30 Haziran 2011 Perşembe

Yine Bana Esmer Günler Düştü Şimdi... Eyvah!



"Sen beni bırakıp böyle gitmezdin hiç. Yapmazdın.  Yapma! Yapma!"  diyesim var... Temmuz ayı geldi.  Aylık mizah dergisi Harakiri'nin 3. sayısı elime geçti geçecek diye hasretle bekliyordum ki... 44 pûr-i pak renkli sahifeli ve içerisinde kapağında hal-i hazırdaki isim ve mahlaslara ilaveten daha nice mürekkep erbabı ve muharrirlerin iştiraki ile defter idülüp dürülmüş aylık neş-e ve cambazlıklar mecmuası HARAKİRİ'ye 150.000.-TL ceza kesilmiş. Nasıl oluyor da  bir mizah dergisine bu kadar büyük ceza kesiliyor? Zaten zor idare eden dergiye çok ağır gelmiş bu ceza tabii. Dergiyi kapatmak zorunda kalmışlar. Ne fena!  Söyler misin,"Sen de mi? Aklıma sığmıyor! Sen de mi?  Böyle gitmek var mıydı? Yapma! Yapma!" demiyeyim de ne diyeyim ben şimdi? Yok, benim aklım almıyor gerçekten... Bu olan biten aklıma hiç mi hiç sığmıyor. Demek yine bana hüsran... Bana yine hasret var. Yine bana esmer günler düştü... Harakiri... Eyvah!

HABER OKU

Yazıyor... Rüyalar, Fantastik Anlatımlar Ve Son Tango



Dün üzerine afiyet nasıl yoruldum anlatamam. Tüm gün arazideydim. Ofise gelip masamı toparladığım gibi spora gittim. İyice bittim. Eve gelir gelmez hemen duşa girdim. Sonra rahat  giysilerimi üzerime geçirdim. Akşam yiyeceklerimi bir tepsiye koyduğum gibi bir halı misali yere serildim. Ofise uğradığımda "Bir paket geldi size." demişlerdi. Ne yalan söyleyeyim açıp bakmamış, kargo zarfını çantama atmıştım. Hem yemeğimi atıştırıp hem zarfı açtım. İşteee. Günlerdir beklediğim dergi elimdeydi. Yazıyor adlı dergi. Aboneydim bu dergiye. Çünkü dergiyi çıkaran Halil Gökhan'dı. Kitaplarını okumuştum. Yazıyor adlı bir dergi çıkardığını duyunca hemen abone olmuştum.


Bu kez Yazıyor ilgimi fazlasıyla çekiyordu. Çünkü bu sayısının konusu Rüya'ydı. Tam benlikti yani anlatabiliyor muyum? Uyanıkken bile rüya görmeye, rüyalarını hayallerine göre akort etmeye meraklı bir bünyeye ilaç gibi gelecek bir sayı. Halil Gökhan'ın ilk okuduğum kitabı hangisiydi diye düşündüm. Erkekler Cennetinde Son Tango'ydu. Bu kitaba İstanbul'da bir kitapçıda tesadüfen denk gelmiştim.. Bilirsin kitap kapaklarını seyretmeyi severim. Bu kitabın kapağında bir kadın yüzü vardı. Kadın bir eliyle yüzündeki maskeyi çıkarıyordu. Gerçek yüzü, gözünden belliydi, oldukça hüzünlüydü.
.
 
Marak etmiş şöyle bir karıştırmıştım sayfalarını. Cümlelerinin arasında hızla dolanmıştım..Seveceğimi hissetmiştim. Satın almış ve hemen merakla okumaya başlamıştım. Bir sabah uyandığında karısı ansızın kaybolunca, kitaptaki kahraman  kör oluyordu. Ama değişik bir körlük durumuydu bu. Sadece kadınları göremiyordu. Fantastik hatta kışkırtıcı bir anlatımı vardı. Yazar kitapta okuruna bir anlaşma teklif ediyordu: "Bu kitabın sonunu sakın kimseye söyleme! Eğer söylemezsen kitap sana büyük iyilikler yapacak... Öncelikle başkalarının bilmemesi gereken, sadece senin bilebileceğin şeyleri söylemediğin için seni koruyacak." diyordu. Hoşuma gitmişti bu durum. Anlamıştım ki oyuncu bir yazardı Halil Gökhan. Kitabının adı gibi okuruyla tango oynamayı seviyordu. Dinledim yazarı. Kitabın sonunu asla kimseye söylemedim.


Daha sonra Halil Gökhan'ın Konuşan Kadın adlı romanını okuyunca, yazarın okuruna hayatı kadınlar üzerinden sorgulattığını  düşündüm.  İlk kitabında "Hangisi daha kötü bir şey; Kadınları görememek mi, onları görmeden ölmek mi?" diye düşündüren yazarın  bu kitabında ise Alev İpek adlı  kadın kahramanı bir terziye giderek dudaklarını diktirmek istiyordu. Günah olan yasak olanı yaşamak mı yoksa anlatmak mı? Gene kadın kokusu... Gene kadınlar üzerinden anlatılan fantastik, ironik bir öykü ... Yazarın amacı neydi acaba? Kadınlara karşı  bir düşmanlık vaziyeti olabilir miydi? Düşündürmüştü beni doğrusu. Yazarın diğer kitaplarının izini süremeye devam etmiştim. Yedinci ve Yeni Sevgili adlı kitaplarını kitapçılarda bulamamıştım. Aradığım bu kitapları bulamayınca, Erkekler Cennetinde Son Tango'daki kahramanın kadınları görememesi gibi o dönem kitaplara karşı bir nevi körlük vaziyeti hâsıl olmuştu sanki bende. Bir süre kitapçılardaki kitapları görememe  başlamıştım. Takıntı durumu belki. İki hafta  kadar sonra... Geçen yılbaşı tuhaf bir olay geldi başıma. Yorgun bir işgünü akabinde ofisten çıkmaya hazırlanıyordum ki gelen yılbaşı kartları arasında bir kargo zarfı dikkatimi çekmişti. Açmıştım. Gözlerime inanamamış olduğum yerde kalakalmıştım. Zarfın içinden iki kitap çıkmıştı. Yedinci ve Yeni Sevgili. İki kitapta yazarından adıma imzalıydı. Gönderen de Halil Gökhan'dı. Şaşırmış kalmıştım.


Acaba Hayal Kahvem'e kitaplarıyla ilgili yazdığım yazılardan mı biliyordu beni? Belki de Erkekler Cennetinde Son Tango'nun sonunu kimseye söylemediğim için, kitabın bana büyük iyilikler yapacağına dair verdiği sözün gerçekleştiğinin resmiydi. Zira bu sürpriz hediyelere hem çok şaşırmış hem de çok sevinmiştim. İki kitabını da okudum. Bence Halil Gökhan'ın kitapları sağ gösterip sol vuran cinsten kitaplardı. Yeni Sevgili'de "Bunu yalnızlık zamanlarında anlayabiliyorum." diyordu. "Gittiğini... Kalabalıklardayken varsın. Herkes çekip gittiğinde sen de gitmiş oluyorsun. Arkandan yazdıklarım aslında pişmalığın ağıtları değil, senin hayatımda olabilme ihtimalinin, sevmenin imkansızlığı üzerine çeşitlemeler tam olarak." Cümleleri ele veriyordu yazarı... Erkekler Cennetinde Son Tango'daki kahramanını "Bir Penolope olduğunu düşündüğüm karım acaba hangi gerekçelerle masallardaki aynanın öteki tarafına geçip beni  bu uzun bekleyişe terk etmişti." diye söylettiriyordu. Konuşan Kadın'da ise "Çok fazla bir şey yok elimde: Seni beklemek, seni beklemek... ve ölmek."diyordu. Aslında her biri bana göre erkekler dünyasının bir ağıtıydı. Terk edilen erkekler... Kadınsız kalan erkeklerin acısı.


Ne yalan söyleyeyim, dün gece dizimin üzerindeki Yazıyor dergisinin 4. sayısıyla yorgunluğum uçtu gitti. Keyfim yerine geldi. Derginin ana teması Rüya'ydı ya dergide rüyalar hakkında onlarca makale, öykü, şiir vardı. Milan Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nden, Tersninja'nın Landlord'u Ege Görgün'ün  Melez adlı öyküsüne, Türk destanlarındaki rüya motiflerinden, tekno hayal lordu Orkun Uçar başlıklı söyleşiye, Sadık Yemni'nin Çözücü adlı öyküsünden, Rüyaların psikolojik tanımlarına kadar okunacak yazılar sayesinde, Yazıyor'la rüyalar alemine daldım gittim gene. Şimdi böyle gitmek deyince Halil Gökhan'ın bir şiirinin son dizesiyle bitireyim isterim bu yazımı... Çünkü bu şiiriyle kanaatim sağlamca yerine oturuyor. Diyor ki Halil Gökhan... "çünkü giden kadını seviyorum ben... gitmeden önceki kadını."



29 Haziran 2011 Çarşamba

Kahve Molası - Rüyalarım, Tablolar Ve Filmler






Vay canına sayın seyirciler! Rüyalar başlı başına bir dünya değil mi sence? Düşünsene.. Anne sözü dinler gibi masum  tıpış tıpış yatağa giriyorsun. Gözlerini kapıyorsun. Uyumak istemesen bile illa ki uyuyorsun. Uyumadan yaşayamıyorsun ki... Sen belki uykuda geçen zamanı resmen  vakit kaybı diye düşünüyorsun. Değil bence. Çünkü gerçek dünyada yapamadıklarını rüyalarında hayal kurarak yapabiliyorsun. Sen rüyalarını  hayallerine göre akort edebilir misin? Ben akort edebilirim. Daha doğrusu uğraşa uğraşa  hayallerimi rüyalarıma monte edebilmeyi  öğrenebildim. Bak şimdi. Ben gerçek dünyada sigortacıyım. Ve işimi çok seviyorum. Sigortacılıktan önce öğretmenlik yaptım. Öğretmenliğe de bayıldım. İyi ama yapmak istediğim o kadar çok  iş var ki benim... Hep aynı birisi olmak çok sıkıcı. Gerçek dünyada bunları gerçekleştirmem mümkün değil. Bir örnek vereyim.  Küçüklüğümden beri sirkler ilgimi cezbetmiştir. İç çekerek keşke trapezci olaydım dediğim zamanlar çok olmuştur. Hatta ortaokula giderken jimnastik derslerinde bu hevesle paralel atlama bile denemiştim. Olmadı ama. O kadar hayal alemine dalarak atlıyordum ki düştüm kolumu kırdım sonunda. Şimdi sorarım sana... Benim gerçek dünyada bir sirkte çalışmam mümkün mü? Asla! Nerdeee? Zaten sirk yok ki memlekette... Diyeceksin ki "nereden aklına geldi şimdi sirk?" Haybeye aklıma gelmedi elbette. Kolombiyalı ressam Fernando Botero'nun tablolarını inceliyordum. Botero şişmanları ve boğa güreşlerini resmeden bir ressamdı.  Tablolarının arasında  yaşamlarının felsefesinde tıpkı çingenelerin yaşamında olduğu gibi bir şiirsellik bularak büyülü bir dünya olduğunu düşündüğü sirk resimleri de vardı. Ne hoş!


Bu tablolara bakıp sirk hayatı hafızamda canlanınca,  bil bakalım şimdi hayalimde hangi mesleği icra ediyorum? Gülme ama olur mu? Son günlerde kendimi rüyalarımda  hep trapezci olarak görüyorum. Hoşuma gidiyor bu durumum. Gece yatarken  kendimi trapezciymişim gibi rüyama monte ediyorum. Nanananommm... Uçuyorum... Havalarda uçuyoruuum... Sirk hayatını nereden mi bileceğim? Tablolardan ve filmlerden tabii... Sinema veya tabloları seyretmek insana hayatı eşsizmiş gibi hissettirmez mi? Hissetirir inan ki. Tamam. Boteronun tablolarına baktıktan sonra aklıma 1956 yapımı başrollerini Tony Curtis, Burt Lancaster ve Gina Lollobrigida'nın oynadığı o güzeller güzeli Trapez adlı filmini getirdim. Ben Gina Lollobrigida oldum. Şimdi bunları yazarken ansızın aklıma Sunay Akın'ın şiiri geldi iyi mi?  Der ya hani...  "Girecektin elbette bir trapezcinin gözüne.. Sendin çünkü.. Salıncakta ellerini korkusuzca bıraktın.. Ama üçüncü sınıf da olsa hiçbir sirk çadır  kurmadı doğduğun taşra kentine.. Gemi yaptığın terliklerin içinde bırakırdın düşlerini... Halının mavi kıvrımlarına uzanan Sen nehrine ulaşmaktı tek amacın.. Salonda büfede duran Eyfel kulesi biçimindeki kolonya şişesine.." Hımm şimdi ben anlatıyorum ya böyle... Şiirin sonu ise bitiyor bak şöyle...  "Ezilmemiş gazoz kapağı karşılığında aile çay bahçelerinin  suskun masaları arasından kolayca kurduğun dostluklarda  nasıl da anlatırdın hiç görmediğin trapezcileri..." Hayal Kahvem'in suskun hayali masaları arasından kurduğum dostluklarda nasıl da anlatıyorum değil mi hiç görmediğim trapezcileri? Hatta trapezci benmişim gibi... Böyleyken böyle işte. Rüyaları hayallere göre akort etmek inan bana  çok zevkli. İşe dönmeliyim. Kahve Molam bitti.


NOT: Eski bir yazımı Botero'ya göre yeniden toparladım:)

28 Haziran 2011 Salı

Bu Gece Hayal Etme Gecesi...


Hiç Miraç hakkında düşünmüş müydün? Miraç hadisesi bana fantastik, bilimkurgu bir film anlatımı gibi gelir. Günümüzün edebiyat, sinema ve çizgi roman evreninde hayal edilerek anlatılan sayısız kitap ve filmin varlığından haberdarız. Temelinde insanoğlunun kendilerine bahşedilen hayalgücü ve yaratıcı dehası ile ortaya konulan yapıtlardır herbiri... İşte günümüzden neredeyse 1400 sene evvel, Peygamberimizin anlattığı Miraç hadisesi en mükemmel anlatımdır bana göre. Dinlemeye doyamam. Bak şimdi... Arabi aylardan Recep ayının 27. gecesidir. Hz.Muhammed'in peygamberliği bildirilmiş, Hicret'ten de yaklaşık bir yıl öncedir. Muhammed Peygamber, Kabe'de amcasının kızının evinde uyumaktadır. Gece Cebrail melek yanına gelir, küçük bir operasyonla Peygamber'in göğsünü yarar ve kalbini zemzem suyu ve nur ile yıkar. Kalbinin içini iman ve hikmetle doldurur.

İslam'da üç kutsal mescid olduğu kabul edilir. Biri yeryüzünde yapılan ilk mabed, müslümanların kıblesi olan Beytullah yani Kabe'dir. İkincisi Müslümanların ilk kıblesi olarak bilinen Kudüs'teki, Kudus Cami yada Mescid'i Aksa'dır. (en uzak anlamına gelen mescid-aksa'nın,kabe'ye uzaklığı o zamanlar 1 aymış). Üçüncüsü de Medine'de Peygamber Muhammed'in kabrinin bulunduğu cami olan Mescid-i Nebi camiidir.


Melek Cebrail'in, Peygamberimizin kalbini nurla parlattığı gece, ilginç hadiselerle doludur. Kimileri tarafından uçan at olarak rivayet edilen, ama günümüzün zengin bilim kurgu dünyasında herkesin kendi hayalinde kurgulayabileceği, Burak adında bir vasıta verilir Peygamberimizin hizmetine. Kimbilir belki de bir nevi ışınlanma aletidir bu. Zira biraz sonra anlatacağım Mirac hadisesinde okadar fazla yere ve uzaklıklara gitmiştir ve görüşmeler yapmıştır ki döndüğünde yatağının hala soğumamış olduğu söylenmektedir. Miraç hadisesinde, zaman ve mekan kavramlarının insanın hayal gücünü oldukça kışkırttığı söylenebilir.

Peygamberimiz önce Kudus'e Mescid-i Aksa'ya götürülür. Bir aylık mesafeyi bir andan daha kısa sürede katetmiştir. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılanır ve görüşme yaparlar. Hz. Peygamber imam olur ve hepbirlikte namaz kılarlar. Sonra yanında melek Cebrail'le birlikte, gene Burak adlı araçları ile göğe yükselmeye başlarlar. Miraç'ın Arapça anlamı zaten yükselmek, yukarıya çıkmak demektir. Kat kat göğün katlarını dolaşırlar. Bu gezi Sidretü'l Müntena denilen, son sınıra gelinceye kadar devam eder.

Burdan sonra hem melek Cebrail hem Burak daha öteye geçemezler. Başka bir binek, Refref adında bir vasıta ile Peygamberimiz diğer tarafa geçer. Anlatılanlarda ne zaman vardır, ne mekan ne de yön... Peygamberimiz kaza ve kaderi yazan kalemin sesini duyar önce. Sonra Cennet ve niğmetlerini, Cehennem ve azaplarını gösterirler kendisine. Sonunda büyük an gelmiştir. Yüce Allah'ın huzuruna kabul edilir. Kendisine ümmetinden Allah'a şirk koşmayan herkesin Cennet'e gireceği müjdelenir, Bakara suresinin son ayetleri verilir ve beş vakit namaz farz kılınır. Sonra yeniden Refref ile Son Sınır'a gider, oradan Burak'la Kudüs'e ve oradan da Mekke'ye döndürülür. Ertesi gün olanları anlatır. Çoğu insan inanmaz Peygamberimize. Ozamanın şartlarıyla düşünsene, Mekke'den Kudüs'e bir ayda gidiliyorken, Peygamberimiz bir gecede nerelere gittiğini söylemektedir? Bu nasıl bir hayal gücüdür? Her insanın hafsalasının kolay alabileceği bir durum değildir ki! Hele bir de günümüzden 1400 sene önce olduğu düşünülürse.

Daha sonra din bilginlerinin bir kısmı Miraç olayının uyanıkken ama yalnız ruhla gerçekleşmiş olabileceğini, bazıları ise hem ruh hem de bedenle olabileceği yönünde düşüncelerini bildirmişler. Her iki şekilde de olabilir. Ama şunu biliyoruz ki Recep ayının 27. gecesi Miraç hadisesi gerçekleşmiştir. Peygamberimiz bunu anlatmıştır. Müslümanlar için kutsal bir gecedir. Bizim dinimiz hayal ettirmeyi ve hayal edenleri seven bir dindir bence. Peygamberimizin anlattıklarını düşünsene... Şahane değil mi? Bence gene bu gece hayal etme gecesi... Ne istiyoruz, neyi arzuluyoruz bir düşünmeli... Hatalarımız neler gözden geçirmeli... O halde bu gece dua etmeli... Sevdiğine yaranmak için güzel sözler söylemez mi insan, en harikulade kelimeleri seçer hem de değil mi? Belki bir şiir söylemeli... Demeli ki "Rabbim! İyilik ve doğruluk ver bizlere... Sağlık, afiyet... Gönüllerimize sevgi ve merhamet... Dünyaya barış ve adalet.. Bir de lütfen, bolca hayal gücü lütfet!" Amin!


1.fotograf- Numan Serteli'nin fotoğraf arşivinden alınmıştır.

Kahve Molası - Boğa Güreşlerinin Gerçek Hikayesi


İçinde abartı ve fantastik barındıran her şeye meyleden bünyem, Kolombiyalı ressam Fernando Botero’nun resimlerini görüp kayıtsız kalamazdı elbette. Botero'nun günümüz estetik anlayışına yeni  yorum getiren bir ressam olduğunu düşünüyorum.  1932 doğumlu olan Fernando Botero’yu  boğa güreşi tutkunu olan dayısı on iki yaşındayken boğa güreşi okuluna göndermiş.  Ancak çok şükür ki Botero matador resimleri yapmayı tercih etmiş.  Kayıtlı ilk resmi de bir sulu boyaymış ve resimde bir matador varmış. Boğa güreşinin nasıl olup  da  bir spor diye kabul edildiğini anlayamam. Vahşetin resmen daniskasıdır.  Bizim memlekette yapılsa, kesinlikle dünyada yer yerinden oynardı. Vahşi Türkler derlerdi de vallahi cümlemizi taşlarlardı. Botero’nun boğa güreşi, arena ve matadorlarla ilgili pek çok resmi var.  Şimdi Botero'nun boğa güreşleriyle ilgili resimlerini Hayal Kahvem'e ekleyeceğim. Ben yıllar önce  boğa güreşlerinin simgesel bir öyküsü olduğunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Bilmiyorum sen biliyor musun?  Az önce kahve molası verdim. Hem kahvemi hüpletip hem bak sana romantik bir öykü anlatacağım.  

Boğa, gençliğinin baharında her gördüğü güzele gönlü kayan genç bir delikanlıyı simgeliyormuş aslında. Matador ise kadını…  Bilirsin, boğa sürekli matadorun peşinden koşar… Kovalar babam kovalar… Kafasını eğip, boynuzlarını geçirmek için matadorun etrafında dört döner.  Matador ise -yani kadın-, darbeleri yemeden, elindeki kırmızı pelerini sallayarak  “oooleeeeyyyy!” diye boğayı savuşturur. Bu arada matador, boğaya küçük küçük oklar saplar. Elindeki kırmızı pelerini sallayarak boğayı öfkelendirir. Boğa iyice köpürür tabii. Bir öncekinden daha sert saldırır. Ama matador her defasında hem küçük okları boğaya saplamayı hem de ustaca kaçmayı becerir. Bu küçük oklar erkeğin kadına her defasında daha fazla bağlanmasını simgeliyormuş. En sonunda boğa  artık yediği oklardan ve koşturmaktan yorgun düşer.  Gerilir… Gerilir… Ayağını yere sıkı sıkı vurarak sözüm ona matadoru korkutmayı ve matadora doğru koşup son hamlesini denemeye kalkar ki…. Nanananooommm…  Matador ani bir kılıç darbesiyle maalesef boğayı öldürür. İşte  boğanın bu şekilde ölümü neyi simgeliyormuş biliyor musun? Evliliği simgeliyormuş. Yani erkeğin ölümünü.  Bilmiyorum yani… Bu bir metafor tabii… Ben anlatanların yalancısıyım ama boğa güreşlerinin asıl öyküsü böyleyken böyleymiş işte... Fernando Botero’nun resimleri eşliğinde ve Antonio Banderas'ın müziğiyle metaforik bir öykü dinlediniz:) Oleeeeeyyy!


27 Haziran 2011 Pazartesi

"Kilo Terörü" İle Mücadeye Davet!


Geçen yıl Pera Müzesi’nde Kolombiyalı ressam Fernando Botero’nun  resim sergisi vardı. Ne yazık ki  bir türlü denk getirip gidememiştim. Oysa o kadar görmek istiyordum ki. Bana göre Botero yüzyılımızın en anarşist kişisidir. Vee.. Ben var ya ben… Botero’nun en büyük destekçisiyim. Niye mi?   Biliyorsun, pek çok terör çeşidi var.  Günümüzün en önemlil terör çeşitlerinden  biri  "Kilo terörü"dür bence. Diğer tüm terör çeşitlerini kınadığım gibi, kilo terörünü de nefretle kınıyorum. Bak şimdi...  Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla karşılaştım sözgelimi... Selam sabah, hoş beşten sonra muhabbetin mecrası ne tarafa kayar? Kilo durumlarına tabii... "Ayy, şekerim kilo mu almışsın ne? Gamzen kaybolmuş yeminlen!" demez mi? Hoppala! Arkadaşım sana ne değil mi? Sana ne? Belki aldırdım gamzelerimi… Sana bu mu dert oldu şimdi? Hem ömrümde benim gamzem falan olmadı ki! İyi de, niye izah ediyorum sana  illa ki!! Böyle işte... Eğer benim gibi iştahlı biriysen, hele kilo almaya meyilliysen, bir de üstüne yemek yerken kalori hesabı yapmaktan nefret eden bir bünyeye  sahipsen, gören sana da sık sık böyle münasebetsizlik eder. Söyler misin  şimdi bu  yapılan muamele terör değil de ne? Bu duruma derhal bir son vermeli. En azından karar verip kimseyle kilo muhabbeti etmemeli. Manken bedenlileri değil de şişmanları sanat yapanlar bu durumda tabii ki baştacı edilmeli... İşte Fernando Botero'yu çok severim. Nasıl sevmeyeyim? Sanatçının çizdiği hep şişman figürler. Sadece çizmekle kalsa iyi.. Bir de demiyor mu "Şişman güzeldir," diye.. Ben Fernando Botero demiyeyim de ne diyeyim? Bak, bir kaç resmini koydum Hayal Kahvem'e... Kilo terörü konusunda lütfen beni destekle, e mi? Düşünsene... İsteyen istediği kiloda olsa hayat bayram olmaz mı? Kilo almayayım diye lokmaları boğaza dizmenin gereği var mı? Hem herkes sıska manken gibi olmak zorunda mı? Of ya! Kilo terörü ile mücadele!!! Fernando Botero gibi kiloyu sorun etmeyenleri de her daim destekle! Kilo terörü ile mücadeleye davet demiştim ya... Bu işte:)


 

Kahve Molası - İnsan Kalma Alıştırmaları


Şimdi kahve molası verdim. Biraz dertleşmek niyetindeyim. Biliyorsun bu ay üniversiteye giriş sınavları vardı. Dün sonuncusu tamamlandı. Ne hayallerle girdiler gençler bu  sınavlara değil mi? Kazananlar sevinecek.. Herhangi bir üniversiteye giremeyenler ise... Off! Düşünmek bile istemiyorum hallerini.. Ne fena! Haydi girdin diyelim istediğin üniversiteye.. Bitirince peki.. Memlekette krizler bitmiyor ki.. Bakalım bu yıl üniversiteye giren gençlerin iş bulma dönemine hangi kriz denk gelecek? Şimdi gene aklıma Atilla Atalay düştü işte. Bilir misin "İnsan Kalma Alıştırmaları " adlı bir öyküsü vardır? Üç genç perdeleri çekmişler, mağara gibi bir eve sığınmışlar, hayatın dinmesini beklemektedirler. Çünkü üniversitelerini hayırlısı ile bitirmişlerdir bitirmesine fakat işsizdirler. Hayatın orasına burasına CV gönderip durmaktadırlar. Üç gençten Erdem daha önce ağzına sigara sürmemişken, şimdi milyon tane sigara içmektedir. Bir iş görüşmesinde İnsan Kaynakları Bölümündeki Birşey Hanım Erdem'in kravatındaki sigara deliğini farkedince, CV de yazdığı sigara içmediğine dair cevaba inanmaz. Kadını kravatı kardeşinden ödünç aldığına, hayatında hiç sigara içmediğine ikna edemeyince, görüşmeden çıkar çıkmaz Erdem sigara içmeye başlamıştır. Ve artık herşeye öfkeli biri olup çıkmıştır.

Orhan ise delice sessizdir. "Hata mesajı"yla yüklü gözlerle dolaşmaktadır evde. Sürekli bilgisayar karşısındadır. Ellerini klavyeden ayırmadan çoraplarını çıkarmayı becerebilmektedir artık. Sanki bir an gelecek "Windows Uygulaması" olarak yaşamını sürdürecektir.

Yazar ise uzaylılar tarafından kurtarılmayı beklemektedir. Bir üst medeniyetin gelerek gençleri manyak eden bu şizofren kültürün ağzını yırtacağını ve tek harekette cümle Windows uygulamalarından çıkıp televizyonları camdan atacağını düşünmektedir.


Gençler üzerinde toplum baskısı büyüktür. Bilen bilmeyen herkes çalışıp çalışmadıklarını, düğün falan olup olmadığını sorup durmaktadırlar. Her cevapta kendilerini daha başarısız, daha çaresiz daha işe yaramaz hissetirir bu sorular. İşte üniversite bitirmiş, işsiz üç genç ve tabii internetin, delirtici kırmızılıktaki perdeleri hayata çekip, eve kapanmalarının öyküdür bu... Sadece bu üç genç mi ki? Şöyle bir dikkatlice baksak ne çok böyle ev vardır kimbilir? Yazara göre bunlar bakkalların en hakiki yumurta ve makarna müşterileridir.. Eskicilerin en çok okunmuş gazete topladıkları kişilerdir.. Çapraz bulmacalar eksiksiz doldurulmuş.. Eleman arayan sayfaları delik deşiktir.. Atilla Atalay o kadar hazin anlatır ki bu hikayesinde.. Etkilenmemek mümkün değildir.

Yalan değildir ki. Yedi yaşından itibaren sürekli sınavlara girilmiyor mu? Kolejler, Fen Liseleri, Anadolu Liseleri, Üniversite... At yarışı gibi sürekli koşturuluyordu. Askere gidip gelmeden iş olmaz diyenler vardı fakat Erdem askere gidip dönmüştü işte. Haniydi peki? Zamanla işi olanlardan, sevgilisi olanlardan, gözü üstünde kaşı olanlardan, herkesten, herşeyden nefret eder bulmaya başlar kendilerini.. Neyse.. Okunası bir hikayedir ve mutlaka okunmalıdır. Gençlerin durumunu bu kadar olduğu gibi ve damardan anlatan başka bir öykü var mıdır bilmiyorum. Şu bir gerçektir ki bu öyküyü okuduktan sonra, okul bitiren hiçbir gence "iş buldun mu?" diye sormamaya gayret ettim.

Eğer ne oldu bu öyküdeki gençlerin durumu diye, öğrenmek isteyen varsa... Erdem babasından kalan bakkal dükkanını işletmek üzere Bandırma'ya gider. Orhan ise askere. Peki Yazar ne yapar? O bir yere gidemez. Henüz biz okurları da yokuzdur ortalıkta.. Oturur devrik cümlelerle bu hikayeyi yazar işte.. Cümlelerden kimini kendisi devirir.. Öyle püskürdüğü gibi kalır.. Toplamaz.. Durmadan yazar böyle.. İşte bu öyküler Atilla Atalay'ın insan kalma çalışmalarıdır.. Bu öyküleri okumak isteyen okurları için de öyle... İnsan kalma çalışmaları... Gitmeliyim şimdi.  Çünkü Kahve Molam bitti.

"Kızgın" Deyimlerle Bir Deneme Yazısı...


Şimdi sen beni böyle uslu, köşesinde oturan Karamürsel sepeti misali, ağzı var dili yok hanım hanımcık biri sanıyorsun ya! Hep böyle olsam keşke... Nerdeee? Bazan o kadar sinirli oluyorum ki anlatamam. Sinirli ne demek? O kadar kızgın oluyorum o kadar kızgın oluyorum ki... Durduk yerde tepemin tası  bi atıyor...  Off! Görsen beni... Tanıyamazsın valla. Deli gibi oluyorum, resmen çıldırıyorum ya! Sebep mi?  Sebep mebep yok arkadaşım!  Bence aklın varsa  ileri geri soru sorup üzerime üzerime gelme. Bak peşin peşin söylüyorum dalıma basma yani. Bazan nasıl pataklamak geliyor içimden anlatamam. Böyle nasıl oluyorum biliyor musun? Birini eften püften bahaneyle yakalasam yakasından mesela... Sallasam, silkesem önce şööyle... Sonraa... Hırpalasam, ufalasam, ağzını burnunu dağıtsam var ya... Off, nasıl rahatlayacam.


Ya da ne bileyim, Allah yarattı demeden, eşek sudan gelene kadar ayağımın altında çiğnesem mesela... Suratını çarşamba pazarına çevirsem... Ohhh! Canıma değsin diyeceğim. Biliyorum içimin yağları erim erim eriyeceeek... Hele heleee...  Pastırmasını, pestilini , posasını ya da sucuğunu çıkarsam... Hele hoşaf etsem, kızılcık şerbeti içirsem veya pilakisini yapsam var yaa... İşte değme o zaman benim keyfime... Hıımm... Yoo... En güzel yöntem kuyruğunu tava sapına çevirmek. Bu da yetmez ayrıca pöstekesini sermek. Paçavrasını çıkarmalıyım paçavrasını.  Kesin bozmalıyım o kendini beğenmiş façasını.  Artık ne oluyorsa bana inan bilemiyorum. İçimden bir şeytan mı çıkıyor ne? Zaten neler olup bittiğini sonra hiiç hatırlamıyorum. Gözüm kararıyor bir anda... Yerden yere çalmak istiyorum aslında. Of! Off! Mostrasını bozmak, mariz atmak en iyisi galiba... 


Of ya.. Yok.. Yapamam.. Kıyamam kiii... Hiiç kıyamam hiiiçç.. Asla... Böyle durumlarda ne yapmalıyım biliyor musun? En iyisi sırtını kaşımalıyım, sırtını... En iyisi okşayı okşayıvermeliyim... Efendime söyleyeyim şööyle bir silkeleyip de tozunu almalıyım tozunuuuu... Ahh! Kıyamam tabii.. Beni kızdıranın önce paçasını düzeltmeliyim... Akabinde ve detayında  yuvasını yapmalıyım... Ahh! Sonunda unutmamalıyım.. Neyi mi? Neyi olacak? Şarkı söylerken ahenkli çıksın diye sesi.. Hatta cümle alem daha rahat duysun diye belki... Akordunu düzeltmeliyim... Akordunu tabii! Ama beni en rahatlatacak şeyi, şimdi buldum inan ki... Ne mi? Beş kardeş... Ah, yanağında hissettirirsem beş kardeşin şefkatini, inanıyorum ki artık kızdırmayacaktır beni.



26 Haziran 2011 Pazar

Canım Denize Girmek İsteyince, Hayal Etmeden Duramadım Gene!


Bugün... Yaz günü Haziran'ında... Mevsim sonbahar tadı veriyordu ya... Evde yalnızdım. Niyetine girdim. Canım bir şeyler karalamak istiyordu Hayal Kahvem'e. Hafızamın kuytu çekmecelerini karıştıracak, artık bahtıma ne çıkarsa, kelime kelime damlatacaktım. Du bi... Aslında yıkanmak, arınmak ferahlamak istiyordum. Çünkü bazen yalnız seslerden kirleniyorum ben, yalnız seslerden...  Öncee... Atilla Atalay'ın "Harbiden sudan gelmişiz kardeşim biz, toprak ne ki? Yine deniz… Nasıl dingin ... Saatini bilsek, suda ölmek de olsa, razıyım ben, öyle güzel ki.” şahaneliğindeki sözlerini aklımın iplerine doladım. Attım kendimi Deliler Denizi'ne... Oh! Anında nasıl ferahladım anlatamam. Şöyle bi  bıraktım kendimi. Sen hiç yosunlarla bir salındın mı? Dene bak. Deniz karar veriyo. "Seni şöyle sallıyacam hacı" diyo, sen de "Peki hocam salla" diyosun. Bir sonraki hareketi bilmeden, yani deniz, yani ucu bucağı yokmuş gibi..."  Devamında  Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanı aklıma geldi. Bilirsin, o kitapta Sırtüstü Yüzmek diye bir bölüm vardır hani. Aşk acısı  çeken Kemal, karanlık bir güzelliği olan o acıklı Eylül günlerini dayanılır kılan önemli bir şey keşfeder: Sırtüstü yüzmek. Bunun için, sırtüstü ve geri geri yüzerken başını Boğaz sularının içine iyice sokması, denizin dibini başaşağı görmesi, bir süreliğine nefes almadan kulaçlar atması gerekmektedir. Hatırladın mı? Hani akıntının ve dalgaların içinde geri geri ilerlerken gözlerini açınca, tersinden gördüğü Boğaz'ın renk değiştirerek koyulaşan karanlığı, aşk acısına hiç benzemeyen bambaşka bir sınırsızlık duygusu uyandırırdı içinde... Altında kıpırdanan sınırsız, esrarengiz alemin parçası olmaktır önemli olan... Ağzını, genzini, burun ve kulak deliklerini sonuna kadar dolduran Boğaz sularının, içindeki denge ve mutluluk cinlerinin hoşuna gittiğini hissederdi. Bir çeşit deniz sarhoşluğuyla tersinden  kulaç üzerine kulaç atarken, karnındaki ağrı neredeyse yok olurdu ve o zaman Füsun'a derin bir şefkat duyduğunu da fark eder ve aşk acısında ona karşı pek çok öfke ve kırgınlık olduğunu hatırlar.... Kafasını sudan hiç çıkarmadan düşüncelerinin onu götürdüğü yere, sonuna kadar yüzer. Daha sonra sahile çıkıp güneşin altında uzanıp gözlerini kapadığında da, yaşadıklarının aslında tutkuyla âşık olan her ciddi, onurlu erkeğin başına gelen şeyler olduğunu iyimserlikle düşünür. Hayallere daldım gene. Bu kez yazarların cümleleriyle denize girdim oturduğum yerde. Güneş batma ay da dolun olarak doğma şekilleri yapıyo bi taraftan. Ben burada yalnız, ben cümle planktonlar, yosunlar, şekil şekil bulutlar, kenardan dolun dolun ay ve manzaranın en kral köşesinden kendine yer bulup batmak üzere olan güneşle... İşte öyleyken yani... Az önce... Denize girdim işte ben. Sırtüstü yüzdüm. Yine hiç kimsenin ruhu duymadı.

NOT: Atilla Atalay'ın Deliler Denizi adlı öyküsüyle, Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanının bazı cümlelerini arakladım. Yazarlar affetsin beni... Cümleleriyle oynadım gene...  Hey, denize girdim ya.... Aman ne ferahladım...

25 Haziran 2011 Cumartesi

Erkin Koray 70 Yaşında Öyle Mi?


İki gündür Erkin Koray şarkılarına bir takıldım ki anlatamam. Of! Ne güzel sözler! Ve Yarabbim ne şahane  bir müzik bu. Of, nasıl özlemişim Erkin Koray'ın şarkılarını meğer. Şimdi... Şu anda.. Ne dinliyorum biliyor musun? "aşktan yana şansım yok.. ağlıyorum derdim çok.. aşkımı kaybetmişim.. sordum sordum bulan yok.. dün gece çok aradım.. aradım bulamadım... kör olası çöpçüler... aşkımı süpürmüşer.." Bu şarkıyı bilirsin değil  mi? Hemen dinlemelisin hemen... Of! Ne hoş bir şarkı bu sahiden! Kimbilir kaçıncı  kez dinliyorum. Döne döne... Ya Yalnızlar Rıhtımı... Hani var ya... "bir ben miyim perişan.. gecenin karanlığında.. yosun tuttu gözlerim.. yalnızlar rıhtımında..." Yeni  nesil bilir mi  Erkin Koray şarkılarını acaba? Ne büyük kayıp bilmiyorlarsa...Yooo.. Dinlemek beni kesmeyecek.. Şimdi birşeyler okumalıyım Erkin Koray hakkında... Ama sanal ansiklopediden okumasam keşke diye düşündüm. İyi de Erkin Koray hakkında şu anda hangi kitaptan birşeyler okuyabilecektim? Heyy! İşte o anda Cumhur Canbazoğlu'nun Kentin Türküsü adlı kitabı aklıma geldi. Evet. Hemen buldum  kitaplarımın arasından... İşte kitabın Anadolu Pop-Rock bölümünün Barış Manço'dan sonra gelen isim Erkin Koray. 108. sayfa. Hemen açtım ilgili sayfayı. Cumhur Canbazoğlu Erkin Koray hakkında beş sayfa yazı yazmış. Önce mutfağa gidip kahvemi aldım. Sonra Erkin Koray şarkılarını  tekrar dinlemeye başladım.  Hem okuyorum... Hem dinliyorum... Bu arada  keyifle kahvemi içiyorum.



Cumhur Canbazoğlu "Hep"kendini söyleyen" ozan" diye bir başlık atmış.  1941 doğumluymuş Erkin Koray. Şimdi  tam da bugün 70 yaşında öyle mi? Vay canına sayın seyirciler. Yıllar böyle hızlı geçer mi? İnanamıyorum. Şimdi hangi şarkısını söylüyor biliyor musun?  "öyle bir geçer zaman ki.. dediğim aynı ile vaki.. birden dursun istersin seneler olunca mazi.. yollara bakarsın katı katı.. üzerine çekersin perde..  yoldan geçenler var  da.. her akşam gelenler nerde.. öyle bir geçer zaman ki.. "  Of! Ömrüne bereket... Çok yaşasın, çok söylesin Erkin Koray, e mi? Uzun uzun anlatmış Cumhur Canbazoğlu. Erkin Koray'ın eğitimini, askerliğini, müziğe nasıl başladığını, 1967 yılında sanatçıyı memleket çapında üne kavuşturan Kızları da Alın Askere adlı 45'liğini, müzikteki arayışlarını, Fransa'ya gidip gelişini, 1975 yılında Elektronik Türküler adlı ilk uzunçalar çıkardığını, halk müziğine yönelişini ve bu albümde ilk kez rock, beat, ve türküyü birleştirmeyi nasıl denediğiyle ilgili  yazdıklarını zevkle okuyorum. Bu arada gitar, bağlama ve vurmalıların sürüklediği, Nazım Hikmet'in sözleri ve bestesi Ruhi Su'ya ait olan Türkü diye bir parçadan söz etmiş. Merak ettim. Hemen buldum sanal dünyadan. Hey! Bağlama vurdu  gene beni... Hatırladın mı bu şarkısını? Hani der ya.. "Dört nala gelip Uzak Asya'dan... Akdeniz'e bir kısrak gibi uzanan.. Bu memleket bizim! Bizim dostlar... Bizim!" Hey! Nazım Hikmet ve Ruhi Su'nun yattıkları yer nur dolsun. Ne güzel bir  müziktir, ne güzel bir parçadır bu..



Erkin Koray bir söyleşisinde türkünün geçmişinde elektrikli aletlerin yeri olmadığını, türkülerde daha çok doğal denilen seslerin hakim olduğunu, bu durumun da türkülerimize özgü hoş ve karakteristik bir hal olduğunu, ancak Türkülerimizin güzelliğini ve doğal dokusunu kaybetmeden elektonikleştirmeye gayret ettiğini bunun da son yıllarda gelişmekte olan akımlara yol göstereceğini söylemiş. Sürekli arayış peşinde olan sanatçı bir ara Hindistan'a gitmiş. Dönüşte mucidinin kim olduğu hala tartışılan elektro bağlamayla iyice arabeske yönelmiş. Ve bu türde tamamen kendi tarzında bir ekol haline gelmiş. Tüm birikimleriyle ortaya o güzelim şarkıları çıkarmaya başlamış. Bilirsin hepsini mutlaka.. "Arkası gelmez dertlerimin bıktım illahlah! Biri biterse öbürü başlar vermesin Allah!" Hatırladın mı? Fesuphanallah! Sonra.. Estarabim.. Şaşkın... Sevince.. Gönül Salıncağı... Yalnızlar Rıhtımında... Heyy... Arap Saçı peki?  Atilla Atalay'ın Ebekulak adlı öyküsünde geçer hani... "gönlüm söz dinlemiyor.. sevdiğimi ver diyor.. kim görse şu halimi.. bir daha sevme diyor.. aaah aşk yüzünden.. arap saçına döndüm.. çivi çiviyi söker.. budur bunun ilacı" İki sevgili küsmüşlerdir hani eften püften bir sebepten. Kimse kimseden af dilemez. Aradan zaman geçer. Üç yıl sonra karşılaşırlar. Bir çay bahçesinde otururlar. Birbirlerini halen sevdiklerini belli etmeyecekler ya öyle muhabbet ederler ki sürekli birbirlerini acıtırlar. Hep biri diğerinin pes edeceğini umar. İkisi de pes demez. İkisi de içindeki zaiyatı belli etmez.  İşte tam bu sırada, onların şarkısı Arapsaçı çalmaya başlar. İkisinin hali de çok tatlıdır. Şarkıdan etkilenmemek için çocuk içinden "gün doğdu hep uyandık.. siperlere dayandık" marşını söylerken, kız ise kafasını daldırıp çantasında birşeyler ararmış gibi rol keser. Ya da çocuk öyle zanneder. Neyse, öykünün devamını merak eden isterse  işte buradan okur. Şarkılar ne kadar önemlidir hayatımızda öyle değil mi? Bazı şarkılar nasıl ruhumuza işlemiştir. Cumhur Canbazoğlu yazısının sonunda söylediği gibi "Erkin baba" sevabıyla günahıyla sıcacık işler yapmış ve dağarcığındaki her şeyi dinleyicileriyle paylaşmış bir sanatçıdır. Ve o güzelim şarkılarıyla halen dimdik ayaktadır. İşte büyük bir beğeniyle dinliyorum şarkılarını şu anda. Bana göre şarkıları  lezzetinden bir şey yitirmiyor. Bilakis ben yaş aldıkça onun şarkıları gençleşiyor.


Cumhur Canbazoğlu'nun yazdıklarını okumak çok hoşuma gitti. Kentin Türküsü: Anadolu Pop-Rock adında iyi ki böyle bir başvuru kitabı hazırlamış. Bence bu tip başvuru kitapları çok önemli ve çok değerli. Keşke  pek çok alanda böyle başvuru kitapları olsa. İlgisi olanlar faydalansa. Ben müzikle çok ilgili biri değilim. Keşke yeteneğim olaydı da müzikle ilgili bir iş yapaydım. Nerdee? Son zamanlarda karınca kararınca bağlama çalmaya ve türkülerin menzilinde dolanmaya heves ettim. O kadar. İyi de peki ben bu kitabı acaba  neden almıştım? Bak şimdi.. Bu kitap  Aşık Veysel, Barış Manço, Fikret Kızılok, Hümeyra, Yunus Emre, Cem Karaca, Üç Hürel, Edip Akbayram, Karacaoğlan, Ruhi Su, Haluk Levent, Volkan Konak, Kurban, Neşet Ertaş benzeri  memleketimizde gelenekseli evrensele taşımaya emek sarfetmiş isimlerin müzik serüvenlerinden bahsediyordu. Ve çok doğru bir kitaptı, fark etmeyi sağlıyordu. Bu kitabı okuyunca anlamıştım ki, ben belki türküyü bağlamadan dinlememiştim ama türkünün Cumhur Canbazoğlu’nun dediği gibi Anadolu- pop halini, yani Türk folklor temaları, şiirleri ve çalgılarıyla Pop müziğin elektronik olanaklarının kaynaşmasından doğan şehir türküsü halini yıllardır sevmiş ve dinlemiştim. İşte galiba şimdi aslına döndüm. Orijinal haline. Bazı türküler hiç yabancı gelmiyor. Üstelik bağlamanın sesi, yüreğimi derinden etkiliyor.  Sanıyorum Anadolu ezgilerini zamanında bana sevdiren Erkin Koray gibi sanatçılar nedeniyle şimdi türkülerin menzilinde dolanmaktan hoşlanıyorum. Anadolu Pop Rock mı denir, Anadolu Pop Rock Arabesk mi denir bilemeyeceğim ama Erkin Koray'ın şarkılarını  hep sevdim. Biliyorum, ömrüm oldukça hep seveceğim.


Böyle İnsanlar ve Kitaplar Bilinmeli...




Yukarıya fotoğraflarını eklediğim ve son günlerde izini sürdüğüm kişi Joe Sacco. Malta doğumlu. Oregon Üniversitesi’nde gazetecilik okumuş. İşgal Altındaki Topraklar’la İlgili kitabı Filistin, 1996 yılında Amerikan Kitap Ödülü kazanmış. Ben bu kitabını okumadım. Şu anda 2001 yılında  Will Eisner Ödülü’ne layık görüldüğü  ve Bosna’daki günlerini anlattığı Güvenli Bölge Gorazde adlı kitabı elimin altında. Bu akşam okumaya başladım. Bu kitaba İstanbul’daki  kitapçıda rastlamıştım. Elime almıştım. Bir çizgi romandı. Çizimleri siyah beyazdı. Neden bilmiyorum, çizgi romanda siyah beyaz çizimlerin illüzyonuna hemen kapılırım. Gorazde’den etkilenmemek zaten mümkün değildi. Çünkü bu çizgi roman Doğu Bosna’da Savaş, 1992-1995 başlığını taşıyordu. Ayak üstü sayfalarının arasında dolanmıştım. Burnumuzun ucunda büyük bir travma atlatan insanların  acılarını ve hüznünü  çok etkili çizimlerle anlatıyordu. Kitabın daha başındayım. Az önce ara verdim. Bir filmin içinde hissediyorum kendimi. Ama bu çizgi roman, bir film değil. Kitapta yazılıp, çizilenler kurgu da değil. Klasik romanların çizgi romana uyarlanmış hali hiç değil.  Bu, bütün dünyanın gözü önünde gerçekleşen, insanın insana yaptığı  büyük zalimliğin utanç verici, vicdan sızlatıcı durumu... Hakikat bu çizgi romanda anlatılanlar. Sahici.  Ve çizimlerle anlatımı çok ama çok etkili. İlla ki etkileneceğiim bu kitaptan. Sarsacak bünyemi. Şu anda dünyada olup bitenler aklıma gelecek. Zaten gelmeli. Günün hayhuyunda unutuyorum çünkü. Aslında ateş sadece düştüğü yeri yakmıyor. O kadar kolay değil. Acı da, sevgi de hissedilen bir enerji. Joe Sacco'ya büyük saygı ve sevgi duyuyorum. Bu insanlar ve kitapları bilinmeli.



24 Haziran 2011 Cuma

ZAGOR ve Yeniden Şarkılar Söyleten Kadın




Özledim seni düştüm yollara
Açtım gönlümü rüzgarına
Bir hayaldi sanki bir macera
Yıkıldım kelimeler paramparça
Yandım yandım yandım yandım ah ki ne yandım
Bana yeniden şarkılar söyleten kadın 

 
Baka baka doyamadım hep kokladım da
Sarhoşluğun bitmedi hala
İçimde sevdan
Hala hoş bir kokun var
Ne güzel odan
Bir çizik attım gönlüme kanattım
Yandım yandım yandım yandım ah ki ne yandım
Bana yeniden şarkılar söyleten kadın




Baka baka doyamadım hep kokladım da
Sarhoşluğun geçmedi hala
İçimde sevdan
Seni görebildiğim yer rüyalar artık
Bir de diyorlar bana ah bu ayrılık 


NOT: Zagor çizgi roman kareleriyle Mazhar Alanson'un Yandım adlı şarkısının sözlerini eşleştirdim.

23 Haziran 2011 Perşembe

Kahve Molası - Uyumsuz Adam Olmak !

 

Küçüklükten itibaren, eğer hayattan ne beklediğimizi bilir ve bu doğrultuda hayatımızı planlanlarsak,  başaramayacak  hiçbir şey olmayacağını işler dururlar. Kimler mi? Önce aileler tabii. Sonra öğretmenler, arkadaşlar… Sonra reklamlar, psikologlar, bankalar, şirketler, meslek kuruluşları…  Herkes aynı şeyi söyleyip, gizli ya da  aşikâr oya gibi beynimize işleyince… Bizler de bize dayatılanın olması gerektiğine inanırız.  Gündüz Vassaf Cehenneme Övgü adlı kitabında davranış bilimlerinden söz eder. Yaşadığımız yüzyıl biliminin sloganının “davranışları anla, önceden kestir ve denetle.” olduğunu anlatır. Bu sloganın hedefi nedir? Bilgi toplama, tasnifleme ve bu bilgiler doğrultusunda insanların harcamalarını ve davranışlarını yönlendirmek...  Bir nevi sömürme mekanizmasının çarklarının dönmesine katkı yapma vaziyeti. Hiçbir şeyin sürprizi kalmaması, şaşırılacak, hayrete düşülecek bir durumla karşılaşılmaması, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamak. Niye? 

Çünkü sömürücü güçlere göre, sürprizler amaçların ve hedeflerin önünde birer engeldir. Nerelere para harcayacağımızı, nerelerde tatil yapmamızın iyi olacağını, neler yiyeceğimizi, nasıl giysiler giyeceğimizi,  hangi durumlarda nasıl davranmamız gerektiğini bizlere öyle gizli yöntemlerle işliyorlar ki, farklı davranmak aklımıza bile gelmiyor. Tutkularımızı, arzularımızı, zevklerimizi muhtelif yöntemlerle  onlar  tahlil  ediyorlar. Farkında olmadan kendi hayatımız için seçmemiz gereken her şeyi onlar belirliyorlar.  Nasıl bir hayat hedeflenecek?  O hedefe ulaşmak için hangi okullara gidilecek? Hangi meslekler seçilecek? Nasıl biriyle evlenilecek? Kimlerle arkadaşlık edilecek? “İnsan insana ilişki kurmak yerine, giderek, amaçlarımız, mesleki etiketlerimiz ve profesyonel kişiliklerimiz aracılığıyla ilişki kuruyoruz birbirimizle.” diyor yazar. Ve belirlenen eylem kalıpları içinde  tekdüze  yaşamlar  oluşturuyoruz. Özgür irademiz elimizden alınıyor.  


Bize dayatılan amaca yönelik maksatlı faaliyetlerin tutsağı olup çıkıyoruz. Çok amaçlı 21. yüzyıl insanı olarak bize dayatılan  hayatları yaşamak için, başarmak, satın almak, zengin olmak, meşhur olmak, güzel ya da yakışıklı olmak, ölümü unutmak, standartlaşmak,  soru sormamak, itiraz etmemek, kabullenmek, hayal kurmamak, rüya görmemek zorundayız. Ne fena! Biz artık özgür olduğumuzu söyleyebilir miyiz? “Evet, hayatımızı yaşıyoruz. Ama onu yönettiğimiz doğru değil.” diyen  Gündüz Vassaf bu durumumuzu sevgiden vazgeçerek önceden belirlenmiş istasyonlarda durup, tarifeye göre yol alan bir tren ya da sadece ikmal yapmak için duran bir yarış arabasına benzetiyor. Yaşamı tüketmek pahasına hedeflerine varan bunca insan olduğunu görmek, şaşırtıcı olduğu kadar üzücü de, diyor.  

Korku gerilim filmlerini çok severim. Ama öyle hortlak, canavar, vampir, ne bileyim yürüyen ölüler, ölüm çığlıkları korkutmaz beni.  Tamam. Korku filmlerini seyrederken kimi sahnelerinde yerimden zıpladığımı, kimi sahnelerinde çığlık attığımı ya da ellerimle gözlerimi kapadığımı  rahatlıkla itiraf edebilirim.  Korku filmlerinin hakkını veriririm yani.  Hele İspanyol korku filmlerine bayılırım.  Ama şu film var ya şu film... Üstelik bir İskandinav filmidir.  Uyumsuz Adam veya Sorun Yaratan Adam veya  Den Brysomme Mannen diye bilinir. Bu film beni gerim gerim gerip gergef eden ender korku filmlerinden biridir.   İyi ama yukarıda anlattıklarımın bu filmle ilgisi ne? Asıl mühimi türü Komedi/Dram/Gizem diye nitelendirilen bu filmi seyrederken neden bu denli korktum? 


Gündüz Vassaf'ın tren istasyonu benzetmesi gibi bu film de bir istasyonda ama metro istasyonunda başlıyor. İlk görüntülerde kahramanımız Andrea, öpüşen bir çifte bakıyor. Kamera yaklaştıkça bir de bakıyoruz ki o ne? Bu çift duygusuzca sanki otomatiğe bağlanmışcasına öpüşmekteler. İki sevgiliyi seyretmek hoş gelmiyor da tiksinti hissi uyandırıyor. Filmin konusunu bilmediğim için önce "ne fena bir durum" diye aklımdan geçirdim. Sonra "eh, haydi hayırlısı ne gelecek  bakalım bunun sonrasında" dedim.  Seyretmeye devam ettim. 


Yok, ben filmin devamını böyle anlatamayacağım. Şimdi kahvemi aldım elime. Şifa niyetine bir yudum alacağım. Korktum ben bu filmi seyredince arkadaşım, korktum işte!  Filmin devamında Andrea'nın bilinmez bir yerden bilinmez bir yere gelmesi korkutmadı beni. Bilakis gizem içeren, sürprizli filmleri severim. Üstelik bu filmde Andrea'nın geldiği yer bir cennet sanki. Şehirde hoş geldiniz afişiyle karşılanıyor. Anında iş buluyor. Patronu ve iş arkadaşları nasıl güler yüzlü, nasıl  anlayışlı, nasıl düzgün görünümlü insanlar anlatamam... Tertemiz alanlarda spor yapıyorlar, şahane restorantlarda yemek yiyiyorlar, şık giyiniyorlar, ferah evlerde, lüks mobilyalar içinde mutlu yaşıyorlar. Andrea da anlatmaya çalıştığım bu yerde aynı şartlara sahip  olarak yaşamaya başlıyor. Hemen sevgilisi oluyor.  Cennet gibi bir yer işte ne var bunda korkulacak diyorsun şimdi değil mi? Bak, anlatırken bile tüylerim diken diken oldu inan ki. Değil işte.  


Tüm o konforun içinde yaşayan insanlarda duygu denen  şey kalmamış. İnsanlar tepki vermesi gereken her duruma kayıtsızlar. Allahım bu insanlarda coşku yok! Aşkını ilan etsen de bir, intihar edeceğini söylesen de bir...  Farketmiyor. İnan bana varsa böyle bir kategori bu filme bir çeşit ağıt bile denebilir. Düşünsene... Güler yüzlü ama samimiyetsiz arkadaşlarla  muhabbetler  mütemadiyen mobilyalar ve alışverişler üzerine...  Yemekler şahane görünüyorlar ama bütün yiyeceklerinin tadı ve kokusu aynı. Korkunç bir kabus değil de nedir bu?  Şimdi kahve içiyorum ve mis gibi kokusunu içime çekiyorum söz gelimi... Söyler misin bundan büyük zenginlik olur mu? İşte bu filmde Andrea'nın yerine koydum kendimi. Nasıl korktum anlatamam. O korkuyu taa şuramda yüreğimde hissettim.  Herşeyin  güllük gülistanlık tasarlandığı ama  duygularından, coşkularından, zevklerinden, keyiflerinden arındırılmış, hiç bir şeyi merak etmeyen, sorgulamayan insanların yaşadığı bir dünya!  Beni feci korkuttu feci! 


Bu durumda,  Gündüz Vassaf'ın yazdığı gibi, "Keyif, aşk, inanç ve Nâzım Hikmet'in dediği gibi "Bir çocukcasına bakarak yaşamak" - Bunlar nasıl amaçlanır ki?" Peki, filmin sonunda ne  oluyor? Andrea dayanamıyor bu duruma. Çok şükür uyumsuzluk gösteriyor. Filmin sonu kimilerine göre Andrea bu düzeni redettiği için cezalandırılıyor diye düşünülse de, ben dünyada tek kişi kalsa bile  insan onurunu korumak adına, böyle bir hayata uyum göstermeyen bir adamın filmini yaptığı için yönetmene en içten sevgilerimi göndermiştim.  Sonra camı açıp "dünyanın bütün uyumsuzlarına selam olsuuun!" diye bağırmış, içimdeki  korkuyu coşkuyla gökyüzüne savurmuştum.  Böyle işte.