31 Ekim 2009 Cumartesi

Sınavları Sevenler ve Sevmeyenler

Bizim ofisten Özlem, Berna ve ben… Bir de bir ordu insan vardı tabii, bizim meslekten.. İki gündür sabah 8.30’dan, akşam 5 e kadar zorunlu eğitime tabi tutulduk. Keyfi değil tabi.. İş gereği.. Dün mesleki dersler. Bugün ise sabahtan akşama kadar Hukuk… Arkasından da 1.5 saatlik sınav. Peki sonunda ne olacak? 50 almayan çakacak. Tekrar eğitime ve sınava katılacak. Hoppala!..Yok artık! Mailler yazdım Yüksek Kurul’a.. “ Ben şu kadar yıldır bu meslekteyim. Yeni biri değilim. Bana da mı, eğitim ve sınav? Siz benim yaşımı unuttunuz sanırım. Yakında otobüs ve sinemalardan falan bedava faydalanabileceğim ihtiyarlıktan. Benim yaşımdakileri bu sınavdan muaf tutmanızı istirham edeceğim.” dedim. Hiç aldırmadılar hiç! Bu mesleğe devam etmek için, bu eğitime katılıp, sınava girmeliymişim.. Kaçış yok!

Ben hiperaktivitem ve ilgi dağınıklığım sebebiyle bir yerde 15 dakikadan fazla oturamam. Aynı işi sürekli yapamam. “Şimdi nasıl sabahtan akşama kadar sınıfta oturacağım? Koca insanlara rüsva mı olacağım?" diye önce dertlendim. Sonra “Aman sende!” dedim. “Bir daha ne zaman öğrencilik yaşayacaksın Allahaşına? Keyfini çıkarsana!” Aaa! Sahiden.. Hemen havaya girdim hemen.. İki gün kızlarla epeyce güzel vakit geçirdik. Eğitimciler de çok iyiydi. Bildiklerimizi pekiştirdik. Tamaaam.. Derslerde sıkıldığım anlar olmadı değil. Oldu. Bu nasıl bir durum mu? Oturuyorum sözgelimi sıramda. Öğretmeni dinliyorum cankulağımla. Bir an geliyor ki sanki yüreğimin üzerine bir ağırlık oturuyor. İçime bir sıkıntı çöküyor. Eğer kalkmazsam yerimden boğulacak gibi oluyorum. Çıkıyorum salondan. Bir süre sonra tekrar giriyorum. Ben bunu hep yapıyorum! Artık diğer oturanlar hakkımda ne düşündüler bilmiyorum? Neyse… Öğlen aralarında şahane yemekler yedik ama. Kahvelerimizi içtik. Laylaylom… Çocuklar gibi şendik!
Amaaa… Sınav var ya sınav. Hani o mesleki imtihan! Okadar komiktik ki biz! Üçümüz kafamıza koyduk. 100 alacağız. Tamam! Yan yana oturuyoruz. A ve B sınav kitapçıkları var ama bizim için kaç yazar? Koca konferans salonunun en önünde oturuyoruz. Arkamızda, etrafımızda bir ordu insan... Sınavın başlamasına birkaç dakika var. Kitapçıklar dağıtıldı. Sınav gözetmenleri bir ciddi bir ciddi. Gören de hayat memat meselesi, üniversite ya da doktorların uzmanlık sınavı var sanır yani. Öyle bir havadalar. Salon sus pus. Telefonlar kapattırıldı. Bütün notları kaldırın demediler de resmen ellerimizden aldılar. Öyle böyle değil. Biz baktık birbirimize. Ayağa kalktık.Üçümüz elele tutuşup bir halka yaptık. Ellerimizi sallayıp, “ Kazanacağıııızzzz!” diye bağırdık. Bu bizim uğurumuz. Ofiste eğer bir teklif veriyorsak bir müşteriye. Aynı şeyi yaparız. İşi genelde alırız. Kaybettiğimiz bir teklif varsa, böyle yapmayı unutmuşuzdur mutlaka. Alışmışız ! Çünkü biz bir takımız. Herkes halimize şaşırdı tabi. Üç koca kadın. Hele başrolde ben? Çocuk gibi. Ne olacak ki? Herkes bize bakadursun, biz bir girişmişiz soruları çözmeye… Tak.. tak.. tak… Bu birbirimizden aldığımız enerji ile yarım saatte bitirdik bileee... Yook! Maalesef bitirdik diyemeyeceğim. Bitirdiler. Ben mi ? Nerdee? Bak anlatacağım başıma gelenleri.. Ben dememiş miydim ilgi dağınıklığım var diye.. Of! Dinle bak şöyle:
Tam soruları takır takır çözüyorum ki bir soruda takıldım. Cevabı dört şıktan ikiye indirdim. İki cevap şıkkının hangisinin doğru olduğuna bir türlü emin olamayınca, öğrencilik günlerimdeki gibi,
iki şıkkı tıklayarak, meşhur tekerlememi söylemeye başladım. Yooo! "O mo kara do süme süme bir man to" değil benim tekerlemem. Yooo... Ben öyle tekerleme söylemem..... Deeerken sanki koptum sınavdan birden. Bir sokağa ışınlandım. Bir sanat okulu öğrencisiyim. Paris'te bir çiçekçideyim. Bir gül satın alıyorum. Çiçekçiyden bu çiçeği verdiğim adrese göndermesini rica ediyorum. Çiçekçi bu kadar küçük bir siparişin adrese gönderilmeyeceğini söylüyor. En sevimli halimi takınıyorum. "Tanışma yıldönümümüz için bir sürpriz! Yakında doğum günü var. Lütfen!" diyorum. Çiçekçi kıramıyor beni. Kabul ediyor istediğimi. Çiçeğin kutusuna bir not bırakıyorum. Şöyle yazıyorum nota: "Kalbim sonsuza dek senin..." Devamını anlatmayayım. Çünkü bu aslında bir film. Yoo.. Filmi çeviren ben değilim. Bayıldığım aktrist Audrey Tautou. Aşk filmiymiş gibi zannedilen, filmin ortalarından sonra gerilime dönüşen ve sonu sürprizli biten bu film aklıma gelen. İyi de şimdi sınavda neden aklıma geldi ?Filmin adı "Seviyor! Sevmiyor!" çünkü... Peki ben eğer sınavdaki bir soruda, karasız kaldıysam iki seçenek arasında, karar verebilmek için ne söylerdim biliyor musun okulda? Kalemimle iki seçeneği sırayla beş kere tıklardım. "Seviyor.. Sevmiyor.. Seviyor.. Sevmiyor.. Seviyor.."derdim. Hangi seçenek beşincide denk gelirse onu işaretlerdim. Şimdi gene iki seçenek arasında kaldım ya, tam başladım "seviyor.. sevmiyor.." diye tıklamaya.. İşte soruları çözüyorken gene ilgim dağıldı bir anda. Dün gece uyumadan önce seyrettiğim bu film geldi aklıma. Neyse ki... Berna dürttü de beni kendime geldim. Bitirdim.. Bitirdim sınavı çok şükür. Demek bu yaşıma geldim ama halen değişmemişim. Gene eski öğrencilik günlerimdeki gibiyim. İlgim dağılıyor. Sınavdan kopuyorum.Hayallere dalıyorum! Yaaa.. İşte gene böyleyim!

29 Ekim 2009 Perşembe

Saati Saatine Uymamak...

Saatler bir saat geri alındığından beri, aklım hep Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde. Neden mi? Çünkü bu kitap senede en az iki kez ellenmeli. Saatler ileri ve geri alındığı tarihlerde bari. Özel bir törenle hem de. Usulca alınmalı ele. Önce yazarı rahmetle anılmalı. Sayfaları şöyle bir dalgalandırılmalı. Durdu ya uzun zaman olduğu yerde. Cümleler ve paragraflar havalandırılmalı. Uyansınlar, gelsinler kendilerine… Bu öyle bir kitaptır ki, şimdi başlasam bir yönünü anlatmaya, hergün yazsam üstelik, inan ki her sayfasından bir yazı konusu çıkarabilirim. Öyle dolu dolu bir kitaptır. Adı üstünde işte. Bu bir kitap değil, resmen başlıbaşına bir enstitüdür diyebilirim. Şimdi neresinden başlasam acaba ? Peki… Şöyle yapayım. Kapatayım gözlerimi. Bir sayfasını açayım. Nereye denk gelirsem… O sayfayı anlatayım. Tamam. Böyle yapacağım. Kapattım gözlerimi. Kısmetime bir sayfa açtım. Şimdi tekrar okuyup, anladıklarımı anlatacağım.

Yazar, insanlar kainatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için, eşyanın insanlara uymak durumunda olduğu inancındadır. Mesela Abdülhamit döneminde yaşayanlar bilirler.O zamanlar vapur düdüklerinin sesi günümüzdeki kadar neşeli değildir. Padişahın asık yüzü ve ordan halka halka etrafa yayılan neşesizlik sebebiyle, o zamanın vapur düdükleri garip bir şekilde acı, keskin ve hüzünlüdür. İşte saatler de böyledir. Sahiplerinin mizaçlarındaki ağırlığa, canı tezliğe, evlilik hayatlarına ve siyasi fikirlerine göre yürüyüşlerini değiştirirler. Sahibinin en yakın dostu olan saat… Bileğinde sahibinin nabzının atışına arkadaşlık eden saat… İster istemez sahibiyle bütünleşmektedir. Sahibi gibi yaşamaya ve düşünmeye başlar. Saat kadar olmasa bile diğer eşyalarımız da böyle değil midir? Eski ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı? Onları sık sık bu nedenle değiştirmez miyiz? Yeni bir elbise giymekle, kendimizden çıkarız sanki biraz… Kendimize bir değişikliğin arasından bakmak isteriz. Yahut “Ben artık başkasıyım!” diyebilme saadetini hissetmek isteriz.

Eski eşyalara meraklı olanlar bilirler. Eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huylarını, alışkanlıklarını, hatta aksaklıklarını görmek mümkündür. İnsanlar yanlarında çalışmaya başlayan hizmetlilerine, evlerine gelir gelmez kendi gömlek, elbise yada ayakkabılarından vermek isterler. Böylece kendilerini hiç tanımayan bu insanlara, birdenbire elbiselerini giydirerek ya da ayakkabılarıyla yürüterek, kendi düşünce ve alışkanlıklarını gizlice geçirmeyi düşünürler. Kahramanımız bunu iki kez tecrübe etmiştir. Bir keresinde çalıştığı bankadan atılmasına ve pek çok felaketlere düşmesine sebep olan müdürü Cemal Bey bir kat eski elbisesini vermiştir kendisine. Aralarında büyük mizaç farkları vardır. Tabiatları tamamen zıddı zıddınadır. Çok şükür, müdürünün kötü huylarını benimsemez kahramanımız. Ama müdürün bir büyük zaafı vardır. Kızına aşırı düşkündür. İşte kahramanımız, müdürün eski elbisesini giymekle, haftasına kalmadan, üstelik üç çocuk sahibi olmasına, sıkı Müslüman terbiyesine, her konuda kendisinden üstün karısına rağmen, müdürün kızına delicesine aşık olur. Aradan yıllar geçer, bankadan ayrılır, bu giysi lime lime olur ama bu sevgi asla yakasını bırakmaz. Eski eşyalar böyle mizaç değişikliğine neden olurlar işte…
İkinci elbiseyi Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün kurucusu, Halit Ayarcı hediye eder. Kahramanımız daha elbiseyi üzerine geçirdiği gün tüm varlığının değiştiğini hisseder. Birdenbire ufku, görüşü genişlediği gibi, hayatı Halil Ayrancı gibi yorumlamaya başlamıştır. Artık onun gibi, insanlara "Acaba ne işe yarar?"diyen gözlerle bakmaya başlar. Sanki bu bir elbise değil de büyüdür. Tabi kendi tabiatı da devreye giriyor ve kararlarını değiştirmeye çalışıyordu ama sonuçta birbiri arasından, elbisesini giydiği adam gibi düşünen, konuşan, karar veren biri olup çıkmıştır. Bu durumu Halit Ayrancı'ya anlatınca, kendine hak verir. Ona göre de büyük adamların yanlarına çalışanlara elbise ve öteberilerini vermeleri bu yüzdendir. Roma İmparatorları, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler diye eşyalarını dostlarına hediye etmekteydiler. Hatta Osmanlı hükümdarlarının, vezirlerine kürk ve kaftan hediye etmeleri de bu yüzden olsa gerektir. Kahramanımız farkında olmadan tarihin büyük bir sırrını keşfetmiştir aslında. Büyük bir psikolojik mekanizmayı keşfetmiştir!

Bu kadar.. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden şimdi üç sayfa okudum. Okuduklarımdan anladıklarımı yukarıda anlattım. Olmadı mı şimdi bu yazı yani? Bence oldu. Böyle işte. Ben şimdi bir başlasam, mesela kitaptaki karakterlerden Nuri Efendi'yi anlatmaya... Yazarın cümleleriyle tipini, mizacını, tabiatını tarife girişsem. Yarı alim yarı evliya addedildiğinden söz etsem mesela. Nuri Efendi'nin: "Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur. " gibi sözlerinden bahsetsem. Nuri Efendi'nin semtin en iyi saat tamircisi olduğunu söylesem. Tamir etmeden önce bozuk saatleri bazen karşıdan haftalarca el sürmeden seyrettiğinden bahsetsem mesela. Eğer çalışıyorsa bir doktor gibi üzerine eğilip sesini nasıl dinlediğini hayalinde canlandırmanı istesem. Kitaptan iki sayfa daha yazsam.. Ne olacak ki? Okumaz mısın yazdıklarımı yoksa? Saatin saatine uymuyor der misin bana? Bazen bloğuma ciddi yazılar yazsam işte böyle. Ne olacak ki? Hani saatleri bir saat geri aldık ya... Hani Ahmet Hamdi Tanpınar'ın abidesi Saatleri Ayarlama Enstitüsü hatırına? Olmaz mı?

28 Ekim 2009 Çarşamba

Bu Öykü Dünyanın Gidişatını Değiştirmeyecek Mi?

Şimdi anlatacağım öyküde yazar, bir televizyon programında spikerin kendisine bir soru sorması için yazarlığa başlamamıştır. Çünkü yazarlığa başladığı zaman Türkiye'de televizyon yoktur. Ona göre geçimini yazı yazarak kazanmaya çalışanlara yazar denir. Geçimini kazanmak için yazı yazmak... Yani geçimini kazanmak için araba kullanmak, berberlik yapmak, ayakkabı tamir etmek gibi... 38 yıllık yazarlık hayatında tahminen 35464789983736353637387362782 (boşuna okumayın der) kelime yazı yazarak bir rekor kırmıştır. Bu rekoru kırarken de yazıların bedeli olan paranın yüzdebirini ancak kazanmış, yüzde doksandokuz kazık yemiştir. "Beni neden bu kadar sömürdüler?" diye düşünür.

Aslında bu işin arkasında süper güçleri yani Amerika ve Rusya'yı aramıştır aramasına ama küçücük bir yazarı sömürmek için zahmete girerler mi ki bu süper güçler? Sonra yazılarını alan gazeteleri, dergileri, tiyatroları, film prodüktörlerini, şovmenleri, komikleri ve öbür kimseleri Amerikan ve Rus ajanı olarak suçlamak yakışık almaz ki. Ayrıca kendisini yıllardır sömürenlerin bu ajanlardan daha az gaddar olduklarını kanıtlayaması da mümkün değildir.Ayrıca bu kişilerin içinde yazarın eserlerinin altına kendi imzalarını atacak kadar laubali olanlar, parasını vermek için alacağı paranın yirmi katı yol parası vermesine neden olanlar, yazdığı yazılardan pasajlar araklayıp sahnede oynayanların yaptıkları bir gizli ajanın yaptıklarından ufak şey midir? Ayrıca kötü adam, ajan, yani casus kimseyi sömürmez ki! Sadece para karşılığı en adi numaralara yatar. Hatta ajanın aldatılmış ve terkedilmiş bir tarafı bile vardır diye devam eder.
Çok merak etmektedir.. Neden acaba Yazar, kendisini sömürenlere, yani iyi niyetini, kafasının ürünlerini, saf köylünün portakal bahçesini ucuza kapatan madrabaz gibi üç kağıda getirenlere bu kadar gıcıktır? Neden hep kendisine kazık atılmıştır? Alnında "Bu adam hıyardır." diye mi yazmaktadır?


Mesela sabahlara kadar, gözleri kan çanağına dönene değin yazı makinesi başında inekleyip yazdığı senaryoları düşünür. Paralarının onda birini dahi alamadığı, para yerine bono yada elbiselik kumaş aldığı ve tekrar tekrar yazdığı senaryoları düşünür.. Birileri kafasının içine el atmıştır. Oradaki ürünleri araklayıp para haline getirmektedirler. Sireno Do Bercerak (doğrusunu bilen varsa yazsın der) olsaydım ve gerek zekamla, gerek kılıcımla bu herifleri hizaya getirseydim.." der. .............................

Yolda Sinir ve Ruh Hastalıkları Mütehassısı Bedri Ruhlananduman diye bir tabela görür. Tabelaya doğru birden yürümeye başlar ve içeriye girer. Randevusu yoktur tabi.. Geçerken uğramıştır. Üstelik hayatında ilk kez ruh doktoruna girmektedir. Hemşireye göre doktor içeride kendini dinlemektedir, acaba randevusuz bir hasta kabul edecek midir? Hemşire doktora sorar. Doktor hastayı kabul etmiştir. Yazar hemşireye adını söyler.. İster ki tanısın ismini. "Siz o meşhur yazar mısınız?" demesini bekler. Hemşire Yazar'ın beklediği kadar entellektüel çıkmaz. Yazar'ı tanımaz. İçeri girdiğinde doktor Yazar'a oturmasını söyler. Oturmaz. Vaziyeti normal değildir ki.. Doktor neler hissettiğini sorar Yazar'a... Cevap olarak söze aslında bir yazar olduğunu, yani işinin yazarlık olduğunu söyleyerek başlar. Bunun üzerine doktor vizitesinin bin lira olduğunu söyler. Neden yazar olduğunu söyleyince vizitesini öne sürmüştür ki doktor? .....

Mesleği yazarlıktır ya, bu meslek bu memlekette özelliği olan bir meslek midir, değil midir? Yazar bunu çok merak etmektedir. Yazdıkları ile geçinen adam olduğuna göre ve de kafa ürünü de bir ürün olduğuna göre, neden bu ürün para etmez ki bu ülkede? Bunları düşünmektedir. Doktora göre demek ki para etmez bu ürünler... İyi de hep bu ürünlerle gazeteler çıkmaktadır, kitaplar, tiyatro, televizyon oyunları, film senaryoları yazılmaktadır. Doktor anlam veremez bu konuşulanlara.. Hastalıkla ne ilgisi vardır ki bütün bu anlatılanların... Yazardır. Yıllardır yazmıştır. Parasını alamamıştır. Doktor neden almadığını, gidip almasını önerir Yazar'a. Bir fikre, bir sanata saygı yoktur ki. Gecesini gündüzüne kattığı, kafasını patlattığı bir oyun ve skeç yazıyor sonra bunu birileri araklıyor ve beş kuruş vermiyor, iş midir yapılan? Doktor hayatında iki kez tiyatroya gittiğini söyler bunun üzerine.. Bu anlatılanların hastalıkla ne ilgisi vardır ki doktora göre... Yazar nasılsa doktorun gittiği piyesin adını bilir: Cimri! Doktor şaşırır Yazar'ın nasıl tahmin etiğine... Doktor sürekli Yazar'a hastalığının ne olduğunu sorar. Yazarın beyni sömürülmüştür ve bunun huzursuzluğunu çekmektedir. Ama doktor Yazar'ın anlatığı şeyleri bir türlü anlayamamaktadır. Yazar ters ters bakar doktora ve kendisini çamaşır mandalı sandığını söyler. Doktor hemen alıştığı cevabı patlatır: "Kendini çamaşır sepetine at!" Bunun üzerine Yazar doktora, bırak ruh doktoru olmayı, su motoru bile olamayacağını söyleyerek odadan çıkar.

Kaldığı otel odasına gider. Daktilosunun başına oturur. Yazar'a kazık atan atmıştır, artık bununla uğraşacak keyfi de hali de yoktur. Başını kaldırır ve düşünür. Gözünün önünde film sahneleri ve tiyatro galaları geçer. Ödenmeyen bonolar da yukarıdan atılan şeref çiçekleri gibi havada uçarlar. Bir arabanın üstündedir. Kiralık bir katil, gez, göz,arpacık diyerekten tetiğe basıp Yazar'ı vuracakken, burnu kaşınır ve attığını tutturamaz. Yazar gene yazacaktır. Çalacaklar, gene yazacaktır. Yaşamak için değil, yazmayı sevdiği için yazacaktır....... Oh be!....... Aklına gelen bir yazının başlığını atmak için tuşlara vurur.

Bu öykünün ilk paragrafını yazımın sonuna sakladım. Şu cümleler ilk paragrafın tıpatıp aynısıdır: " Bu yazının sonunda, ortaya bazı gerçekler çıkacaktır. Bu gerçekler belki de dünyanın gidişatını değiştirmeyecektir, ama, bu satırların yazarı olan benim, Suavi Süalp'in, Türkiye'nin en çok kazıklanan yazarı olduğunu kanıtlaması bakımından ilgi çekecektir. Tabii kitap alınıp okunursa.."

Büyük üstat Süavi Süalp'in "Gene İyi Dayandık" adlı oldukça hüzünlü öyküsünün bir bölümünü yazarın cümlelerine sadık kalarak yazmaya çalıştım. Geçimini yazarak ve çizerek kazanan, hakkı yenen bütün yazarlara ve çizerlere ithaf edilesi bir öyküdür. Şahanedir!

27 Ekim 2009 Salı

Quentin Tarantino- Kill Bill 2 ve İş Teknikleri

Yılın son günlerinde, o yıl yaşadıklarımı şöyle bir düşünmek isterim. Keşke daha fazla kendi kendime kalabilsem, keyifli anlarımı bir film şeridi gibi gözümün önünden geçirsem derim. Eğer kendimi zorlamasam, pek mümkün olamaz ama… Zira yılın bu son günleri, işim açısından en debdebeli günlerdir. Müşterilerimin çoğunun sözleşmeleri yıl sonunda biter. Su uyur lakin rakipler uyumazlar. Durmaz oturmazlar. Beni bir rahat bırakmazlar. Ben sinemayı çok severim. Sinemanın hayatı eşsiz kıldığını düşünenlerdenim. Filmlerden öğrendiğim enteresan teknikleri, iş hayatımda uygularım. Kimsenin tahmin edemediği bu enteresan film taktikleriyle işlerimi kolaylıkla yaparım.

Misal, Quentin Tarantino’nun tüm filmlerini severim. Aklıma geldikçe tekrar tekrar izlerim. Bu yıl rakiplerimle olan mücadelemde, inanmayacaksınız ama, bir Tarantino filmi olan Kill Bill 2 deki, büyük döğüş ustası Pai Mei den öğrendiğim, “5 dokunuşta ölüm vuruşu tekniği”ni uyguladım. Bu teknikle rakiplerimi tek tek eledim. Bu acayip etkili bir tekniktir. Mesleğimde bu tekniği nasıl uyguladığımı, üzgünüm ama burada açıklamam mümkün değildir. Bu yıl öğrendiğim “5 dokunuşta ölüm vuruşu” tekniği, bizim meslekte kimse tarafından bilinmediği için, rakiplerimi okadar şaşırttı ki ne olduğunu anlayamadı hiçbiri... Bu tekniği uygulayan kişinin, rakibinin kazanması mümkün değildir. Sadece bilip uygulayan kazanabilir. Rakibinin durumunu görmek isteyenlere Kill Bill2’yi seyretmelerini tavsiye edebilirim.

Neyse... Asıl anlatmak istediğim yıl sonunda yaptığım keyifli anlarımın muhasebesiydi. Ama şimdi değil de sonra bu konuya devam edeceğim. Yarın son bir düellom var da… Bu kez niyetimi tam açık etmeyeyim. Rakiplerimden bu yazıları okuyan olabilir. Bu gece filmi seyredip, taktik geliştirebilir. Sadece şu kadar söyleyeyim. Yarın uygulayacağım döğüş tekniği olan film şu şarkı ile başlıyor:

bang bang / you shot me down bang bang / i hit the ground bang bang / that awful sound bang bang / my baby shot me down

NOT: Daha önce Hayal Kahvem'e yazdığım bir yazı.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Göyaşları İçindeki Bir Erkek Neden Telaşlandırır Bizi?

Orhan Pamuk’un yazdığı Kara Kitap’ın 6. bölümünün başlığı “Cellat ve Ağlayan Yüz” dür. Yazar bu bölüme ait sekiz sayfa boyunca, Edirneli Kadri’nin Cellat Tarihi kitabından bir hikaye anlatır. Aslında Yazar, bu bölüme bir soru ile başlar. Gözyaşları içindeki bir erkek neden telaşlandırır bizi? diye sorar önce. Ağlayan bir kadını kolaylıkla kabul edebilir, sevgiyle benimsenebiliriz. Ama eğer bir erkek ağlıyorsa ya dünyanın sonu gelmiştir, ya yapacaklarının sonuna gelmiştir, ya da dünyasında bizimkiyle uyuşmayan bir yan vardır, huzursuz edici hatta dehşet verici bir an der Orhan Pamuk yazısının ilk paragrafında. Yüz dediğimiz ve tanıdığımızı sandığımız haritada hiç tanımadığımız bir ülkeye rastgelmenin şaşkınlığını ve dehşetini hepimiz biliriz diye devam eder. Ve aşağıda özetleyeceğim hikayeyi anlatmaya başlar.

Çok değil üç yüzyıl öncesine gidiyoruz. Dönemin namlı cellatı Kara Ömer, padişahın kararı ve eline tutuşturulan fermanla Erzurum Kalesi’ne hükmeden Abdi Paşa’yı idam etmeye yollanmıştır. Sıradan bir İstanbul-Erzurum yolculuğu o dönemde atla bir ay gibi bir zaman alıyorken, Kara Ömer on iki günde bu yolu aldığı için çok memnundur. Güzel bir bahar akşamıdır. Bahar serinliği akşamı içinde yol yorgunluğunu unutmuştur. Gene de üzerinde görev öncesi hissetmediği bir durgunluk vardır. Tabi ki işi zordur. Hiç tanımadığı bir Paşa’nın konağına gidecek ve emir gereği paşayı öldürecektir. Ama işinde çok deneyimlidir. Otuz yıllık meslek hayatında 20 kadar şehzade, 2 sadrazam, 6 vezir, 23 paşa, hırlı hırsız, suçlu suçsuz, kadın, erkek, çocuk, yaşlı, hıristiyan, müslüman 600 ün üzerinde kişiyi idam etmiş, binlerce kişiyi işkenceden geçirmiştir.

Konağa vardığında, kuşağında yağlı kemendiyle ve usturayla kazılı kafasında kızıl keçeden külahıyla celladı görür görmez tanıyan Paşa, başına gelecekleri hemen anlar ve hiçbir zorluk çıkarmaz. Fermanı defalarca okur, öpüp başına koyar, kuran okur, namaz kılar, kıymetli takılarını adamlarına bırakır. Buraya kadar her şey normaldir. Bu tepkilerin hepsini yada bazılarını daha önce kurbanlarında görmüştür. Paşa boynuna kement geçirilmeden önce, diğer kurbanlarda olduğu gibi küfür ederek boğuşmaya kalkar. Ama çenesine sıkı bir yumruk yiyince yere oturur ve ağlamaya başlar. Ağlamak aslında böyle durumlarda kurbanların gösterdiği sıradan tepkilerden biridir. Ama Paşa’nın ağlayan yüzünde öyle bir şey görmüştür ki cellat, otuz yıllık meslek hayatında ilk defa bir kararsızlık geçirir. Hayatında hiç yapmadığı şeyi yapar. Boğmadan önce kurbanının yüzüne kumaş örter. Öldüğüne emin olduktan sonra, ölünün başını gövdesinden şifre denilen özel usturayla ayırır. İçi balla dolu kıldan bir torbanın içine sıcağı sıcağına daldırır. Amacı kelleyi bozulmadan İstanbul’a götürmektir. Kelleyi içi balla dolu kıldan torbaya yerleştirirken, Paşa’nın yüzündeki ağlamaklı bakışı, o anlaşılmaz ve dehşet verici ifadeyi bir daha hayretle görecek ve ömrünün sonuna kadar unutmayacaktır.

Hemen atına binip şehirden çıkar. Bir buçuk gün süren sürekli yolculuktan sonra Kemah Kalesi’ne varır. Kervansaray’da karnını doyurur. Torbasıyla odasına çekilir ve uykuya dalar. Yarım gün süren deliksiz uykudan uyanırken bir rüya görür. Çocukluğunun Edirne’sindedir. Annesinin mayhoş bir incir kokusuyla kokutarak yaptğı incir reçeliyle dolu kavanoza yaklaşıp içine batığında, incir diye gördüğü o küçük yeşil yuvarlakların bir kellenin gözleri olduğunu anlar. Kavanozu açınca, içinden ağlayan bir yetişkin erkeğin hıçkırıkları gelmeye başlar. Çaresizlikle donar kalır. Kara Ömer, ertesi gece başka bir kervansarayda uyurken gene, uykusunun ortasında kendisini gençliğinin akşamüstlerinden birinde bulur. Edirne’nin ara sokaklarından birindedir. Bir yanda güneş batmakta diğer yanda soluk dolunay beyaz yüzünü göstermektedir. Güneş battıkça ve hava karardıkça ayın yusyuvarlak yüzünün bir insan yüzü, hatta ağlayan bir erkek yüzü olduğunu anlayacaktır.

Kara Ömer meslek hayatında binlerce erkeğin ağlayan yüzünü görmüştür. Ama hiçbirisi bir suçluluk, acımasızlık yada korku duygusuna sürüklememiştir onu. Gerçeğinde kurbanları için üzülür, kederlenir ama bu duyguları hemen adalet, zorunluluk, geri dönülmezlik mantığı ile dengelerdi hemen şimdiye kadar. Gözyaşları ile çırpınan, sümükler içinde yalvaran, hıçkıran, katılarak ölüme giden bir erkeğin görüntüsünde katlanılmayacak bir şey yoktur aslında. Cellat ne küçümser ağlayan erkekleri ne de acıma duygusuna kapılır. Doğal kabul ederdi gördüklerini. Çünkü işi gereği yapmaktadır. Peki rüyalarında elini kolunu bağlayan şey nedir şimdi? Hissettiği o lanet duygu. Boğmadan önce yüzünü kapatmasına neden olan bir esrar görmüştür kurbanının suratında. Gün boyu at sürerken tuhaf bir şekilde kurbanının suratını düşünmez olur bir daha. Ama şaşırtıcı olan dünyadır artık. Cellat adeta yeni bir dünya keşfetmekte ve fark etmektedir. Orhan Pamuk uzun uzun anlatır Kara Ömer’in yeni keşfettiği dünyayı. Dünyayı korkutacak kadar şaşırtıcı yapan şey, sanki bir hikaye anlatmaya kalkmasıdır. Dünya sanki cellata bir şeyler söylemek istemektedir. Sabaha doğru cellat bu kez kulağının dibinde hıçkırık sesleri duymaya başlar.



Gün ağarırken hıçkırık seslerinin rüzgarın dallara oynadığı bir oyun olduğunu, sonra yorgunluk ve uykusuzluktan olduğuna hükmeder. Sonra torbadan gelen hıçkırık sesleri öyle belirginleşir ki torbanın iplerini gere gere iyice sıkıştırır. Ama acımasızca yağan yağmurun altında yalnızca hıçkırıkları duymakla kalmayacak, gözyaşlarını da teninde hissetmeye başlayacaktır. At üstünde uykusuz geçen ve torbadan gelen bitip tükenmez hıçkırıkların sinir bozucu bir müziğe dönüştüğü çıldırıcı bir gecenin sabahında, cellat dünyayı o kadar değişmiş bulur ki, kendisinin kendi olduğuna inanmakta zorluk çeker. Hatta gördüğü ağaçlar, yollar, köy çeşmeleri bilmediği bir dünyadan çıkmaktadırlar artık sanki. Atıştırdığı yiyecekleri tanımakta güçlük çeker. Bir zamanlar gökyüzü sandığı şey ise hiç bilmediği, hiç görmediği tuhaf bir mavi kubbedir artık. Daha altı günlük yol vardır önünde ve bu ağlayan yüzün ifadesini değiştirmezse İstanbul’a asla varamayacağını anlamıştır.



Hava karardıktan sonra,bir kuyuya rastlayınca, kıl torbayı çözer, saçlarından tutarak kelleyi balın içinden çıkarır. Kuyudan çektiği suyla yeni doğmuş bebeği yıkar gibi kafayı özenle yıkar. Kurular. Dolunay ışığında yüzüne bakar. Ağlamaktadır. Hiç bozulmamıştır. O dayanılmaz, unutulmaz çaresizlik ifadesi vardır gene üzerinde. Kelleyi kuyunun kenarına koyar. Çantasından özel bıçaklarını çıkarır. Uzun bir çabadan sonra dudakları iyice parçalamış, ama ağzı belli belirsiz ve yılık da olsa gülümsetmeyi başarmıştır. Tekrar çantasına bıçaklarını koyar. Geri döndüğünde kelle yerinde durmamaktadır. Kuyuya düştüğünü anlar. Bir baba ve oğlun yardımı ile kelleyi kuyudan çıkarmayı başarır. Kafa parça parça olmuştur ama ağlamıyordur artık. Cellat kafayı mutlulukla kurular, ballı torbaya bastırır ve yoluna devam eder.

Güneş doğarken dünya eski bildiği dünyaya dönmüştür artık. Torbadan hıçkırık sesleri gelmemektedir. Öğlen olmadan çamla kaplı tepelerin arasındaki bir gölün kıyısında günlerdir beklediği deliksiz uykuya mutlulukla dalar. Uyumadan önce de gölün suyunun aynasında kendi yüzünü seyredip dünyanın yerli yerinde olduğunu bir kere daha anlar. Beş gün sonra artık İstanbul’dadır. Abdi Paşa’yı tanıyan tanıklar, kıl torbadan çıkarılan kellenin onun kellesi olmadığını söylerler. Yüzün gülümseyen ifadesi hiç de paşaya benzememektedir. Abdi Paşa’dan aldığı rüşvet karşılığında başka birinin sözgelimi katlettiği günahsız bir çobanın kellesini torbaya koyup getirdiği, sahtekarlığı anlaşılmasın diye, yüzü hırpalayarak bozduğu yolunda suçlamaları, işe yaramayacağını bildiği için cevaplamaz Kara Ömer. Çünkü kendi kellesini gövdesinden ayıracak cellatın kapıdan girdiğini görmüştür bile.

Abdi Paşa yerine günahsız bir çobanın kafası kesilmiştir gerçekten. Erzurum’a yollanan ikinci cellatı konağına kurulan Abdi Paşa karşılar ve hemen idam etirir onu. Böylece Abdi Paşa’nın 20 yıl süren ve 6500 kelleye mal olan isyan hareketi başlamış olur.

Gözyaşları içindeki bir erkek bu hikaye yüzünden telaşlandırır bizi işte... Eyvaah! Ya hıçkırıkları devam ederse!

24 Ekim 2009 Cumartesi

"D" Harfiyle Başlayan Deyimlerle Bir Deneme

Bugün gene kırk kapının ipini çektim. Bir kedi misali dört döndüm diyebilirim. Değirmendere’den başladım. Ver elini İzmit!.. Sonra İstanbul... İşlerimi bir güne sıkıştırdım. Dolu dizgin koşturdum. Arabama okadar çok inip binmişim ki, bir ara dizlerimin kesildiğini hissettim. Amacım müşterilerimle dobra dobra konuşmaktı. Kriz var ya üzerinize afiyet. Vaziyetimi doğru dürüst anlamalılar diye düşündüm. Sorunları kendilerine dizi dizi sıraladım. Diyecek bir şey yok ki doğruların karşısında. Enseyi karatmadan, bu işi atlatana kadar dişimizi sıkacağız dedim.İnanılacak şey değil, konuyu anlatana kadar resmen dokuz doğurdum. Diz boyu sorun var tabii ki. Diz dize oturup konuştuk. Dolap çevirmiyorum ki kimsenin arkasından. Açık açık konuşuyorum işte. "Dişimizi sıkacağız" dedim. Hepimiz dişimizden tırnağımızdan arttırıp bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, dirsek çürütüyoruz ya madem. Dişe dokunur bir şeyler çıkmalı ortaya. Allah dirlik düzenlik versin hepimize öyle değil mi? Dişsiz kile,boş ambar değil ki yaptığımız hepbirlikte. Dilimde tüy bitti vallahi durumumu anlatacağım diye.

Kızdığım bazı konular vardı aslında, dilimin ucuna kadar geldi ama, haydi şimdi söylemeyeyim dedim bazılarına. Neyse ki çoğu dilimden anladılar. Okadar çok dolanmışım ki dilimin bir karış dışarıya sarktığını hissettim. Dilim damağım kurudu yemin ederim. Yok yok aslında dilim damağıma yapışmıştı diyecektim. Dile kolay kırk kapının ipini çekmek. Bazıları dik dik baktılar yüzüme. Bazıları ise dikkat kesildiler söylediklerime. Yüzüme dik dik bakanlara dik başlı göründüm. Dikkat kesilip dinleyenlere ise dert yandım. Kimi dert edindi anlattıklarımı. Kimi deve kini yaptı. "Derdimi Makro Paşa’ya mı anlatacağım. Tabii ki dert ortağım olan sizlerle paylaşacağım" dedim. Bazılarının dünyadan haberi yoktu. Bazıları ise dünyadan elini ayağını çekmişti de beni görünce dünyalar onların oldu. Kiminin kriz umrunda değildi. Dünyayı tozpembe görüyordu. Kimi ise "Düşmez kalkmaz bir Allah" diyordu. Kimi anlattıklarımdan sonra,bana düşman kesildi. Neyse ki bazı konuları dengine getirdim de dediğime geldiler böyleleri. Bazıları da maalesef beni defterden sildiler. Ne yapabilirim? "Değirmenin suyu nereden geliyor" sanıyorsunuz dedim. Damarı tutan olmadı değil, oldu. Dallarına basmamaya gayret ettim. Sinirlenenler dalga geçmediğimi, krizin ciddiyetini anladılar da Allahtan, dayak yemekten kurtuldum. Bazıları dağ başındaydı, dere tepe düz gittim.Yoruldum. Bazıları dağ gibiydi. Anlatırken derdimi, çok korktum.

Dağlara taşlara hepsi iyidir ama birbirlerinden. Deli divane olurlar benim için. Kaç yıllık müşterilerim. Dış kapının dış mandalı değilim ki. Derdime ortak olurlar daima. Diz boyu sorun var ortalıkta. Benim derdim onların da dertleri. Düşünceye dalmanın alemi yok. Hepbirlikte düşünüp taşınacağız.Kriz bitene kadar düzene sokacağız işlerimizi. Hepsini çok severim. Dostlar başına insanlardır her biri!

NOT: Artık bloğa yazı yazdığıma göre işi ciddi yapayım istedim. Her işim ciddidir de benim. Hiç abartmam hanım hanım yaparım her işimi. Artık elimde Türkçe Deyimler Sözlüğü. Düzgün Türkçe ile yazmalıyım. Bugün gözümü kapadım. Sözlüğün bir sayfasını açtım. D harfi çıktı şansıma. Ben de D harfine uygun "Deyim"lerle, bir yazı "Deneyeyim" dedim. İşte "Denedim". ( Bu yazı eski bir denemem)

23 Ekim 2009 Cuma

Filmekimi Yoluyla Ay'a Yolculuk!

Ben Filmekimi için İstanbul’a gittiğimde seyrettiğim bir bilimkurgu film vardı. Nedense anlatmamışım. Öyle havalı tafralı bilimkurgu filmlerinden değil ama… Nasıl naif, nasıl iddiasız ve nasıl şahane bir bilimkurgu gerilim filmiydi. Nasıl beni derinden etkiledi anlatamam. Şimdi zamanı geldi işte. Anlatacağım. Neredeyse tek oyuncu ve tek mekanda bir bilim kurgu film çevrilir de bu kadar etkileyici olabilir mi? İnan ki oluyor işte!

Filmin adı Moon. 2009 yapımı bir İngiliz filmi. Rock yıldızı David Bowie'nin oğlu 1971 doğumlu Duncan Jones'un ilk uzun metrajlı film denemesiymiş. Bir endüstri şirketi yeni kullanıma başlanılan helyum-3 adlı bir yakıtı, ay üzerinden toplamaktadır. Helyum-3 temiz ve verimli bir yakıt olduğu için bütün dünyada kulanımı yaygınlaşmaktadır. Sam bu şirketle 3 yıllık bir kontrat yapmış, Ay’daki üretim tesisinde, Gerty adındaki robotuyla birlikte tek başına çalışmaktadır. Her şey otomatik makinalar tarafından yapılmakta ve toplanılan helyum-3 gazı belirlenen zamanlarda dünyaya gönderilmektedir. Sam, Ay’a gelirken henüz doğmamış kızı ve karısı ile kimi zaman robotu Gerty yardımıyla haberleşmektedir. Bu filmden sonra gökyüzündeki aya baktım. Koskoca bir beyazlıkta Sam tek başına. Sadece şirin mi şirin mimikleri olan Gerty adlı robotuyla. Üstelik filmi seyrederken hep bir kötülük gelecek diye bekledim Gerty’den biliyor musun? Neyse anlatmayayım. Seyretmediysen eğer, filmin tadı gider. 3 koca yıl. Başka kimse yok. Yapılacak fazlaca iş de yok. Sam’in arada suladığı bitkilerini ve büyükçe bir maketini hatırlıyorum o kadar. Neyse… İşin sonuna gelmiştir artık Sam ve iki hafta sonra kontratı sona erecek, dünyaya dönecektir.

Ama işte ne olursa olur, film birden hareketlenmeye başlar. Sam’da psikolojik bir bozukluk ortaya çıkar sanki. Arıza yapan bir makineyi kontrol etmek için tesis dışına çıktığında, sanki bir halüsinasyon görür ve ay arabasıyla kaza yapar. Sonra Sam’i tesisteki tedavi yatağında görürüz. Nasıl oraya geldiğine kendisi anlam veremediği gibi valla ben de pek anlam veremedim. Başka kimse yoktu ki Ay’da. Peki Sam nasıl geldi tesisteki yatağına? Nananom… İşte film şimdi esas başlar. Tamam kim okuyacak benim film hakkında yazdıklarımı? Belki kimse. Bu film gelir mi bizim şehre? Zannetmem. Eee! "Başladın madem bitir. Sonunu getir." Diyeceksin ama olmaz. Anlatmam devamını. Ya seyretmek isteyen biri denk gelirse yazıma… Olur a! Yazık olur vallaha!
Ama sana bir şey söyleyeyim mi? Bayıldım ben Ay’a. Müziklerine de bittim. İyi ki Filmekimi’ne gitmişim. Bu filmi nerede seyredecektim yoksa?

22 Ekim 2009 Perşembe

Suretler ve Cahit Sıtkı Tarancı

Ben var ya, Suretler adlı filmi seyredince, keşke bu filmde Bruce Willis yerine şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı oynasaydı diye düşündüm. Keşke... Neden mi? Anlatacağım. Bak şimdi, filmin konusu kısaca şöyle... Gene gelecek yıllardayız.. Yok başka bir gezegende değiliz. Dünyadayız. Teknoloji iyice gelişmiş. Robot bilimi almış başını gitmiş, yani öyle böyle değil. Robotla insanı neredeyse ayırmak mümkün değil. Bilim insanları öyle sahici robotlar -yada bu filmde söylendiği gibi- öyle sahici insan suretleri imal etmeyi becermişler ki dizim dizim, çeşit çeşit, cins cins robotlar piyasada ucuza satılmaya başlamış. Sende cebindeki parana göre istediğin model ve cinste robot alabiliyorsun. Evde uzanıyorsun koltuğuna. Kafana taktığın bir aparatla, beyin dalgalarının sinyalleriyle robotuna erişiyorsun.

Sen bir beyazsın da zenci olmak istiyorsun misal... Al bir zenci suret, senin yerine geçsin. İri kıyım, kallavi bir kızsın aslında, hep japonlar gibi çekik gözlü, ince, narin olaydım keşke derdin ama... Bu isteğini gerçekleştirebilirsin. Satın aldığın robotun kafasının arkasına bir cip geçireceksin. Sen evde yattığın yerde ne düşünüyorsan, düşündüklerini suretin yoluyla gerçekleştirebileceksin. Mesela sen gitmeyeceksin de, o güzel biçimli suretin işe gidecek. Ne güzel değil mi? Aslında hoşuma gider böyle alengirli işler. Bu nedenle Suretler filminin konusuna bayıldım önce. Dedim ki ne güzel ya! Ben yatsam evde, benim yerime suretim işe gitse. Mesela.. Ya da yapmak istemediğim bir işi suretime yaptırabilsem diye düşünürken... Düşünürken... Cahit Sıtkı Tarancı aklıma gelmesin mi birden? Ne ilgisi mi var? Var... Var... Vallahi var. Bak şöyle:

Cahit Sıtkı Tarancı'nın en ünlü şiiri ne? 35 yaş. Peki şair bu şiirinde ne anlatır? Yaşı 35 olmuştur. Kendini Dante gibi ömrünün ortasında hissetmektedir. Şakaklarına kar yağmıştır.Yüzündeki çizgilerin varlığından ziyadesiyle rahatsız olmaktadır. Hele göz altındaki mor halkalar yüzünden dertli dertli hayıflanmaktadır. Yıllar yılı dost bildiği aynalar ise şairimizin gözüne düşmanmış gibi görünmektedir. İşte bütün bunları hissettiği için Cahit Sıtkı Tarancı Suretler filmine çok uygun düşmektedir. Madem hoşnut değil yaşından, kırışığından, göz altındaki mor halkalarından... Böyle umuma çıkmak hoşuna gitmiyor... Rahatsız oluyor fiziki durumundan... Piyasada satılan bütün suretler genç, güzel, yakışıklı, güler yüzlü, incecik, atletik yada manken gibi falan. İnsanlar o kadar hallerinden Cahit Sıtkı Tarancı gibi hoşnut değiller ki, her birinin suretleri var. Sokağa bakıyorsunuz diyorsunuz ki, " Bu ne? Bu mahallede hiç mi çirkin, yaşlı, şişman, kısa, kılıksız, makyajsız, asık suratlı, mutsuz insan yok! Nasıl yani!" oluyorsunuz... Aslında bilim insanları bu suretleri felçliler, engelliler için icat etmişler. Suretleri icat eden "güçsüzlere güç vermek için bunu tasarladım" diyor. Niyet şahane. Sonra ağır işlerde, savaşlarda kullanılmaya başlıyor. Nihayetinde suretler iyice ucuzlayınca hemen herkes bir yada bir kaç suret sahibi olabiliyor.

Tamam herşey çok güzel görünüyor buraya kadar. Keyifler keka! Ama o kadar basit değil aslında. Diyelim ki arada şarj ettiğin suretin senin yerine her şeyi yapacak, sen yaşıyor sayılır mısın bu durumda? Sadece evde yaşayarak geçer mi bir ömür? Açık havada yürümeyeceksin, koşmayacaksın, yüzmeyeceksin, ne bileyim güneşin batışı ve doğuşunu görmeyeceksin. Sen hep evdesin. Sadece yiyip, içip, yatacaksın. O kadar. Her şeyi senin yerine suretin yapacak. Düşünsene senin suretinle, kız arkadaşının sureti arkadaşlık edecek. Ya da şu anda arkadaşlık ettiğin kızın gerçeği, belki de yaşlı, çirkin, gudubet bir erkek. Ne bileceksin? Aman Tanrım di mi? Yaa! Şimdi işin rengi değişiyor değil mi? İşte madalyonun arka yüzü... Peki sen evdeyken başına bir şey gelse ne olacak? Zaten film, beyinlerine gönderilen sinyallerle evdeki bazı insanların öldürülmeleriyle hareketlenmeye başlıyor.

Ancak benim bu yazıyı yazmaktaki niyetim filmi anlatmak değil. Filmin bir çizgi romandan senaryolaştırıldığından, Alex Proyas'ın Ben Robot ya da Steven Spielberg'in Yapay Zeka adlı filmleri ile ortak paydalarından, suretlerin haklarından, konunun içindeki kimi tutarsızlıklarından, şahane makyaj tekniklerinden, oyuncuların rol kabiliyetlerinden falan bahsetmek hiç değil. Niyetim ne şakayla karışık yazdığım gibi gelecekteki suretli günlere heves etmek, ne de aman ne feci bir vaziyet demek... Hiç biri değil. Ben sadece şunu düşündüm bu filmi seyrederken.. Eğer Cahit Sıtkı Tarancı oynayabilseydi Suretler adlı bu filmde Bruce Willis yerine.. 35 yaş şiirini yazardı belki gene ama... Yazmazdı üzüntülü bir şekilde. Çünkü derdi ki: "Her yaşın kendine göre güzelliği var arkadaş! Mesele insan sureti değil, mesele insan olabilmekte!"

Haydi Masal Gibi Gelin Pilavı Pişirelim!

En son anlattığım mantı tarifinden sonra, okadar çok yemek tarifi talebi aldım ki anlatamam. Posta kutum doldu taştı. Sonunda "Peki!" dedim. İşte şimdi yazacağım. Bu akşam, özel bir törenle hazırladığım "Gelin Pilavı"nı anlatmaya karar verdim. Yemeklerimi yaparken çok özenirim. Fakat "Gelin Pilavı" çok daha özel ilgi isteyen bir yemektir. Yapacağım yemeğin adında "Gelin" varsa eğer, düğüne hazırlar gibi itina ister. Bu yemek farklı bir bulgurdan, frik bulgurundan yapılır. Gelimiz frik bulguru, Güneydoğu Anadolu yöreli , hatta muhtemelen Gaziantepli'dir. Biz gelini Gaziantep'ten aldık getirdik. Getirirken de "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler/ Annesinin bir tanesini hor görmesinler/ Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim / Hem annemi hem babamı ben köyümü özledim." türküsünü söylettik. Biraz ağlattık. Ama gelin hem ağlayıp hem gitmez mi? Biraz ağlamak yaraşır haspaya!
Bu frik bulguru, normal bulgurlardan farklıdır. Açık yeşil renktedir. Gelinimizin kendine has bir kokusu vardır. Sanki hoş bir is kokusu... Buğday başağı daha tazeyken alınıp sazların arasına yerleştirilmiştir. Sazlar biraz yakılmıştır. Başaklara is kokusu sinmesi sağlanıp, tütsülenmiştir. Bu gelin çok özeldir. Daha yetiştirilirken özen gösterilmiştir. Yoksa burada okadar bulgur varken, neden taa memleketimin Güneydoğu yöresinin frik bulgurunu alalım gelin diye öyle değil mi? Bir de diğerlerine göre oldukça pahalıdır. Özel bir gelini düğüne hazırlarken özel bir itina göstermek gerekir. Ben bu yemeği zaten bir düğün töreni şenliği içinde hazırlarım. Bakın şöyle:

Pilav ıslatmak için kullandığım kasemi iki avucumun içine alırım. Bu kase bana, sanki akça pakça bir hanımın, gülümsediğinde oluşan,tek yanaktaki gamzesini anımsatır. Bu nedenle adı Gamze Hanım'dır. Ben bazı eşyalarıma isim veririm.Hele emektar eşyalarıma taktığım isimlerin ardına mutlaka hanım yada bey gibi saygı terimlerinden birini eklerim. Onlar benim işlerimi gören eşyalar. Saygıyı mutlaka hakederler. Kaseyi yavaşça tezgaha bırakırım. Hızlıca bırakıpta "takk!"diye çığlık atmasını asla istemem. Frik bulgurunu Gamze Hanım'ın içine itina ile yerleştiririm. Böylece "Gelin Hamamı" törenine başlamış olurum. Gelinimizin üzerine kaynar suyu korkmadan boşaltırım. Bilirim ki firik bulguru sıcak suyu çok sever. Şöyleee bir bırakır sıcak suya kendini, kirlerini döker. Rahatlar...Düğün heyecanını atar...Bir yarım saat kadar tüm sıkıntılarından kurtulmasını ve ferahlamasını beklerim.

Bu arada başka bir tenceredeki suda, bir kaç parça tavuk parçasını haşlamamam gerekmektedir. Hem suyunu hem de etini kullanacağım bu yemeğimde. Ayrıca sizde yaparmısınız bilmiyorum. Ben daima bulundururum soğutucumda... Haşlanmış bir küçük kase nohut. Eğer nohut pişireceksem biraz fazlaca nohut kaynatırım. Fazlasını dondurucuda saklarım. Hem çalıştığım hem de kırk tarakta bezim olduğu için böyle pratiklikler hayatımı kolaylaştırır. Gerekince işte böyle, elime gelirler. Yarım saat doldu ve bulgurumuz kendini şöyle bir saldı değil mi? "Olmaz ki bu kadar ama!" deriz. Şimdi kızımızı biraz kendine getirmemiz gerekir. Toparlanmalı... Düğünümüz var ya! Bir süzgeç içinde soğuk suyun altına tutmam gerekir ki toparlasın kendini. Söylerim önce ama, derim ki: "Şimdi seni soğuk su ile çok iyi yıkamalıyım. Böylece canlanmalısın öyle değil mi?" Anlar beni. Zaten gurbette... Anne yok.. Baba yok.. Ses çıkarmaz. Ne yapsın? Sessizce boyun eyer söylediklerime. Bol soğuk suyun altında çok ama çok yıkanmalıdır. Parmaklarınızla taneleri okşayarak. Bu yemeğin en önemli ipuçlarından biridir. Asla unutulmamalıdır. Çok yıkanacak. Hem de iyice... Hırpalamadan ama sefkatle...

Ateşin üzerindeki tencereye bir miktar yağ konur. Yıkanan bulgurumuzun şimdi yağlanma, zamanı gelmiştir. Tencerede sıcacık yağ içindeyken bulgur, tahta kaşıkla bir süre kavrulur. Kavrulurken mutlaka bir kere "ettehiyyatü" duası okunur. Bu duanın içinde "berekatü" geçer ya bu dua okunursa eğer, bereketli ve lezzetli olur bütün yemekler. Bu dua annemden bana vasiyettir. Her yemeğime okurum. Gerçekten okadar bereketli olur ki inanmıyorsanız deneyin! Misal, misafir geldi acele bir yemek yapacaksınız. Malzemeniz az yetmez diye düşünüyorsunuz. Bu dua ile yaparsanız göreceksiniz yemek ne demek yetmemek...Dolup dolup taşacak. Benden söylemesi... Bu dua da yemeklerimin sırlarından biridir! Sevildiğinizi bilin yani... Kapağı kapatınca yalnız hissetmesin kendini diye, Anadolu'dan bir arkadaş veririm eşliğine. Daha önce pişirip hazır ettiğim nohutları... Şöyle bir karıştırırım nohut ile bulguru beraberce. Sevinirler birbirlerini görünce... Sanki hasret giderir gibidirler. Üzerlerine nefaseti yerinde tavuk parçaları ve tavuk suyunu katarım. Biraz tuz mutlaka... Düğünümüzün tadı tuzu yerinde olsun diye... Tencerenin kapatırım kapağını... Kısarım ocağın ateşini en düşüğe... Bırakırım yavaş yavaş pişsinler diye hepbirlikte... Pilav suyunu çekince ocaktan alırım tenceremi, yandaki Nihale Hanım'ın üzerine..
Kapağını açarım bakarım ki bir de ne göreyim?.. Frik bulguru, nohut ve tavuk ile tavuk suyu bir kaynaşmışlar, hemhal olmuşlar hepbirlikte... Oyy..Oyy..Oy... Bu "Gelin Pilavı" tadından yenmez... Bir de yendi mi ? Hep istenir...Vazgeçilmez!...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Hayal Kadar Gerçek! Hande Şekerciler

Kitaplarına bayıldığım yazar İhsan Oktay Anar’la ilgili Nisan ayında Santralistanbul’da bir sergi vardı. Bu etkinliği ÇROP tan duymuştum ve dayanamamış Değirmendere'den arabama atlayıp gitmiştim. Sergiyi son günlerinde yakalayabildiğim için, kaçırdığım çok şey vardı tabi. Mesela yazarın bizzat kendisini çok merak ediyordum. İhsan Oktay Anar ortalarda görünmeyen bir yazardı. Hiçbir söyleşisini işitmemiştim. Tipini bilmediğimi bile söyleyebilirim.

Oysa İhsan Oktay Anar'ın romanları, Suskunlar, Amat, Puslu Kıtalar Atlası ve Efrasiyab’ın Hikayeleri’ni hayranlıkla okumuştum. Yazarın denizcilik, tarih, müzik, tasavvuf, halk edebiyatı konusundaki derin bilgisine, romanlarındaki kurguya, yazım diline, kelime kullanımına tam manasıyla hayrandım. Bu yazarın kendisi hiç görünmeden kitapları satılıyordu ya, acaba gerçek biri miydi? “Tarih kadar hayal, rüya kadar gerçek” Bu ilk gün yapılan sempozyumun başlık cümlesiydi. İşte ben bu sempozyuma katılamamakla hem yazarı görme, hem de konuşmalarını dinleme şansını yitirmiştim. Geç duyduğum için epeyce üzülmüştüm.

uzun ihsaneflatun

Neyse.. Sonunda sergiyi gezmiştim işte. Şimdilik bununla yetinmeliydim. Metin Üstündağ’ın küratörlüğünde, Kalın Musa’dan Neva’ya, Arap İhsan’dan Eflatun’a, İhsan Oktay Anar’ın roman karakterleri Selçuk Erdem, Can Barslan, Erdil Yaşaroğlu, Metin Üstündağ, Kenan Yarar, Galip Tekin, Latif Demirci gibi çizerler tarafından genelde mizahi olarak canlandırılmışlardı. Zaten İhsan Oktay Anar romanlarında da ince mizahın derin izleri vardı. Bu nedenle canlandırılan karakterler çok uygun geldi bana. Bir okuyucusu olarak sergiyi hiç yadırgamadım. Bilakis çizerlerin sanatlarının hakkını verdim. Şahane çizmişlerdi.

KubelikHande

İşte bu sergide bazı oyuncak modeller vardı ki görülmeye sahiden değerdi. Baktım Eflatun, Uzun İhsan, Kubelik’in karakter modellerini yapan kişi Hande Şekerciler’di. İlginçtir. İhsan Oktay Anar’ın kitaplarında kadın karakter pek yoktur. Bu sergide de eserleri sergilenen tek kadın Hande Şekerciler’di. Doğrusu hoşuma gitti.


Şimdi aylardan sonra aklıma geldi ve Hande Şekerciler’i şöyle bir araştırdım. Sanatçı 1982 doğumlu. Gencecik. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Heykel Ana Sanat dalı mezunu. Özgeçmişinde diğer cümleleri aynen yazıyorum: “ Eserlerinde feminist sanatın sıklıkla işlediği konulara fanatizmden uzak bir tavırla yaklaşma çabası gözlemlenebilir. Kadın sorunları, beden-iktidar ilişkisi eserlerinde sıklıkla işlenen kavramlardır. Sanatçıya göre bir heykelin sanat eseri sayılabilmesi için bir fikir taşıması gerekir. Eserin taşıdığı fikir ve kullanılan malzeme arasındaki zıtlıkların ortaya çıkardığı dramatik etkileri yoğunlukla kullanır. Uçmaya çalışan metal bir kuş ya da metal bir zırh gibi örülmüş narin bir kadın bedeni gibi. Sanatçı çalışmalarına İstanbul’da ki atölyesinde devam etmektedir.” http://www.handesekerciler.com/ adresinden sanatçı hakkında daha fazla bilgi edinilebilir. Tabi Hande Şekerciler benim hayranlarından biri olduğumu bilmiyor. Hande Şekerciler memleketimin güzel, sanatçı yüzü. Bu gençlerimiz geleceğimizi aydınlık gösteriyorlar ve hayatımızı daha anlamlı kılıyorlar. Tanımasam da onların varlığından memnuniyet duyuyorum. İyi ki varlar!

Suskunlar - "Kulak Eğer Gerçeği Anlarsa Gözdür."

Şimdi anlatacağım, İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar adlı kitabıyla ilgili...Fi tarihinde, Goncagül isimli bir Kıpti güzelinin gayri meşru ikiz bebekleri olur. Güzelimizin biraderi duruma dellenince ikizleri Kalın Musa’nın kapısına bırakmak zorunda kalır. Dokuz yıl geçer aradan. İkizlerden birinin adı Davut’tur. Diğerinin ise Eflatun. Davut ne de olsa Kıpti kanı olduğu için bünyesinde, musikiye aşıktır. Ud çalmayı ve usullerini öğrenmektedir. Cesur ve atak bir çocuktur. İstanbul’da bilmediği sokak yoktur. Ne var ki Eflatun kardeşinin tersine dalgın, sessiz, içine kapanık bir çocuktur. İnsanın içini coşturan musikiyle hiç alakası yoktur. Çok ender sokağa çıkar. İşte sokağa çıktığı o ender günlerden birinde, akşam ezanı okunduğu halde eve gelmeyince, hele bir de yağmur yağmaya başlayınca, dedesi Kalın Musa duymasın diye, Davut ve amcası Eflatun’u aramaya koyulurlar. Bekçi yalın ayak, başı açık, üzerinde sadece bir entari olan mecnun misali bir çocuğu kabristanın oralarda gördüğünü söyler. Eflatun’u bulduklarında bir mezar taşının başında ağlamaktadır. Mezar taşında: “Hüvelbaki, Goncagül – Ruhuna Fatiha “ yazmaktadır. Dedeleri duymadan evlerine dönerler. Görünüşe göre her şey yolundadır. Ama Eflatun ertesi gün gene kayıplara karışır.

davut

Ama artık çocuğu nerede bulacaklarını bilirler. Eflatun’u mezarın başından alıp tekrar eve getirirler. Çocukta değişiklik fark ederler. Eflatun’un gözlerine ışık ve yüzüne nur gelmiştir. Ayrıca en önemlisi, adeta cennetteymiş gibi gülümsemektedir. Eflatun’un bu durumu yakınlarında önce şaşkınlığa, sonra endişeye ve nihayet kedere dönüşecektir. Çünkü hiç kimse hiçbir şey işitmediği halde, Eflatun : “Biri ıslık çalıyor, işitiyor musunuz? Çok güzel!” demektedir. Çocuğu, tekrar kaçmasın diye üst kattaki sandık odasına kilitlerler. Hocalara okuturlar. Kurşun döktürürler. Kocakarıya tütsü yaptırırlar. Kulağındaki ses gitmez. Halen işitmektedir. Öte yandan çocuğun yüzündeki nur, gözlerindeki ışık sonraki günlerde de sönmez. Gene sessizdir. Yüzündeki gülümsemeye bakılırsa gayet mutlu ve huzurludur. Konuşmaz. Aslında konuşuyor olsa, kulaklarında sürekli çınlayan o esrarengiz ıslığı başkalarının nasıl olup da işitmediğine hayret etmektedir. Anlaşılmıştır ki ne yapsalar, Eflatun’a musallat olan cinlere vız gelip tırıs gitmiştir. Sonunda umudu keserler. Gaipten ıslık sesi duyan çocuğu sandık odasına kilitlerler. Eflatun bu odada 7 sene kalır. Çocuğun yüzündeki ifade hiç değişmez. Birkaç kere kapının sürgüsü açık kaldığı halde, Eflatun’un dışarıya çıkmadığı fark edilince, kapıyı aralık bırakmada beis görülmez. Eflatun’da firar etmez zaten. Etmez etmemesine, ta ki o çağrıyı duyana dek! Sanki birisi onu çağırıyordur. İşte Eflatun bu sesin peşine düşer. Ve asıl hikaye buradan sonra başlar.

eflatun

İhsan Oktay Anar’ın yazdığı Suskunlar, kitabın arkasında yazdığı gibi : “Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin gerçekliğinde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek.

Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü...

Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi.


Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız…”

Not:

"Kulak eğer gerçeği anlıyorsa gözdür." Mevlana (Kitabın giriş cümlesi)
1.Fotoğraf - Davut - ?

2. Fotoğraf - Eflatun - Hande Şekerciler'in karakter tasarımı

20 Ekim 2009 Salı

"Kafa"lı Deyimlerle Bir Deneme

İstanbul'a gitmeyi "kafaya koymuştum" bir kere. Mutlaka gidecektim. Gitmezsem "kafayı üşütebilirdim". Yoksa ne yapardım, derdimi kime yanardım? Neylerdim,bu şehri ateşe mi vereydim? Öyle bir "kafayı takmıştım" yani öyle böyle değil!

Yanıma "kafa dengi" bir arkadaş bulmalıydım ama. Buldum da. Hülya. Telefon ettim. "Geliyorum İstanbul'a. Seni alacağım birlikte Santralistanbul'daki sergiye gideceğiz. "Kafan yattı" mı bu planıma ne dersin?" diye sordum. Her zaman ki gibi " Şahane olur." dedi. Hiç duymamış bu sergiyi. "Biz İstanbul'da yaşayanlar bilmiyoruz, sen nerden buluyorsun? "dedi. "Boşver, "kafa yorma" böyle şeylere, üzümünü ye bağını sorma,bana takıl hayatını yaşa!" dedim. Güldü.

Arkadaşım, arabaya bindiğinde önce "kafa kafaya verdik". Çok işim vardı İstanbul'da, nereden başlamalıydık, bu konuya epeyce "kafa yorduk". "Kafamızı işletmeliydik". Bir günde çok iş halletmeliydik. "Kafamızı kullandık." Önce sergiye gittik. Şöyle gözümüz gönlümüz şenlensin istedik. İhsan Oktay Anar'ın kitabında okuduğumuz kahramanların, usta çizerler tarafından hazırlanan yirmi beş roman karakterinin insan boyutundaki kopyalarını inceledik.Alibaz’dan Kalın Musa’ya, Arap İhsan’dan Neva’ya ve Tagut’a nevi şahsına münhasır Anar karakterleriydi ya bunlar, bizim "kafamızda canlandırdıklarımızla" sanatçılarınkini mukayese ettik. Sanatçı olmak ne şahane bir şey. Roman yazmak ve yazılan romanın kahramanlarının başka sanatçılar tarafından canlandırılması. İnsan hasetinden "kafayı üşütebilir" vallahi.

Dönüşte Kadıköy'e gittik. Kadıköy Pasajı'ndaki Büyülü Rüzgar adlı çizgi romancıydı sonraki hedefimiz. Yüzlerce çizgi roman vardı ya, aman Allahım inanın "kafayı yiyebilirdik." Sonra sahaflara girdik, dolaştık, baktık, eski kitapları kokladık, "kimbilir hangi gözler okudu, hangi eller elledi bu kitapları"dedik. Dolaşırken birden "kafama dank etti." Hep eski İstanbul gravürleri almak isterdim. İşte tam yerindeydik. İstediğimiz gibi gravürlerden bulduk. Satıcıyla epeyce bir pazarlık ettim. En küçük boyu 10.-YTL. Ben 4 tane, arkadaşım 2 tane alacağız. Biraz indirim yapmalı değil mi? Nuh diyor peygamber demiyor. Olur mu? "Kafam nasıl kızdı?" Dedim: "Biz müşteriyiz. Bizi memnun etmelisiniz!" "Kafasız" çocuk. "Kafasını kullansa" bizi hemen ikna edebilir. Müşteriye böyle"kafa tutulur" mu? Neymiş zararına satıyormuş. Zaten kriz varmış. Daha iyi ya, hazır alıcı gelmiş ayağına. Hem de alacak birden fazla, belki arkası gelecek, bir güler yüz göstersen ya! Vallahi şaşkın ya! Neyse hallettik.

Arkadaşım dedi ki " Sen beni eve atsana. Alışık değilim bu kadar gezmeye ve takışmaya. "Kafam kazan gibi oldu" vallaha!" Baktım Hülya'ya. Gerçekten " Kafayı bulmuş" gibiydi.
"Tamam!" dedim, sen daha fazla uyma bana.Hemen eve git ve "kafayı vurup yat!" Ben daha çok gezer ve takışırım bu "KAFA"yla!

Not: Daha önce Hayal Kahvem'e yazdığım eski bir yazım.