31 Mart 2013 Pazar

Bu Sıcak İnsanın Uykusunu Getiriyor... Oysaa...

 
Ve bu  sıcak insanın...


 
 ....Uykusunu...



 ....Getiriyor....

 

....Oysa afilli bir Zagor macerası okuyasım var:)





27 Mart 2013 Çarşamba

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 27 - Güzel Cemile

Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde, kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


Ne bileyim? İsmini bilmediğim bir rüzgâr esiyordu. Beyoğlu'ndaydım. Atlas Sineması'nın girişindeki İstanbul Film Festivali bilet kuyruğundaydım. Saatin akreple yelkovanı birbirini kovalalıyordu. Vakit kısalacağına, bilakis uzadıkça uzuyordu. Önümde güzel bir genç kadın duruyordu. O anda bu genç kadının Levent Cantek'in Dumankara adlı grafik romanındaki kahramanlarından Güzel Cemile olduğunu farzettim. Babası hammaldı. Ayaşlı Faik dedin mi Hacıbayram'da bilmeyen yoktu. Küçücük adamdı. Yüz elli kilonun altına girip  bana mısın demezdi. Anası Zeliha, nereliydi bilmem. Nemruttu. Geçimsizdi. "Yetmiyor herif" diye kaç kere tırmıkladıydı kocasını. Cemile ondördündeydi. Annesi Çorumlu bir ameleyle kaçtı gitti. Annesi kaçınca dımdızlak kalmadı aile. Önce dertlendiler. Sonra kazan kaynadı. Yemek pişti. Hayat bu. Cemile iki kardeşine bakıyor, evi çekip çeviriyordu. Yukarıda Allah var. Alımlı, eti budu yerindeydi. Ne giyse yakışıyor, nasıl dursa gösteriyordu. Mahalle Cemile'yi konuşur, kulağı kıllı külhanlar dolanır oldu. Talibi de çıktı. Alçağın önde gideni, herkese borç takan biriydi. Cemile kabul etmedi. Babası bir gün yük taşırken çöküp kalmış, yatalak olmuştu. Çalışamıyordu. Elde yok avuçta yok. İki bebe sefil... Kolay mı? Cemile çamaşırlara gitmeye başladı. Nuri diye, güya Cebeci'ye apartuman yaptırmaya niyetli, gözleri fırıldak bir kalantor Cemile'ye kancayı taktı. Önce çamaşırlarını yıkattı Cemile'ye... Sonra dil döktü. Kars peyniri, pirzola, helvalar verdi kardeşlerine. Fakirlik zor zenaat, Cemile bilmez mi adamın niyetini? Her gün bıyık buran, göz süzen erkekler var peşinde... Hasta babasına para lazım... Eve para lazım... Yaşamak için para lazım. Canına tak etti Cemile'nin. Nuri'nin teklifini kabul etti. Altı ay sonra oturdukları evi satın aldı. Babasını hususi muayeneye götürdü. Dediler ki doktorla arası iyiydi. Fingirdiyordu. Döndü dolaştı Bantderesi'nde çalışmaya başladı. Güzel Cemile diye namı aldı yürüdü. Milleti kendine hasta ediyor, hüngür hüngür ağlatıyordu. İşler düzeldi derken, işler düzelmese çıkmazdı elbet. Cemile'nin annesi çıktı ortaya. İki gözü iki çeşme "ben ettim sen etme" diyerekten yerlere yata yata. Allahümme Rabbena ortada para olmasa o kadın dönmezdi ya elden ne gelir. Babası mesut, bebeler mesut. Cemile anasını affetmedi  ama oluruna bıraktı. Derdi başından aşkındı Cemile'nin. Kabadayılar vuruşuyordu bunun için. Aşkım diyor. Seviyorum diyor. Az tantana değil bunlar. Kaç kavga. Kaç gürültü. Cemile için ölen biten bayılan çok. Biri hapse giriyor. Bir başkası ucu yanık mektuplar yolluyor. Cemile'nin işi tıkırında görünüyor. Yooo... Öyküyü biliyorum ben. Yeminle hiç göründüğü gibi değil. Ah, sonra Cemile'nin başına, bir bilsen ne çoraplar örülüyor...


Genç kadın, yanlışlıkla  festival bileti kuyruğunda olduğunu öğrenince, sıradan çıktı. Ben de çıktım.  Sinemanın iç salonundaki bilet gişesinin önüne gitti. Ardı sıra ben de gittim. Bir filme bilet aldı. Koşa koşa   iki nolu sinema salonuna daldı. Hemen aynı filme  ben de bilet alıp girdim.  Salon bomboştu diyebilirim. Tam arka çaprazına oturdum. Kucağına koyduğu çantasını araladı. İçinden küçük bir ayna çıkardı. Önce çekingen bir edayla  etrafına, sonra dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki aynaya baktı. "Allah bahtını açık edecek insanın. Gerisi boş." diye fısıldadiğını işittim. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Güzel Cemile" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

NOT:  Yazımın bazı cümlelerini  Levent Cantek'in  yazdığı,  Dumankara adlı  grafik romanın içindeki  Güzel Cemile adlı öyküsünden  alıntıladım. 


Ayna Ayna Söyle Bana, Kimim Ben?

 


"ama rastlayabileceğin en yaman düşman kendin olacaksın daima,
mağaralarda ve ormanlarda sen pusu kurarsın kendine.  "
friedrich nietzsche / böyle buyurdu zerdüşt

 
Bu sabah aynaya baktığımda yüzüm hiçç aşina gelmedi bana. Ne fena! İnanır mısın, aynadaki görüntümden korktum da,  avaz avaz "kimsin seeen?" diye bağıracaktım az kalsa. Başımı yana çevirdim. Sonra korkarak gene baktım aynadaki suratıma... Bu ben miydim? Bendim elbet... İyi de niye tanışık olmadığım birini görür gibiydim? Gözlerimi iyice açtım. Aynaya dikkatle baktım. Önce derin derin... Olmadı... Sonra geniş geniş... Hatta enine boyuna ve de çaprazlama baktım. Emindim.  Her zaman aynada gördüğüm ben değildim. Farklıydım. İyi  ama niye kendimi her zamankinden farklı görmekteydim? Düşündüm... Düşündüm... Bilemedim. Korktum. Ağlamama ramak kalmıştı. İnsanın kendini tanımaması ne feci!.. Acaba içimdeki zerdüşt mü böyle buyurmuştu ki? Bakar mısın, adeta en yaman düşmanım kendim olmuştum. Tamam... Mağarada ya da ormanda değildim. İşte burada... Banyoda.. Nietche'nin dediği gibi, ben mi kendi kendime pusu kurmuştum yoksa bilemedim. Of! Ne diyordum kuzum ben? Bu saçmalamalar okyanusunda bir kaç kulaç daha atarsam boğulacağımı hissettim. 

Birden yüzümüzde 44 kas olduğunu okuduğum yazı aklıma geldi. Gülümsedim. İlgimi çeken yüzdeki kas sayısı değildi elbette. Vücudumuzdaki kasların çoğunun kas kemiklerine bağlı olduğu için hareket alanı kısıtlıyken, yüzümüzdeki 44 kasın kemiğe bağlı olmaması ilgimi çekmişti. Böylece yüz kasları serbestçe hareket ediyordu. Yazıya göre bunun sonucunda, her bir insanın 60.000 kadar farklı yüz ifadesi olabiliyordu. Düşünsene, yeryüzünde ikizler de dahil kimsenin yüz ifadesi sahiden kimseye benzemiyordu. Demek ki herbirimizin 60.000 tane ayrı yüz ifadesi vardı. Benim bugün aynada rastladığım daha önce denk gelmediğim bir yüz ifademdi belki. Ne bileyim? 

Yooo... Aklıma gelen bu bilgi beni ikna etmeye yetmedi. Hemen suyu açtım. Yüzümü bastıra bastıra, ovuştura ovuştura, adeta zımparalaya zımparalaya iyice sabunladım. Su o aşina gelmeyen suratı silecek, aklımsıra aynada gene bildiğim beni görecektim. Suyu tekrar tekrar suratıma çarptım. Başımı aynaya doğru yavaş yavaş kaldırdım. Değişen bir şey olmadı. İdrak edemediğim bir şey dönüyordu ortada... Şaşkın haldeydim. Yüreğim fena halde darlandı. Tam vesvese içinde banyodan fırlıyordum ki kalakaldım. Uzman bir psikolog edasıyla tekrar aynaya baktım. 

Du bi...  Teşhisimi koymuştum. Senelerdir istiyordum ya...  Artık gönül gözüm açılmıştı demek ki. Ne biliyordum, şimdi aynada gördüğüm, gözümün gördüğü değil yüreğimin gördüğü en hakiki  bendim belki. Bilirsin... Acemi mankenler vardır ya, podyumda üstündekilerden çok kendilerini beğendirmeye kalkarlar hani.. O an içimde, nasıl bir pır pır sevinç belirdi anlatamam.  Mimikten mimiğe akortlayarak acemi bir manken edasıyla yüzümü seyrettim. Yooo... Olmadı...  Beğenmedim. Gözlerimde biriken damlalar bir göz kırpmamla, pıtır pıtır dökülecek diye gözüm açık aynaya bakıyordum ki, aynanın yanındaki rafta lens kutumu farkettim. Ne sersemim. Her sabah aynaya bakmadan gözüme geçirdiğim lensimi, bu sabah takmadan aynaya bakınca, demek ki beş numara miyop gözlerimle  kendimi göremedim:)

 2012

26 Mart 2013 Salı

Ve Yemek Ve Hayal Ve Düğün Ve Pilav


Aklıma takmıştım bir kere... Niyetine girmiştim. Hatta malzemelerimi çoktan hazır etmiştim. Eve gelir gelmez üstümü değiştirdiğim gibi mutfağa geçtiimm... Sana bir şey söyleyeyim mi... Döktürdüm... Döktürdüm... Yalanım yok... İştahlı biriyim. Öyle haldur huldur yemek yapıp yemem ama...  Asla... Yemeklerimi yaparken çok özenirim. Du bi... Her zaman özel bir törenle hazırladığım "Gelin Pilavı"nı nasıl yaptığımı sana anlatmaya karar verdim.  "Gelin Pilavı" çok özel ilgi isteyen bir yemektir.  Düşünsene... Yapacağım yemeğin adında "gelin" varsa eğer, düğüne hazırlar gibi itina göstermek gerekmez mi? Üstelik bu pilav farklı bir bulgurdan, frik bulgurundan yapılır. Gelimiz frik bulguru, Güneydoğu Anadolu yöreli, muhtemelen Gaziantepli'dir. Hemen hayal çarklarım çalışmaya başlar... Gelini Gaziantep'ten alıp bizim köye getirdiğimizi farzederim. Getirirken de "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar… Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler… Annesinin bir tanesini hor görmesinler” türküsünü söyletirim. Biraz ağlatırım. Aaa!..  Gelin hem ağlayıp hem gitmez mi? Biraz ağlamak yaraşır haspaya! Bu frik bulguru, normal bulgurlardan farklıdır. Açık yeşil renktedir. Gelinimizin kendine has bir kokusu vardır. Sanki hoş bir is kokusu hissederim. Buğday başağı daha tazeyken alınıp sazların arasına yerleştirilmiştir. Sazlar biraz yakılmıştır. Başaklara is kokusu sinmesi sağlanıp, tütsülenmiştir. Bu gelin çok özeldir. Daha büyütülürken özen gösterilmiştir. Yoksa burada okadar bulgur varken, gelin diye neden taa memleketimin Güneydoğu yöresinin frik bulgurunu alayım, öyle değil mi? Soonraa... Diğer bulgur cinslerinden daha pahalıdır. Diyeceğim odur ki, böyle özel bir gelini düğüne hazırlarken, özel bir itina göstermek gerekir. Ben bu yemeği zaten bir düğün töreni şenliği içinde hazırlarım. Bak anlatacağım, aynen şöyle... 
Önceee... Bulguru ıslatmak için kullandığım kasemi iki avucumun içine alırım. Bu kase bana, sanki akça pakça bir hanımın, gülümsediğinde oluşan, tek yanaktaki gamzesini anımsatır. Bu nedenle adı Gamze Hanım'dır. Ben, bazı eşyalarıma isim veririm. Hele emektar eşyalarıma yakıştırdığım isimlerin ardına mutlaka hanım ya da bey gibi saygı terimlerinden birini eklerim. Onlar benim işlerimi gören eşyalar. Mutlaka saygıyla anılmalılar. Kaseyi şööleee usulca tezgaha bırakırım. Haşin davranarak sert bırakmak, korkutup "takk!"diye çığlık atmasını istemem.  Asla kıyamam... Frik bulgurunu Gamze Hanım'ın içine, nasıl itina ile dökerim anlatamam. Böylece "Gelin Hamamı" törenine geçiveririm. Gelinimizin üzerine kaynar suyu korkmadan boşaltırım. Ah!.. Bilirim ki firik bulguru sıcak suyu çok sever. Şöyleee bir bırakır sıcak suya kendini, yorgunluğunu iyice silker döker. Rahatlar... Bir nebze düğün heyecanını atar... Yarım saat içinde ilk  sıkıntılarından kurtulup, ferahlar. 
 
Bu arada, bir tencerede bir kaç parça tavuk parçasını haşlamamam gerekmektedir. Çünkü hem suyunu hem de etini kullanacağım bu yemeğimde. Ayrıca sen de yapar mısın bilmiyorum. Ben her daim haşlanmış bir kase nohut bulundururum soğutucumun bir yerinde... Eğer nohut pişireceksem biraz fazlaca nohut kaynatırım. Fazlasını dondurucuda saklarım. Hem çalıştığım hem de kırk tarakta bezim olduğu için böyle pratiklikler hayatımı kolaylaştırır. Gerekince elime geliverirler işte böyle... Yarım saat doldu ve bulgurumuz kendini şöyle bir saldı, rahatladı değil mi? "Olmaz ki bu kadar ama!" derim. Şimdi kızımızı biraz silkeleyip kendine getirmem gerekir.  Düğünümüz var ya! Bir süzgeç içinde soğuk suyun altına tutmam gerekir ki toparlasın kendini. Ama söylerim önce... Derim ki: "Sakın korkma e mi? Şimdi soğuk su ile yıkıyacağım seni. Düğüne kadar canlanmalısın öyle değil mi?" Anlar beni. Zaten gurbette... Anne yok.. Baba yok.. Ses çıkarmaz. Ne yapsın? Sessizce boyunu büker söylediklerime. Bol soğuk suyun altında çok ama çok yıkanmalıdır. Parmaklarınla tanelerini okşayarak. Bu yemeğin en önemli ipuçlarından biridir. Asla unutulmamalıdır. Çok yıkanacak. Hem de iyice... Hırpalamadan ama... İlla sefkatle...
 
Ocağın üstündeki tencerede bir kaşık tereyağ eritilir. Yıkanan bulgurumuzun şimdi şööle bi yağlanma, güzelleşme zamanı gelmiştir. Tencerede sıcacık yağ içindeyken bulgur, tahta kaşıkla bir süre kavrulur. Kavrulurken mutlaka bir kere "ettehiyyatü" duası okunur. Bu duanın içinde "berekatü" geçer ya, bu dua okunursa eğer, bereketli ve lezzetli olur bütün yemekler. Bu dua annemden bana vasiyettir. Her yemeğime okurum. Gerçekten okadar bereketli olur ki, inanmak için illa denemek gerekir. Misal, habersiz misafir geldi, acele yemek yapacaksın. Malzemen az, yetmez diye telaştasın. Bu dua ile yaparsan, göreceksin... Yemek ne demek yetmemek... Dolup dolup taşacak. Yendikçe fazlalaşacak. Benden söylemesi... Bu dua da, yemeklerimin sırlarından biridir! Herkese söylemem... Valla sevildiğini bil. 
Tencerenin kapağını kapatınca yalnız hissetmesin kendini diye, Anadolu'dan bir arkadaş veririm eşliğine. Daha önce pişirip hazır ettiğim nohutları... Şöyle bir karıştırırım nohutla bulguru beraberce. Sevinirler birbirlerini görünce... Sanki hasret giderir gibidirler. Üzerlerine nefaseti yerinde tavuk parçalarıyla tavuk suyunu katarım. Biraz tuz biraz karabiber elbette... Düğünümüzün tadı tuzu yerinde olsun diye... Tencerenin kapatırım kapağını... Kısarım ocağın ateşini en düşüğe... Bırakırım yavaş yavaş pişsinler birlikte... Bulgur suyunu çekince ocaktan alırım tenceremi, yandaki Nihale Hanım'ın üzerine.. Kapağını açarım bakarım... Aman Allahım... Bir de ne göreyim?.. O ne?  Frik bulguru, nohut, tavuk ve tavuk suyu bir kaynaşmışlar, hemhal olmuşlar hepbirlikte... 
Oyy..Oyy..Oy... Bu "Gelin Pilavı" tadından yenmez... Bi de yendi mi? Hep istenir... Vazgeçilmez:)