21 Mart 2013 Perşembe

Gündüz Niyetine Diyelim, Bu Fasıl Kapansın.



Ne diyeceğim biliyor musun? Sanıyorum edebiyat ve sinemayı, insan ve yaşama dair sonsuz çokluktaki ayrıntılardan beslendiği için çok seviyorum. İnanıyorum  ki her kitap ya da film, farklı bir öykü anlatıcısının eseridir. Her öykü anlatıcısının hayata bakışı ve birikimi farklı olacağından, her okuduğum kitap, her seyrettiğim film; anlatıcısının kendi dili ve üslubunca, kendi yolu ve yordamınca beni bambaşka ayrıntılar dünyasına sokacaktır demektir. Sen de benim gibi, özellikle edebiyat ve sinemanın, bizim hiç düşünemediğimiz, göremediğimiz veya farkedemediğimiz yaşama mana katan ayrıntıları ortaya çıkardığını düşünmez misin? Bak şimdi sana iki misal vereceğim...

Memduh Şevket Esendal'ın, "Bir Haydut Kuş" adlı öyküsünü bilir misin? Yazar bu öyküsünde, yaşamın içindeki çok sıradan bir durumun tespitini yapar. Kırda kardeşini bekleyen çocuk gökyüzündeki uçan kuşa özenir. Sonra kuşun bir yılanı öldürmesine ve yemesine şahit olur. Şaşırır. Bu durumu kardeşine anlatır. Kardeşi kuşun evdeki tavukları yiyeceğine kırdaki yılanları yemesinin daha iyi olduğunu söyler. Çocuk o ana kadar bir kuşun ne yılan ne tavuk yiyeceğini aklına getirmemiştir. Bütün bunları düşününce neredeyse kuşlardan nefret edecektir. Akşam yemekte olanları babasına anlatınca babası, "sen tavukları düşüneceğine bizi düşün" der. Çünkü babası da tavuğu, öldürüp yemeleri için beslemektedir. Doğada vahşice gelen bu durum, insanlar için de mevcuttur. Öyküdeki her şey hayatta olduğu gibidir. Küçük bir ayrıntıdır, o kadar.



Son günlerde elimde, acele bitirmekten korktuğum için  aheste aheste okuduğum, cümlelerini bir sinema perdesinde seyreder gibi hayalimde canlandırdığım enfes bir kitap var. Engin Ergönültaş'ın Minare Gölgesi adlı romanı... 115. sayfasındayım. Bak şimdi... Tam bu sayfalarda... Kış mevsimindeyiz. Yoksul, gariban bir mahalledeyiz. Saat gece yarısını çoktan  geçmiş. Mahalleli uykuda... Çok uzaklardan köpek havlamaları duyuluyor. İki kedi ise pencere pervazına gelip oturuyor. Pencerenin aralığından sokağa bakıyorlar. İyi ki bakıyorlar... Çünkü... Yazar, hiçbir göz seyretmediği için ziyan olup giden güzellikte yağan tek bir kar tanesinin halini gözümde canlandırıyor. Her bir kar tanesinin, bir diğerinkine hiç benzemez bir güzergah ile, her seferinde havada bambaşka helezonlar çizerek ahenkle dönüşlerini, her nasıl oluyor ise, hiçbirinin bir diğerine çarpışmadan ayrı yollardan döne döne inerek, kendi kendilerine bir yere, bir dala, bir bacaya, bir pencereye, uyuyan bir bebeğin yatağına bırakılması gibi usulca konduğunu anlatıyor. Hani başta pencerenin aralığından sokağa bakan kediler var ya... Engin Ergönültaş'ın kitabında büyüleyici bir dille anlattığı karların başdöndürü raksı, taştan yapılmış gibi kıpırtısız duran o kedilerin gözbebeklerinde beyaz benekler halinde oynaşıp durmuştu. İyi ama... Uyuyan tüm mahalleli gibi, pencere kenarındaki kediler de gözlerini yumdu şimdi... Bakan hiçbir göz kalmayınca... Sence ne olur kar tanecklerinin durumu? Farkında değildik işte... Bakan hiçbir göz kalmayınca, olan biten, taşların, yokuşların, damların, viran evlerin, soba borularının, mezar taşlarının, yağan karların kendilerince durup seyrettikleri bir rüyaya dönüşüveriyorlardı. Kendi kendisini seyreden bir rüyaya... Yazarın anlattığı hayata dair küçük bir ayrıntıdır aslında...  Hayatın bir anını, bir kesitini, ama hepten önemsiz saydığımız bir durumunun tespitidir okadar. Alışageldiğimiz için bize rutin gelen her doğa olayı aslında bir mucizedir. Ve  bazan bir kitap bize bunu farkettirir.

Sahiden yazarın dediği gibi, hayatımızın içinde farketmeyip ıskaladığımız o  küçük ayrıntılar, o üzerine hiçbir ben-i adem gözü değmemiş, sırlanmış haliyle, görülmüş bütün rüyaların akıp biriktiği o sonsuz kuyunun girdabına mı dökülüp kayboluyor yoksa? Eyvah!

Neyse... Yorgunum.  Fazla derinde dalmayayım da uykum kaçmasın...  İyisi mi, gündüz niyetine diyelim, bu fasıl kapansın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder