kör kuyum canlandı gene... Anladım ki beni kör kuyularda merdivensiz bırakmışlar.. Denizler ortasında beni resmen yelkensiz bırakmışlar! Öylesine yıkmışlar ki ki bütün duygularımı... Beni hiç mi hiç şımartıp pohpohlamamışlar! Bunları düşündüğümde yıkıldım tabii.. Kendimi evrende toplu iğnenin ucu gibi hissettim... Hoppala! Bu yazdığım Ümit Yaşar Oğuzcan'ın şiirine benzemedi mi şimdi? Hani Münir Nurettin Selçuk'un bestelediği o müthiş şarkı sözü. Ben buralara gene nereden geldim? Birden sıyrıldım bu durumdan.. Nasılsa toparladım kendimi.. Sesimi yükselterek "Aaa! Ne olmuş yazdıysam! Ben ablayım kızım, hesap mı vereceğim? Okumasınlar benim bloğumu senin kızlar!" deyiverdim. Heyyy! Oh ya! Ne güzel şey abla olmak! Ayrıca ne güzel şey, reytingi tavana vuran blog yazarı olmak tabii! Tam bu sırada cep telefonumun çaldığını farketim. Açtım. Kardeşim. "Abla ev telefonundan konuşuyorduk. Sonra sesin kesildi. O kadar merak ettim ki seni. Cep telefonundan arayayım dedim. Telefonu açık bırakıp yemeğin altını kapatmaya falan mı gittin? Niye konuşmadın ki? Korkuttun beni!" dedi. Nasıl yani.. "Arkadaşlarınla konuşuyordunuz ya hani.. Ben bloğuma seninle ilgili abartılı yazılar yazıyorum diye.. Sinirlenmiştin bana hani... Öyle değil mi? " "Amann ablacım!" dedi. "Kim okuyacak Allahaşkına? Bizim kızlar mı? Başka işleri mi yok da senin bloğunu mu okuyacaklar? Nerden çıkardın? Güldürme beni!" dedi. Telefon galiba elimden düştü... Ben.. Evet.. Kabul ediyorum.. Ortancayım.. Ortanca kompleksim var.. Hayal kurup.. Yazıyorum... Abartıyorum... Galiba ilgi çekmek istiyorum.. Ben.. Şeyy! Or-tan-ca-yım... Az şımartıldım! Ben... Benim... Benim... Galiba ortanca çocuk sendromum var! Orta yaş sendromum yok ama.. Asla! Yooo... Derdim yok yaşla başla! Valla!.. Kardeş, harcadım gene seni ya.. Şaka... Vallahi şaka:))


28 Mart 2010 Pazar

Hip Hop Dansı İle Kiloyu Muhafaza Etmek

Eğer benim gibi iştahlı biriysen, formunu korumak için spor yapmaktan başka yoktur çaren. Aslında Tembellik Cumhuriyeti'nin baş komutanı benimdir... "Ne güzel çalışmamak, arkasından da dinlenmek!" diyen Meksikalılar'la uzaktan akraba olduğuma eminim. Hayat şartları işte... Babadan altınlar kalmadı ki külçelerce... Geçinmek için mutlaka çalışmak gerek. Hele bu zamanda "Ekmek, aslanın ağzında"ysa... Çalış babam çalış... Eeee! Bari çok çalışıyorsam, keyfime göre yemem gerek... Ama öyle yiyip kilo almayan şanslılardan değilim. Biliyorum ki yedikçe kilolar yerleşecek. En başta bu nedenle, spor yapıyorum işte... Son hevesim Hip Hip dansla kilomu muhafaza etmek! Bayıldım ben Hip Hop dansına yeminle... Koydum cd yi... Sonuna kadar açtım sesini... Başladım Hip Hip dansı yapmaya... O kadar keyifli ki anlatamam! Acaba daha önce neden aklıma gelmedi? Ooo! Here we gooo!

Karikatür-Yiğit Özgür

27 Mart 2010 Cumartesi

Bu Gece Saatler Bir Saat İleri Alınıyorsa, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü Okusana...

Bu gece saatler bir saat ileri alınıyor ya, aklım hep Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde. Neden mi? Çünkü bu kitap senede en az iki kez ellenmeli. Saatler ileri ve geri alındığı tarihlerde bari. Özel bir törenle hem de. Usulca alınmalı ele. Önce yazarı rahmetle anılmalı. Sayfaları şöyle bir dalgalandırılmalı. Durdu ya uzun zaman olduğu yerde... Cümleler ve paragraflar havalandırılmalı. Uyansınlar, gelsinler şöyle bir kendilerine… Bu öyle bir kitaptır ki, şimdi başlasam bir yönünü anlatmaya, hergün yazsam üstelik, inan ki her sayfasından bir yazı konusu çıkarabilirim. Öyle dolu dolu bir kitaptır. Adı üstünde işte. Bu bir kitap değil, resmen başlıbaşına bir enstitüdür diyebilirim. Şimdi neresinden başlasam acaba ? Peki… Şöyle yapayım. Kapatayım gözlerimi. Bir sayfasını açayım. Nereye denk gelirsem… O sayfayı anlatayım. Tamam. Böyle yapacağım. Kapattım gözlerimi. Kısmetime bir sayfa açtım. Şimdi tekrar okuyup, anladıklarımı anlatacağım.

Yazar, insanlar kainatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için, eşyanın insanlara uymak durumunda olduğu inancındadır. Mesela Abdülhamit döneminde yaşayanlar bilirler.O zamanlar vapur düdüklerinin sesi günümüzdeki kadar neşeli değildir. Padişahın asık yüzü ve ordan halka halka etrafa yayılan neşesizlik sebebiyle, o zamanın vapur düdükleri garip bir şekilde acı, keskin ve hüzünlüdür. İşte saatler de böyledir. Sahiplerinin mizaçlarındaki ağırlığa, canı tezliğe, evlilik hayatlarına ve siyasi fikirlerine göre yürüyüşlerini değiştirirler. Sahibinin en yakın dostu olan saat… Bileğinde sahibinin nabzının atışına arkadaşlık eden saat… İster istemez sahibiyle bütünleşmektedir. Sahibi gibi yaşamaya ve düşünmeye başlar. Saat kadar olmasa bile diğer eşyalarımız da böyle değil midir? Eski ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı? Onları sık sık bu nedenle değiştirmez miyiz? Yeni bir elbise giymekle, kendimizden çıkarız sanki biraz… Kendimize bir değişikliğin arasından bakmak isteriz. Yahut “Ben artık başkasıyım!” diyebilme saadetini hissetmek isteriz.

Eski eşyalara meraklı olanlar bilirler. Eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huylarını, alışkanlıklarını, hatta aksaklıklarını görmek mümkündür. İnsanlar yanlarında çalışmaya başlayan hizmetlilerine, evlerine gelir gelmez kendi gömlek, elbise yada ayakkabılarından vermek isterler. Böylece kendilerini hiç tanımayan bu insanlara, birdenbire elbiselerini giydirerek ya da ayakkabılarıyla yürüterek, kendi düşünce ve alışkanlıklarını gizlice geçirmeyi düşünürler. Kahramanımız bunu iki kez tecrübe etmiştir. Bir keresinde çalıştığı bankadan atılmasına ve pek çok felaketlere düşmesine sebep olan müdürü Cemal Bey bir kat eski elbisesini vermiştir kendisine. Aralarında büyük mizaç farkları vardır. Tabiatları tamamen zıddı zıddınadır. Çok şükür, müdürünün kötü huylarını benimsemez kahramanımız. Ama müdürün bir büyük zaafı vardır. Kızına aşırı düşkündür. İşte kahramanımız, müdürün eski elbisesini giymekle, haftasına kalmadan, üstelik üç çocuk sahibi olmasına, sıkı müslüman terbiyesine, her konuda kendisinden üstün karısına rağmen, müdürün kızına delicesine aşık olur. Aradan yıllar geçer, bankadan ayrılır, bu giysi lime lime olur ama bu sevgi asla yakasını bırakmaz. Eski eşyalar böyle mizaç değişikliğine neden olurlar işte…
İkinci elbiseyi Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün kurucusu, Halit Ayarcı hediye eder. Kahramanımız daha elbiseyi üzerine geçirdiği gün tüm varlığının değiştiğini hisseder. Birdenbire ufku, görüşü genişlediği gibi, hayatı Halil Ayrancı gibi yorumlamaya başlamıştır. Artık onun gibi, insanlara "Acaba ne işe yarar?"diyen gözlerle bakmaya başlar. Sanki bu bir elbise değil de büyüdür. Tabi kendi tabiatı da devreye giriyor ve kararlarını değiştirmeye çalışıyordur ama sonuçta birbiri arasından, elbisesini giydiği adam gibi düşünen, konuşan, karar veren biri olup çıkmıştır. Bu durumu Halit Ayrancı'ya anlatınca, kendine hak verir. Ona göre de büyük adamların yanlarına çalışanlara elbise ve öteberilerini vermeleri bu yüzdendir. Roma İmparatorları, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler diye eşyalarını dostlarına hediye etmektedirler. Hatta Osmanlı hükümdarlarının, vezirlerine kürk ve kaftan hediye etmeleri de bu yüzden olsa gerektir. Kahramanımız farkında olmadan tarihin büyük bir sırrını keşfetmiştir aslında. Büyük bir psikolojik mekanizmayı keşfetmiştir!

Bu kadar.. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden şimdi üç sayfa okudum. Okuduklarımdan anladıklarımı yukarıda anlattım. Olmadı mı şimdi bu yazı yani? Bence pek de fena olmadı. Böyle işte. Ben şimdi bir başlasam, mesela kitaptaki karakterlerden Nuri Efendi'yi anlatmaya... Yazarın cümleleriyle tipini, mizacını, tabiatını tarife girişsem. Yarı alim yarı evliya addedildiğinden söz etsem mesela. Nuri Efendi'nin: "Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur. " gibi sözlerinden bahsetsem. Nuri Efendi'nin semtin en iyi saat tamircisi olduğunu söylesem. Tamir etmeden önce bozuk saatleri bazen karşıdan haftalarca el sürmeden seyrettiğinden bahsetsem mesela. Eğer çalışıyorsa bir doktor gibi üzerine eğilip sesini nasıl dinlediğini hayalinde canlandırmanı istesem. Kitaptan iki sayfa daha yazsam.. Ne olacak ki? Okumaz mısın yazdıklarımı yoksa? Saatin saatine uymuyor der misin bana? Bazen bloğuma ciddi yazılar yazsam işte böyle. Ne olacak ki? Hani saatleri bir saat ileri alacağız ya bu gece saat 12 de... Hani Ahmet Hamdi Tanpınar'ın abidesi Saatleri Ayarlama Enstitüsü hatırına? Olmaz mı?

Ay'da Buluşma... Ama Hangi Yolla?

Eğer insanın uzakta sevdiği varsa… Bazı geceler randevuleşmeli.. Sözleşilen gecede, gece yarısı saat onikide sözgelimi… Sen burada… O orada… Sözleşilen zamanda ay’a bakmalı.. Ay bir tane ya… Aynı ay… Onun gördüğü de aynı ay, senin gördüğünde.. O halde.. Aynı gece, aynı saatte, farklı farklı memleketlerden ya da şehirlerden ay’a baksanız bile, bakışlarınız çakışır aynı yerde… Ben defalarca denedim, oluyor… Hasret sanki bir nebze dağılıyor! Hem düşünsene… İnsan ilk oluştan beri, milyonlarca yıldır, hep aynı ay’a bakıyor! Eğer ay’ın hafızası varsa, kim bilir ne bakışlar birikiyor ay'ın çekmecelerinde! Kalbini titretmiyor mu, bunu düşünmek bile?

26 Mart 2010 Cuma

Issız Bir Adaya Düşsen Yanına Hangi Filmi İstersin?

"Issız bir adaya düşsen yanında hangi film olsun isterdin?"diye sordu arkadaşım. Cevabımı hiç tereddütsüz ve anında verdim:"Rocky1" Neden mi? Üzgünüm ama cevabını şimdi veremeyeceğim. Çünkü az sonra evden çıkacağım. Kısmetse, dönüşte yazacağım. Eğer ruh halim uygunsa tabii!... Daha önce bu yazıyı bir kez daha yazmıştım. Gene evden çıkmaktaydım. Dönüşte canım istemedi cevabını yazmadım! Şimdi yazacak mıyım? Yazıp yazmayacağımı inan ki ben de tuhaf bir şekilde merak ediyorum. Unutma ama... Bazı insanlar merakına yenilir, bazıları ise merakını yener! Bazıları da merak ettirir ya da merakını kışkırtır! Eğer yazmasam cevabımı sen merakına yenilme e mi? Merakını yen! Lütfen!

Tam evden çıkıyordum ki aklıma bir şey geldi. İnan ki sırf bunun için kapıdan geri döndüm. Şeyy.. Düşündüm de... Madem ıssız bir adada tek başıma Rocky1 filmiyle kalacağım. Bari bir iyilik yapın da, Rocky2 ve Rocky3 ü de verin yanıma... Sadece Rocky1 yetmez ki bana. Sonra devamını çok ama çok merak ederim. Bana "Issız adada hem sabrını, hem merakını törpülersin nasılsa!" mı diyorsun? Hoppala! Ben Rocky4 ve Rocky5 i istemiyorum ki ama... Sadece ilk üçünü... O kadar.. Yeminle.. Neden Rocky'nin ilk üç filmi mi? Dönüşte anlatacağım. İnşallah!.. Gene anlatmazsam mı? Söz! Anlatacağım bir ara! Sen beklerken beni, fotoğraflara baksana!

25 Mart 2010 Perşembe

Hayret Etmek

Hayal etmeyi seven biri olarak, hayal ürünü, hayali, doğaüstü yani fantastik olan her şeyi severim. Masallar, efsaneler, bilimkurgu, periler, cinler, devler, hayaletler, vampirler, kurt adamlar, fantezi içeren yazılar ve filmler daima ilgimi çeker. Kimileri için tuhaf, garip, anlamsız gelse de evrenin gizem dolu sırlarının var olması ve bunlar hakkında kitap okumak veya film seyretmek hayal etmeyi seven benim gibi birini mutlaka ki cezbeder. Hayret etmek, şaşırmak insanın en hoş duygularıdır bence. Hem şaşırtmayı hem de şaşırmayı çok severim. Bence hayret ve şaşkınlık bir nevi elektroşok uygular bünyeye. Ozaman herşeye hayretle bakar insan. Yazdığım yazılar komik küçük mucizeler yaratabilse keşke. Şaşırtabilse. Hayrete düşürebilse. Gördün mü bak, benim gibi ne tuhaf insanlar var şu koca dünyada işte! Peki ya diğer galaksilerde?Kim bilebilir? Vardır belki de!Yaaa... Bende durumlar bu merkezde!

24 Mart 2010 Çarşamba

"Kızmak" la İlgili Deneme Yazısı

O kadar kızgınım ki anlatamam! Resmen çıldırdım ya!.. Uzun hikaye... Ne olduğunu, maalesef şimdi açıklayamam! Sadece şunu söyleyebilirim. Bir şey rica etmiştim. "N'olur, şunu şöyle yapmasan," demiştim. Bırakın isteğimi yerine getirmeyi, bilakis tersnini yapmış iyi mi? Böyle durumlarda bazen insan pataklamak istemez mi o kişiyi? Ya da hırpalamak, ufalamak, ağzını burnunu dağıtmak sözgelimi... Ya da ne bileyim, Allah yarattı demeden, eşek sudan gelene kadar ayağının altında çiğnemek hani... Böyle durumlarda, suratını çarşamba pazarına çevirmek istermiş insan vallahi... Ben şimdi kızgınım ya.. Pastırmasını, pestilini , posasını ya da sucuğunu çıkarsam... Hoşaf etsem, kızılcık şerbeti içirsem veya pilakisini yapsam içim rahatlar mı ki? Yooo... Bence kuyruğunu tava sapına çevirmeliyim. Bu yetmez pöstekesini sermeliyim. Paçavrasını çıkarmalıyım paçavrasını. Kesin bozmalıyım o kendini beğenmiş façasını. O kadar yerden yere çalmak istiyorum ki aslında. Mostrasını bozmak, mariz atmak en iyisi galiba... Of ya.. Yok.. Yapamayacağım.. Kıyamam ki ben ona.. En iyisi sırtını kaşımalıyım, sırtını... En iyisi okşayı okşayıvermeliyim... Şööyle bir silkelemeliyim de tozunu almalıyım tozunuuuu... Kıyamam tabi.. Önce paçasını düzeltmeliyim... Sonra yuvasını yapmalıyım... Ahh! Sonunda unutmamalıyım.. Neyi mi? Neyi olacak? Şarkı söylerken ahenkli çıksın diye sesi.. Hatta cümle alem daha rahat duysun diye belki... Akordunu düzeltmeliyim... Akordunu tabi! Ama beni en rahatlatacak şeyi, şimdi buldum vallahi... Beş kardeş... Yanağında hissettirirsem beş kardeşin şefkatini, inanıyorum ki artık dinleyecektir beni.

Bir Öykünün Cümleleri Beni Nerelerde Gezdirdi?

Bilirsin evlerimizin odaları bedenimizin fonksiyonlarına göre isimlendirilir. Uyumak için yatak odası, yemek için yemek odası, oturmak için oturma odası deriz.. Böyle öğrenmişiz. Tamam, banyo ve mutfak uymuyor bu örneklemeye diyeceksin… Olsun... İstisnalar kaideyi bozmaz. Bak şimdi… Şöyle bir düşündüm de, evler eskisi gibi değil ki.. Artık hepimizin evleri üç aşağı beş yukarı aynı. Sanki despot biri, el atmış evlerimize… Hepimizi aynı kalıplara sokmuş. Bizim sitede misal, bütün daireler tıpatıp aynı. Üç yatak odası, bir büyük oturma odası yani salon var... Hemen hemen herkesin televizyonu aynı yerde… Düşünsene… Bizim apartmanda aynı zamanlarda, aynı yerlerde oturup aynı tarafa bakan ya da yatıp kalkan kimbilir kaç insan var? Eee! Herkesin aynı odalarda aynı işi yaptıklarını bilmek sence de çok komik değil mi? Sonra... Her dairenin salon ve mutfak arasında tezgah var… Bu demektir ki hepimiz yemeklerimizi yiyiyoruz aynı yerde… Ayy! Ne sıkıcı vaziyet… Askeri kışla mı ne?

Şimdi durup duruken nerden düştü bunlar aklıma değil mi? Aslında yazarın öyküsüyle ilgisi yok belki... Hatta öykü bir aşk öyküsü gibi... Fakat, ne yapabilirim? Bütün bunları aklıma getiren.... Şeyy... Bugün Aziz Nesin’in Kan Yüzüğü öyküsünü okumuştum, Yetmiş Yaşım Merhaba adlı kitabındaki... Yazar, öyküdeki kız için şöyle diyordu: .”….zamanı geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir bütün olarak yaşamıyordu. O zamanı parça parça yaşamaktaydı. Yaşadığı her zaman ayrı bir parçaydı ve kopuk kopuk olan o zaman parçaları, önceki ve sonraki zamanla birleşmezdi. Tıpkı bir albüm seyreder gibi yaşardı zamanı. Albümün bir sayfasını çevirip o sayfadaki resmi seyrederken o resimle ilgienirdi. Ama o sayfayı çevirip albümün başka sayfasındaki resme bakarken bir önce baktığı resimleri unuturdu. Onun için yaşam abümdeki resimlere bakmak gibiydi. Sayfa çevirilince unutulur, yeni çevrilen sayfa yaşanılırdı.” Ne fena bir durum değil mi? İşte öykünün bu cümleleri nedense bizlerin ev hallerini gözümüm önüne getirdi… Öyle bir apartman düzeninde yaşatıyorlar ki bizi, hayatımız bir albümdeki fotoğraflar gibi… Hep şimdiki zamanı yaşamaya mecbur bırakılıyoruz. Evlerimizde geçmişe ilişkin bir şey tutamıyoruz ki.. Misal, daha önceleri yaşadıklarımızı hatırlatacak, kişisel tarihimize ilişkin eşyalarımızı koyacağımız tavanarası ya da kilerlerimiz nerede? Yok… Eskiyi fırlat at. Eskiler albümün arka sayfasında kalsın… Unut geçmişi… Sen artık albümün yeni sayfasına bakmalısın… Sadece bugünü yaşa öyle mi? Gizli bir el bizlere bunu yaptırıyor sanki... Ne feci!.. İnanmıyorum ya.. Kimler acaba bu hallerimizin müsebbibi? Ya da nebileyim sadece bize ait, bize özgü bir şeyler hiç olmayacak mı evlerimizde Allah aşkına? Şimdi düşündüm de komşunun evine gitsem hiç yabancılık çekmem valla… Eşyalarımız bile aynı yerde… Yemek masası, koltuklar, sehpalar nerelere konacak, yatak odalarında yatakların yerleri falan, zaten taşınmadan önce proje üzerinde belliydi ki... Klozetler, lavobolar bile beş katta üst üste aynı vaziyette… Ayy! Bunları düşündükçe içime fenalık geldi… Bizi aynı kalıplara sokan, sadece bugünde yaşatmaya uğraşan, geçmişimizi albüm sayfası çevirir gibi unutturmaya çalışanları var ya bir elime geçirsem.... İnan ki hiç acımam… Hayali çizgi roman kahramanı gibi, herbirine dalarım şimdi!..

22 Mart 2010 Pazartesi

Kalbin Böcüü - Atilla Atalay

Ben var ya. Geçen hafta Ebekulak'ı tekrar okuyunca... "Keşke Atilla Atalay'ın tüm kitaplarını alabilsem yanıma," dedim... Acenteler toplantısı için Antalya'ya gidecektim. Kitapsız olur mu? Asla! Asıl en rahat, seyahatlerde kitap okurum... Şöyle bir baktım kitaplığıma... Elim Atilla Atalay'ın Kalbin Böcüü adlı kitabına gitti. Ben biliyorum... Kesin eminim... Bu kitap benim için... Başka türlüsü olamaz... Kalbin Böcüü adlı kitabını, kitapçıda ilk elime aldığımda okadar şaşırmıştım ki anlatamam... Dedim ki "Nasıl yani? Bu kamera şakası gibi bir şey mi? En sevdiğim öyküleri aynı kitapta nasıl böyle yan yana gelebilir ki? Hayat bir tesadüfler silsilesi mi? Hadiiii! Olamaz!" demiştim kendi kendime... Aynen demiştim inan ki... İyi de... Kalbin Böcüü ne demek oluyordu ki? Oturmuştum kitapçıdaki pufa... Öteden beri güzel kapaklı kitaplara bakmaya bayılırım... Önce uzun uzun kitabın kapağını seyretmiştim... Bugün gibi hatırlıyorum, nasıl da acıktığımı hissetmiştim... Salça kavanozuyla, salça sürülmüş bir dilim ekmek vardı kapakta... Oyy... Önce "Kırılan" adlı öyküsü geldi aklıma... Der ki "Kırık kalpleri götürürsün peşinden, çocukken yarım bıraktığın ekmekler gibi, ardınsıra koşarlar. Olmadık bir zamanda kendilerine dair şarkıyı kulağına fısıldar her biri." Yazar, kitabın kapağını seyrederken duymam artık sandığım o bildik melodiye dudağım eşlik ederken yakalattı kendimi... Daha demin çocuktum... Büyüdüm mü ne, demeye başlamıştım bile... "Kırık kalpler durağında inecek var" şarkısını daha söylemiyordu o vakitler Canan Erçetin yeminle.... Fakat bir hüzün böcüüğü içimdeki kırık kalpler durağına doğru yollanmaya başlamıştı... Bilirim...O böcüü gidecek gidecek boğazıma bir yumru olup oturacak önce... Birinci durak... Yook... Durmak yok... Sonra kitabın içindeki "ciddi ve hisli" öyküleri okudukça yoluna devam edecek... Bu kez gidecek... Gidecek... Yüreğime çeki taşı misali bağdaş kurup yerleşecek... Böyle işte... Uzatmayayım... Yoksa öykülerindeki bütün hüzünlü cümleleri gözlerime doğru harekete geçecek... Aaa! Dışarıda ceviz iriliğinde dolu mu yağıyor ne?.. Neyse... Çukurova yöresinde bir deyimmiş. Hayattan bıkkın, yılgın, olan bitenlerle uğraşmaktan vazgeçen insanlara "Senin kalbinin böceği ölmüş!" derlermiş... Atilla Atalay'ın öykülerini okuyunca, kalbin böcüü ölmek ne demek, bilakis fıtıl fıtıl dolaşmaya başlıyor içimdeki bir duraktan bir durağa gördüğün gibi... Hele bu kitap var ya, benim için hazırlanmış inan ki... Bu kadar kıyak olur mu okuyucuya? Evet.. Evet... Kalpten kalbe yol var kesin... Ben Atilla Atalay'ın öykülerini üç tane, beş tane filan değil, bir öyküsünde yazdığı gibi sekiz tane sevdiğim için... Ama yatık sekiz... Bildi... Hayalimi gerçekleştirdi. Sevdiğim öyküleri tek kitapta ardı ardına dizdi.. Yokk.. Uzatmayacağım... Şimdi gözümü kapatacağım... Öykülerinden bir fal tutacağım... Hep şarkılardan fal tutulacak değil ya.... Ne çıkarsa bahtıma... Hayal Kahvem'e yazacağım... Heyyy... Şahane öykülerinden biri.... İşte... Atilla Atalay söylüyooorr.... Seslerim....

SESLERİM

Gözlerini gözlerime dikmiş… Kaçırıyorum, yine buluyor… “Sen, sen bana dokunuyorsun” dedi… “Yüreğimde bir yerleri acıtıyorsun, ama anlatılmaz güzellikte bir şey.”

Tanrım, birşey olsa… Aygaz kamyonu filan geçse… Aniden ceviz iriliğinde dolu yağmaya başlasa… Bu romantik ortamın içine etse… Ne oldu bu kıza, neler söylüyor…

“İyi ki varsın… İyi ki… Neye benziyo biliyor musun? Eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyayla boyanmıştı. O boya tabakasındaki küçücük bir delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben… Hele baharda, öyle güzel gözüküyordu ki… İşte seninle olmak, o bembeyaz ya da siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi.”

İşi şamataya boğmalıyım, yoksa fena olucak… Bu havada hayatta dolu yağmaz… Aygaz kamyonu geçiceği de yok… Kız resmen yerli film replikleri atıyor… Hayır, ben ters adamım, inanıveririm, dökülürüm, aşık olurum, betonlara çakılırım, asıl benim canım acır… Yerli film… Evet… Yerli film…
Ordan sı.malı muhabbete… En Ayhan Işık sesimi kullanarak, hınzır bir ifadeyle, ona Belgin Doruk muamelesi çektim… Misilleme olarak Yeşilçam öykülerinin değişmez repliğini attım…

“Bırak bu lafları, kaç para istiyorsun onu söyle… Onbin,yirmibin?..”

Esprime güldü… Güzel… Ardı arkasına zincirler, konuyu dağıtırım… Gülmesi bitince, “Bu da senin numaran” dedi… “Zırhın delinsin istemiyorsun… Hesapta hiçbir şeyi ciddiye almıyorsun… Aslında, sana göre hayat o kadar ciddi ve acıklı ki… Böyle bir numaraya gerek yok… Koyver gitsin kendini.” Gözlerime anne anne bakıyor… “Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da bayan” dedim, Ayhan Işık sesimle…

Dedim, ama mümkün değil… Saatlerce bana inanılmaz sevgi sözcükleri sıraladı…

Ben ise ona yerli filmlerin değişmez repliklerinden attım durdum… Sırasıyla Necdet Tosun, Sami Hazinses, Cilalı İbo, Turist Ömer, Ediz Hun… Hatta bir ara ayağa kalkıp “Ayy-gaaz” diye bile bağırdım…

Sözünü ettiği yağlıboyadaki küçük delikten zırhımı açmasına izin vermedim… Yıkılmadım, yavşamadım, kendimi asla açmadım… Erkeklik gururuma, değmesindi yağlıboya…

“Korkacak bir şey yok” dedi… “Ben sana ne yapabilirim ki?”

“Çok şey” dedim… “Çok şey” derken kendi sesimi kullandığımı fark ettim. Hemen kendimi toparlayıp Ediz Hun, Ayhan Işık, Fügüran Osman ve Erdal İnönü sesleriyle ayrı ayrı üç kez “Çok şey” demeye çalıştım… Ama üçünde de kendi sesim çıktı…

Sonra… Sonra, yine yerli filmlerdeki gibi takvim yaprakları uçuştu… Ben onu hiç aramadım… Bir gün aklıma fena düştü, aradım… Aslında aramadım… Telefon açtım.

O, “Alo… alo” dedi, ben sustum… Aniden,”Susarken bile Ayhan Işıktaklidi yapıyorsun” dedi… Anlamıştı… Aslında belki de tek sorun, gerçekten anlamasıydı…

“Ne fena diil mi?” diye sürdürdü… “İnsan hep çok sevilsin diye uğraşır… Sevilince de ödü patlar…” Sustum… “Belki de sen haklısın, o zırh ne kadar kalın olursa, o kadar iyi… Artık arama, olur mu?” dedi. “Ve sakın üzülme… O öyle nalet bir zırh ki; sen bile içerden delemezsin.”

Yine sessizlik… Derken, Belgin Doruk gibi son cümlesini söyledi….”Hesapta kendini koruyordun ama yine acı çekiyorsun… Boşver… Ne diyorlardı… Gençsin, unutursun.”

Genç miyim, unutur muyum?.. Telefonu kapadım… Sokağın köşesinden, yırtınarak bir Aygaz kamyonu geçip gitti…

Kalbin Böcüü - Sayfa 247

21 Mart 2010 Pazar

Gerçeği Süslemek Bir Bakıma Hayal Ettirmek Değil Midir?

Galata Köprüsü'nde bir bahar günü kör bir kadın dilencilik yapıyormuş. Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Üzerinde "Doğuştan Kör" yazılıymış. Pek çok insan gelip geçmesine rağmen kimse ona yardım etmiyormuş. Oradan geçen bir "Hayalci" bunu görmüş. Zavallı dilenciye acıyıp tabelayı almış, tabelanın arkasına bir şeyler yazmış. Olduğu yere tekrar bırakmış.Ne olduysa olmuş!.. Bu tabeladaki yazıyı okuyan herkes, dilenci kadının önündeki şapkaya para atmaya başlamış.Bir cümle yetmiş onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına...
"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖREMİYORUM!.."

20 Mart 2010 Cumartesi

Mimikler ve Tikler Sözlüğünüz Var mı?


Bak ne anlatacağım sana...Biliyor musun, bu blog yazıları neler getirdi başıma? Arada Türkçe deyimlerle bir deneme yazısı yazmaya çalışıyorum ya bloğuma... En son "ev"li deyimlerle bir deneme yazısı yazmıştım... Yazımdaki kahraman evde kalmış bir kızdı. Hayalimden böyle bir senaryo kurmuş ve kızın ağzından yazıyı kaleme almıştım. Bana göre çok da şeker bir yazı olmuştu. Her yazımı hazırladıktan sonra, konuyla ilgili fotoğraf ararım sanal dünyada... Bu yazıma da arayıp bulmuştum ve yazımın üstüne koymuştum. Aman Allahım, sonra bir yorumlar geldi ki, gözlerime inanamadım. Yorumları okuyunca... İnan bana... Bakakaldım, şaşakaldım hatta donakaldım. O kadar şaşırdım ki anlatamam sana! Bak şimdi, bloğa koyduğum fotoğrafta, yaşı geçkince bir gelin, pencereden başını uzatmış, adeta zaferle gülüyordu. Ama eliyle de şöyle bir hareket yapıyordu; sağ elini yumruk yapmış ve aynı kolu dirsekten 90 derece yukarıya gögüs hizasında kaldırmış, sol eliyle de sag kolunun üst pazısından kavramış. Ben bu fotoğrafı görünce, bayılmıştım. Yaşlıca bir kız evleniyor ya, bu hareketini "evlenmeyi başardım" anlamında yapıyor sanmıştım. Meğer bu hareket argoda pek güzel bir anlama gelmiyormuş. Bana müstehzi gülüp bunu söylediklerinde, aman nasıl kızarmıştım. Ne bileyim, bilerek koymadım ki! Yeminle bilmiyordum, tamamen masumum!

Neyse, okadar mahçup olmuştum ki , hemen yazıyı olduğu gibi blogtan kaldırmıştım. Sonra vücut dilinin keşke bir grameri, sözlüğü olsa diye düşünmüştüm. Hatta abartma sanatında ustayım ya, bu düşüncemin üstüne "kursu açılsa keşke" diye fikrimin ince gülünü eklemiştim. Ne var, olamaz mı yani? Billahi düşündüm bunları ciddi ciddi... Aslında bu konu o kadar önemli ki! Birileri her dilde anlamlarını verse mimiklerin ve tiklerin, sahane olmaz mı sence? Kaş çatmak kızmanın, kaş kaldırmak hayret etmenin, omuza el koymak dostluğun, elini beline koymak bilmişliğin, göz kısmak bazan düşünceli olmak bazan da tehditkarlığın dile gelişi olabilir. O kadar çok var ki buna benzer mimiklerimiz. Benim gelinin hareketini bilemediğim gibi, bazılarını bilemiyebiliriz tabi. Oysa bir mimik sözlüğü olsa, açıp bakardım anlamına, böyle rüsva olmazdım okuyucularıma! Sen gelinin yaptığı hareketi bilmiyorum diye, beni hepten cahil zannetme. Elbet benim de bildiğim birşeyler var vücut dilinde... Bak şimdi, iki hareket biliyorum mesela, biri hani bizde kullanılan nah işareti, Brezilya'da iyi şans dileme anlamına gelirmiş. Bir de hani bizim, elimizi yukarıya çevirip parmak uçlarımızı birleştirerek yaptığımız nefis işareti var ya, bu ise İtalya'da bilakis hakaret olarak anlaşılırmış, iyi mi? Yani anlamını bildiğini zannettiğin bir mimiği, başka bir memlekette yaparken dikkat edeceksin. Bak işte geldin mi benim sözüme? Mimiklerin anlamını gösteren bir sözlük olmalı, hatta farklı coğrafyalara göre!

Tiklere gelirsem, tikler tam manasıyla ibretlik... Göz kırpan, burun çeken, omuz yada baş tıklatan, saçıyla oynayan insanlar vardır ya hani... Tiklerin anlamını yazan bir lügatımız olaydı fena mı olurdu? diye tam düşünüyordum ki... Ay, inanamıyorum! Vücut diliyle yapılan tikleri düşünürken aklıma ne geldi biliyor musun? Konuşma dilimizdeki tikler! Şimdi düşündüm de şöyle, ne kadar çokmuş meğer! Bak şimdi... Pratik.. kritik.. dokunmatik.. etik..akustik.. erotik.. fantastik.. estetik.. domestik.. sosyetik.. otomatik.. hahha... asortik.. patik.. fanatik hatta hatta atik ve tetik.. Ha bir de bankamatik!... Bir dakka hani bir jilet yok muydu, permatik! Tamam ben konuya nereden başladım nereye geldim değil mi? Anladım benim sonum hayra alamet değil, bitik inan ki bitik!

Not: Hayal Kahvem'e yazdığım eski bir yazım.

19 Mart 2010 Cuma

Haydi Masal Gibi Gelin Pilavı Pişirelim!

En son anlattığım kısır tarifinden sonra, okadar çok yemek tarifi talebi aldım ki anlatamam. Posta kutum doldu taştı. Sonunda "Peki!" dedim. İşte şimdi yazacağım. Bugün, özel bir törenle hazırladığım "Gelin Pilavı"nı anlatmaya karar verdim. Yemeklerimi yaparken çok özenirim. Fakat "Gelin Pilavı" çok daha özel ilgi isteyen bir yemektir. Yapacağım yemeğin adında "gelin" varsa eğer, düğüne hazırlar gibi itina ister. Bu yemek farklı bir bulgurdan, frik bulgurundan yapılır. Gelimiz frik bulguru, Güneydoğu Anadolu yöreli , hatta muhtemelen Gaziantepli'dir. Biz gelini Gaziantep'ten aldık getirdik. Getirirken de "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler/ Annesinin bir tanesini hor görmesinler/ Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim / Hem annemi hem babamı ben köyümü özledim." türküsünü söylettik. Biraz ağlattık. Ama gelin hem ağlayıp hem gitmez mi? Biraz ağlamak yaraşır haspaya! Bu frik bulguru, normal bulgurlardan farklıdır. Açık yeşil renktedir. Gelinimizin kendine has bir kokusu vardır. Sanki hoş bir is kokusu... Buğday başağı daha tazeyken alınıp sazların arasına yerleştirilmiştir. Sazlar biraz yakılmıştır. Başaklara is kokusu sinmesi sağlanıp, tütsülenmiştir. Bu gelin çok özeldir. Daha yetiştirilirken özen gösterilmiştir. Yoksa burada okadar bulgur varken, neden taa memleketimin Güneydoğu yöresinin frik bulgurunu alalım gelin diye öyle değil mi? Bir de diğerlerine göre oldukça pahalıdır. Özel bir gelini düğüne hazırlarken özel bir itina göstermek gerekir. Ben bu yemeği zaten bir düğün töreni şenliği içinde hazırlarım. Bakın şöyle:


Pilav ıslatmak için kullandığım kasemi iki avucumun içine alırım. Bu kase bana, sanki akça pakça bir hanımın, gülümsediğinde oluşan, tek yanaktaki gamzesini anımsatır. Bu nedenle adı Gamze Hanım'dır. Ben bazı eşyalarıma isim veririm. Hele emektar eşyalarıma taktığım isimlerin ardına mutlaka hanım yada bey gibi saygı terimlerinden birini eklerim. Onlar benim işlerimi gören eşyalar. Saygıyı mutlaka hakederler. Kaseyi yavaşça tezgaha bırakırım. Hızlıca bırakıpta "takk!"diye çığlık atmasını asla istemem. Frik bulgurunu Gamze Hanım'ın içine itina ile yerleştiririm. Böylece "Gelin Hamamı" törenine başlamış olurum. Gelinimizin üzerine kaynar suyu korkmadan boşaltırım. Bilirim ki firik bulguru sıcak suyu çok sever. Şöyleee bir bırakır sıcak suya kendini, kirlerini döker. Rahatlar...Düğün heyecanını atar...Bir yarım saat kadar tüm sıkıntılarından kurtulmasını ve ferahlamasını beklerim.

Bu arada başka bir tenceredeki suda, bir kaç parça tavuk parçasını haşlamamam gerekmektedir. Hem suyunu hem de etini kullanacağım bu yemeğimde. Ayrıca sizde yaparmısınız bilmiyorum. Ben daima bulundururum soğutucumda... Haşlanmış bir küçük kase nohut. Eğer nohut pişireceksem biraz fazlaca nohut kaynatırım. Fazlasını dondurucuda saklarım. Hem çalıştığım hem de kırk tarakta bezim olduğu için böyle pratiklikler hayatımı kolaylaştırır. Gerekince işte böyle, elime gelirler. Yarım saat doldu ve bulgurumuz kendini şöyle bir saldı değil mi? "Olmaz ki bu kadar ama!" deriz. Şimdi kızımızı biraz kendine getirmemiz gerekir. Toparlanmalı... Düğünümüz var ya! Bir süzgeç içinde soğuk suyun altına tutmam gerekir ki toparlasın kendini. Söylerim önce ama, derim ki: "Şimdi seni soğuk su ile çok iyi yıkamalıyım. Böylece canlanmalısın öyle değil mi?" Anlar beni. Zaten gurbette... Anne yok.. Baba yok.. Ses çıkarmaz. Ne yapsın? Sessizce boyun eyer söylediklerime. Bol soğuk suyun altında çok ama çok yıkanmalıdır. Parmaklarınızla taneleri okşayarak. Bu yemeğin en önemli ipuçlarından biridir. Asla unutulmamalıdır. Çok yıkanacak. Hem de iyice... Hırpalamadan ama sefkatle...

Ateşin üzerindeki tencereye bir miktar yağ konur. Yıkanan bulgurumuzun şimdi yağlanma, zamanı gelmiştir. Tencerede sıcacık yağ içindeyken bulgur, tahta kaşıkla bir süre kavrulur. Kavrulurken mutlaka bir kere "ettehiyyatü" duası okunur. Bu duanın içinde "berekatü" geçer ya bu dua okunursa eğer, bereketli ve lezzetli olur bütün yemekler. Bu dua annemden bana vasiyettir. Her yemeğime okurum. Gerçekten okadar bereketli olur ki inanmıyorsanız deneyin! Misal, misafir geldi acele bir yemek yapacaksınız. Malzemeniz az yetmez diye düşünüyorsunuz. Bu dua ile yaparsanız göreceksiniz yemek ne demek yetmemek...Dolup dolup taşacak. Benden söylemesi... Bu dua da yemeklerimin sırlarından biridir! Sevildiğinizi bilin yani... Kapağı kapatınca yalnız hissetmesin kendini diye, Anadolu'dan bir arkadaş veririm eşliğine. Daha önce pişirip hazır ettiğim nohutları... Şöyle bir karıştırırım nohut ile bulguru beraberce. Sevinirler birbirlerini görünce... Sanki hasret giderir gibidirler. Üzerlerine nefaseti yerinde tavuk parçaları ve tavuk suyunu katarım. Biraz tuz mutlaka... Düğünümüzün tadı tuzu yerinde olsun diye... Tencerenin kapatırım kapağını... Kısarım ocağın ateşini en düşüğe... Bırakırım yavaş yavaş pişsinler diye hepbirlikte... Pilav suyunu çekince ocaktan alırım tenceremi, yandaki Nihale Hanım'ın üzerine..Kapağını açarım bakarım ki bir de ne göreyim?.. Frik bulguru, nohut ve tavuk ile tavuk suyu bir kaynaşmışlar, hemhal olmuşlar hepbirlikte... Oyy..Oyy..Oy... Bu "Gelin Pilavı" tadından yenmez... Bir de yendi mi ? Hep istenir...Vazgeçilmez!...

Ayrıntılar Dünyasında Gezinti

Dün araba kullanırken radyoda, arka arkaya Madonna'nın şarkıları çalınınca, hoşuma gitti. Özlemişim... Sansasyonel hayatı ile gündemden düşmeyen Madonna önümüzdeki günlerde kendinden 28 yaş küçük sevgilisiyle evlenecekmiş. Madonna, yaşam felsefesi olarak benimsediği Yahudi mistisizmi Kabala kuralları çerçevesinde düzenlenecek seremoniyle evlenecek ama bu evlilik resmi olmayacakmış. Öte yandan ailelerini AIDS nedeniyle kaybeden ve sokaklarda yaşamak zorunda kalan Afrikalı çocukların dramını dünya kamuoyuna sunan "I’m Because We Are" ( Ancak biz varsak ben de varım ) adlı bir belgeselin hem yapımcılığını hem sunuculuğunu üstlenmiş. Bazı insanlar nasıl dünya gündemindeler, diye düşündüm kendi kendime. Okyanus ötesi başka bir kıtada yaşadığı halde Modonna, ne yiyor, ne içiyor, çocuklarının adlarına kadar bilen hayranları vadır mutlaka.

Peki yaşadıkları halde çok önemsemediğimiz, hep gördüğümüz halde dikkat etmediğimiz, hayatımızda var olan ama basit ve içine dönük halleriyle çok ehemmiyet vermediğimiz kişiler illa ki vardır yakın çevremizde değil mi? Hani belki evin temizlik işlerine bakan biri olabilir, belki şirkette çalışan bir sekreter, ya da komşumuz bilmemne Hanım veya bilmemne Bey... Ne bileyim, merhaba dediğimiz yada demediğimiz, bu adam yada kadın da ne işe yarar hayatta, ne düşünür, nelere tepki verir diye düşünmediğimiz, bakıp görmediğimiz kişiler yani... Böyle kişiler işte...Vardır illa ki... Adlarını bile bilmeye zahmet etmediğimiz insanlar... Şimdi ben bunları düşününce aklıma Kürk Mantolu Madonna gelmesin mi? Ne alaka değil mi? Şöyle... Ünlü edebiyatçımız Sabahattin Ali'nin en sevdiğim romanıdır Kürk Mantolu Madonna. Yazarın bu kitabını okuduğumda Raif Efendi karakteri beni çok sarsmıştı. Eğer kalabalık bir yerdeysem ve beklemem gerekiyorsa; bir bilet kuyruğunda yada bir doktor bekleme odasında misal, belki de insanları incelemem bu kitap yüzdendir. Veya çevremdeki ilgili ilgisiz herkese merhaba demek istemem yada insanların görünen yüzlerine değil de görünmeyen iç dünyalarını anlamaya gayret sarfetmem bu kitap nedeniyle olabilir. Kim bilir? Şunu biliyorum ki, bu kitabı okuduğumda Raif Efendi'nin manasız ve ehemmiyetsiz görülen hareketleri ardındaki gerçek, benim gönül gözümü açmaya sebebiyet vermiştir. Edebiyat böyle birşeydir işte. Hiç düşünmediğiniz, hiç ehemmiyet vermediğiniz hususlara dikkat çeker. Hayatımıza mana veren küçük ayrıntılar hususuna, daha önce bir yazımda giriş yapmıştım. İşte devam ediyorum bu yazımla şimdi!

Daha önceki yazımda, "Şunu gerçekten iyi biliyorum, yaşam içindeki küçük aytıntılar önemlidir benim için. Sanıyorum edebiyat ve sinemayı da, insan ve yaşama dair sonsuz çokluktaki ayrıntılardan beslendiği için çok seviyorum. Biliyorum ki her kitap yada film, farklı bir öykü anlatıcının eseridir. Her öykü anlatıcının hayata bakışı ve birikimi farklı olacağından, her okuduğum kitap, her seyrettiğim film; anlatıcısının kendi dili ve üslubunca, kendi yolu ve yordamınca beni bambaşka ayrıntılar dünyasına sokacak demektir. Özellikle edebiyat ve sinemanın, bizim hiç düşünemediğimiz, göremediğimiz veya farkedemediğimiz yaşama mana katan ayrıntıları ortaya çıkardığını düşünmez misiniz? Ben düşünürüm. " demiştim. Kürk Mantolu Madonna romanının Raif Efendi ve Maria Puder en önemli iki karakteridir. Roman içine kapanık bir Türk gencinin, Berlin'de tesadüfen bir müzede gördüğü Kürk Mantolu Madonna adlı tablodaki kadına olan tutkulu aşkını şahane bir akıcılıkla ve lezzetli bir dille anlatan aşk romanıdır. Elinizen bırakamayacağınız, aynı gün bitirmek isteyeceğiniz enfes bir romandır Kürk Mantolu Madonna... Hani yüreğe tesir eden kitaplardan! Genelde tutkulu bir aşk romanı olarak dillense de, benim için Raif Efendi'nin psikolojisi ve iç dünyası önem kazanmıştı bu kitabı okuduğumda. Ailesi ve çevresi tarafından alelade biri olarak telakki edilen bir insanın iç dünyasında neler dönebildiğini öğrenmek, gözümün deydiği her kişinin mana kazanmasına sebebiyet vermiştir. Sabahattin Ali'nin 1943 senesinde yazdığı Kürk Mantolu Madonna romanı, gene bambaşka ayrıntılar eksenine girmeme vesile olmuştur. Edebiyatı sevmem galiba hep bu kitaplar yüzünden!

18 Mart 2010 Perşembe

Hızlı Kısır Yapmak...



Bu akşam kısır yapmak istedim. Oy oy oy! Şöyle bol limonlu, bol sumaklı,baharatlı ve nar ekşili şahane bir kısır. Bezgin bezgin oturmadım. Üşenmedim. Biri yapsa da getirse diye beklemedim, ahlamadım, oflamadım, dayanamadım, kalktım, yüreğimin götürdüğü, nefsimin buyurduğu yere gittim. Nereye mi? Tabi ki sevgili mutfağıma! "Merhaba!" dedim ve girdim. Baktım benim erzak dolabıma. Dedim ki ona: "Selam! Eğer varsa biraz kısırlık bulgurun alabilir miyim acaba?" Bu benim erzak dolabım var ya okadar şekerdir ki tipi. İki camı var üst tarafında, iki incecik tülle gizli. Neden? Çünkü, büyüklerimden öyle öğrendim ben. Dolabın içinde ne kadar erzağım var kimseye gösteremem. Olmaz! Alan var, alamayan var. Bizde adet böyle. Sahip olduklarını sergilemeyeceksin marifet gibi herkese!.. Çok ayıp!


Hemen bulguru yıkadım bol suda. Tabi ki tanelerini şefkatle okşaya okşaya. Hemen aldım yıkadıktan sonra bir kaba. Üzerine birer yemek kaşığı domates ve biber salçası ekledim. Karıştırdım hepsini hemhal oldular.Üzerlerine döktüm kaynar suyu. Bulgur sever çünkü sıcak suyu. Bu onun banyo sefası salça kardeşleriyle birlikte. Kapattım kapağını ve bıraktım yalnız başına salçalı bulguru, şöyle bir rahatlasın, kendini bıraksın diye. Hemen dört beş sap yeşil soğan ve maydanoz doğradım ince ince. Bir limon sıktım. Bulgura baktım. Çekmiş suyunu. Toz karabiber, kırmızı biber, nane, tuz... Amma illa sumak.. illa sumak... Sumaksız kısır asla düşünemem. Limon ve halis zeytinyağı mutlaka. Bu akşam canım nar ekşili kısır istedi. Nar ekşisi de ekledim. Hepsini şöyle bir harmanladım sevgiyle. En son incecik kıyılmış maydanoz ve yeşil soğanları ekledim. Bir daha kaşıkla çevirdim karıştırdım hepsini. Hani benim salatamın özelliği neydi? En son karıştırmalı deli gibi biri. Öyle karştırdım ben de. İçindekiler iç içe geçtiler. Lezzetler birbirleriyle dans ettiler. Aman Allahım bu güzellik ne? Bir kaşık aldım ağzıma çaktırmadan. Off! Lezzeti fevkaladenin fevkinde!...

NOT: Şimdi ben hızlıca kısır yaptım. Hem yedim hem de bloğuma yazdım. Ayıp olmadı değil mi? Canı çeken var, çekmeyen var! Hımm! Bilmiyorum ki!

16 Mart 2010 Salı

Kapalıçarşı'nın Dost Yüzü

Yazarların İstanbul’u” adlı kitapta on iki yazar, İstanbul’un on iki farklı köşesini anlatıyor. Kitaba şöyle bir bakıyorum ve Celil Oker’in “Kapalıçarşı Rehber İstemez” başlıklı, sekiz kitap sayfası yazdığı yazıyla kitabı okumaya başlıyorum. O’Henry’nin unutulmaz Noel hikayesi vardır ya hani. Sevdiği erkeğe armağan vermek isteyen kadın en güzel şeyini, uzun saçlarını satarak, sevdiğinin saatine zincir alır. Erkek de aynı gün sevdiğinin uzun saçları için sedefli bir tarak almak ister. Parası yoktur. Saatini satmıştır. Çok bilinen bir öyküdür O’Henry’nin bu öyküsü… Celil Oker ve eşi de gençtirler. Yeni evli sayılabilirler. Kendi deyişiyle karısının ilk oğullarına hamile olduğunu söylemesi, anlatımına biraz O’Henry tadı katmaktadır. Paraları yoktur. Bebek lafı olmasa paranın pek bir önemi yoktur aslında. Ama hamileliğin anlaşılmasıyla şimdi Kapalıçarşı’ya gitmek için içinden geçtiğimiz Cağaloğlu’nda, Türkçe sözlüğe sözcük tanımı yazmaya çalışan oniki yaşıt insanla birlikte, aynı yerde işe başlarlar

İşe yeni girdiklerinden, ilk aylıklarını henüz almamışlar. Hatırladığı kadarıyla sağdan soldan borç alma limitlerini de doldurmuşlar. Akşam eve dönüş biletleri belki var belki yoktur. O gün öğlen olur. İnsanlar soluklansınlar, yemek yesinler diye mola verilir… Karısı hamiledir ve cebinde hamile karısının öğle yemeğini karşılayacak kadar bile parası yoktur. İşyerinden aniden sokağa fırlar. Caminin yanından, ağaçların gölgesinden geçer. Etraftında hızlı hızlı yürüyen ya da bir şeyler satmak isteyen İstanbullular arasından… Sonra Kalpakçı’lar Sokağı’ndan Kapalıçarşı’ya girer. Kafasını kaldırıp kapının süslemelerine bakacak morali yoktur. Fatih Sultan Mehmet günlerinden beri o kapıdan giren kaçıncı kişidir acaba? Bu soruyu aklına getirecek halde değildir. O zamanlar da aynı kalabalık vardır mutlaka. Belki bu kadar turist yoktur.

Kalpakçılar Sokağı’nda o vakitler de yan yana kuyumcular çoktur. Vitrinlere burunlarını dayamış düğüncüler neler alacaklarına bakmaktadırlar. Satıcılar bugünkü gibi dükkanlarının önünde müşteri adaylarını gözlemekte, kime hamle edeceklerini belirlemeye çalışmaktadırlar. Alıcı olmadığı her halinden belli olmalı ki kimse kendisine hamle etmez. Zaten en boş kuyumcuyu seçmeye çalışmaktadır. Bir yandan, sol elinin yüzük parmağındaki öğle yemeğine dokunur.

Bu dükkanın sahibi kapının önünde değildir. Geleni geçeni kesmemektedir. Onu seçer. İçeri girer. Ama yüzüne bakmaz. Dükkan sahibi onun yüzüne bakar. Bir an. Durumu anlar. Parmağından çıkardığı yüzüğü tartar. Hesap makinesinde bir iki tuşa dokunur. Sonra bir rakam söyler. Başını sallar. Hafif terlemiş olmalı… Öyle hisseder. Dükkan sahibi parayı çekmeceden çıkarır. Tezgahın üzerine koyar. Hiç sesini çıkarmadan parayı alır. Kapıya yönelir. Dükkan sahibi arkasından “Afiyet olsun,” der. Hayretle döner. Adam gülümser. “ Üzülmeyin,” der. “Olur böyle şeyler. Eşinize saygılar.”

Çok eskiden beri, yaklaşık 400 yıl boyunca, Avrupa ortasından taa Arabistan’a uzanan güçlü bir imparatorluğun tam ortasındaki bu başkente dünyanın malları yağar… Almak ve satmak için insanlar Kapalıçarşıyı doldururlar. Doğudan ve batıdan gelen insanlar Kapalıçarşı’nın 61 caddesindeki, 4000 dükkandan birinin önünde buluşurlar. O zamanlar olup biten de globalizmin ürünüdür, şimdi olup bitenler de. Bari Kapalıçarşı dış görüntüsünde zamanı dondurmuştur. Yoksa gözlerimizi şenlendiren o binlerce pırıltılı kumaş, bakır, gümüş, kıymetli taş ve madeni Akmerkez ya da Kanyon’a benzer modern yapıların içinde görmek durumunda kalmaz mıydık?

Şimdi arada sırada, neden parmağında alyans olmadığını soranlara, Celil Oker işte özetlediğim bu hikayeyi anlatır. O günleri unutmamak için bir daha yüzük takmaz.

Kapalıçarşı için pek çok şey işitiriz. Her dükkandan laf atarlar. Zorla mal satmaya kalkarlar. Pazarlıkla ile ilk söyledikleri fiyatın yarısının altına inerler. Güzel hanımlara bakarlar. Hepsi doğru olabilir. Ama doğrunun tamamı değildir. Doğrunun tamamı aslında yazara göre bize bağlıdır. Biz ne için gelmişsek, Kapalıçarşı bize o yüzünü gösterir. Yazara dost yüzünü göstermiştir.

Geceyle Gelen - Yedi Kere Ben

YEDİ KERE BEN
İlk kez yedi yaşında öldüm.
Yedinci ayın yedisi.
Saat yediye yedi kala.
Ya da yedi geçe emin değilim.
Yedi kez kırptım göz kapaklarımı.
Yedi kez nefes verdim.
Öyküsünü yazmadığım benlerden
Birince vuruldum, tam yedi yerimden.
Kurşunkalemlerimi boşalttım üzerime.
Ve durup şöyle dedim kendime:
“Yaşamak istersen, yaz.
‘Yazamak’ deriz adına, varsın olsun.
Bir düşlük edin kendine.
İzmaritine geldiğin düşleri söndür içinde.
Yani, yaşadıklarını değil,
Küçücük bir sapma nedeniyle
Yaşayamadıklarını yaz.
Kaderinin dışında kalanları.
Yaz ve yalanlarına inandır dileyenleri.
Yazacak mısın?
İyi düşün, yaşamın buna bağlı,
Ya da yazaman.
Sözün söz mü?”
“Söz.”
O günden beri,
Yedi kendimi yanıma alıp
Yedi tepeli kentin gizlerinde geziniyorum.
Saat yedi. Akşam.
Kalemimle yaralıyorum gene kendimi.
Kum saatini çevirince
Hayat geçmişe akacak.
Geriye döneceğim.
Pusu kuracağım o daracık sokakta.
Kendimi bekleyeceğim.
Elimde kurşunkalem,
Omuzlarımda öykü.

Aşkın Güngör- Geceyle Gelen - Crea Yayınları - Sayfa 94/95

İspanya'dan Hurafe Haberleri...

Ünlü mizah yazarı, Atilla Atalay'ın Hurafe Kızları adlı öyküsünden esinlenerek, "Hurafe'ye inanır mısın yoksa?" başlıklı bir yazı yazmıştım. Sanal alemde geziniyordum ki, o ne? Şöyle bir haber vardı Radikal'de:

'Şeytan'ın uğradığı bebeğe bir şey olmaz!16/06/2009

İspanya’nın kuzeyindeki Castrillo de Murcia’da her sene düzenlenen Corpus Christi adlı kutlamalarda erkekler, şeytanı temsil ediyor. ‘Şeytanlar’, sokağa serilen yataktaki bebeklerin üstünden atlıyor. Geleneksel ‘zıplayışın’ nedeni, üstlerinden atlanan bebeklerin, şeytandan ve kötülüklerden korunacağına dair inanç. Her ‘şeytan’ dört ya da beş bebeğin birlikte yattığı yatakların üstünden atlarken, bebeklerin anneleri de çocukları olası kazalara karşı korumak üzere yanı başlarında duruyor. (Yaşam Servisi)

Dedim ki kendi kendime, demek farklılık gösteriyor hurafe durumları, farklı memleketlere göre... Erkekler şeytan İspanyollara göre öyle mi? Aaa! Hayret bir şey!