31 Temmuz 2011 Pazar

Hayırlı Ramazanlar!.. Of! En Büyük Aşkı Anlatır...

 



En sevdiğim ilahidir.. Ahh! Dinlemeye doyamam.. Usanmadan tekrar tekrar dinleyebilirim.. Dinledikçe kalbim nasıl çarpar anlatamam.. Öyle ki... Yerinden fırlayacak sanırım da.. Sağ elimi yüreğimin üzerine sıkıca bastırırım.. Amaa.. Yusuf İslam (Cat Stevens) söylemelidir illa.. Sami Savni Özer'le birlikte söylemelilerdir veya.. Heyy! Elimi yüreğimin üzerine bastırınca, duramam müziğin ritmiyle ileri geri sallanırım.. Gözlerimi kaparım.. İçimden "Hay! Hay! Hay!" demek gelir kısa aralıklarla.. Bu bir aşk ezgisidir.. Müthiştir.. "Sevdim seni mabuduma canan diye sevdim.. Bir ben değil alem sana hayran diye sevdim.. " Sözler ve ezgiler bir araya gelince ilahinin etkisi katmerleşir.. Sanki yüreğime ılık ılık portakal şurubu akıtıldığını hissederim.. Anlarsın ya.. Damardan hani.. Nasıl etkili.. Şıp.. Şıp.. Damla damla sanki.. Öyle bir aşkı anlatır ki bu ilahi.. Bu aşkta insanın gözü kimseyi görmez.. "Evladı ıyalden geçerek ravzana geldim.. Ahlakını methetmede Kuran diye geldim.." Bu var ya.. Bu.. Bu Yaradana ve onun "cananım" dediği son peygambere duyulan aşk durumudur.. "Kurbanın olam şahı resul, kovma kapından.. Didarına müştak olacak yezdan diye sevdim." Aşk korkutucudur aynı zamanda.. Sevdiğinin istemediği gibi davranabiliyor çoğu zaman insan.. Utanıyor tabii sonra.. İnsanlık hallerinden kimine aldanıyor.. İnsanlık hali işte.. Olabiliyor.. Melek değiliz ki hiç birimiz.. Günlük hayatta pek çok şey baştan çıkarabiliyor.. Gene sevdiğinin merhametine sığınarak sanki göğsüne kafasını dayıyor da diyor ki.. "Mahşerde nebiler bile senden medet ister.. Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim.." Sevdim.. Sevdim.. Sevdim.. Off! Nasıl güzel bir ilahidir anlatamam sana.. İnsanı dünyasından geçirir.  Hey! Yarın oruca başlayacağım ya Ramazan ayının havasına girmeliyim.





NOT: mabud- allah / canan-sevgili / ravza- kapı.. bahçe / didar-yüz / müştak-arzulayan /yezdan-ilah

Karikatürlerde Roman Kahramanlarını Görme Oyunum...



Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri karikatür okumayı ve  seyretmeyi severim. Sadece okumak ya da seyretmekle de kalmam... Ayrıca karikatürlerdeki tiplerde roman ya da film kahramanlarını görme oyunum vardır. Bir örnekle anlatayım istersen... Mesela,  Şenol Bezci'nin bu karikatürünü ilk gördüğümde, çok önceleri bir solukta  okuduğum,  Dostoyevski'nin Beyaz Geceler adlı, o incecik  romanındaki erkek kahramanı aklıma geldi. Sekiz yıldır Petersburg'ta yaşamasına rağmen tek dostu olmayan o  genç adamı bilmiyorum hatırladın mı?  O roman kahramanı, aynı Şenol Bezci'nin çizdiği korkuluk gibi... Yoksul...  Yapayalnız... Kimsesiz biridir. Karikatüre baktığımda, yerdekiler yazarın elde yazdığı öyküsünün sayfalarını ya da öyküdeki mektupları anımsatmış olsa da... Beni bu korkuluğu Beyaz Geceler'indeki kahramanına benzetmeye asıl sevkeden ne oldu biliyor musun? Tüm o yoksulluk ve yalnızlık içinde, korkuluğun gülümsemesi. Dostoyevksi'nin bu roman kahramanı hayalci biridir. Yalnızlığından şikayetçi değildir. Hatta kitapta kendisini kimselere benzemeyen gülünç bir adama benzetir. İyi niyetlidir. Petersburg'un o uzun beyaz gecelerinde,  yıldızlı, sakin ve durgun  gökyüzüne bakıp "Bu kadar muhteşem bir güzellik altında kötü niyetli insanlar gerçekten bulunabilir mi?" diyebilen biridir. Yaz gelmiştir. Şehir boşalmış, herkes yazlığa gitmiştir. Arkadaşı yoktur ve  hiç kimseden davet almamıştır ya... Sanki onu oracıkta unutmuşlardır hani... İnsandır tabii... Böyle zamanlarda yüreğinde hüzün dalgalarının kabardığını hissedecektir elbette.  Ama bu düşünceleri kafasından çabuk atar. Aynı mevsimler gibi insan ruhu da değişken değil midir? Ekinmiş tarlaların, otların  ortasında bulur kendini. Arabalarla yanından geçen insanların kendisini sıcak bir tebessümle selamlayacaklarını farzeder. İnsanların mutlu olduklarını düşünerek neşelenir. Aynı bu korkuluk gibi o yoksulluğun, yalnızlığın içinde gülümser.  Biliyorum  bana gülüyorsundur gene... Diyorsundur ki: "Abartmışsın! Karikatürler nere, roman kahramanları nere?" Ne bileyim? Hayalciyim ya bir kere... Şenol Bezci'nin bu karikatüründeki korkulukta, Dostoyevski'nin Beyaz Geceler adlı romanının erkek kahramanını gördüm ya... Hayal Kahvem'e yazmak istedim. Böyle söyleyeceğini bile bile.


30 Temmuz 2011 Cumartesi

Hayat Cevap Ver Bana! Yaşamın Anlamı Nedir?


Bak şimdi. Ölü Ozanlar Derneği'ndeki Profesör Keating'i bilir misin? İlk dersinde Carpe Diem'in ne demek olduğunu öğrencilerine anlatan öğretmendir hani... "Yaşadığın günü olağandışı yapmaya çalış! Anı yakala!" Tamam. İşte  aynı filmde Mr. Keating'in öğrencilerine şiirin ne demek olduğunu  anlattığı bölüm vardır. Olağanüstüdür.  Hayal edelim mi şimdi o sahneyi...  Hani ders zili çalar. Profesör sınıfta sessizce oturmaktadır. Nasıl disiplinli bir okuldur burası anlatamam. Bilirsin "hayat disiplinden ibarettir"i öğreten okulalardan...  Mr. Keating'de bu okuldan mezun olmuştur. Şimdi artık bir profesördür ve mezun olduğu okula 19. yüzyıl Edebiyatı dersi  için öğretmenlik yapmaya gelmiştir. Önce öğrencilerinden birine işleyecekleri kitabın giriş bölümünü okutturur. "Şiiri anlamak" başlıklı bu önsözü öğrenci okurken, öğretmen de tahtaya bir yatay çizgi, yatay çizginin sağ ucuna kadar da bir dikey çizgi çizer. Çünkü okunan yazıda şiir üzerine doktora yapmış Evan Pritchard'ın şiiri anlamak hakkındaki açıklamaları, şiir bir çizelgeymiş gibi anlatılmaktadır. Acaba şiirin amacına ulaşması için kullandığı sanatsal ölçü nedir? Bir de bu amacın önemi nedir? İşte çizelgede dik çizgi şiirin yetkinliğini, yatay çizgi ise önemini gösterecektir. Böylece şiirin kapladığı bütün alanla şiirin başarısının ölçüsü bulunacaktır. Şiirin etkisi ve başarısı bir matematik grafiği gibi çözümlenebilir mi? Prpfesör Keating "saçmalık!" diye bağırır ve öğrencilerine kitabın  okudukları bu sayfalarını yırtmalarını söyler. Öğrenciler şaşırlarlar tabii... Hiç kitap sayfaları yırtılır mı değil mi? Ama bu Edebiyat öğretmeni bildiğimiz öğretmenlerden değildir. Öğrenciler bayılırlar bu duruma ve sevinçle kitabın giriş bölümünü yırtarlar. 
 
Profesör Keating bu yaptıklarının bir kavga bir nevi savaş olduğunu söyler öğrencilerine... Bu derste sözcüklerin  ve dilin tadına varmayı, kendileri için düşünmeyi ve  kim ne derse desin sözcüklerin ve fikirlerin dünyayı değiştirebilecek güce sahip olduğunu öğrenmeleri gerektiğini anlatır. Öğrenciler bir "sürü" değil, birer "insan"dır çünkü. Öğrenciler arasında 19.yüzyıl Edebiyatını öğrenmenin kendilerine katkı sağlamayacağını düşünenler vardır illa ki. Öğretmen çocuklara yanına toplanmalarını, onlara bir sır açıklayacağını söyler. Profesör sınıfın ortasında  yere diz çöker. Çocuklar da etrafına toplanırlar.  Nefis bir konuşma yapar. Der ki: "Biz hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. İnsan ırkının birer ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz. Çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır.  İktisat, Mühendislik, Tıp, Ekonomi, Hukuk vs.  yaşamak için gerekli asil birer meslektir çocuklar. Ama şiir .. güzellik...  aşk... sevgi...  biz bunlar için hayattayız."  Çocuklar ilgiyle öğretmeni dinlemektedirler. Profesör Keating Whitman'dan bir şiir ile devam eder. "Ah ben! Ah Yaşam! Hayatın anlamını arayan sorular... İnançsızların sonsuz sırası... Aptallarla dolu şehirler... Bunlar arasında yaşamanın anlamı nedir ki hayat! Cevap ver bana! Cevap ver!" Öğrencilerine bakar ve  "İşte cevap" der öğretmen... "Siz burdasınız. Hayat var ve hep olacak... Hep olacak. Güçlülerin mizanseni devam ederken sen de bir kaç dize katkı yapabilirsin." der. Öğrenciler büyülenmişcesine öğretmeni dinlerler. Son soruyu sorar öğretmen... "Güçlülerin mizanseni  devam ederken sen de bir kaç dize katkı yapabilirsin!" der  tekrar ve öğrencilerinin gözlerine tek tek bakarak sorar: "Sizin dizeniz ne olacak?" Robin Williams'ın olağanüstü oyuncuğuyla müthiş bir öğretmendir Profesör Keating! Ölü Ozanlar Derneği ise tek kelimeyle şahane bir filmdir.


29 Temmuz 2011 Cuma

Mutluluk Neydi Ki?




Bugün günlerden Cuma ya… Bizim ofisin son çalışma günü…  Bu hafta kâh ofiste kâh arazide nasıl işim vardı anlatamam. Of ki of yani… Tüm bu yorgunluğun üzerine hava fena hâlde sıcak. Az önce ofisteki herkes gitti. Masamı toplayıp ben de ofisten çıkmalıyım normalinde… Nerdee? Bitmişim ben… Aaaaahhh düşünmekten… Yorgunum ahhh… Sıcakta çalışmaktan…Kolumu kaldıracak enerjim kalmamış. Ölmüşüm ben ahhh… Ölmüşüm…  Öyle kukumav kuşu misali oturuyorum ellerim çenemde. Ah! Bir mucize olsa keşke… Beni kendime getirebilse…. Yok bak… Mucizelere inanırım gerçeğinde… Ama bugün var ya mucizelere inanmak için bile gücüm yok anlatabiliyor muyum? Yooo… Şu  bitik vaziyetimle mucize bekleyemem... Mümkün değil...   Tam bu bünyeyle blog yazılarıma göz gezdiriyordum ki yukarıdaki videoya denk geldim. Heyy! Bu müzik var ya bu müzik... Anında aklımı başımdan aldı benim... Aklımın iplerini saldım gene…  Durur muyum? Müziğin sesini sonuna kadar açtım. İnan bana... Hemen yerimden zıpladım. Mutfağa daldım.  Raftan en renkli kadehi seçtim. Buzdolabının kapısını açtım. Düşündüğüm şişeyi çıkardım. İşaret parmağımı sihir yapar gibi şişenin  kapağına bastırdım. "Okus pokus!" diye usulca fısıldadım.  Hooop! Kendi etrafımda üçyüz atmış derece  döndüm.  Şişeyi  açtım. Kapağını omuzumun üzerinden geriye fırlattım. Şişedeki içeceği yüksekten lıkır lıkır kadehe boşalttım. Heyy! Sihir etkisini gösterdi. Fooooşşşş! Köpürdü... Bardaktan taştı. Aldırmadım. Muzipçe gülümsedim. Becerikli işaret parmağımı burnumun ucuna getirdim. Hedefi on ikiden vurmuş tabanca namlusu niyetiyle  üfledim. Elimdeki kadehle bu eşsiz müziğin ritminde iki ileri bir geri hareket ederek  çalışma odama  geçtim. Koltuğuma oturdum. Arkama yaslandım. Renkli kadehteki soğuk gazozu  yudum yudum içtim. İçimin  yağları eridi yeminle.. Ohh!.. Kendime geldim!...  Görüyor musun, mucize gerçekleşmişti işte.  Bazan mutluluk nedir diye soruyorlar ya… Şimdi yüreğimi dinledim.  Mutluluk sevdiğin müzik eşliğinde,  bir kadeh buz gibi  gazoz içmekti… Başka ne olabilir ki? Mutluluk buydu işte. 


Zagor ve Leman Sam - Rüzgarlığı Anlat Bana, Senin Gibi Esmeliyim...


Penceremin perdesini
Havalandıran rüzgar
Denizleri köpük köpük
Dalgalandıran rüzgar 
Gir içeri usul usul
Beni bu dertten kurtar



Yabancısın buralara
Nerelerden geliyorsun
Otur dinlen başucuma
Belli ki çok yorulmuşsun 


 
 Bana esmeyi anlat
Bana sevmeyi anlat
Bana esmeyi anlat
Esip geçmeyi anlat 




 Anlat ki çözülsün dilim
Ben rüzgarım demeliyim
Rüzgarlığı anlat bana
Senin gibi esmeliyim.
 



28 Temmuz 2011 Perşembe

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum 2 - Füsun


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 



En son Emek Sineması'na  gittiğimde sol ön tarafta  oturan kızın suretine yansıyan örselenmiş ruh hali, mağdur  ve hüzünlü duruşu, bana onun Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanındaki kadın kahramanı "Füsun" u hatırlattı.  Yüzünün sadece sağ yanını görebiliyordum. Dikkatlice baktım. Sanki oydu. Hayal etme çarklarım birdenbire çalışmaya başladı. Bu masum görünümlü genç kadın kendisinden on iki yaş büyük zengin akrabasıyla Nişantaşı'ndaki bir butikte karşılaşmıştır diye aklımdan geçirdim. Üniversite giriş sınavına hazırlanmak niyetiyle, matematik dersi verme teklifini kabul etmiştir. Ve kimbilir hangi düşüncelerle Merhamet Apartmanı'na gitmiştir. Gidebilsem  bu dairede çocuğun annesine ait sakladığı eski eşyalarla birlikte kızın kullandığı eşyaları bulabilirdim.  Eğer Merhamet Apartmanı'nda onunla aşk ilişkisine girmeseydi, şimdi hem böyle yaşayabileceğini hem de meslek sahibi bir kadın olabileceğini hayal ettim.  Orhan Pamuk romanında, apartmanın adını haybeye Merhamet koymamış olmalı... Çünkü Masumiyet Müzesi adlı roman, bir aşk hikayesi anlatıyor gibi görünse de, bana göre "delice aşık olduğu kadının hayallerinin ne olduğunu anlamak yerine, onun hakkında hayaller kuran"(s280)türlü bahanelerle memlekette her gün üç kadın öldüren erkek egemen kültürün yarattığı  bir merhametsizlik destanı. 



Tam bunları aklımdan geçirirken genç kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Etrafına ürkek gözlerle baktı. Sağ elini eteğinin cebine soktu.  İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elinde, ölümünü kolaylaştıracak sürücü ehliyeti vardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi  elindekine  dikkatle  baktı. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Füsun" olduğunu farzettiğim genç kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

NOT: Yazıda Masumiyet Müzesi'nin bazı cümlelerini kullandım.




   

26 Temmuz 2011 Salı

Yerli Çizgi Romanda Kadın Kahramanların Vaziyetleri - Giriş Yazım

Memleketimdeki çizgi romanlarda ve karikatürlerdeki kadın vaziyetleri hakkında yazılmış bir kitap okumak çok istiyordum ki... Kitapçıda  Levent Cantek’in son kitabı Şehre Göçen Eşek – Popüler Kültür, Mizah ve Tarih adlı kitabına denk geldim. Durur muyum?  Elbette satın aldım.  Hemen okumaya başladım. Kitabın Yerli Çizgi Romanda Kadın: Cadılar ve Cariyeler adlı bölümünde Bayan Yıldız adıyla sunulan Flash Gordon’un kız arkadaşı Dale Arden için memleketimizin ilk kadın çizgi roman kahramanı denilebileceğini öğrendim.  Zerafet, fazilet, soylulukla tanımlanan,  anne/eş modeli bir kadın çizgi roman kahramanı… Türkleştirilirken Cumhuriyet beklentilerine uyarlanmış, kimi karelerde açık giysileri kapatılmış, evi geçindiren erkek ile evin bakımını üstlenen kadın biçimindeki geleneksel cinsiyet rollerini pekiştirmede işe yaramış ilk kadın çizgi roman kahramanımızmış Bayan Yıldız… 

 
Sonrasında Türkiye’deki nitelikli çizerler, gazetelerde  tefrika geleneği çerçevesinde çalışmalar yapmaya başlamışlar. Günümüz Türkiye’sinde  içim acıyarak söylemek istiyorum ki  hâlen her 5 kadından 1’i okuma yazma bilmiyor. O vakitler çok daha az kadın okur yazardı elbette. Hâl böyle olunca, gazetelere yapılan işlerde erkek okurlar hedeflenmiş. Levent Cantek bu kez Ratip Tahir Burak’ın “resimle roman” adını verdiği çalışmalarındaki kadın vaziyetlerini anlatıyordu kitabında…  Nasıl çizgi roman kadın tipleriymiş bu kadınlar? İtaatkâr, erkeği sevmesi ve memnun etmesi şart koşulmuş kadınlarmış.  Levent Cantek yazısının geri kalanında bu tip kadın çizgi roman tiplerine “cariyeler” diyordu artık. Çünkü  Levent Cantek’in yazısını okudukça görecektim ki yerli pek çok çizgi romanlarda “cariye” modeli kadın çizgi roman kahramanları epeyce yer alacaktı. Ratip Tahir Burak adını biliyordum. Daha önce Hayal Kahvem’e Bir Karikatüristin Hayatındaki Batık Tesadüfler diye bir yazı yazmıştım. Şöyle:


1904 doğumlu Ratip Tahir Burak, 1976'da vefat etmiş. Karikatürist ve çizgi roman ressamı diye tanıtılıyordu vikipedi'de. Heybeliada'daki Denizcilik Yüksek Okulu'nu bitirmiş, Gülcemal adlı gemide hem çalışmakta hem de resim ve karikatür çizmekteymiş. Çizimlerini gören yolculardan biri ki o yolcu Lozan Konferansı'ndan dönmekte olan İsmet İnönü'ymüş ve çalışmalarına Avrupa'da devam etmesini önermiş karikatürcümüze. Ve bundan sonra dört yıllık kaptanlık hayatından vazgeçen Ratip Tahir Burak'a Paris yolu açılmış. Memlekete döndüğünde ise Demokrat Parti iktidarını sert eleştiren çizimler yapınca yargılanmış ve Paşakapısı Cezaevi 16 ay kadar  Ratip Tahir Burak'ın yeni ikametgâhı olmuş. Buradaki gözlemlerini Hapishane Hatıraları adlı kitabında toplamış.



Sayısız kahramanlık çizgi romanları çizen, karikatür sanatımızın ustalarından Ratip Tahir Burak'ın hayatı ilginç tesadüfler de barındırmaktaydı. Mesela dört yıl çalıştığı gemi Gülcemal Gemanic markasıyla New York limanına bağlı bir kış gününde, kömür almak için günlerdir beklemekteymiş. Üzerindeki buz tabakası gemiyi ağırlaştırmış ve gemi  batmış. Ratip Tahir Burak'ın eskiden çalıştığı, hakkında şiirler ve türküler yazılan, resmiyle pulları süsleyen Gülcemal artık bir batıkmış. Bir ilginç durum daha öğrenmiştim. Amerika'dan dönerken, bindiği geminin  Atlas Okyanusu'nda batmasıyla ölen ünlü güreşçimiz Koca Yusuf'u  yaşıyorken çizen Ratip Tahir Burak'mış.  Bir karikatüristin hayatındaki iki batık durumu çok şaşırtmıştı beni ve "ne ilginç bir tesadüf değil mi?"  diye düşünmüştüm.


İşte Ratip Tahir Burak, gazete tefrikalarındaki Osmanlı ve Harem hikayelerinde şefkât, yumuşaklık ve nezaketle tanımlanabilecek kadın tiplemeleri çizmiş. Kimi zaman arabozucu, haset dolu, kindar kadınlara değinse de daima “cariyeler”den bahsettiğini, üst sınıflardan gelen veya güzellikleri nedeniyle sınıf atlayan, zenginlik ve ihtişamın ilgisini çeken kadınları anlattığını yazıyordu Levent Cantek. Hikayelerinde alt sınıftan gelen kadınlar evlenerek sınıf atlıyorlarmış. Kimi hikayelerinde erkeklere meydan okuyan kadınlar olsa da bunlar hep üst sınıftan gelen kadın tipleriymiş. Muhterem Nur benzeri masum, evcil ve şefkatli kadınlar… Suzan Avcı benzeri güzel ama meşum sosyete kadınlar/kızlar… 


Levent Cantek, o dönemdeki çizgi romanlar için ” Memleket üretimlerinde erkek kahramanların kapladığı yer o kadar geniştir ki kadınlara cariyeliğin dışında kalan rol pek yok gibidir desek yeridir.” diyor. İşte Levent Cantek memleketimdeki çizgi romanlarda kadın vaziyetlerine kitabında böyle giriş yapıyor. Bu tür araştırma kitapları çok önemli bence. Çizgi roman sevdalılarının ihtiyaç duyduklarında baş vuracağı bir kitap hazırladığı için Levent Cantek’e teşekkür etmem lâzım. Yazar, akabinde ve detayında Altan Erbulak’nın uçarı, hazcı, başına buyruk, romantizmin kadını gibi davranmayan, istediğini seçen yeni tip çizgi roman kadın modeline geçiş yapıyor. Bir ara anlatacağım. Memleketimdeki ilk çizgi romanlarda kadın halleri böyleyken böyleymiş işte… 
 

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Saçı Uzun Kızlar ve Jilet Yiyen Kızlar...



Son günlerde oldukça yoğun olduğumu söyleyebilirim. Hava sıcak mı sıcak.  İyi ama güneş enerjisiyle değil esasında rüzgar enerjisiyle daha rahat hareket edebilen benim gibi biri tabiyatı gereği bu mevsimi uykuyla  geçirse en iyisidir. Ne yazık ki hayat müsaade etmiyor. Çalışmam gerekiyor. Bu arada bir dur, çalışmadığın zamanlarda bir otur hanım hanımcık bari değil mi? Yok yapamıyorum. Kafama fena halde takılan bir durum var. Ve durum beni hiç rahat bırakmıyor. "Ne taktın gene o kara kafana?" diye soracak olursan eğer... Ne yalan söyleyeyim, basında, haftalık mizah dergilerindeki kadın vaziyetleri bana hiç  iç açıcı gelmiyor.  Hep Salah Birsel'in kitabında okuduğum 1886 yılında Arife Hanım'ın çıkardığı Şükûfezar adlı kadın dergisinin ilk sayısının ön sözünde yazdığı yazısı aklıma geliyor. “Saçı uzun aklı kısa diye erkeklerin alaycı gülüşlerine hedef olmuş bir tayfayız, bunun karşıtını ortaya koymaya çalışacağız. Erkekliği kadınlığa, kadınlığı da erkekliğe üstün tutmadan çalışma ve iş görme yolunda yılmadan adım atacağız." Bu konularda yazılı araştırmaları okumayı çok arzu ediyordum. Lakin nereden başlayacağımı bilemiyordum. 


İşte arayan bulur derler ya...  Bugün İstanbul'daydım. Veee...  Elbette kitapçıya uğradım. Bakınırken bakınırken kitaplara...  Şehre Göçen Eşek - Popüler Kültür, Mizah ve Tarih adlı bir kitap elime geldi. Yazarı Levent Cantek'ti. Daha önce kitaplarını okumadığım bir yazardı. Kitabın arka sayfasını hızla gözden geçirdim. "Türkiye'de popüler kültürün erken çağına, kültür endüstrisinin palazlanmasından önceki zamanlarına eğiliyor bu kitabında Levent Cantek." diye yazıyordu. Hızlı hızlı okumaya devam ettim. "Kılıçbaz çizgi romanlar ve çizgi romanda kadın imgeleri..." diye bir cümleye denk geldim.  Kendimi tutamayıp "Heyyy!" diye bağırdım kitapçıda. Etrafıma baktım. Kimsenin beni tınladığı yoktu. Neyse diye önce bir ohhh  çektim. Sonra  hemen kitap raflarının  köşesindeki pufu ayağımla yanıma çektim. Oturdum. Bu kez... Şansıma ne denk gelirse diye kitabın ortalarından bir sayfa araladım. O ne? Gözlerime inanamadım.  Açtığım sayfanın konu başlığı neydi biliyor musun? Nanananooommm... Gökte arayıp yerde bulmuştum. "Yerli Çizgi Romanda Kadın: Cadılar ve Cariyeler ile İlgili Bir Değinme" Derhal okumaya başladım. 


Yazı bizim memlekette çizgi roman okurunun karşılaştığı ilk kadın tiplemelerinin yabancı çizgi romanlardan çıkmış ya da devşirilmiş olduğunu anlatan bir cümleyle başlıyordu.  Hani Attila İlhan'ın çocukken en sevdiği çizgi roman vardır ya... Flash Gordon...  Bu konuda bir yazı yazmıştım. İşte burada...  Hani Attila  İlhan sevdiği bu çizgi romanın  memlekete gelen filmini de seyretmiş. Sonra Flash Gordon'dan aldığı ilhamla ilk romanını yazmış. Hem de bilim kurgu bir romanmış bu. Adı da Merih'e Seyahat'mış. Bu bilgileri öğrendiğimde aman ne hoşuma gitmişti. Levent Cantek'in kitabında okuduğum yazıda Bayan Yıldız  adıyla sunulan Flash Gordon'un kız arkadaşı Dale Arden için, bizim memlekette meşhur olan ilk kadın çizgi roman kahramanı denilebildiğini öğrendim bu kez.  Nasıl biriymiş peki bu kadın? "Evinin kadını olmak isteyen, aşkın gözü kördür misali Gordon'a mutlak bir sadakatle bağlanan hafif saf bir güzeldir." diye yazmış Levent Cantek.  Hatta ilerleyen cümlelerinde şöyle devam ediyordu yazar...  "Bir Türk kahramanı olan (!) Baytekin'in müstakbel eşidir; ileride kocası olacak erkeğin kudsiyet atfedilebilecek uğraşlarına fedakarca eşlik etmektedir vs... Bayan Yıldız'ın evlilik hayalleri kurması, kötü adamlar tarafından kaçırılıp evlenmeye zorlanması, Baytekin'in aşkından şüphe duyması gibi evlilik ve aşk ile ilgili  melodramatik vurgu hikayenin genelinde oldukça işlevsel kullanılmıştır.  Bu işlevsellik evi geçindiren erkek ile evin bakımını üstlenen kadın biçimindeki geleneksel cinsiyet rollerini pekiştirmeye de yaramıştır." Vay canına sayın seyirciler! Erkek çizerlerin elinde memleketimdeki çizgi romanlarda kadın halleri nasıl başlamış ve nerelere gelmiş kitaptan tek tek okumaya devam ettim. Ratip Tahir Burak'ın "Resimli Roman" adlı çalışmalarından, Altan Erbulak'ın Kibar Hırsız'ına...  Bedri Koraman'ın Cin Can adlı çizgi romanından, Suavi Süalp'in Jet Sosyete çizgi romanına...  Oğuz Aral'ın Fosforlu çizgi romanından, Faruk Geç'e... Karaoğlan ve Tarkan'daki kadın durumları tabii...  Çizgi roman uzmanının  derlediği bu yazıları illa okumalıydım. Sonra kitabın bir yerlerinde günümüze  gelecekti elbette... Heyy! Sayfayı çevirdim. Levent Cantek Attila İlhan'ın Jilet Yiyen Kız adlı şiirinden bahsediyordu. Hatırlasana... Ahmet Kaya söylerdi hani... Du bi... Ben şu şarkıyı dinleyeyim. Sonra kitabı anlatmaya devam edeyim.  Levent Cantek'e böyle bir kitap yazdığı için çok teşekkür etmeliyim. Sonraaa... Yazarın diğer kitaplarının izini sürmeliyim... Jilet Yiyen Kız öyle mi? Of! Ne şiirdir ama? "O kızı nerede nasıl görsem... Aklımı başımdan alır... Saçları şıra köpüğü desem... Kaşları bıçak izi kırmızı..." Valla taktım ben kadın vaziyetleri durumuna. "Saçı uzun aklı kısa diye erkeklerin alaycı gülüşlerine hedef olmuş bir tayfayız, bunun karşıtını ortaya koymaya çalışacağız." Arife Hanım'ın bu sözleri söylemesinin üzerinden 125 yıl geçmiş. Bir kadın olarak bugün Arife Hanım'la aynı hislerde olmak ne fena bir durum.  Hele benim gibi mizah dergileri okuyan, çizgi roman seven biri... Dayanabilir mi? "Erkekliği kadınlığa, kadınlığı da erkekliğe üstün tutmadan çalışma ve iş görme yolunda yılmadan adım atacağız."  Şimdilik böyleyken böyle işte.


 

24 Temmuz 2011 Pazar

Son Dakika - Bizim Köyde Ters Ninja Tişörtü Modası Hızla Yayılıyor...


Geçen hafta satışa çıkan Ters Ninja tişörtleri bizim köyde o kadar rağbet görmüş ki Ters Ninja tişörtü giyenler pek havalı geziyorlar. Bakar mısınız Oya ve Tuğba'nın dünyayı biz yarattık pozlarına... Şaştım kaldım. "Ne ayak?" diye soracak oldum.  Ters Ninja tişörtü giydikleri için kendilerin ayrıcalıklı olduklarını düşünüyorlarmış. Vay canına sayın seyirciler! Dedim "Bırakın bu artizlik numaraları... Sorsam sanki Ters Ninja  kanunu bilecek misiniz bakalım?" 


Tuğba öğretmen tabii... Oya'ya söz bırakmadan hemen sorumu cevapladı... "Ters Ninja senaryolarda kullanılan bir klişedir." dedi. Şaştım kaldım. Duraksamadan sözlerine devam etti. "Ters Ninja  kanununa göre, kötü adamların sayısı ne kadar fazla ise, kahramana zarar verme olasılıkları o kadar düşüktür." dedi. İnanamadım. Oya da kafasını sallayarak aynen tastikledi. Akabinde "Ters Ninja manifestosunu ezbere söyleyeyim istersen." dedi. Yok artık! "Hangi ara Ters Ninja hakkında bu kadar bilgi edindiniz." dedim. Küçümser gözlerle beni ezdiler. "Biz yıllardır Ters Ninja. com'u okuyoruz zaten" dediler. Ne yalan söyleyeyim kendimi pek mahcup hissettim. İçeriye gittim. Hemen Ters Ninja tişörtümü giydim. "Bakın benim de Ters Ninja tişörtüm var. Bari benim de  Ters Ninja tişörtlü bir fotoğrafımı çekin." dedim.  Ters Ninja konusunda bir şey bilmiyorlar sanmıştım ya kızmışlardı tabii bana... Fotoğrafımı çekmeyi asla kabul etmediler. Oya ve Tuğba'nın fotoğraflarını Hayal Kahvem'e ekledim ama... Benim... Benim Ters Ninja tişörtlü fotoğrafım yok ya... Ne fena! Kendi havalı fotoğrafımı buraya ekleyemedim... Haksızlık ama... Fazla değil mi şimdi bana bu cezaaa!

"Biliyorsun İyi Değilim" Diyen Şarkıcı Yok Artık...


Geçtiğimiz haftalardaydı hiç unutmam İstanbul'daydım. Benim için mühim bir toplantıya katılmıştım... Okadar berbat geçmişti ki toplantım, görüşmeden çıktığımda resmen karman çormandım. Bir hışımla binmiştim arabama. Sanki öfkeyle aracın kapısını çarpmazsam kendime gelemeyecektim. Çarpmıştım... "Müzik!" demiştim "Müzik! Hemen bana bir müzik gerek! İmdadıma hangi müzik yetişecek?" Bakmıştım arabamın müzik çalarında Julio İglesias'ın cd'si takılı... Tabii ya, İstanbul'a gelirken farklı bir ruh ritmindeydim! Şimdi... O halimle... "Kadife sesli bir erkekten şarkı dinlemek, öyle mi? Mümkün değil, aslaa olmaaz!" demiştim. Julio'nun cd'sini çıkardığım gibi, arabanın arka koltuğuna fırlattıp atmıştım... Torpido gözünü açmıştım... "Bana farklı bir ses gerek..." demiştim. "Bir kadın...  Ancak etkili bir kadın sesi beni kendime getirebilecek."  Hızla bakmıştım cd'lerime... Tamam !"demiştim. "İşte!" Amy Winehouse ve Back to Black... Hem de direk "Back to Black" şarkısından girmek gerek. Kaç numaraydı? Beş... Tamam... Sesi iyice aç! Bir daha "Back to Black"...


Sonra bir numara... "Rehap"... Rehabilitasyon yerine geçecek... Ardından yedi numaraya geç! "You Know I'm No Good"... Sesi sonuna kadar aç!!! Tamam... Amy Winehouse'nin tüm şarkılarına biteviye devam! Devam!... Sanki ruhum bu müziklere açtı... "Müzik ruhun gıdası" derler ya... Kim dediyse çok haklı!!!

  


Bu güzel şarkıların sahibi Amy Winehouse ne yazık ki  içki ve uyuşturucunun kurbanı oldu. Çok genç yaşta.. 27 yaşında dün  odasında ölü bulundu.Ne fena!

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Ne Olacak Bu Takımın Hali?


Futbolla ilgili olduğumu söyleyemem. Bana tuttuğum takımın oyuncularının isimlerini sorma istersen. İnan çok mahcup olurum. Cevap veremem. Geçen sene lig şampiyonu hangi takımdı diye sorsan? Bilmem. Yo, biliyorum. Beşiktaş’tı galiba. Eyvah! Değil miydi yoksa? Anlatmayayım daha fazla. Ne yapayım? Üzgünüm. Durumum aynen böyle.


Ama bak… Futbol seyredenler daima ilgimi çeker. Gizli gizli bakarım. Alenen bakıp rahatsızlık vermek istemem. Merak ederim. Bir küçük meşin top. Topun peşinde koşan adamlar. Onları seyreden milyonlarca insanlar. Aynen eskiden Roma’da birbiriyle dövüşen gladyatörleri ya da aslanları seyredenler gibi. Değişen ne ki? Seyirci aynı. Seyredilen olay farklı. O kadar. Bakınız alttaki ve üstteki fotoğraflar.


Dünyanın her yerinde futbol oynanıyor. Futbol sporun gözdesi. Özellikle derbi denilen maçlarda ya da milli maçlarda tüm ülkenin nefesi ekranda atıyormuş gibi. Sokaklar nasıl ıssız. Herkes maça kilitli. İnsanlar o günlerde futbolla yatıyor, futbolla kalkıyor. Neredeyse futboldan başka bir şey konuşulmuyor. Bunu yazınca bak aklıma ne geldi? Portekiz’in eski dikatörü Salazar demiş ki, “Futbol olmasaydı yarım saat bile idare edemezdim bu ülkeyi.” Tuhaf geliyor değil mi? Ama futbol böyle bir şey işte. İlginç olan Salazar gitti. Dünyada rejimler değişiyor. Duvarlar yıkılıyor. Futbol kurallarıyla halen yaşamaya devam ediyor. Ya seyirci? Aynı. Başından beri bilindiği gibi. İnsanlar hayranlıkla futbol maçlarını seyretmeye devam ediyor. Spor tarihi boyunca seyirci hiç değişmiyor. Coşkuyla seyrediyor. Vazgeçemiyor. Özlüyor. Söz söyletmiyor. Sahipleniyor. Tuttuğu takımı yenilse bile, sanırım futbol insanı gene de hayal kırıklığına uğratmıyor.. İlginç bir büyü. Beni futbolu seyretmek değil… Seyirciyi seyretmek cezbediyor.


Nick Hornby'ın “Futbol Ateşi” adındaki kitabını bilir misin? Tuttuğu takımın maçlarını kaçırmamak için hayatındaki her şeyden vazgeçebilen bir adamı anlatır. Şahane bir kitaptır. Sonra kitabın filmi de çevrildi. Tekrar tekrar keyifle seyrettiğim fimlerden biridir. Aslında Nick Hornby kendisi de tam bir taraftar. Resmen Arsenal delisi. Kitabında aynen şöyle diyor “Sonraları kadınlara nasıl âşık olduysam, futbola da öyle âşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden.” Eğitimli bir insan nasıl kendini bu denli futbola kaptırabilir? Kaptırıyor vallahi. Kitapta okuyorsun. Filmde seyrediyorsun. Duruma şahit oluyorsun. Şaşırıyorsun. Hayrete düşüyorsun. Futbol tutkusu, futbol sevgisi bu denli iyi anlatan başka yazar var mı ben bilmiyorum. Bu kitabı okuyunca, ardından filmini seyredince şunu çok iyi anlıyorsun. Futbol gerçekten kimileri için aşk gibi. Bu aşkın içinde fazlasıyla hüzün de var biliyor musun? İki ellerini yanaklarına dayayıp diyorlar ya: “Ne olacak bu takımın hali?” O vaziyetlerini görünce… Öf! Öyle üzülüyorum ki!


22 Temmuz 2011 Cuma

Yaz Günü Temmuzunda Sonbahar'ı Hatırlamak...


2009 da seyrettiğim en güzel filmlerden biriydi Sonbahar. Daha Kim Ki Duk'un İlbahar, Yaz, Sonbahar, Kış, İlkbahar filmini yeni izlemiştim. Ardından memleketim gençlerinden birinin, Özcan Alper'in yazdığı ve yönettiği bir film olan Sonbahar'ı seyrettim. Özcan Alper'in ilk uzun metrajlı filmiymiş ve yukarıdaki fotoğraf Adana Altın Koza Festivali'nde ödül aldığında çekilmiş. Özcan Alper Artvin Hopa doğumlu ve film yönetmenin kendi coğrafyasında Çamlıhemşin'de geçiyor. Filmde Hemşince ve Gürcüce konuşuluyor. Film yılın en iyi on filmi arasındaydı. Gerçekten çok güzel bir film...

Film “…her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…” ithaf edilmiş. Çünkü ülkemizde 122 kişi ölüm oruçlarında, 32 kişi de hayata dönüş operasyonlarında hayatını kaybetmiş. Filmin kahramanı Yusuf da üniversitede okurken, katıldığı eylemlerden dolayı 22 yaşında mahkum edilmiş ve cezaevine girmiştir. Yani Yusuf'un ömrünün ilkbaharı hapiste geçecektir. 10 yıldır tutukluğu kaldığı hapishanede F tipi cezaevlerini protesto etmek için açlık grevi yapan gruba katılır. Ciğerleri iflas eder. 2 yıl daha cezası varken sağlık nedeniyle tahliye edilir.

Ömrünün ilkbaharını tutuklu geçirmek durumunda kalan Yusuf,  yazı hiç göremeden ömrünün sonbaharına atlayacaktır. Hani vardır ya bir türkümüz "Baharı görmeden yaz geldi geçti "diye, sanki bu türkü Yusuf gibiler için söylenir. Amansız bir hastalığa yakalandığını öğrenen Yusuf, cezaevinden çıktığında, son günlerini geçirmek üzere, köyde yaşayan yaşlı annesinin yanına gider. İşte Karadeniz'in sonbahar mevsimindeki olağanüstü güzel doğası ile ömrünün sonbaharını yaşayan Yusuf'un hüzünlü hali kesişir. Hazan'a hüzün bir kez daha acıtarak yakışmış, bu filmde yönetmen tabiat ve insan doğasının sonbaharını şahane görüntülerle beyaz perdeden yüreğime geçirmeyi başarmıştır. Bana göre çekimler, mekanlar ve sosyal ortamlar okadar doğal ki, filmde rahatsızlık verici birşey bulmak mümkün degil. Annesiyle karşılaşmasında Hemşince konuşmaları filmi çok daha samimi kılmış. Bildiğim kadarıyla Yusuf'un annesini, bizim köylü teyzelerden birisi oynamış. Yönetmenin buna cesaret etmesi insanı hayrete düşürüyor ama annemiz de rolünü hakkıyla yerine getiriyor. Kırk yıllık sanatçıymışcasına annenin hüznünü tüm doğallığıyla sergilemeyi becerebiliyor.


Filmin seyirciyle paylaştığı bir başka memleket gerçeği de Karadeniz'deki tabir i caiz ise nataşalar meselesi. Rusya'nın parçalanması sonucunda bağımsızlığını kazanan ülkelerdeki trajediler nedeniyle ülkemize gelen Gürcü kadınları konu etmiş film. Neden böyle durumlarda kadınlar ve çocuklar hep çile çekerler diye düşündürüyor film insana. Zira filmdeki kadın kahraman Elka memleketinde küçük çocuğunu bırakmış ve para kazanmak için Karadeniz'e gelmiş bir Gürcü kadındır. İdeolojik düşünceleri peşinde yılları hapiste geçmiş Yusuf ve ülkesinin ideolojik meseleleri yüzünden çocuğundan ve memleketinden ayrı düşmüş, istemediği yollardan para kazanmaya çalışan Gürcü Elka'nın yolları kesişiyor. Yönetmen büyük bir zerafetle filmin sosyal mesajını izleyiciye geçiriyor ve neler olup bittiğini tekrar tekrar düşündürüyor. 


  
Yusuf hapisteyken babası ölmüştür ve ablası evlenip gitmiştir. Annesi yaşlanmıştır. Köyde daha çok yaşlılar yaşamaktadır. Arkadaşı Mikail köyde yaşamaya devam etmekte ancak ruh sağlığı onun da çok iyi değildir. Yusuf yıllarca hapis yattığı ve birkaç aya kadar öleceğini bildiği için içine kapanık bir hali vardır. Yusuf rolündeki Onur Saylak Yusuf'un hüznünü hissettirmeyi başarmış. Ben Yusuf'da bir pişmalık durumu hiç sezmedim. Bence Yusuf'un hüznü, bukadar genç yaşta öleceğini bilmenin getirdiği doğal bir hissiyat durumu. Hiç kolay değildir ki bu durumun kabullenilmesi... Cemal Süreya'nın dediği gibi "her ölüm erken ölümdür," ama Yusuf için çok erkendir sahiden.

Mevsim sonbahardan kışa dönmüştür. Yusuf elindeki tulumla annesine şahane bir ezgi terennüm ederken, tulumun sesi bir annenin oğula yaktığı bir ağıta eşlik etmeye başlayacaktır. İnanılmaz bir ağıttır bu! Memleketimin o yürek dağlayan ağıtlarından! Sonbahar bitmiş ve bembeyaz örtüsü ve sessizliği ile artık kış gelmiştir. Doğal güzelliklerin değişimi ile yönetmen anlatmak istediği hikayenin çok güzel anlatıcısı olmuş. Film çok ağır akıyor olsa da görüntüsü, oyunculuğu, müziği ve vermek istediği sosyal mesajları ile okadar etkileyici ki, sabırla fimin sonunu bekliyorsunuz. Tavsiye ederim .  Acımtrak lezzette  enfes bir film.



21 Temmuz 2011 Perşembe

Hortumla Su Sıkma Derken, Nereden Nereye?

Yaz mevsiminin tam hakkını vererek yaz'lığını yaptığı şu sıcak günlerde, hep soğuğu, ayazı, kışı, sonbaharı, yağmuru, rüzgârı, denizi, dereyi, suyu hatırlatan anıları sakladığım çekmecelerinden çıkarıp hafızamın beyaz perdesinde oynatmaya çabalıyorum.  Babamın memuriyeti sebebiyle Antalya'nın Serik ilçesinde ilkokula başlamıştım. Allahım, ne sıcak olurdu... Denize gitmediğimiz vakitlerde, bahçede abimle birbirimize hortumla su sıktığımız günler aklıma geldi şimdi... Kimi zaman hortumdan fışkıran su öyle tazyikli gelirdi ki, o vakitler çok ufaktım, ne kadar canım vardı tabii, olduğum yerde bir o yana bir bu yana devrildiğimi bilirim. Canım yansa da bu hâlim çok eğlendirirdi beni, çılgınca kahkahalar atar  oyuna devam etmek isterdim. Tam bunları düşünürken az önce... Birdenbire olduğum yerde donakaldım biliyor musun? Çünkü hafızamın beyaz perdesinde başka bir görüntü belirdi. Okuduğum ve beni çok etkileyen bir yazının hayali görüntüsüydü bu... İlyas Başsoy'un gülmeyle ilgili bir yazısıydı...  Hani o gülmeceyle acıtan yazılardan... 
 

İlyas Başsoy'un ilk mizah yazısı 1983 yılında Fırt dergisinde yayınlanmış. Sonra diğer mizah dergilerinde yazıları devam etmiş.  Hani Milan Kundera "İyi roman anlatılamaz" demiş ya.. Milan Kundera, İlyas Başsoy'un sık sık lanet okuduğu bir insanmış. 16 yaşlarındayken girmiş hayatına.. Akranları artistlere, şarkıcılara filan hayranken, onları model olarak seçerken, İlyas Başsoy kimi model seçmiş kendisine biliyor musun? Milan Kundera'nın o efsanevi kitabı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ndeki Tomas'ı.. Vay canına sayın seyirciler.. Büyüyünce tam Tomas gibi bir insan olmaya karar vermiş: “İdealleri uğruna terketmesini bilen; ihaneti karşılığında onu kucaklamaya hazır alçaklar tarafından lanetlenme pahasına herşeyden vazgeçebilen bir modern zaman şövalyesi.” Hımm.. Köşe yazısında aynen bunları yazıyordu.. "Varolmanın korkunç ağırlığını hissettiğim her anda, bu nedenle küfrettim Kundera’ya; bana böyle zor bir model sunduğu için. “Keşke hiç okumasaydım bu kitabı, keşke avanak ve mutlu bir insan olarak devam etseydim hayata” dediğim oldu bazen." Yazısının devamı iyi romanların illa ki iyi şeyler anlatmak zorunda olmadığını konu alıyordu.

Abimle hortumla birbirmize tazyikli su sıktığımız o sıcak çocukluk yaz günlerini hafızamın derinliklerinden çekip önüme getirdikçe, bir kaç ay önce İlyas Başsoy'un okuduğum Gülme başlıklı yazısını düşündüm. Eğlenceli bir yazı olmalıydı aslında değil mi? Başlık konusu "Gülme" ya.. Değildi işte.. Yazısını okurken varolmanın korkunç ağırlığını üzerimde hissetmiştim.  Çünkü 12 Eylül sonrası tutukevinde işkence gören bir tanıdığının anlattıklarını konu etmişti. İlyas Başsoy'un tanıdığını ve iki arkadaşını gene işkenceye alınmışlar... Hava buz gibiymiş.. Gözleri bağlıymış.. Bugün ne yapacaklar bakalım, diye beklemektelermiş.. Üzerlerine o gün tazyikli su sıkmaya başlamışlar. Su o kadar güçlüymüş ki, bir o yana bir bu yana oyuncak bebek gibi yuvarlanıyorlarmış.. İçler acısı bir durummuş anlayacağın.. Anlatıcının bir an gözünün bağı açılır gibi olmuş. Arkadaşlarına bakmış. Halleri perişanmış. Yanındakine "Ne lann bu pipinin hali?" demiş. Bunun üzerine kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Onlar güldükçe işkenceciler üzerlerine daha çok su basmaya başlamışlar. Onlar bir yandan sağa sola savruluyorlarmış.. Bir yandan da kahkalar atıyorlarmış.. Arkadaşlarından biri sabaha çıkamamış. Ama son ana kadar hep gülmüş.

"Gülmek cehennem kaçkını bir sözcük" diyordu İlyas Başsoy.. "Dante'nin cehenneminde bile çığlıklardan çok kahkahalar duyulur. Gülmek ahenk değil kaos, huzur değil şüphe, uymak ve uzlaşmak değil; itiraz etmek, aykırı olmak, alay etmek demek."

Mizah dergilerinin, mizah yazarlarının önemine inanmak lazım.. Her türlü haksızlığa, öfkeye, susmadan gülen ve güldürmeye uğraşanlar önemsenmeli.. Yaşarken kimi zaman varolmanın dayanılmaz zorluğunu hissediyor ya insan, İlyas Başsoy'un dediği gibi, bitmeyen öfkeler karşısında susmayan kahkalarımız olmalı.  Sabah sabah  hortumla su sıkma anılarını düşündükçe... Görüyor musun? Hafıza ne tuhaf bir kutu... Neler hatırlattı gene.. Nereden nereye? Böyle işte..