31 Ağustos 2011 Çarşamba

Yerine Konmayan Kitaplar Ve Komşuluk Üzerine Hasbihal


Talideyim ya… Evdeyim. Eşyalarımı özlediğimi fark ettim. Oysa her akşam iş dönüşü üzerlerindeyim. Ya da her akşam ve hafta sonları elimin altında olduklarını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ne yalan söyleyeyim eşyalarımı severim. Kitaplarım mı?  Of, sorulur mu? Onlar arkadaşlarım ya da ne bileyim evlatlarım gibidirler benim. Az önce enine boyuna kitaplarıma baktım. İnan bana, şaşkınlık içinde kaldım. Kitaplarım resmen evin dört bir yanına dağılmışlar! Anlatılacak gibi değil. İlla görülmesi gerekir. Sanıyorum bir sebeple kitaplıktaki yerlerinden almışım. Ne zaman okumuşum kim bilir? Hangi odada, hangi koltukta okuduysam artık... En son okuduğum yerde bırakmışım. Sence bu davranışım saygısızlık gelmiş midir onlara? Acaba üzülüp kırılmışlar mıdır ki? Ne fena!.. Peki kitaplıktaki diğer kitaplar… Evin içine dağıttığım kitapların önceki komşuları hani… Yerlerini boş gördükçe... Veya onların boşluklarını ilgisiz başka kitaplarla doldukça ben… Durumlarını garipsemişler midir? Ürpertici tuhaf bir his kaplamış mıdır içlerini? Tuhaf! Nereden aklıma geldi şimdi... Dinle bak... Bir vakitler aynen benim yaşadığım gibi...


Komşuluk deyince, depremden sonra iki yıl yaşadığım Ataşaehir'deki stüdyo daire aklıma geldi. Tam kapı karşı daireye sürekli değişik insanlar gidip gelirdi. Bir çiftle denk gelmiştim söz gelimi… Yeni evlilerdi. Ya da evli değillerdi. Sormadım tabii… Birliktelerdi. Bir iş dönüşü kapıda karşılaşmıştık. “Merhaba” demiştim. “Merhaba, yeni taşındık” demişlerdi. Genelde akşam iş dönüşü karşılaşırdık. Gülümserdim. Gülümserlerdi. Evin kapısını açıp içeri girerlerdi. Evin kapısını açar içeri girerdim. Bilirdim ki kapı karşı dairede onlar yaşarlardı. Bu duruma alışmıştım. İki ay kadar geçti. Artık kahveye çağırmaya niyetlenmiştim. Ama nedense onları  görmüyordum. İki gencin  karşı daireye girip çıktığını fark ettim. İlk rastlaştığımızda “Bir çift vardı” diye soracak oldum. “Onlar gitti. Biz taşındık.” dediler. Demek öyle selamsız sabahsız hayatımdan çekip gittiler. Köyde alışmışım ya yılların komşuluğuna... Şehirdeki bu vaziyet ilkin tuhaf geldi. Bir akşam mantı vermiştim karşı dairedeki gençlere. Bir gece de onlar benden tuz istemişlerdi. O kadar. Onlar da gitti. Bir süre sonra yerlerine bir kadının taşındığını anladım. Bir gece… Çöpü kapının önüne koyuyordum ki  kapısı açıldı… Gözgöze geldik. Sarı kısa saçlıydı. Üzerinde siyah dekolte bir giysi vardı. Gülümsedim. “Selam” dedim. İfadesiz bir yüzle bana baktı. Kapısını gürültüyle suratıma kapadı. Öylece kalakaldım. Bir daha hiç görmedim. Sadece eve girip çıkarken onun varlığını kapısının arkasında hep hissettim. Kapının dürbününden bana bakıyordu. Eminim. Günlerce bu kadının kim olduğuna dair tekinsiz hayyaler kurduğumu söyleyebilirim. Acaba o gençler nereye gitmişlerdi ki? Ya o kadın... Ya diğerleri...  Şimdi nerededirler? Kim bilir?


Ne yalan söyleyeyim, bir süre sonra artık karşı daireye taşınan insanlara selam vermedim. Hatta göz göze gelmek bile istemedim. Üzerime daha önce bilmediğim bir kayıtsızlık hali çöktü. Oysa ayaküstü tanışıp merhabalaştığım insanların apansız yok olmalarına kolay alışamamıştım biliyor musun? Önceleri... Onların yerini başkalarının doldurması nedense bana tuhaf ürpertici bir his verirdi. Abaraka dabraka… Bir varlar… Bir yoklar…  Sanıyorum benim için onlar aynen kitaplıktan çekilen ve bir daha  yerine konulmayan kitaplar gibiydiler. Boş kalan daireyi ilgisiz bambaşka insanlar dolduruyordu sürekli.  İyi bir his vermemişti. Şimdi düşününce o günleri… Kendimi fena hissettim. Oturduğum yerde doğruldum. Evin dört bir yanına dağılmış kitaplarıma, tüm çalışan kadınların ihmal ettiklerini düşündükleri evlatları için ne yapsalar içlerinden atamadığı vicdan azabı duygusuyla baktım.  Bir anne şefkatiyle kitaplarımı  toplamaya başladım.


NOT: Dedektif Julia Çizgi Roman Karelerini kullandım.



30 Ağustos 2011 Salı

Bayramda Bir Şarkıdan Bir Öyküye Yolculuk


Dün akşam iş çıkışı arabamla eve doğru gidiyorum. Oh! Bayram gelmiş. Yaşasın! Sıkı çalışmıştım bu hafta. Bayram tatili boyunca  ayak uzatacağım ya. Seviniyorum.  Müziğin sesini açıyorum. Mazhar Alanson söylüyor. Hüzünlü bir müzik. Sözlerini dinlemiyorum. Şarkının ezgisinin tınılarında hafif salınarak araba kullanıyorum. Şarkı bitti. Doyamadım galiba. Başka bir şarkı dinlemek istemedim.  Aynı şarkıyı tekrar başa aldım. Bir daha dinliyorum. Bu kez sözleri kulağıma değmeye başlıyor. Sözleriyle şarkıyı daha çok seviyorum. Uzun zamandır dinlemediğim bir şarkı bu. Üstelik MFÖ'nün popüler şarkılarından biri değil. Hani bazı şarkılar vardır ya. Ne zaman dinleseniz, üzerinize bir hüzün çöker.  Bir garip olursunuz.  İşte bu, o şarkılardan. Diyor ki...
Bütün kabile kızar bana
Derler bu adam çalışmaz mı
Bu adam hep düşünür mü
Bir kuş ölmüş diye üzülür mü
Tam burada aklıma Sait Faik düşüyor iyi mi? Evet, bu şarkı Sait Faik'in bir öyküsünü anımsatıyor. Bak şimdi... Sait Faik'in 1952 yılında yayımlanan Son Kuşlar adlı kitabında, Sivriada Geceleri adlı bir öykü vardır. Bu öyküde yazar, balıkçı Kalafat ve yamağı Sotori ile birlikte, bir nisan akşamı balığa çıkar. Deniz dümdüzdür. Ebemkuşağı zaman zaman görünüp kaybolmaktadır. Yazarın deyimi ile sanki dünyanın kuruluşundan bir gün yaşıyor gibidirler. Adaya gelirler. Güneş batmaktadır. Martılar haykırmaktadır. Karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını deli gibi çırpmaktadırlar. Öyküde şahane betimlemeler vardır. Uzatmak istemiyorum. Sonunda balıkçılar ve yazar artık ateş yakıp, dinlenecekler. Herkes çalı çırp toplamak için koşuştururken, yazar oturduğu yerden arkaüstü yatmış, kırmızı bacakları ile havayı dövmekte olan bir martıyı izlemektedir. Martının yanına gider.  Hayvanın gözleri açıktır.  O sırada Sotori elindekilerle yanına gelir. Martının ölmekte olduğunu söyler.  Az sonra gerçekten ölür martı.  Balıkçılar için çok doğal bir durumdur martının ölmesi. Ne olacak, insanlar da ölmüyorlar mı? Yazar ise martının ölmesinden çok etkilenir.  Ağlamaklı gibidir. Diğerleri ateş üzerinde yemek pişirme gayetindeyken, yazar halen martının başındadır.  Hayale dalar.  Sanki dünyanın yaradılışındadır şimdi. İnsanların ilk zamanlarını yaşamaktadırlar. Onlar avlıyor ve ateş üstünde yakıyorlar. Yazar ise bir martıya belki türkü yazmış, ateşin karşısında onlara okumak üzeredir. Bütün kabile kızmıştır ona. Çalışmıyor ya!.. Hep kayalara oturup düşünecek mi? Martı ölmüş diye üzülecek mi? İşte öykü böyle başlıyordu. Şarkının sözleri gibi. Devamı da aynı şarkıda olduğu gibi sürüyordu..



Gündüz böyle diyenler
Ateşler yakılınca
Denizler coşunca
Ben bir şarkı söylerim yorgun insanlara
Bakın bakın martılar uçar
Bakın bakın yıldızlar koşar
Bakın ne güzel bir hayat var dünyamızda

Bir hüzün çöker bir garip olur insanlar
Yaklaşırlar birbirlerine
Şarkım sürer sabaha kadar
Melekler uçar üstünüzde
Şarkım sürer sabaha kadar
Melekler uçar üstünüzde
Evet, gündüz çalışmadığı için yazara söylenenler, gece olup da çalı çırpı yanınca, rüzgar denizi homur homur söyletirken, martılar deli gibi bağrışırlarken, geceleyin yazardan martının ölümünün türküsünü dinlerler.. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, birbirine sokulma hissi sarar. İşte bu hal belki de işe yaramaz diye düşünülen adamın bir vazifesi olarak kabul edilir. Bir kaç gün yazar gündüz ağ tamir eder, balık tutar, beceremez, bu durumda akşamları balıkçılara sevinme veya üzülme duyguları veren türkülerinden söyleyemez. Hıımm.. Anlaşılır durum. Ertesi gün balığa çıkarken, yazarı uyandırmazlar. Onu kendi haline bırakırlar. Şarkının devamı gibi..



Bu sabah uyandırmamışlar beni
Ava giden dostlar
Ava giden dostlar
Ne güzel

"Eee!" der Kalafat, anlat bakalım şu martının ölümünü..." Yazar şiirsel bir dille anlatmaya başlar hayalinden bir hikaye.. "..... Güneş yeni batmıştı. Doğudan mavi bir karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı." İşte böyle... Martının öyküsü de öyle dokunaklıdır ki anlatamam. Doğa ile insan ilişkisini en güzel anlatan öykülerden biridir bu. Mazhar Alanson'un müziği eşliğinde anlatabilsem keşke. Hani o ölen martı var ya, balıkçı Tahir'in martısıdır yazarın hayali öyküsüne göre. Balıkçı Tahir ile martı arasında garip bir ilişki vardır.  Martı, Tahir'in yemesi için attığı balıklardan başka bir şey yemez. Kimi zaman Tahir, fırtına sebebi ile birkaç gün denize çıkıp balık tutmadığı zamanlarda bile, martı çöp karıştırıp yemez. Tembel midir, şair midir acaba? Hep Tahir'in ona balık atmasını bekler. Hatta zaman zaman martı ve Tahir aralarında konuşurlar.  Peki martı neden ölmüştür biliyor musun? Tahir ölmüştür de ondan.  Tahir'in ölümünden sonra, martı kimsenin elinden yemek yememiştir. Aslında ne o Tahir'siz ne de Tahir onsuz yaşayabilirdi. Yaşayamamıştır. İşte yazar, martının ölümünün ardından böyle bir öykü hayal eder. İnsanlar yazarın öykülerini severler. Anlarlar ki çalışmasa da, avlanmasa da, hayal gören, bir martının ardından hüzünlenen, öyküler yazan, şarkılar, türküler söyleyen bu insana ihtiyaçları vardır. Bütün gün kendileri çalışırlar. Sabah balığa giderken yazarı uyandırmazlar. Bilirler ki akşam ateşin başına geçtiklerinde, onlara üzülme veya sevinme duyguları veren türküler, öyküler dinleyecekler.  Akşam işten eve dönerken, Mazhar Alanson'un şarkısı eşliğinde bunlar düştü aklıma işte. Mazhar Alanson "Sanatçının Öyküsü" adlı şarkısından, Sait Faik'in bir öyküsüne gönderme... Böyleyken böyle. 



(Temmuz 2010) 

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Gohor'la Bir Bayram Arefesi



Aşkın Güngör’ün epeyce bir arama sonucunda edindiğim, Gohor Kıyametten Sonra adlı kitabı kaç gündür masanın üzerinde öylece duruyordu. Hem elimde okuduğum iki kitap vardı. Hem de Gohor’un 500 sayfalık bir roman olması biraz ürkütmüştü beni doğrusu. Daha önce yazarın hiç bir kitabını okumamıştım. Satın aldığımda, Gohor’dan birkaç sayfa okumuştum okumasına, üstelik dili de hoşuma gitmişti ama gene de korkmuştum. Ya beğenmezsem devamını. Ya sıkılırsam… Böyleyim işte. Kitabın hakkını verebilmem için, önce karşılıklı biraz bakışmamız, kitabın bana alışması, evin havasını soluması, evden biri olması, durduğu yerde demlenmesi lazım. Öyle girişemem illa okuyacağım diye. Kitabın “Beni oku!” demesi lazım. Kitaplarla arkadaşlığım böyle. O nedenle kitap cimrisiyim işte. Kıyamam ya kimselere vermeye. Ödüm kopar biri benden kitap isteyecek diye. İnsan arkadaşını hiç ödünç verebilir mi? Ben vermem. Böyle!

Bugün bayram arefesi.. Annem olmaması sebebiyle biraz hüzünlüyüm. Ama kabulleniyorum tabii.. Yaşlar ilerledikçe yaşanacak kayıplar. Anne ölümü de bunlardan biri ne yazık ki. Neyse… Tam masanın yanından geçerken, baktım Gohor gözümün içine içine bakıyor. Usulca aldım elime. Oturdum battal koltuğa. Ayaklarımı topladım altıma. Başladım Gohor’u okumaya. 24. sayfasına gelmiştim ki yanağımdaki yaşları hissettim. Ağlıyor muyum ne? Olamaz! Yıllardır kitap okurken ağlamadım. Kemalettin Tuğcu öykülerinde kaldı en son ağlamalarım. Üstelik Gohor bir bilim kurgu roman değil miydi? Peki bu gözlerimden dökülen pıtır pıtır yaşlar niye?
 

Ergenlikte, bazı çocukların kemikleri uzarken, acı duyduklarını okumuştum. O denli acı hissediyorlarmış ki, ilaç kullanmaları gerekebiliyormuş hatta. Tuhaf gelmişti ilk duyduğumda. Çünkü hayatımda böyle bir acıyı hiç hatırlamıyordum.. Belki acı vardı mutlaka da diğerlerinin hissettiği gibi şiddetli değildi. Yaşamın hay huyu içinde karambole gelmişti benimkiler belki, kimbilir? Demek ki büyümek acı çekmekle ilintiliydi. Sadece fiziki acılar değil, hissi acılar da, büyütmez olgunlaştırmaz mı zaten insanı? Kemalettin Tuğcu öyküleriyle büyüyenler çok iyi bilecekler...  Kemalettin Tuğcu’nun üvey anneli ya da üvey babalı, ya da yoksulluk içinde acı çeken çocuk hikayelerine okurken ağladığımı ya da boğazımın düğümlendiğini hatırlarım. Sonraları düşünmüşümdür. Çocuklara küçük yaşta acı vermek, keder hissettirmek doğru bir şey midir diye?


Şimdi bu yaşımda, o kitapları iyi ki okuduğumu düşünüyorum. Sadece Kemalettin Tuğcu'nun değil, Ömer Seyfettin’in Kaşağı öyküsünü düşünsene sözgelimi... Kaşağıyı kırıp, kardeşi kırmış gibi söylemesi. Yani kardeşe iftira atma vaziyeti. Kardeşin bunu kabullenmemesi. Kardeşin yalancılıkla itham edilmesi. Kardeşin ceza alması. Baba tarafından azarlanma ve küçük görülme. Kardeşin hastalanması ve öykünün sonunda, suçsuz olduğunu söyleyemeden kardeşin ölmesi. Gerçeği itiraf edemeyen abinin hissetiği acı ve pişmanlık… İşte bu öykünün sonunda okuyucu, ne kadar kızsa da abiye, ne kadar hain abi gibi görse de, abinin ömür boyu çekeceği vicdan azabını resmen içinde hisseder ve ölen kardeş kadar, abiye de acır bu sefer. Öykü bunu okuyucuya geçirir. Acıtır insanı. Peki, edebiyatın insana acı, keder hissi vermesi kötü bir şey mi? Değil bence. İnsan bu öyküleri okudukça acıyı, merhameti, şefkati, vicdan azabını, insana dair tüm duyguları öğrenmeye başlar. Kederdeki zevki tattırır bu öyküler insana, yalnızlık hissini törpüler. Acı ve keder paylaşılır olur. Her şeyden güzeli acı ve keder anlaşılır olur.


İşte şimdi Gohor’a dönersem eğer, Gohor tam zamanında dost olmuştu bana. Tam efkarlı anımda gözüme gözüme bakmıştı. “Bir dostun sıcaklığına ihtiyaç duyuncaya değin sessizliğe sığın” “Yalnızlığı sessizlikte bulacaksın, kendini de yalnızlıkta.” diyordu Bay Öhh kitapta. Ben de ondan öğrendim, saklamayacağım. “İnsan kendini dinlemeyi öğrenmeli.” diye devam ediyordu çünkü kitap sonra. Bir zamanlar, annesi hayattayken, evlerinde yine aynı eşyalar olduğu halde kendini daha varsıl hissettiğini söylüyordu Gohor. Baraka bile daha büyük görünmektedir annesi sağken. Yaşadığı şehir bile dünyadan daha büyüktür o zamanlar. Oysa annesi…. Ölmüştür…. Ne zaman ki annesi ölmüştür, duvarlar daralmaya başlamıştır. Baba ve oğlun acısı ve yalnızlığı büyüdüğü için belki baraka küçülmüştür. Ya da baraka hep böyle hep küçüktür de annesinin kocaman sevgisiyle genişliyordu annesi sağken belki, kim bilir?



“Oysa anneler ölmemeliydi. Anneler uzaklara gitmemeliydi. Çocuklar yalnız hissettiklerinde kendilerini, ya da ter içinde kalktıklarında korku dolu bir uykudan, ya da düşüp de kanattıklarında bir yerlerini, sıcak kucağında avunacakları bir anneleri olmalıydı. – taze bahar dalları gibi umut veren, asırlık çınarlar gibi öğütleyen bir anne.” diye devam edince roman... Üstüne annesi öldüğünde tüm dünya seslerden arınıp, ve kar ‘anne anne’ diye yağmaya başlayınca romanda, yanağımdaki sıcacık gözyaşlarımı o anda hissettim işte… Evet ağlıyordum, ne var ki? Yazar, Gohor’un hislerini okura geçirmeyi becerebilmişti. Bu şahane bir şeydi. Peki, hayattaki en değerli şeyini kaybeden biri, bir daha mutluluğu yakalayabilir miydi? Kitap tam Gohor'un kederini aktardığı anda okura, hooop atlıyor yeni bir paragrafa ve bu sorunun cevabını gene Gohor veriyor: “Ben, kendi adıma, kuşlarda buldum mutluluğu. Onlarla dost oldum. “ diyor ve roman umut dolu bilim kurgu bir hikaye devam ediyor.
Daha çok başındayım kitabın. Ama kitapla yaşadıklarımı anlatmak istedim. Bu kitap uzun zamandır okuduğum en güzel anlatım dili olan kitaplardan biri. Aşkın Güngör’ün bu romanını yetişkinler dışında, çocuklara da şiddetle tavsiye edilmeli. Benimle acıyı paylaşan dostumu unutabilmem mümkün mü? Gohor her zaman en sevdiğim kitaplarımın arasında olacak. Kesin!

NOT: Bu yazıyı iki sene önce gene bir bayram arefesinde yazmıştım. Bu yazı artık Hayal Kahvem'in klasik bayram arefesi yazısı oldu.  Ben Gohor'u çoktan okudum ve bitirdim tabii.. Herkese sevgiyle tavsiye ettim.  Gohor  benim dost bildiğim kitaplarımdan biri olarak yüreğimdeki yerini  sabitledi.
 
 

Beni Bir Sardunya Büyüttü Belki




Sabahattin Ali'nin o güzelim şiirini bilirsin. İlla bilirsin. Nükhet Duru söylerdi bir vakitler hani... Dilimizden düşmezdi. O vakitler ömrün toy saatleri... Birhan Keskin der ya...  "İçimin de dışımın da olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı... Şimdilik, dünya geniş ve ılıktı... Biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik." Sanırım aynen böyleydim işte. İnsanî acılarından habersiz. "Nerde o başı dağlı, aşkı leyla?" ya da mecnun durumum... Yoktu henüz...  "Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza... Dünyada bulunmanın bahaneleri" der Birhan Keskin... Henüz hepsinden habersizdim. Şimdi düşünüyorum sanırım anlattığım gibiydim.  Evet, evet... Öyleydim. İnsan olan yerlerim henüz acımıyordu. Metin Üstündağ'ın dediği gibi taksimetrem henüz pişmanlıklar yazmıyordu. Yaşadıkça "hep cız oluyor bir tarafım hep uf" vaziyetlerini henüz bilmiyordum. Etrafımda sevdiklerim vardı. Mutlu olduğum bir ortamda yaşıyordum. İyi ama bütün bu güzelliklerin ortasında içimde tuhaf bir his vardı. Edip Cansever der ya hani... "Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda... Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi..." O duygumu nasıl anlatacağımı inan bilmiyorum. Tuhaf bir his... Sadece o yaşlarda kalsa iyi... Bitmedi... Yaşam boyu zaman zaman görüyorum ben o iniltiyi... Mutsuzlukla ilgisi yok anlatabiliyor muyum? Bilakis mutluyken daha fazla biliyorum. Şaşırtıcı bir his. Sahiden suyun tuzda yanması gibi... İçin için mânâsız bir efkâr hali... Dışardan kimsenin farkedemediği bir sessizliğin içimi ve dışımı kaplaması...   Gene bir şiirle,  Edip Cansever'in dizeleriyle ifade edebilirim belki.  "Ne peki? Yere dökülen bir un sessizliği mi? Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi? İşini bitirmiş bir org tamircisinin... Tuşlarından birine dokunacakkenki... Dikkati mi tedirginliği mi... " Bilmiyorum. Acaba Sabahattin Ali'nin o güzelim şiirinde yazdığı dizeler hislerimin tam tercümesi olabilir mi? "Beni en mutlu günümde... Sebepsiz bir keder alır...... Anlayamam kederimi... Bir ateş yakar derimi... İçim dar bulur yerimi... " Acaba şair aynı hislerle mi yazdı bu şiiri? Diyor ya... "Ne kış, ne yazı isterim... Ne bir dost yüzü isterim... Hafif bir sızı isterim..." Bilmiyorum... Yıllardır çözemediğim bir bilmece sanki... Acaba şiirlere ve şairlere meftûn olmam içimdeki tanıyamadığım bu his sebebiyle mi? Şiir yazmaktan korkuyor olmam... Gene de şiir okumadan duramamam... Şiirden etkilenen bir bünyeye sahip olmam...  Bazı şiirlerin başımı döndürmesi... Ayağımı yerden kesmesi... Elimdekileri düşürmesi... Kolaylıkla şiir çarpmasına uğruyor olmam yani... Acaba bu tuhaf his sebebiyle mi? Niye böyleyim? Cevap yok! Gene Edip Cansever'in dizelerine sığınarak bitireceğim yazımı.... "Büyük bahçelerin küçük içinde... Saksılardan birinde... Gördüm de... Uyurken uyandırılmış gibi... Beni bir sardunya büyüttü belki." Evet... Evet... Beni bir sardunya büyüttü belki. 

O şarkı burada...




 (Haziran 2011)

28 Ağustos 2011 Pazar

Köyümden İnsan Manzaraları - Mahir İrfan Benli

Okulda ne öğrendik? Muhtarlıkla yönetilen yerleşim birimlerine Köy denir. Değirmendere muhtarlıkla yönetilmekte... Eee! O halde demek ki biz köyde yaşıyoruz. Köyde yaşıyorum deyince, tanıdıklar "aa! deme öyle!" diyorlar. Niye? Köyde yaşamak fena bir durum mu? Bilakis, gurur duyuyorum köyümle! Hele yaşadığım köy Değirmendere'yle! Şahane bir sahilde... Çok hasar gördü 1999 depreminde, bu yüzden, GaziGöcük ve GaziDeğirmendere demeyi uygun görüyorum. 
 
 
O sabah ofise giderken yeni kitaplar almalıyım diye düşündüm. Elimde okunacak kitap kalmamıştı. Eskilere dönüp dönüp duruyorum. Ya İzmit'e yada İstanbul'a gitmeliyim. Hıımm! Bir ara Değirmendere sahilinde gece yürürken, alt katlarda bir yerlerde "2. el kitap satılır" diye bir tabela görmüştüm. Oraya bakayım dedim. İyi ki demişim. Bizim köyün sahilinde, bir kısım caddeye araç girmesi yasak. Hoş bir durum bu. O kısımda çocuk parkı var. İnsanlar egzoz kokusu solumadan, daha rahat dolaşıyorlar. İşte bu kitapçı, bu araç girişinin yasak olduğu caddede. Benim gibi her köşeye arabayla giden birinin neler kaçırdığını, inan ki bugün daha iyi anladım. Üstelik benim ofisime okadar yakın ki, beş dakika yürümeyle... Dışardan bakınca, içerde ne olduğu tam anlaşılmıyor. Kocaman tabela konmuş, Kitapçı, 2. el kitap alınır satılır diye.. Eh, haydi bakalım girelim dedim, ya bismillah daldım içeriye... 



Hani arada diyorum ya bazı durumlarda, kalakaldım, şaşakaldım, donakaldım diye.. Girdiğimde dükkana aynen böyle kaldım, şaştım, dondum bir süre... İnanamadım gözlerime... Burası şahane bir kitapçı dükkanı. Dıştan göründüğü gibi değil. Herşey tasnifli. Düzenli. Ortada kimse yok. Yalnızım. Bayılırım kitaplara ellemeye, hazır kimse yokken çevremde, tüm kitaplara keyfime göre bakmaya çalışıyorum. Değirmendere esnafı ilginçtir. 11 den önce dükkan açan nadirdir. Böyle bir ekabirlik vardır bizim köyde. Benim  nasıl olduysa erken çıkacağım tuttu, belli ki Kitapçı'nın sahibi de benim gibi erkenci bugün. Ama ortada yok! Olur böyle şeyler bizim köyde. Alışveriş yaparsın, kimse yoksa, parasını tezgaha koyarsın. Ne olacak, hepimiz aynı köyün insanıyız, öyle değil mi?



Sonra bir bey girdi içeriye. Siyahlar giymiş, ürkek bakışlı biri.. Acaba dükkanın sahibi değil mi? diye düşünüyorum kendi kendime... "Hoşgeldiniz!" diyor. Neyse... "Merhaba" diyorum. "Burası ne güzel bir yermiş. Her türlü kitap var ve ne kadar düzenli bir yer. Bayıldım valla!" diyorum. Sessizce gülümsüyor ve teşekkür ediyor. "Ben Vildan, benim ofisim üç blok ötede. Ama bu tarafa hiç gelmediğim için, bilmiyordum burayı. Yazık!" diyorum. "Ben Mahir" diyor. Başlıyoruz muhabbete... Meğer kendisi, 7 tane şiir kitabı, 3 tiyato senaryosu, 1 deneme kitabı olan, şehrimizin meşhur heykeltraş, ressam ve yazarı Mahir İrfan Benli değil miymiş? Buyrun burdan yakın işte. Köyümün kitapçısının bile herhangi biri olmadığını, ne değerlerin köyümüzde yaşadığını öğrenin... Öğrenelim... Tabii en başta ben öğreneyim! 


Mahir İrfan Benli'nin Kitapçı dükkanında, kendi yaptığı bir kaç tablo ve heykel var. Burası sanatçının hem evi hem de işyeri. İzmit'in pek çok yerinde sanatçının eserleri yıllardan beri sergileniyormuş aslında. Bizler farkında değiliz. Nazmi Oğuz Parkındaki çeşme, Mahir İrfan Benli'nin taş yontusu üzerine yapılmış. Gene aynı parktaki İnsan Hakları Anıtı adlı taş yontu da sanatçıya aitmiş. O kadar çok var ki. İkibuçuk yıl önceye kadar çok faal resim, heykelle uğraşırken, bir beyin kanaması ardından, bedeninin sol bölgesine felç inince bir süre dinlenmeye almış kendini. Son günlerde sağlığında düzelme olmaya başlayınca resim yapmaya geri dönmüş. Her Çarşamba günü Bizim Kocaeli gazetesi'nde yazısı çıkıyormuş. Ayrıca kitapları ve şiirleri var tabi ki. Çeşitlikenar adlı deneme kitabını satın aldım ve yazarına imzalattım. Ne kadar şanslıyım!



Bu nasıl bir kısmettir böyle diye düşündüm. Artık bildiğim burnumun dibinde bir kitapçı var. Söylesene, bu benim gibi biri için gene harika bir lütuf, şahane bir kıyak durumu degil mi? Üstelik Kitapçı'nın sahibi Mahir İrfan Benli bir yazar, şair, heykeltraş, ressam ve gazeteci! İşte köyümden insan manzaraları böyle arkadaşlar... Yaa, böyle işte! Bu yazıyı 2009 yılında yazmıştım. O gün bugündür biz Mahir'le arkadaş olmuştuk. Arabasının sigortasını yapmıştım. Müşterim olmuştu. Bana istediğim eski kitapları bulur olmuştu. Müşterisi olmuştum. Son günlerde Oktay Akbal küllüyatına bir daldım ki ne dalma...  Ama Oktay Akbal'ın eski kitaplarını istiyorum illa... Mahir geçen salı günüydü sanıyorum. Haber vermişti. "Buldum istediğin kitapları" demişti. Gitmiş. Mücevher  misali Oktay Akbay ilk basım denemelerini Mahir'in elinden almıştım. Az önce gazeteden öğrendim ki Mahir ölmüş. Evet ölmüş.  Ölmek...  Bana nasıl üşüme duygusu veriyor anlatamam.  Farkındayım. İçimi üşüten  o şey değiştiriyor beni... Bir kişi daha çıktı gitti ya hayatımdan.  Her gidenin  yüreğimde bıraktığı boşluk büyüyor. Bilirsin boşalan alan kolay hava alır. Fena halde üşütür insanı...  Bakar mısın Mahir İrfan Benli nasıl sessizce çıktı gitti dünyamızdan... Gene bir abraka dabra vaziyeti...  Bayram arefesinde... Melek misali... Mekanı cennet olsun diyeyim... Kitaplar yazan, kitaplar içinde yaşayan biriydi. Sanatcıydı. İnsandı. İyi ki tanımışım Mahir'i... Ruhuna rahmet Mahir İrfan Benli.  Dert etme sakın... Yazarlar, sanatçılar eserleri var oldukça ölmez.

İnsan Kalma Alıştırmaları Ve Maymun Kalbi


Of! İnan üşendim. Kusura bakma ama gugıla sormak niyetinde değilim. Bak şimdi... Aklımda şöyle kalmış. Tam tarih veremeyeceğim ama epeyce zaman önce...  Diyebilirim ki neredeyse evvel zaman içinde...  Dr. Bernard adındaki bir bilim adamı, bir şempanze kalbini bir insana takmış diye duymuştum. Hey! Kalp tıkır tıkır işlemiş biliyor musun? Gerçekten çalışmış... Dünya sevinçten ayağa kalkmış. Heyhat! Bir kaç gün sonra kalp duruvermiş. Bütün hevesler havaya gitmiş. O zamandan bu zamana hayvan organları insanlara takılır ve ve tıkır tıkır kullanılır oldu mu bilmiyorum. Sadece acaba o şempanze kalbi takılan adam şempanze gibi hisseder miydi onu  düşünüyorum.  Acaba insanlar ona "maymun kalpli adam" derler miydi?  Adam zamanla şempazeye döner miydi? Bunu bilmek istiyorum. 


Diyeceksin ki "Şimdi bunlar nereden aklına geldi?" Geçen hafta Maymunlar Cehennemi Başlangıç adlı filme gitmiştim. Filmde maymunlar denek olarak kullanılıyordu. Özellikle  alzheimer hastalarını iyileştirmek için geliştirilen ilaçlar maymunlar üzerinde deneniyordu. Bu ilaçlar maymunların zekasında beklenmedik gelişme sağlıyordu. Maymunlar insan gibi davranmaya başlıyordu. İşte o filmi seyredince acaba şempanze kalbi takılan adam yaşasaydı bir süre sonra şempazeleşir miydi diye düşündüm. Nasıl hissederdi ki kendini?  Franz Kafka'nın Değişim adlı hikayesindeki  kendini sabah uyandığında bir hamam böceği sanan adam gibi olur muydu?

 
Gerçekten değil de ne bileyim ruhsal olarak filan... İnsan kalbi maymun kalbiyle yer değiştirince başkalaşır mıydı? Kalp dediğimiz organ nasıl çalışır acaba? Maymuna  ait bir kalp bir insana geçince ormanda yaşayıp öğrendiği maymunca duygular, davranışlar  insana geçer miydi? Bilim adına maymunlara yapılan işkenceleri bu filmde seyredip, iliklerime kadar maymunların  acılarını yüreğimde hissedince tuhaf oldum. İnsan zekası doğanın dengelerini nasıl bozuyor diye düşündüm.  Dünyada açlık, yoksulluk, savaş  kol geziyor. Binlerce yıldır çözülmeyen bu büyük sorunlar, günümüzde halen sorun olmaya devam ediyor. Bir yandan insanı yaşatalım diye hayvan organlarını çıkar insana tak, diğer yandan bombalar icat et insanların tepelerinden at. Aklım sırrım ermiyor. Ne bileyim filmi seyredince bunlar aklıma geldi… İnsan olmak böyle bir şey mi diye düşündüm. Hımm.. Bunları düşündüm de fena mı ettim? Ne bileyim... Kafam karıştı gene... Böyle işte.


Bayıldığım Müzikler - Bob Dylan - Yılgınlar Sokağı - Desolation Row



Asılanların kartpostallarını satıyorlar
boyuyorlar kahverengiye pasaportları
denizcilerle dolu güzellik salonu
sirk geldi şehire
kör komisyoncu geliyor işte
transa sokmuşlar
tek elinden trapezciye bağlı, diğeri cebinde
ayaklananlar tedirgin
kalacak bir yere ihtiyaçları var
 hanımefendi ve ben bakarken yılgınlar sokağından


 
cinderella'nın işi öyle kolay görünüyor ki
" anlamak için birini sert biri gerek " gülümsüyor
ve ellerini arka ceplerine sokuyor
tıpkı bette davis gibi
ve romeo geliyor, inleyip duruyor
" sen bana aitsin sanırım "
biri şöyle diyor: " yanlış yerdesin dostum " 
" çekip gitsen iyi olur "
ambulanslar gittikten sonra
duyulan tek ses
cinderella 'nın süpürgesi
süpürüyor yılgınlar sokağını


görünmez oldu ay
yıldızlar başladı saklanmaya
falcı kadın her şeyi içeri kaldırmaya başladı
 habil ve kabil dışında
ve notr dame' ın kamburu
sevişiyor herkes
ya da bekliyor yağmuru
ve o sevecen insan, giyiniyor
şov için hazırlanıyor
karnavala gidecek bu gece
yılgınlar sokağına

  ophelia pencerenin altında
onun için oyle çok korkuyorum ki
yirmibirinci yaşgününde
daha şimdiden yaşlı bir kadın gibi
ölüm çok romantik, tabi ona göre
demirden bir yelek giyiyor
mesleği dini, günahıysa cansızlığı
ve gözleri
nuh 'un devasa gökkuşağında
dikilmiş durumda
vakit geçiriyor göz atarak
yılgınlar sokağına

  einstein robin hood kılığında
geçmişi bir sandıkta kilitli, bir saat önce de bu yoldan geçti
arkadaşı bir kıskanç keşiş
öyle korkak görünüyordu ki
bir sigara otlanırken
yağmur borularını koklayarak
sonra da alfabeyi okuyarak gitti
ona dönüp bakmak aklına gelmez şimdi
yalnız bir zamanlar keman çalarak şöhret olmuştu
yılgınlar sokağında

dr. pislik bütün dünyasını saklıyor
deri bir kap içinde
tüm cinsiyetsiz hastaları
onu uçurmaya çalışıyor
hemşiresi ezik bir tip
siyanür deliğinden sorumlu
bir yanda da kartları tutuyor
üzerinde " ruhuma acıyın " yazan 
hepsi birden düdüklerini çalıyor
seslerini duyabilirsin
kafanı yeterince uzatabilirsen
yılgınlar sokağından





sokağın karşı tarafında perdeleri çivilemişler
şölene hazırlık var. operadaki hayalet
bir rahibin mükemmel imgesi
kazanova 'yı kaşıkla besliyor
kendine güveni artsın diye
sonra öldürecekler onu özgüveniyle
sözcüklerle zehirleyip
sıska kızlar bağıran hayaletlerin seslerini duyuyor
" hemen uzaklaşın buradan, yoksa bilmiyor musunuz?
kazanova cezalandırılıyor.
gittiği için yılgınlar sokağına. "


 


ajanlar geceyarısı
tüm insan üstü tayfayla birlikte
herkesi toplamaya başlıyor
kendilerinden çok şey bilen
onları fabrikaya getiriyorlar
omuzlara kalp krizi makinasının bağlandığı
sonra sigortacılar 
gazyağı getiriyorlar kalelerden
kontrol eden kimse kaçmasın diye
yılgınlar sokağından


 övgülerin hepsi nero 'nun neptün 'üne
sabah erken yola çıkıyor titanic
herkes haykırıyor " kimin tarafındasın? "
ezra pound ve t.s. eliot
kaptan köşkünde dövüşüyorlar
kalipsocular gülümserken
ve balıkçılar çiçek uzatıyorlar
denizin vahşi pençeleri arasında
güzel deniz kızlarının gelip geçtiği
hatta kimsenin de üzerinde pek düşünmesi gerekmediği
yılgınlar sokağı hakkında

  evet dün aldım mektubunu
nasılsın diye sorduğun zaman
şaka mıydı bu?
o sözünü ettiğin insanlar
evet tanıyorum, ama pek tekin değildir onlar
yüzlerini tekrar düzenlemem gerekti
sonra da yeni birer ad verdim hepsine
şu sıralar pek iyi okuyamıyorum
bana mektup gönderme artık
eğer onları postalamayacaksan
yılgınlar sokağından



NOT: Şarkının Türkçe çevirisini Mr. Tambourine Man'ın bloğundan aşırdım. Of, Bob Dylan'ın Mr. Tambourine Man şarkısını da ne severim:)


Tikler Ve Mimiklerle İlgili Sözlüğün Var Mı?


Bak ne anlatacağım... Biliyor musun, bu blog yazıları neler getirdi başıma? Arada Türkçe deyimlerle bir deneme yazısı yazmaya çalışıyorum ya bloğuma... En son "ev"li deyimlerle bir deneme yazısı yazmıştım... Yazımdaki kahraman evde kalmış bir kızdı. Hayalimden böyle bir senaryo kurmuş ve kızın ağzından yazıyı kaleme almıştım. Bana göre çok da şeker bir yazı olmuştu. Her yazımı hazırladıktan sonra, konuyla ilgili fotoğraf ararım sanal dünyada... Bu yazıma da arayıp bulmuştum ve yazımın üstüne koymuştum...Aman Allahım, sonra bir yorumlar geldi ki, gözlerime inanamadım... Yorumları okuyunca... İnan bana... Bakakaldım, şaşakaldım hatta donakaldım. O kadar şaşırdım ki anlatamam... Bak şimdi, bloğa koyduğum fotoğrafta, yaşı geçkince bir gelin, pencereden başını uzatmış, adeta zaferle gülüyordu. Ama eliyle de şöyle bir hareket yapıyordu; sağ elini yumruk yapmış ve aynı kolu dirsekten 90 derece yukarıya gögüs hizasında kaldırmış, sol eliyle de sag kolunun üst pazısından kavramış. Ben bu fotoğrafı görünce, bayılmıştım. Yaşlıca bir kız evleniyor ya, bu hareketini "evlenmeyi başardım" anlamında yapıyor sanmıştım. Meğer bu hareket argoda pek güzel bir anlama gelmiyormuş. Bana müstehzi gülüp bunu söylediklerinde, aman nasıl kızarmıştım. Ne bileyim, bilerek koymadım ki! Yeminle bilmiyordum, tamamen masumum!


Neyse, okadar mahçup olmuştum ki , hemen yazıyı olduğu gibi blogtan kaldırmıştım. Sonra vücut dilinin keşke bir grameri, sözlüğü olsa diye düşünmüştüm. Hatta abartma sanatında ustayım ya, bu düşüncemin üstüne "kursu açılsa keşke" diye fikrimin ince gülünü eklemiştim. Ne var, olamaz mı yani? Billahi düşündüm bunları ciddi ciddi...Aslında bu konu o kadar önemli ki! Birileri her dilde anlamlarını verse mimiklerin ve tiklerin, sahane olmaz mı sence? Kaş çatmak kızmanın, kaş kaldırmak hayret etmenin, omuza el koymak dostluğun, elini beline koymak bilmişliğin, göz kısmak bazan düşünceli olmak bazan da tehditkarlığın dile gelişi olabilir. O kadar çok var ki buna benzer mimiklerimiz. Benim gelinin hareketini bilemediğim gibi, bazılarını bilemiyebiliriz tabi. Oysa bir mimik sözlüğü olsa, açıp bakardım anlamına, böyle rüsva olmazdım okuyucularıma! Sen gelinin yaptığı hareketi bilmiyorum diye, beni hepten cahil zannetme. Elbet benim de bildiğim birşeyler var vücut dilinde... Bak şimdi, iki hareket biliyorum mesela, biri hani bizde kullanılan nah işareti, Brezilya'da iyi şans dileme anlamına gelirmiş. Bir de hani bizim, elimizi yukarıya çevirip parmak uçlarımızı birleştirerek yaptığımız nefis işareti var ya, bu ise İtalya'da bilakis hakaret olarak anlaşılırmış, iyi mi? Yani anlamını bildiğini zannettiğin bir mimiği, başka bir memlekette yaparken dikkat edeceksin. Bak işte geldin mi benim sözüme? Mimiklerin anlamını gösteren bir sözlük olmalı, hatta farklı coğrafyalara göre!



Tiklere gelirsem, tikler tam manasıyla ibretlik... Göz kırpan, burun çeken, omuz yada baş tıklatan, saçıyla oynayan insanlar vardır ya hani... Tiklerin anlamını yazan bir lügatımız olaydı fena mı olurdu? diye tam düşünüyordum ki... Ay, inanmıyorum! Vücut diliyle yapılan tikleri düşünürken aklıma ne geldi biliyor musun? Konuşma dilimizdeki tikler! Şimdi düşündüm de şöyle, ne kadar çokmuş meğer! Bak şimdi... Pratik.. kritik.. dokunmatik.. etik..akustik.. erotik.. fantastik.. estetik.. domestik.. sosyetik.. otomatik.. hahha... asortik.. patik.. fanatik hatta hatta atik ve tetik.. Ha bir de bankamatik!... Bir dakka hani bir jilet yok muydu, permatik! Tamam ben konuya nereden başladım nereye geldim değil mi? Anladım benim sonum hayra alamet değil, bitik inan ki bitik!

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Dertler Benim Çile Benim Mutluluk Senin Olsun...

 
Gazete son dönemin en hararetli tartışmasını açmış ve “Türk olmak size göre nedir?” sorusunu bazı gazeteci, çizer, bilim kadını ve bilim adamlarına sormuş. Kimi ana babası Türkçe konuşan Türk’tür demiş. Kimi Türk olmak halaya ters basmaktır, kimi de dünyanın lazı olmaktır demiş.

Düşünün şimdi. Bir taksiye binmişsiniz. Ya da bir minibüstesiniz. Hoplaya zıplaya giderken, radyodan Orhan Gencebay’ın sesini işitiyorsunuz. Unuttuğunuz bir şarkıyı söylüyor: “Dertler benim çile benim Hayat senin senin olsun“ Birden efkarlanıveriyorsunuz. Düşünüyorsunuz… Acaba durduk yerde, bir şarkı sebebiyle efkarlanmak sadece bize özgü bir şey mi? Mahalle pazarındasınız. Limoncunun alnının kırışıklıklarından ter damlıyor. Sesini yumuşatarak size sesleniyor:“Ablacım, enişte yok mu bu hafta?” ya da “Abim, yengeye hörmetler!” Acaba enişte ve yenge kelimelerini bizler mi kullanıyoruz sadece? Ve hangi ülkede pazardaki limoncu seslenir size böyle? Arkadaşlarınızla konserdesiniz. Şarkılardan fal tutuyorsunuz. “İlk şarkı benim. İkinci senin. Üçüncüyü de senin ki sana söylesin. Bahtımıza ne çıkarsa!” deyip kıkırdıyorsunuz hep birlikte. Şarkılardan fal tutmak Türk olmanızla ilgili mi? Başka milletten bir arkadaşınız yanınızda olsa, şarkılardan fal tutmanın ne demek olduğunu anlıyabilir mi ki? Mahalledeki çocukların oyun alanları yok. Çocuklar yolda futbol oynuyorlar. Arabalar geçtikçe oyunlarını yarıda kesip kenara çekiliyorlar. Fark ettirmeden onları seyrediyorsunuz. Çocukların terli, mutlu, ahpapçavuş hallerinden tuhaf bir mutluluk duyuyorsunuz. Acaba Türk olmak bardağın dolu tarafını görmek mi? O anda başınızın üstünden bir kuş geçiyor... Kanat takıp uçan ilk insan bir Türk müydü ki? Gölcük İzmit arasında İbo’nun Yeri diye kamyon ve tır şöförlerinin yemek yediği bir lokanta var. Yemekleri olağanüstü lezzetli. Arada dayanamayıp içeriye giriyor, kamyon şoförleriyle aynı ortamda yemek yiyiyorsunuz. Tek kadın sizsiniz. Biri arkadaşına “ Yavaş yesene hayvan!” diye sesleniyor. Sonra sizi fark ettiğinde, ağzından çıkana duyduğu pişmanlığı yüzünün ifadesinden anlıyorsunuz. Gülümsüyorsunuz. Garsona sesleniyorsunuz. “ Çeeekkk birr kuurrruu!”

Ne bileyim? Tüm bunlar bize özgü şeyler mi? Yazının başında aklınıza gelen şarkıya devam ediyorsunuz... "Dilerim her arzun gerçek olsun... Hayat bu şansın hep açık olsun...  Hatıralar, hasret benim... Ömrüm senin senin olsun...  Dertler benim çile benim...  Mutluluk senin senin olsun!" Durduk yerde, sadece bu şarkı sözleri yüzünden, birden gene efkarlanıveriyorsunuz!... Yarabbim, neler yazıyorum ben? Yoksa bunlar bize değil bana özgü şeyler mi? 

Taraftarlığın Masum Ruhunu Sevmek...


Elimde 1990 basımı bir kitap var.  Kitabın bir bölümünde Oktay Akbal,  Otuzlu Yılların Çocuğu diye başlık atmış. Hayata dair düşüncelerini anlatıyor. Bir bakmış ki penceresinde Fenerbahçe bayrağı asılı... Evde kendisinden başka kimse yokmuş. Kim takmış bu bayrağı acaba diye merak ediyor. Sabahın erken saatleriymiş. Uyku sersemi kalkmış çayını içiyormuş. Sabah gazeteleri yedibuçukta gelirmiş. Gazetenin içinde bir de ne görsün? Sarı Lacivertli plastik bayrak yok muymuş? Ondan başka kimse bu bayrağı pencereye yapıştıramazmış tabii...  Anladın değil mi durumunu?  İnsan kimi zaman çocukluğuna döner ya... Yazar da anlaşılan çocukluğuna dönmüş. İlkokul günlerini hatırlıyor. Düşünebiliyor musun? Taaa 1930'lı yıllar. Dile kolay 80 yıl öncesi... Ne hoş! İlkokula giderken babası Fenerbahçe renklerini taşıyan bir forma bir de futbol topu almış. O zaman Fenerbahçe yine şampiyonmuş. Fenerbahçe'den başka, Galatasaray, Beşiktaş ön sıralardaymış. Vefa, İstanbulspor, Beykoz, Anadolu, Süleymaniye, Hilal de 30'lu yılların takımlarıymış. Ama en başta Fenerbahçe ve Galatasaray gelirmiş.  Daha sonra da Beşiktaş, Vefa, İstanbulspor...  1935 yılların günlerinde,  babası illa Galatasaray Lisesi'ne yazdırmak istemiş. Ama Oktay Akbal sırtında Sarı-Lacivet forması, elinde Fenerbahçe bayrağıyla, gitmem de gitmem diye direndikçe diretmiş.


Aradan yıllar geçmiş. Yıl 1989 olmuş. İşte bu yazıyı yazdığı o tarihte, 30'ların o çocuğu anlaşılan tekrar çıka gelmiş ve Fenerbahçe bayrağını astırmış çalışma odasının balkon kapısının camına... Sonra çekip gitmiş. Yoldan geçen arabalar "en büyük Fener başka büyük yok" diye yeri göğü inletiyorlarmış. "Bir insan hangi yaşta olursa olsun çocukluğunun, gençliğinin bir parçasını koruyabilir mi yılların karmaşasında?" diye kendi kendine soruyor. Eski günleri hatırlıyor. Fener'in gene birinci yerdeki zamanlarını... Ben bilmem... Zeki, Alaattin, Fikret'iyle olan Fenerbahçe dönemlerini.. 1989 da olan bitenlere, yoldaki gürültü ve klaksiyon seslerine anlam veremiyor. Çünkü onun çocukluğunda ve gençliğinde lig birincisi olan takımın taraftarları asla böyle yollara dökülmezlermiş.  Otomobiller, kamyonlar, minübüsler, otobüsler dolusu insan kent sokaklarını alt üst etmezlermiş. Yarım yüz yılda ne büyük değişme oldu diye düşünüyor. 30'ların çocuğu 89'ların coşkusuna şaşkınlıkla baktığını söylüyor. Üstelik artık takım tutmanın anlamsız olduğunu da düşünüyor. Çünkü 30'lı yıllarda Aslan Nihat vardı misal, Galatasaray'ın simgesiydi diyor. Zeki Rıza varmış, Fenerbahçe'nin değişmez kaptanıymış. Öyle 1989'lardaki gibi onlar para pul hesabı yapmazlarmış. Bugün Fenerli yarın Galatasaraylı, öteki gün Beşiktaş'lı olmazlarmış. Sırtlarına giydikleri formaları iki üç yılda değiştirmezlermiş. Böyle bir şeyi zaten akıllarına getirmez, eskaza gelse, onurlarına sürülmüş bir leke sayarlarmış. 


 !989 yılında "Çok şey değişti." diyor Oktay Akbal... 30'ların Fenerbahçeli çocuğun bunları zor da olsa  kabullendiğini düşünüyor. Ama zor alışmış ne yalan söyleyeyim... Elli yıldır Fenerbahçeliymiş.  Şampiyon da olsa, lig sonuncu da olsa Sarı-Lacivert'li olduğunu söylüyor. 89 yılında lig şampiyonu olan Fenerbahçe bayrağını odasının camına yapıştıran o uzak çocukluk günlerinde sanmış ya kendini bir an... Sonra zamanın acı oyununu sezivermiş tabii.. Ama bu yazıyı yazarken gene bayrak camda duruyormuş. Çıkarmamış. O, 30'ların çocuğunun, o, bir anda canlanıp bugünlere koşuveren Fenerbahçe formalı çocuğun bayrağı bir kaç gün daha penceresinin önünde asılsın istiyor. Çok sevdim bu yazıyı.


Sorarsan bana lafta Kocaelispor'u tutuyorum. Kocaelispor'un adı  kaldı mı? Ben takımımın son durumlarına çok üzülüyorum. Futbol'dan ne anlıyorsun diye sorsan bana...  Futbol'un F'sinden anlamıyorum. Ben taraftarlığın sadece, sanırım  çocuksu, masum ruhunu seviyorum.