aziz nesin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aziz nesin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20 Eylül 2015 Pazar
17 Haziran 2015 Çarşamba
Sevdiğim Bıyıksız Roman Yazarları
1- Nahid Sırrı Örik (1894-1960)
2- Peyami Safa (1899-1961)
3- Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)
4- Aziz Nesin (1915-1995)
5- Yusuf Atılgan (1923-1989)
6- Yaşar Kemal (1923-2015)
7- Attila İlhan (1925-2005)
8- Fakir Baykurt (1929-1999)
9- Sadık Yemni (1951- )
10- Orhan Pamuk (1952- )
11- Murathan Mungan (1955- )
12- Halil Gökhan (1965- )
13- Barış Bıçakçı (1966- )
14- Alper Canıgüz (1969- )
15- Hakan Günday (1976- )
16- Emrah Serbes (1981- )

Etiketler:
alper canıgüz,
aziz nesin,
barış bıçakçı,
bıyık,
bıyıksız,
emrah serbes,
hakan günday,
murathan mungan,
Nahid Sırrı Örik,
orhan pamuk,
peyami safa,
roman,
sadık yemni,
yazar
24 Aralık 2013 Salı
Ders: Coğrafya - Konu: Karadeniz İklimi
Ben
insanların aptalı...
Hemencik
kandırıverir beni güzel havalar... Bir ılıman hava esmeye görsün...
Düşünmem kara kıştayız diye... Hoop!.. Vururum kendimi sokağa!
Bu
sabah evden çıkmadan önce pencereden gökyüzüne baktım. Aaa!.. Güneş vardı. Şaşkının tekiyim. Kış güneşi bulutların arasından tatlı tatlı göz
kırpmaktaydı ya... Aldandım. Bez ayakkabılarımı geçirdiğim gibi ayağıma... Kısa
kadife ceketimi giydiğim gibi sırtıma... Ne eldiven... ne atkı... ne şapka!
Evden nasıl fırladım biliyor musun? Hey! Sanki güneşle randevum varmış
ta... Canım fedaymış onun yoluna...
Abarttım. Asansöre binmedim. Ah! Beş katın merdivenini zıplaya zıplaya
indim... Nefes nefese kalmıştım dışarı çıktığımda!
Arabama
binmedim. Evle ofisin arası ne kadar ki... Olsun olsun tabanvayla on dakika.
Güneş kandırdı beni. Sokağa ayak bastığımda bulutların arasına gizlendi.
Ne fena! Nasıl ayaz vardı anlatamam. Buz buz... Vazgeçmedim. Hızlı hızlı yürüdüm. İnan
bana... Ofise girdiğimde resmen buz kesmiştim. Tam o anda... Fıkır fıkır bir
Karadeniz ezgisi işittim. "Seni kafama taktum... Atma atamayrum... Girdun
rüyalaruma... Yatma yatamayirum..." Hey! Hatırladım. Cimilli İbo!
Kadife
ceketimi çıkardığım gibi girişteki sandalyenin üstüne attım. "Dondum
kızlar!" diye bas bas bağırdım. "Haydi gelin üç ayak
oynamaya!" Güldüler Özlem ve Berna... Hiç itiraz etmediler. Geldiler
yancağızıma... El ele tutuştuk. Ofisin ortasında oynamaya başladık. O anda...
Bir müşteri gelse mesela. Yeminle duymazdık. Öyle kendimizden geçtik. Ha bir...
Ha iki... Haçan üç... Bizim ayaklar, kollar, omuzlar... Rivrivri Rivrivri
Rivrivri... Ohooo! Coştuk! Coştuk!..
Ne hoş kış mevsimi değil mi? Söyler misin,
şimdi yaz olsa sözgelimi... Böyle deli horon oynamak mümkün mü? Nerdeeee?
Sıcakta parmağımızı oynatacak gücümüz olmuyor vallahi!
Ne
düşündüm biliyor musun? Karadeniz ikliminde yazlar serin kışlar soğuk oluyor
ya... Karadeniz folklorü, ısınmak için mi böyle kıpır kıpır acaba?
10 Mayıs 2012 Perşembe
Ben Her Bahar Ağaca Aşık Olurum.
Tanıdığım bir ağaç var. Yeni Cuma Camii'nin alt köşesine yakın... Şımarık mı şımarık... Afralı tafralı edasıyla diğerlerinden farklı duran bir ağaç bu... Arabamla geçerken... Tam ağaç kalabalıklığının olduğu yerde... Trafik sıkışınca bir süre... Gözüm hemen o ağaca takılır. Nasıl burnu havada bir ağaçtır anlatamam. Yüzde binbeş yüz eminim şehrin ilk tomurcuklanan ağacı olduğuna. Aziz Nesin der ya hani... "Bir ılman hava esmeye görsün." Hopp! Patır patır açıverir çiçeklerini... Hemencik kendini o güzel havalara vuruverir. Daha ne oluyoruz demeden uçuk pembe giysisini giyiverir. Becerdi bu yılda... İlkin o çiçek açtı gene. Of! Bir naz bir şımarma. Nasıl herkesi küçümseyen küstahça bir havası var anlatamam. Resmen gözlerimin içine bakarak diyor ki "İster bak ister bakma"... Aaa!.. Umrunda değil dünya!.. Anlatılacak gibi değil! İlla görmek gerekir. Kalıbımı basarım asla ağaçların aptalı değildir. Gözlerimle şahidim. Ne ilkbahar yağmurları, ne akla hayale gelmez kocakarı soğukları, kiremit uçuran fırtınalar salladı silkeledi dallarını... Bana mısın demedi! Nasıl beceriyorsa beceriyor. Sırlarını gizlediği tomurcuklarına hiç bir şeycik olmuyor. Onca badireden sonra bile çiçeklenip hoş bir edayla salım salım salınıveriyor. Yanından geçerken kaç kere "nasılsın?" diye soruverdim. Allahım! Beni hiiç kaale almıyor. Cevap vermeye tenezzül etmiyor. Gene de ne zaman önünden geçsem ilgimi çekiverir. Arabayı yolun ortasına bırakıveresim, koşup sarılıveresim, kulağımı gövdesine dayayıveresim, şımarık iç kahkahasını duyuveresim gelir. Öyle baştan çıkarıcı hâli vardır ki anlatamam. Başka bir şeyi gözüm görmez, dünyamın merkezine oturuverir.
Şimdi neden yazdım bunları biliyor musun? Az önce içimi kurcalan bir merak sebebiyle sanal ansiklopedide bir şeyler arıyordum. Kierkegaard'ın kaygılı olmanın insanı diğer canlılardan ayıran şey olduğu tadında bir yazısına denk geldim. Ünlü Danimarkalı filozofa göre insan dışındaki diğer canlılar kaygı duymazlarmış. İnsanın ise yitip gitmeden, boyun eğmeden kaygıyla yaşamasını öğrenmesi lâzımmış. İşte tam bu yazıyı okuduğumda... Kafama dank etti. Anlattığım bu cazibeli ağacın hemen yanındaki zavallı ağaç ansızın gözümün önüne geldi. Deminden beri anlatıyorum ya hani... O deli dolu çiçek açan ağacı. İşte o ağacın hemencik yanındaki ağaç ise bizimkinin tersine... Nasıl dalları kara kuru... Nasıl cılız... Nasıl süklüm püklüm... Nasıl acınacak haldedir anlatamam. Şimdi anladım. Beriki etrafına aldırmadan çiçek açıp sevinçle pembeleştikçe... Bu ise eriyor kederinden günden güne... Ne demek kaygı duymamak, kaygılı olmamak? Kierkegaard görebilseydi keşke! Bu ağaç var ya baştan aşağıya kaygı, tepeden tırnağa tasa, kökünden dallarına mutsuzluk, gerginlik, endişe. Ay, düşündükçe yüreğim daraldı yeminle... Acaba yanındaki ağaç gerim gerim çiçeklendikçe, bu kendini aciz, eksik mi hissediyor? Acaba hep diğeriyle ilgilenince, bu ağaç hayatta bir kıymeti yokmuş gibi mi düşünüyor? Ne fena! Yooo... Var! Bak aklıma geldi işte. Ben onu önemsiyorum bi kere. Ne diyorum biliyor musun? Çıkıp oraya gitmeliyim. Evet, gitmeliyim inan ki. Gözünün önünde olan biteni göremeyip "dünyanın en güzeli benim" edasıyla salım salım salınan o şımarığı değil, bilakis günden güne eriyen kaygılı ağaca kulağımı dayayıp ilgiyle dinlemeliyim. Aziz Nesin'in dediği gibi... "Bir güler yüz bir tatlı söz..." Havasını bulur da önce aydınlatır kararan yüreğini... Çırpıştırır dallarını şööyle... Yanındaki şımarık ağacı şaşırtmanın sevinciyle içinde kalmış çiçeklerini patır patır açıverir belki. Şaşkın ya! Şimdi anladım. Enayi gibi hep nasıl o çiçek açan şımarık ağaca aldanmışım! Tamam. O kaygılı ağacın yanına hemen gideceğim. Biliyorum. Benim öğretebileceğim bir şey yok hiç kimseye ya da şeye. Ağacın kulağına sadece... "Kimi zaman bende senin durumuna düşüyorum. Olur böyle haller." diyerekten gönül alma kıvamında bir kaç lakırtı edeceğim. O kadar! Ah! Ben insanların aptalı. Bunu daha önce nasıl akıl edemedim?! Bari sen kaygı duyma e mi? Merak etme. Ben hemen halledeceğim.
2011
20 Şubat 2011 Pazar
Şansıma Hangi Öykü Çıkarsa Oyunum ve Öykülerle Zamanda Yolculuk.
Emrah Serbest'in Erken Kaybedenler adlı öykü kitabını okuyunca, yıllardan sonra Fakir Baykurt öykülerini okumayı canım çekmişti. Kitaplıkta Fakir Baykurt'un kitaplarını bulamamıştım ama Necati Güngör'ün Kahramanlar Hep Çocuk adlı içinde elli civarında memleketim yazarlarının öyküleri olan kitabı elime geldi. Sana bir şey söyleyeyim mi? Böylesi daha iyi oldu belki. Bu kitabı, hele içindekileri görünce o kadar şaşırdım ve sevindim ki anlatamam sana. Çok işim vardı aslında. Fakat kıyamadım. Oturdum. Ardı ardına iki öyküyü en hasret dolu ilgimle okudum. Bak şimdi...
Önce Fakir Baykurt'un Babamın işi adlı öyküsü okudum. Öykü Almanya'da geçmektedir. Babası ve annesiyle Almanya'da yaşayan öykünün kahramanı Türk kızı, Daisburg istasyonunda okul arkadaşlarıyla birlikte Köln'deki bir müzeye gitmek için tren beklemektedir. Sınıftaki tek Türk kendisidir. Ailesinden izin alıp ilk kez geziye gittiği için çok heyecanlı ve sevinçlidir. Babası, anlattığı kadarıyla dünya büyüklüğünde bir fabrikada çalışmaktadır. Babası işini anlatırken dışardan bu kadar hoş görünse de fabrikanın içerisinin cehennem gibi olduğunu söylemektedir. Burada çorba gibi eriyen demirler, kazanlardan kepçelerle alınmakta ve kalıplara dökülmektedir. Demirin resmen su gibi akabildiğini ilk burada görmüştür. Çok kazalar ve ölümler olmaktadır. Allaha çok şükür babası hiç kaza yaşamamıştır. Çünkü işine çok dikkat etmektedir. Zaten artık pek çok işi bilgisayar denilen makinalar yapmaya başlamış, işleri kolaylaşmıştır. Babası işini enine boyuna her fırsatta anlatır. Her ne kadar çevrelerindeki diğer Türkler, kız okutulur mu diye laf sokuştursa da, babasının güvenini boşa çıkarmamakta, derslerine sıkı asılmaktadır. Fakir Baykurt'a göre öykü, "yazıldığı dönemin tarihsel, toplumsal renklerini, özelliklerini içermeli az da olsa belge işlevi yüklenmelidir." 1971 de sıkıyönetim tarafından tutuklanan Fakir Baykurt askeri mahkemede uzunca bir süre yargılanıp beraat edince Almanya'ya gider. O dönemde Almanya'da yaşayan Türklerin sorunlarıyla ilgili öyküler yazmaya başlar. İşte bu öykü de onlardan biridir. Sonra ne olur öyküde biliyor musun? Tren istasyonunda yerleri süpüren iki Türk amca kızın ilgisini çeker. Amcalardan biri belini doğrultunca, kız bedenine elektrik verilmiş gibi sarsılır. "Ötede, başka bir yolcu kalabalığının arasında peronu süpüren" adamlardan biri babasıdır. Babasının Almanya'ya geldiklerinden beri fabrikada değil çöp işinde çalıştığını anlar. Bilir neler olup bittiğini.. Küçücük yüreğiyle hisseder. O bilgisayarlar girdikçe fabrikaya, işçinin yerini bu makinalar aldıkça, işçiler kapı dışarı edilmeye başlamışlardır. Babası da ilk çıkaranlar arasındadır. İşin iyisi kötüsü olur mu? Çalışmaktadır babası, öyle değil mi? Öyledir öyle olmasına ama... Okudukça insanın içine işler öykü... Zamanının ruhunu yansıtan bir öyküdür. Anlatılamayacak kadar etkilidir. Belki Emrah Serbes şimdiki zamanın ruhunu yansıtan öyküler yazdığı için bende Fakir Baykurt'u okuma isteği uyandırdı kimbilir? Fena mı oldu? Yıllardan sonra Fakir Baykurt okuduğum için çok mutluyum.
Sonra ne yaptım biliyor musun? Doyamadım öykü okumaya... Birbirinden değerli yazarlarımızın öyküsü olunca kitapta... Gözlerimi kapadım. "Şansıma hangi öykü çıkarsa.." diye bir sayfayı araladım. Gene kendi kendime "şansıma hangi öykü çıkarsa" oyunumu oynuyordum ya çok heyecanlanmıştım. Bu oyunumun bir de "şansıma hangi şarkı çıkarsa" versiyonu var. Onu kısmet olursa başka yazımda anlatırım. Efendime söyleyeyim, ben yumduğum gözlerimi usul usul aralarken... aralarken... Bir de ne göreyim? Şansıma Aziz Nesin'in Üç Meleğin Anası adlı öykü denk gelmdi mi? Hey! İnan bana... Kanatlarım olsa... Havalanırdım o anda... O kadar sevindim. Öyle tatlı bir öyküdür ki... Bu öykü de anlatılacak gibi değildir. İlla okumak gerekir. Amaa.. Dayanamayacağım. Kısaca anlatacağım. Çok şeker yaaa... Valla... Bak... Adam nasıl zayıf, nasıl zayıf... Güçsüz... Hani denir ya sıska ihtiyar.. Öyle... Ayaklarını zor sürüklüyor. Bayılırım öykünün şu cümlesine... Bir yandan da "İnsanın bir türlü sırtından atamadığı, taşınması en zor yük kendi ağırlığıdır." diye düşünüyor. Kilosu kırk kırkbeş arası olmalı. Karnı çok aç. Hem yürüyor hem öksürüyor. Yanından vızır vızır arabalar geçiyor. Bir araba... Hem de masmavi pırıl pırıl bir araba... İçinde şiir gibi bir kadın.. Of... Kadının saçları rüzgarda duman duman uçuşuyor. Direksiyondaki kadın sürekli adama bakıyor. Adam önce "açlık beynime vurdu galiba..." diye düşünüyor. Acaba kadın ona acıyor mu? Yoksa gözüne mi kestiriyor? Adam pek anlayamıyor. Yolunu değiştirip karşı kaldırıma geçiyor. Kadın bu kez diğer pencereden gene kendisine bakıyor. Bir güven geliyor bizim sıska ihtiyara... Eee.. Gençken yakışıklı olduğu düşünüyor. Kadın kendisine seslenip, arabanın kapısını açıp içeri oturmasını söylüyor. Şaşırıyor ihtiyarcık... Önce endişe ve sevinçle bocalıyor. Sonra arabaya binip oturuyor. Eve varana kadar hiç konuşmuyorlar. Hizmetçi açıyor kapıyı, eve giriyorlar. Salona geçtiklerinde kadın adama soyunmasını söylüyor. Aslında burada kesmeli öykünün devamını anlatmamalıyım. Çünkü anlatılamayacak kadar hoş bir öykü. Çok şeker.. Çokk... Neyse... Adam bari izin verilse de bir yıkansam diye söyleniyor. Kadın pantolonunu da çıkarmasını isteyince.... Hımm.. Acaba kadın kendisini aldatan kocasına inat mı böyle zamparalığa kalkışmaktadır? Belki kadının gönlü kendisine kaymıştır.. Olamaz mı yani? Kim bilir? Aklından binbir ihtimal geçiriyor. Pantolonunu çıkarıp kadına doğru sokulurken kadın fanilasını da çıkarmasını söylüyor. Sonra güzel hizmetçiyi çağırınca... Adam içinden bu kadar da olmaz. İki kadınla mümkün değil başa çıkamam diye aklından geçiriyor. Kadın güzel hizmetçiden, mürebbiyeye çocukları alıp gelmesini söylemesini istiyor. Bir donla kalan ihtiyar artık üşümekten mi yoksa heyecandan mı bilmiyorum titremeye başlıyor. İşte bundan sonrası tam bir kara mizah vaziyeti... Bak şimdi... Çocuklar mürebbiyeleriyle geliyorlar. Anneleri çocukların o gün yemeklerini yiyip yemediklerini soruyor. Üç çocuk gene yemeklerini yememişler. Kakao, çikolatayla idare etmişler. Kadın onları korkutur gibi parmağını uzatarak ayakta titreyen yaşlı adamı gösteriyor. "Bakın, bunu görüyorsunuz ya... Nasıl iskelete dönmüş. Eğer yemek yemezseniz siz de işte bunun gibi olursunuz." diyor. Üç melek yavru korkup analarının bacaklarına sarılıyorlar. "Şiir kadar güzel kadın, sıska ihtiyara: "Haydi, çabuk giyin de git," diyor. Böyleyken böyle işte. Resmen şahane bir Aziz Nesin klasiği. Ne vicdansız kadın öyle değil mi? Yemek ver sıska ihtiyarcığa bari! Hayret edilecek şey! Güler misin ağlar mısın? dedirten cinsten öykülerden yani.. Allahım yarabbim... Görüyor musun halimi... Şimdi nerelere geldim gene durup dururken... İyi ama öyküleri yazacağım diye bakar mısın saat kaç oldu. Yok yatağa falan gidecek halim yok. Kafamı koyup masada uyuyacağım şimdi bennnnnnnnnnnnn..........
NOT: İlk çizim Ravza Uzuner'in Resim Galerisi'nden alınmıştır.
13 Aralık 2010 Pazartesi
Her Gün Yazı Yazmak Kolay Bir Şey Mi?
Hergün Hayal Kahvem’e yazı yazma gayreti içindeyim ya… Her gün yazı yazmak kolay bir şey mi, Allah aşkına? Bu gün gene ne yazsam acaba diye düşünürken, Sevgili Aziz Nesin’in Fantiko adlı öyküsü geliverdi aklıma... Bakın hikaye şöyle:
Bir vakitler, ülkenin birinde, yaşlı bir yazar yaşarmış. Çalıştığı gazetesindeki köşesine, her gün yazılar yazarmış. Son zamanlarda yaşadığı ülkede artık onu önemseyen, yazdıklarına kulak asan pek yokmuş. Nasıl etsem de okuyucuların ilgisini çeksem diye her gün kara kara düşünür dururmuş. Gene bir gün böyle masasına oturmuş. Eline kalem ve kağıt almış. Hani insan ne yapsam, ne yazsam acaba diye düşünürken, önündeki kağıda, anlamsız şekiller çizer ya… Bizim yaşlı yazar da, kafasında yazacak bir konu olmadığından, önündeki kağıda önce bir yelkenli kayık resmi çizmiş. Sonra adını yazmış. Ne yazsam acaba yarın için diye düşünürken, bu kez kendi adını büyük harflerle yazmaya başlamış. Sonra yazdıklarının içini kurşun kalemle karalamış. Önündeki kağıt karalamayla dolunca, halen aklına bir konu gelmediği için olsa gerek, sinirlenmiş, kağıdı fırlatmış atmış. Yeni bir kağıt almış. Önce kareler, üçgenler, yıldızlar filan çizmiş. Sonra bilinçsizce kağıdın üzerine özenle bir F harfi kondurmuş. Sonra içinden geldiği gibi, önce bir A harfi koymuş F harfinin yanına… Sonra bir güneş ve bir yürek resmi yapmış mesela... Kağıdın orasına burasına da gelişigüzel harfler kondurmuş. Bir F, Bir A, bir N… Sonra bir T harfi, bir İ harfi… Bu arada halen, ne yazsam, ne etsem diye düşünmeye devam ediyormuş. Kağıdın üzerine bir K, bir O yazmış… Sonra da at kuyruğuna benzer bir şey çizmiş. Ne yazsam diye düşünmeye devam ederken, birden çiziktirdiği harfleri yan yana getirip okumuş: F – A – N – T – İ – K – O Bir daha okumuş: Fantiko.. Birden büyük bir sevinç duymuş. Gazeteye ne yazacağını sonunda bulmuş.
Ertesi gün, yazarın gazetedeki Fantiko yazısı çok ilgi toplamış. Yazıya göre Fantiko çok kötü bir şeymiş. Herkes Fantiko nedir diye birbirine soruyor, gazeteyi okumayanlar gazeteyi arayıp buluyor ve Fantiko başlıklı yazıyı okuyorlarmış. Kimse Fantiko'nun ne olduğunu bilmiyormuş bilmemesine ama herkesin hemfikir olduğu konu, Fantiko’nun çok ama çok kötü bir şey olduğuymuş. Birkaç gün sonra aynı yazar, gazetesindeki köşesinde “Fantiko nedir?” başlıklı, okuyana korku geçiren bir yazı daha yazmış. Yazıya göre Fantikocular çok tehlikeli insanlarmış. Şeytandan bile beterlermiş. O yazar her gün Fantikocular üstüne yazı yazmaya devam etmiş. Yazılar o kadar ilgi toplamış ki, diğer yazarlar da Fantiko üzerine yazı yazmaya, insanlar sürekli bu konuyu konuşmaya başlamışlar. Gündengüne Fantiko korkusu ülkede yayılmaya başlamış. İlk yazan yaşlı yazarın ünü de artmış tabii bu durumda.. Bu üstün yazar kurtarıcı gibi görülmeye başlamış. Bu tehlikeyi görüp de ilk anlatan olmasaydı, bu korkunç tehlike ile koyun koyuna yaşayacaklardı, öyle değil mi? Fantiko veremden, vebadan, tifüsten bile daha tehlikeliydi çünkü. Bununla kalsa iyi, üstelik Fantiko bulaşıcı bir şeydi. Bir Fantikocu bin kişilik bir yere girse,o bin kişi bir dakika içinde Fantikocu olabilirdi. Bunun için Fantikocunun bir esnemesi, bir soluk alıp vermesi yeterdi. Hele bir hapşırsa değil bin, onbinlerce kişiyi Fantikocu yapması işten bile değildi. O halde tüm Fantikocuların yok edilmesi gerekir tabii ki. Böyle düşünülmeye başlanmış.
Artık her gün insanlar tetikte beklemeye başlamışlar. Üstat yazar, bir gün "Fantikodan nasıl korunulur?" başlıklı bir yazı yazmış. Yazıya göre, ne kadar çok göz kırpılır, baş titretilirse ve ayaklar yerden kaldırılmazsa o kadar Fantikodan korunulurmuş. O ülkede herkes, kendilerine Fantikocu denmesin korkusuyla ayaklarını sürerek yürümeye, göz kırpmaya ve baş titretmeye başlamışlar. Kimin Fantikocu kimin olmadığı anlaşılmıyormuş tabii bu durumda. Bunun üzerine yazar köşesindeki yazısında, Fantikoculardan farklı olmak için, her ayak sürtmede bir yandan da diz büküp “Huta – Hata- Hap!” diye sesler çıkarması gerektiğini yazmış. Artık ülkede sürekli bu sesler duyulmaya başlamış. Eğer böyle yapmayan ya da yanlışlıkla “Hopa- Hupa- Hop!” diye sesler çıkaran olursa hemen yakalanıyormuş.
Üstat yazar borçlarını ödememek için, borclu olduğu herkesi Fantikocu olmakla suçlamaya başlamış. Çok kişinin çıkarına gelen, işine yarayan bu yöntem hemen o ülkede yayılmış tabii… Kiracılarını evden çıkarıp yeniden kiralamak isteyenler sözgelimi, kiracılarının Fantikocu olduklarını ihbar etmeye başlamışlar. Kira vermek istemeyen, bedava oturmak isteyen kiracılar da ev sahipleri için Fantikocudur demeye başlamışlar. Herkes kendilerine Fantikocu denmesin diye birbirini Fantikocu olarak suçlamak durumunda kalmışlar. Kim atik davranırsa kazanır olmuş. Artık Fantikocuların ne zaman, nasıl ve neyin kılığına girdiği anlaşılmaz olmuş. İşte tam bu sırada , üstat yazarın Fantikocu dediklerinden biri “Fantikocular, Fantikocu oldukları anlaşılmasın diye, Fantikocu düşmanı kılığına girerler. İşte Fantikocu!” diye üstat yazarı göstermemiş mi?
Fantikocu yazar, "Fantiko diye bir şey yok, ben uydurdum," diyememiş. Bu durumda üstatlığı kalmazmış çünkü. "Fantikocuyum" dese, kendisi kalmayacakmış doğal olarak. O sebepten “Ben mi Fantikocuyum? Ben mi?” diye kekelemeye başlamış. “Ben mi Fantikocu olacağım, bakın halime de bir söyleyin, benim kılığımda Fantikocu olur mu hiç?” demiş. Ondan sonra da dizlerini büküp, göz kırparak, başını titreterek, " Huta – Hata – Hup – Huta – Hata – Hup!" diye inlemeye başlamış.
Şimdi bu öykü nereden mi aklıma geldi? Ne bileyim? Geldi işte... Bu anlatılanlar hiç mi yabancı gelmedi size? Yok canım.. Bildiğim kadarıyla Aziz Nesin bu öyküyü 50 sene filan önce yazmış. Düşündüğünüz belki, sadece bir benzetme... Peki... Aziz Nesin'in öyküleri güncelliğini hiç yitirmeyecek mi? Bu gün de böyleyken böyle işte... Bizde işler bu merkezde.
7 Temmuz 2010 Çarşamba
Her Gün Yazı Yazmak Kolay Bir Şey Mi, Diyelim Ve 1995 Temmuz'unda Yitirdiğimiz Ustayı Yadedelim.
Hergün Hayal Kahvem’e yazı yazma gayreti içindeyim ya… Her gün yazı yazmak kolay bir şey mi, Allah aşkına? Bu gün gene ne yazsam acaba diye düşünürken, Sevgili Aziz Nesin’in Fantiko adlı öyküsü geliverdi aklıma... Bakın hikaye şöyle:
Bir vakitler, ülkenin birinde, yaşlı bir yazar yaşarmış. Çalıştığı gazetesindeki köşesine, her gün yazılar yazarmış. Son zamanlarda yaşadığı ülkede artık onu önemseyen, yazdıklarına kulak asan pek yokmuş. Nasıl etsem de okuyucuların ilgisini çeksem diye her gün kara kara düşünür dururmuş. Gene bir gün böyle masasına oturmuş. Eline kalem ve kağıt almış. Hani insan ne yapsam, ne yazsam acaba diye düşünürken, önündeki kağıda, anlamsız şekiller çizer ya… Bizim yaşlı yazar da, kafasında yazacak bir konu olmadığından, önündeki kağıda önce bir yelkenli kayık resmi çizmiş. Sonra adını yazmış. Ne yazsam acaba yarın için diye düşünürken, bu kez kendi adını büyük harflerle yazmaya başlamış. Sonra yazdıklarının içini kurşun kalemle karalamış. Önündeki kağıt karalamayla dolunca, halen aklına bir konu gelmediği için olsa gerek, sinirlenmiş, kağıdı fırlatmış atmış. Yeni bir kağıt almış. Önce kareler, üçgenler, yıldızlar filan çizmiş. Sonra bilinçsizce kağıdın üzerine özenle bir F harfi kondurmuş. Sonra içinden geldiği gibi, önce bir A harfi koymuş F harfinin yanına… Sonra bir güneş ve bir yürek resmi yapmış mesela... Kağıdın orasına burasına da gelişigüzel harfler kondurmuş. Bir F, Bir A, bir N… Sonra bir T harfi, bir İ harfi… Bu arada halen, ne yazsam, ne etsem diye düşünmeye devam ediyormuş. Kağıdın üzerine bir K, bir O yazmış… Sonra da at kuyruğuna benzer bir şey çizmiş. Ne yazsam diye düşünmeye devam ederken, birden çiziktirdiği harfleri yan yana getirip okumuş: F – A – N – T – İ – K – O Bir daha okumuş: Fantiko.. Birden büyük bir sevinç duymuş. Gazeteye ne yazacağını sonunda bulmuş.
Ertesi gün, yazarın gazetedeki Fantiko yazısı çok ilgi toplamış. Yazıya göre Fantiko çok kötü bir şeymiş. Herkes Fantiko nedir diye birbirine soruyor, gazeteyi okumayanlar gazeteyi arayıp buluyor ve Fantiko başlıklı yazıyı okuyorlarmış. Kimse Fantiko'nun ne olduğunu bilmiyormuş bilmemesine ama herkesin hemfikir olduğu konu, Fantiko’nun çok ama çok kötü bir şey olduğuymuş. Birkaç gün sonra aynı yazar, gazetesindeki köşesinde “Fantiko nedir?” başlıklı, okuyana korku geçiren bir yazı daha yazmış. Yazıya göre Fantikocular çok tehlikeli insanlarmış. Şeytandan bile beterlermiş. O yazar her gün Fantikocular üstüne yazı yazmaya devam etmiş. Yazılar o kadar ilgi toplamış ki, diğer yazarlar da Fantiko üzerine yazı yazmaya, insanlar sürekli bu konuyu konuşmaya başlamışlar. Gündengüne Fantiko korkusu ülkede yayılmaya başlamış. İlk yazan yaşlı yazarın ünü de artmış tabii bu durumda.. Bu üstün yazar kurtarıcı gibi görülmeye başlamış. Bu tehlikeyi görüp de ilk anlatan olmasaydı, bu korkunç tehlike ile koyun koyuna yaşayacaklardı, öyle değil mi? Fantiko veremden, vebadan, tifüsten bile daha tehlikeliydi çünkü. Bununla kalsa iyi, üstelik Fantiko bulaşıcı bir şeydi. Bir Fantikocu bin kişilik bir yere girse,o bin kişi bir dakika içinde Fantikocu olabilirdi. Bunun için Fantikocunun bir esnemesi, bir soluk alıp vermesi yeterdi. Hele bir hapşırsa değil bin, onbinlerce kişiyi Fantikocu yapması işten bile değildi. O halde tüm Fantikocuların yok edilmesi gerekir tabii ki. Böyle düşünülmeye başlanmış.
Artık her gün insanlar tetikte beklemeye başlamışlar. Üstat yazar, bir gün "Fantikodan nasıl korunulur?" başlıklı bir yazı yazmış. Yazıya göre, ne kadar çok göz kırpılır, baş titretilirse ve ayaklar yerden kaldırılmazsa o kadar Fantikodan korunulurmuş. O ülkede herkes, kendilerine Fantikocu denmesin korkusuyla ayaklarını sürerek yürümeye, göz kırpmaya ve baş titretmeye başlamışlar. Kimin Fantikocu kimin olmadığı anlaşılmıyormuş tabii bu durumda. Bunun üzerine yazar köşesindeki yazısında, Fantikoculardan farklı olmak için, her ayak sürtmede bir yandan da diz büküp “Huta – Hata- Hap!” diye sesler çıkarması gerektiğini yazmış. Artık ülkede sürekli bu sesler duyulmaya başlamış. Eğer böyle yapmayan ya da yanlışlıkla “Hopa- Hupa- Hop!” diye sesler çıkaran olursa hemen yakalanıyormuş.
Üstat yazar borçlarını ödememek için, borclu olduğu herkesi Fantikocu olmakla suçlamaya başlamış. Çok kişinin çıkarına gelen, işine yarayan bu yöntem hemen o ülkede yayılmış tabii… Kiracılarını evden çıkarıp yeniden kiralamak isteyenler sözgelimi, kiracılarının Fantikocu olduklarını ihbar etmeye başlamışlar. Kira vermek istemeyen, bedava oturmak isteyen kiracılar da ev sahipleri için Fantikocudur demeye başlamışlar. Herkes kendilerine Fantikocu denmesin diye birbirini Fantikocu olarak suçlamak durumunda kalmışlar. Kim atik davranırsa kazanır olmuş. Artık Fantikocuların ne zaman, nasıl ve neyin kılığına girdiği anlaşılmaz olmuş. İşte tam bu sırada , üstat yazarın Fantikocu dediklerinden biri “Fantikocular, Fantikocu oldukları anlaşılmasın diye, Fantikocu düşmanı kılığına girerler. İşte Fantikocu!” diye üstat yazarı göstermemiş mi?
Fantikocu yazar, "Fantiko diye bir şey yok, ben uydurdum," diyememiş. Bu durumda üstatlığı kalmazmış çünkü. "Fantikocuyum" dese, kendisi kalmayacakmış doğal olarak. O sebepten “Ben mi Fantikocuyum? Ben mi?” diye kekelemeye başlamış. “Ben mi Fantikocu olacağım, bakın halime de bir söyleyin, benim kılığımda Fantikocu olur mu hiç?” demiş. Ondan sonra da dizlerini büküp, göz kırparak, başını titreterek, " Huta – Hata – Hup – Huta – Hata – Hup!" diye inlemeye başlamış.
Şimdi bu öykü nereden mi aklıma geldi? Ne bileyim? Geldi işte... Bu anlatılanlar hiç mi yabancı gelmedi size? Yok canım.. Bildiğim kadarıyla Aziz Nesin bu öyküyü 50 sene filan önce yazmış. Düşündüğünüz belki, sadece bir benzetme... Peki... Aziz Nesin'in öyküleri güncelliğini hiç yitirmeyecek mi? Bu gün de böyleyken böyle işte... Bizde işler bu merkezde.
24 Mart 2010 Çarşamba
Bir Öykünün Cümleleri Beni Nerelerde Gezdirdi?
Bilirsin evlerimizin odaları bedenimizin fonksiyonlarına göre isimlendirilir. Uyumak için yatak odası, yemek için yemek odası, oturmak için oturma odası deriz.. Böyle öğrenmişiz. Tamam, banyo ve mutfak uymuyor bu örneklemeye diyeceksin… Olsun... İstisnalar kaideyi bozmaz. Bak şimdi… Şöyle bir düşündüm de, evler eskisi gibi değil ki.. Artık hepimizin evleri üç aşağı beş yukarı aynı. Sanki despot biri, el atmış evlerimize… Hepimizi aynı kalıplara sokmuş. Bizim sitede misal, bütün daireler tıpatıp aynı. Üç yatak odası, bir büyük oturma odası yani salon var... Hemen hemen herkesin televizyonu aynı yerde… Düşünsene… Bizim apartmanda aynı zamanlarda, aynı yerlerde oturup aynı tarafa bakan ya da yatıp kalkan kimbilir kaç insan var? Eee! Herkesin aynı odalarda aynı işi yaptıklarını bilmek sence de çok komik değil mi? Sonra... Her dairenin salon ve mutfak arasında tezgah var… Bu demektir ki hepimiz yemeklerimizi yiyiyoruz aynı yerde… Ayy! Ne sıkıcı vaziyet… Askeri kışla mı ne?
Şimdi durup duruken nerden düştü bunlar aklıma değil mi? Aslında yazarın öyküsüyle ilgisi yok belki... Hatta öykü bir aşk öyküsü gibi... Fakat, ne yapabilirim? Bütün bunları aklıma getiren.... Şeyy... Bugün Aziz Nesin’in Kan Yüzüğü öyküsünü okumuştum, Yetmiş Yaşım Merhaba adlı kitabındaki... Yazar, öyküdeki kız için şöyle diyordu: .”….zamanı geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir bütün olarak yaşamıyordu. O zamanı parça parça yaşamaktaydı. Yaşadığı her zaman ayrı bir parçaydı ve kopuk kopuk olan o zaman parçaları, önceki ve sonraki zamanla birleşmezdi. Tıpkı bir albüm seyreder gibi yaşardı zamanı. Albümün bir sayfasını çevirip o sayfadaki resmi seyrederken o resimle ilgienirdi. Ama o sayfayı çevirip albümün başka sayfasındaki resme bakarken bir önce baktığı resimleri unuturdu. Onun için yaşam abümdeki resimlere bakmak gibiydi. Sayfa çevirilince unutulur, yeni çevrilen sayfa yaşanılırdı.” Ne fena bir durum değil mi? İşte öykünün bu cümleleri nedense bizlerin ev hallerini gözümüm önüne getirdi… Öyle bir apartman düzeninde yaşatıyorlar ki bizi, hayatımız bir albümdeki fotoğraflar gibi… Hep şimdiki zamanı yaşamaya mecbur bırakılıyoruz. Evlerimizde geçmişe ilişkin bir şey tutamıyoruz ki.. Misal, daha önceleri yaşadıklarımızı hatırlatacak, kişisel tarihimize ilişkin eşyalarımızı koyacağımız tavanarası ya da kilerlerimiz nerede? Yok… Eskiyi fırlat at. Eskiler albümün arka sayfasında kalsın… Unut geçmişi… Sen artık albümün yeni sayfasına bakmalısın… Sadece bugünü yaşa öyle mi? Gizli bir el bizlere bunu yaptırıyor sanki... Ne feci!.. İnanmıyorum ya.. Kimler acaba bu hallerimizin müsebbibi? Ya da nebileyim sadece bize ait, bize özgü bir şeyler hiç olmayacak mı evlerimizde Allah aşkına? Şimdi düşündüm de komşunun evine gitsem hiç yabancılık çekmem valla… Eşyalarımız bile aynı yerde… Yemek masası, koltuklar, sehpalar nerelere konacak, yatak odalarında yatakların yerleri falan, zaten taşınmadan önce proje üzerinde belliydi ki... Klozetler, lavobolar bile beş katta üst üste aynı vaziyette… Ayy! Bunları düşündükçe içime fenalık geldi… Bizi aynı kalıplara sokan, sadece bugünde yaşatmaya uğraşan, geçmişimizi albüm sayfası çevirir gibi unutturmaya çalışanları var ya bir elime geçirsem.... İnan ki hiç acımam… Hayali çizgi roman kahramanı gibi, herbirine dalarım şimdi!..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)