31 Ocak 2011 Pazartesi

Fena Halde Yazmak İstiyorum...

                                   


Yukarıda eklediğim Caravan adlı  şarkıyı Van Morrison söylüyor. Nick Hornby'ın 31 Şarkı adlı kitabında anlattığı şarkılardan biridir. 31 Şarkı Nick Hornby'ın seçtiği şarkılar üzerine yazdığı bir deneme kitabıdır. Nick Hornby Caravan adlı parçanın cenazesinde çalınmasını istiyor. Ve bu muhteşem yorumu insanın izlediği en güzel filmin sonunda yazılar akarken çalınabilecek bir şarkı olduğunu söylüyor. Eğer bir şarkı kendisine bunu hissettiriyorsa o zaman kesinlikle kendi cenazesinde çalınabileceğini düşünüyor. Ben ise bu şarkıyı dinlediğimde içimde küçük bir fırtına koptuğunu hissediyorum. Ve biliyor musun, fena halde yazı yazmak istiyorum.


Yazmaya alışınca, yazmadan duramıyormuş insan. Sahiden... Bu sebepten demek ki, Sait Faik’in “Yazmasam çıldıracaktım.” diye söylemesi... İnsanın havaya ihtiyaç duyması gibi… Yazmazsa nefes alamıyor çünkü insan. Ya da acıkmak gibi.. Susamak gibi sözgelimi… Ne bileyim? İnsan ruhunun olmaz mı bir iklimi? Yazmak bir nevi ruhun iklim bilimi. İklime denmez mi, bir sahada uzun yıllar boyunca görülen atmosfer olaylarının ortalama hâli? Yazmak da öyle bir şey sanki.. İnsan, yaşamı boyunca oluşan iç coğrafyasının meteorolojik durumuna göre adeta şekillendiriyor cümlelerini…. Kimi zaman ruhtaki sıcaklığı.. Ruhtaki basınçları kimi zaman… Veya farklı karakterdeki ruhun rüzgarlı vaziyetlerini… Ruhun o andaki meteorolojik durumu nedir? Rüzgar hangi yönden esmektedir? Kışın esen bir yaz musonu mudur ruhunda hissettiği? Ya da tam mevsimindeki poyraz mı, karayel mi? Tam o anda.. Tam yazarken ruh ne hissetmektedir? Ne bileyim kimi zaman ruhun yağışını ve nemini mi? Mehtaplı bir hava mı var yoksa ruhunda? Veya güneşli mi güneşlidir hani... O ruh haliyle yazılıyorsa yazı, sımsıcak akıtır kelimeleri...Evet.. Evet… Yazmak ruhun bir nevi iklim bilimi... Yazmak, galiba böyle bişi..

Sevgili Günlük, İyi ki Yazı Bulunmuş, Böyle Yazacağıma Kendi Kendime Konuşurdum Şimdi...


Günaydın.. Şu anda İzmit'te Kahve Dünyası'ndayım. Hımm... Mis gibi kahve kokusu arasında nasıl başım dönüyor anlatamam. Julio Iglesias söylüyor... Hani Ajda Pekkan'ın Türkçe sözlerle meşhur ettiği "yeniden başlasın" adlı parçası vardır ya... Şimdi baktım sanal ansiklopediden.. "ne t'en vas pas, je t'aime.. Ne hoş bir müzik... Yeniden başlasınnn... Burada kalmasınn.. Ölüme kadardı hani yeminimiz... Şükür hayattasın... diye söyler Ajda Pekkan hani... Fransızca anlamasam da müzik evrensel dil değil mi? Ruhum anlıyor bu dili.. Fena mı? Sabah oğlımu İzmit'e getirdim. Okullar tatile girdi ama maalesef dershane devam ediyor. Az sonra babamı alacağım evinden ve doktora kontrole gideceğiz. Akabinde ve detayında  ofise doğru akarak güne başlayacağım.Yeni bir gün... Yeni bir hafta... Çalışacağım... Çalışacağım... Ve bol bol Hayal Kahvem'e yazı yazacağım tabii...  Selçuk Erdem'in şu yukarıdaki karikatürünü  okadar çok severim ki. Kendimi  arada o karikatürdeki tipin yerine koyarım. Of, ne sıkıntılı bir vaziyet derim kendi kendime. Düşünsene... Yazının henüz icat edilmediği bir dönemde yaşıyor olmak ne feci bir durumdu kim bilir? Hem insanlar bir milyon yıldan beri doğup ölmekte, ama yalnızca altıbin yıldır yazmaktalarmış biliyor musun? Kitap okumadan nasıl yaşanır? Ve yazmaya alışınca, yazmadan nasıl durulur? Eğer şu anda Hayal Kahvem'e bunları yazıyor olmasaydım, kendi kendime konuşuyor olacaktım belki... Aslında hafta sonu söz vermiştim kendime biliyor musun? Yazmayacaktım. Sait Faik'in dediği gibi "Yazı yazmak ta bir hırstan başka ne idi. Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim, hırs, hiddet neme gerekti?" Yapamadım. Baktım henüz vaktim var. Kahve Dünyası'nın önünde arabamı park ettim. Oturdum. Bilgisayarımı çıkardım. Sait Faik der ya "Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm, öptüm..." Yok ben bilgisayarın klavyesini öpmedim. O kadar ileri gitmedim. İşte bunları sana yazdım. Sait Faik der ya... "Yazmazsam Deli Olacaktım."

30 Ocak 2011 Pazar

Gündüz Vassafça - Ah Minel Aşk!



Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü  ve Cennetin Dibi adlı kitaplarını  uzun zaman önce satın almıştım. Bütün bölümlerini okumamıştım. Ara ara okuduğum kitaplarımdan bu ikisi. Zaten  kolaylıkla hazmedilecek kitaplar değildirler. Okuduğum her bölümünden sonra  ayaklarımdan tutulup  balkondan aşağıya silkelenmişim hissi vermişlerdir. Gündüz Vassaf'ın yazdıkları dağıtır bünyemi.  Bu durumda kitabın yarattığı  sarhoşukla kendimi dinlemem ve sonrasında kendimi toparlayabilmem için okumaya bir süre ara vermem  gerekir. En azından benim için böyledir. Bir önceki yazım sebebiyle Cehenneme Övgü'ye bakmak ihtiyacı hissetmiştim. Bakınca, kitabın okumadığım yeni bir bölümüne denk geldim. Bugün Beatles'ı dinleyip Hayal Kahvem'e linglerini ekledikçe,Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü adı kitabındaki  enteresan tespitlerle dolu olan  Ah, Minel Aşk adlı bölümünü okumaya başladım.  Bak şimdi... Kitabın cümlelerine sadık kalarak  bu bölüm hakkında birşeyler yazacağım. Sonra kitabı  gene bırakacağım. Kimbilir ne zaman ve hangi sebeple tekrar okumaya başlayacağım? Kitap okumak benim için heyecanlı bir serüven.. Neyse... Seni Seviyorum ve devamında sahiplenmeyi getiren Seni İstiyorum cümlesinin Gündüz Vassafçasına deyinmek istiyorum.  Ah, Minel aşk!


Şöyle düşünelim. Demokrasi, bağımsızlık, özgürlük konusunda vazgeçilmez inançları olan biri, aşkta bunun tam karşıtı değerleri benimseyebiliyor. Çünkü aşk insana hem sahip olmayı hem de sahip olunmayı gerektiren hisler veriyor.  Sanki  mutlak teslimiyet istiyor. Bu durumda aşk sürekli olamıyor. Ve çabuk tüketiliyor. Aslında üzerinde düşünülmesi gereken belki  kafalarımızdaki aşk kavramı. Alışılagelen aşk kavramları ve adetleri aşka öyle bir üniforma giydiriyor ki aşık olma süreci anlık bir şey olup çıkıyor. Aşk o kadar abartılıyor ki  intihara, cinayete, alkolizme, sadizme, şerefsizliğe götürebiliyor. Oysa aşk yaşamdan güçlü, özgürlükten yoksun olamaz. Aşk resmen totaliter bir kavram olup çıkıyor. Öyle olmasaydı aşk ve kıskançlık yanyana var olamazdı, öyle değil mi? Nasıl oluyor da bir vakitler birbirlerine aşık olan insanlar sonradan birbirlerinden nefret eden insanlara dönüşebiliyorlar? Aşıklar arasındaki cinayet oranı neden bu kadar yüksek?  Aynı insanda hem aşk hem nefret hisleri bir arada nasıl barınabiliyor?  Çünkü aşk sahip olunacak bir nesneymiş gibi algılandıkça nefret de ortaya çıkabiliyor. 


Günümüzde meslekler, dilimiz, hatta ekonomimiz sevgi yoksunluğu üzerine kuruluyor. Sevgi bir sorunmuş gibi algılanıyor. Aşkın varlığından çok  yokluğunun bilincindeyiz. Aşık olmama durumu normal sayılıyor. Güzellik enstitülerinden, psikoterapistlere, konfeksiyondan, parfüm endüstrisine ve reklamcılara kadar bir kısım sanayici aşkın yokluğundan para kazanıyor. Yalnızlıktan korkan insanlar için uyku hapları var misal. Aşk yüzünden yaşamına son verenler var. Reddedilmekten ve acı çekmekten korkulduğu için sevdiğini açıklamaktan korkan insanlar olup çıkılıyor. Oysa yaşam aşktan üstündür ve aşk yaşamın bir parçasıdır. Yaşarken severiz.  Acı çekeriz.  Sevmek de acı çekmek de yaşama aittir. Yalnız sevmek, acı çekmeyi reddetmek  yaşamı reddetmek demektir.

 


Alışılagelen aşk kavramları ve adetleri aşka üniforma giydiriyor demiştik ya işte  insan bu manevi üniformaların  içinde sevgisini göstermekten korkar oluyor.  Duygularını sergilemek istemiyor. Ya da taksit taksit açıklamak isteniyor ki böylece karşılık görmek garantiye alınsın. Seni seviyorum dendiğinde karşı taraftan da aynı cümlenin söylenmesi bekleniyor. Niye? Neden mütekabiliyet aranıyor? Çünkü  insan öyle şartlanmalarla, ısmarlanmış davranış kalıplarıyla donatılıyor  ki aşkta kendi bireysel ifadesinin ne olduğunu bilmiyor. İlişki karşılıklı taleplere dönüşmeye başlıyor. Sen beni sev.. Ben de seni seveyim. Arz talep vaziyeti anlatabiliyor muyum? Ne kadar ekmek, o kadar köfte...(bunlar kitapta yok tabi:) Bilinçli olarak karşındakini hoşnut etme ve aynı zamanda onu hoşnut etmeme potansiyelini de elinde tutabilme. Sözümona biliçli bir ilişki. Ne fena!(bu da yok:)




Tüm aşk anlatılarında, kilometre taşlarını, kritik noktaları, yol işaretlerini kişiler oluşturuyor.  Aşk sürecinin kendisi, onun kendine has coşku, heyecan ve tadı yaşanmaz ve yaşatılmaz oluyor. Aşk duygusuna sahip olmaktansa çeşitli kişilerle ilişkilerde onun nasıl yansıdığının hesabı tutulmaya başlıyor. Oysa aşkın kendinden gelen özellikleri vardır. Aşk sona erdiğinde yitirilen aşk değildir. Yitirilen, o belirli sevme şeklinden vazgeçen kişidir. Aşk her zaman mevcuttur. Aşka kişiler üzerinden bakma alışkanlığı yüzünden aşk gözden kaybedilir. Çoğu kişi, her defasında yeni biri üzerinde aşkı denemeye kalkar. Hep aynı  akıl ve duygu  şartlanması yüzünden her defasında hayal kırıklığı yaşar. Oysa  yaşanan aşk, insanlık tarihindeki tüm geçmiş aşkların devamıdır.

 

Seni istiyorum." "senin için deli oluyorum." Hayır! diyor Gündüz Vassaf. Aşk duyguların zihin üzerine egemenlik kurması demek değildir. Akıl ve duygular birbirinin karşıtı değildir. Aşk sanki böyleymiş gibi anlatıldığı için böyle olduğuna inanılır. Gerçekten aşık olunca çılgınca vuruluyor, yemeden içmeden kesiliyor, uyuyamıyor, çalışamıyor insan. Tüm dünya sadece aşık olunan kişi açısından değerlendiriliyor. Aşkın böyle sınırlandırılması da çok kısa sürede tüketiyor ve öldürüyor onu. Ana çocuğunu, koca karısını, arkadaşlar birbirini, yeme içmeyi seviyorlar. Sevgi sözcüğünün kapsamının genişliği insanı şaşırtıyor. Oysa her bir bağlamda ayrı bir anlamı var. Bu farklılığı seziyor ancak farklı bir sözlükle tanımlayamıyoruz. Eskimolar kar'ı, gemiciler çeşitli rüzgarlar'ı anlatmak için ne kadar çok kelime kullanıyorlar. Oysa eski Mısırlılar aşkı nasıl anlatmışlarsa, bugün aşk için düşünülen ve hissedilenler tıpatıp aynı sözlerle  dile getiriliyor. Aşk konusunda yüzyıllar önce nasıl düşünülmüşse ve sevilmişse gene aynı ilkel, kaba ve totariter biçimde sürdürüyoruz.  Herşey evrim geçirmiş. Sanki bir zamanda, bir yerlerde, kendi içimizde aşk evriminde duraksama olmuş. Ve sonuç olarak ne  var elimizde aşktan kalan? "Radyasyondan çok birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar."

29 Ocak 2011 Cumartesi

Yaşlı Çınarla Hasbihal...


Bugün babamla vakit geçirdim. Annem dünyamızı terkettiğinden beri yalnız yaşıyor. Yalnızım demiyor ama. Asla. Her daim "Yalnız olur muyum hiç? Allah benimle.." diyor.  Sana bir şey söyleyeyim mi, inanmak şahane bir şey. Babam inançlı olduğu için canlı, dinamik ve mutlu. Öncelikle hedefi var. Beş vakit camiye gideceği için namaz vakti yaklaştıkça bir törene hazırlanır gibi hazırlanıyor. Tertemiz giyiniyor. Camiye gidiyor. Bir vazife bu. Resmen bir görev. Görevini yerine getirip, iç huzuruyla eve dönüyor. Bu arada camide ya da yolda gördükleriyle hasbihal ediyordur tabii.  Eve geliş. Biraz dinleniş.Çok kitap okur. Gene ezan vakti. Gene hazırlık. Ve gene evden çıkış. Bu hareket ve disiplin babamı  hem ruhen hem fiziken  daha genç kılıyor. Laf aramızda babam diye söylemiyorum Yunus Emre'nin İzmit şubesidir kendisi. Dünya tatlısı bir babadır. Bugün öğleden sonramı babama vakfettim. O ne yapıyorsa ben de yaptım.  Camiye gitmedi. Ben varım diye öğlen ve ikindi namazlarını evde kıldı. Sana bir şey söyleyeyim mi şu anda bütün günahlarımdan kesin temizlenmişimdir. Çünkü babamla tövbe edip epeyce tespih çektim. Birlikte dua ettik. Yaradan'a en güzel sözlerimizi söyledik. Kimini içimizden.. Kimini sesli.. Artık yüreklerimizde ne varsa gerçekleşmesi konusunda yardım rica ettik. Babam ne yapıyorsa yapıyorum ya nasıl hoşuna gitti anlatamam. O mutlu. Ben mutlu.


Sonra cennet cehennem muhabbeti yaptık. Kimler cennete gidecek? Kimler cehenneme? Nasıl iştahlı iştahlı neler yapmam gerektiğini  anlatıyor... Canım babam... Cehenneme gitmemi hiç istemiyor. Ben  kendime göre savunmalar yaparken sözlerimin arasında kendi anlattıklarıma kendim kahkaha atıyorum misal. "Heryerde sakın böyle sesli gülme e mi?" diyor. Daha çok gülüyorum tabii.. Şimdi "gene mi?" diyeceksin ama  babama Atilla Atalay'dan bahsettim biliyor musun?  Son kitabı Mecnun Kuleleri'ndeki  bir öyküsünde şöyle bir bölüm vardı. Yazar bir filmde seyretmiş. Belki Woody Allen'ın bir filmi olabilirmiş. Günahkarlarla dolu asansör cehennemin alt katına doğru iniyormuş. Durduğu her katta "hırsızlar, godoşlar, alçaklar" gibisinden o katta inecek kötülerin adları söyleniyormuş. Filme göre cehennemin yedi kat dibinde, en son katta, avukatlar inecekmiş.  Bakma Atilla Atalay'ın yazar olduğuna, kendisi mühendistir esasında.  Ama mühendisliği yapmıyor da hızla cehennemin yedi kat dibine doğru ilerleyen asansördekilerin komikli öykülerini yazıyor.   İşte öykünün bu bölümünde, o asansörün içinde yalnızca bazı avukatlar değil mühendislerin de,  ama belediyeciler, müteahhitlerden kesin birkaç tane bulunacağını söylüyordu. Bunu anlattım işte babama.  Dünya  her ne iş olursa olsun,  vazifesini  iyi ve doğru yapan insanların yüzü gözü hürmetine dönüyordur belki değil mi babacım, dedim. Hoşuna gitti bu anlattıklarım. Hakverdi.


Cennetten, cehennemden yani ölümden  okadar doğal söz ediyoruz ki babamla her defasında. Şaşırtıcı. Konu ölüm mecrasına akınca bu kez Gündüz Vassaf'a geçtim. Cehenneme Övgü kitabında Ölüm Unutkanlığı diye bir bölüm vardır. Ölümün bilincinde olmayan insanın yaşadığının da bilincinde olmayacağını ve ölümü dışarıda bırakan tüm düşüncelerin  insanı yaşamı mülk edinme çabasına görüreceğini söyler. Artık eskisi gibi çevremizde yaşayan insanların farkında olmadığımızı, her gün görmeye alışkın olduğumuz ne bileyim her gün bindiğimiz otobüsün şöförünü görmemeye başladığımızda unuttuğumuzu, hayatı bir oyun gibi algılamaya başladığımızı, ölenin sahnedeki işi bitmiş diye düşünüp gösteri devam etmeli kuralına itibar etmeye başladığımızı anlatır.  Ama asıl vurucu olan ölümü unutma sürecine sokulmuş olmamız tabii. Eskiden yaşlılar toplumda imtiyazlı bir yere sahipken, aile içinde masanın en baş sandalyesine büyükbaba ya da büyükanneler oturtturulurken şimdi çocuklar baş köşeye geçtiler. Yaşlılar ise mümkünse odalarında otursunlar, fazla etliye sütlüye dokunmasınlar. Ben bunlardan söz ettikçe babam kafasını sallayarak dinliyor. Ayrıca Gündüz Vassaf öleceğini unutan insanın  miskinleşeceğinden, soru sormayı, keşfetmeyi,  araştırmayı, cesur olmayı  beceremeyeceğinden söz eder. Ölümü bilmek, ölümün her an gelebileceğinin bilincinde olmak insanı özgür kılar der. Sonra kitabında özgürlüğü sorgular. Özgürlüğün, son tahlilde, korkuyla birlikte yaşama yeteneği, korkuyla yüzyüze gelme  cesareti olduğunu söyler. Korku insan yaradılışın bir parçası ya, korkmayan bir insanın yaşam ve ölüm korkusunun da olmayacağından bahseder. Özgürlük istediğimiz her hangi bir şeyi, herşeyi hayal edebilmek ve yapabilmektir. Sorulmamış soruları sormak, yapılmamışı yapmaya cüret etmek, bilinmeyenin peşinden koşmak. Tehlikeli bir sevüvendir özgür olmak. Tehlikenin bir ucunda da ölüm vardır tabii... Özgürlük, ucunda ölüm olduğunu bilerek, korkuyla yola devam edebilmektir diyor Gündüz Vassaf.  Şimdi ben babamla hasbihalde  buralara gelince... Aldım sazı elime daldan dala atlayarak anlatıyorum da anlatıyorum ya... Dedim ki "Babacım, Murathan Mungan'ın bir şiiri vardır. Upuzunnn bir şiirdir. Şair şiirinin bir yerinde "Bu şiire başladığımda nerdeydim, Şimdi nerdeyim?" der... Biz muhabbete başladığımızda nerdeydik? Şimdi nereye geldik? "dedim. Şaşkın baktı yüzüme... Güldüm. Sonra kalktık ayağa. Açtım kollarımı... İçimden hey gidi yaşlı çınar diyerekten  sımsıkı sarıldım babamın zayıf gövdesine. Sonra sakallarını okşayarak muzip muzip "Hayatında kaç kadın oldu ey  kovboy?" dedim. Kollarını açtı. Şaşkınlıkla gözlerimin içine içine baktı.. Tam ağzını açıp bir şey söyleyecekti ki...  "Ama sayı ile değil söz ile söyle.." dedim. Nasılsa hafızamda kalanlardan..  Hani bilirsin ya Metin Üstündağ'dan... Babam dayanamadı kahkahayla güldü. Eğildim kulağına.. Fısıldayarak... "Heeyy! Sakın güzel hanımların yanında sesli gülme e mi?" dedim. Çok güldü. Çok güldüm. Çok güldük.

Sevdiğim Müzikler - Hindi Zahra - Beautiful Tango


 





Aslında Uzun Fakat Çok Kısa Öyküler ve Fotoğraflar



ANILAR
Eskimiş fotoğraflar ve kahve kokusu olmazsa olmazlarındandı. 
Bu yüzden bir çok dostunu geride bırakıp,
yoluna devam etti.


SEVGİ
Adam: Seni seviyorum.
Kadın: Ben de...
Söyleyecek başka şeyleri yoktu. 

  
SOĞUK VE SICAK
Tanımsız mutluluklar insan için yeterli. 
Soğuk ve sıcak bu yüzden çok önemli.



AYRILIŞ
Adam gülümseyerek kadının elini ellerinin içine alıp sıkıca sıktı.
Dışarıdan korna, satıcı ve çocuk sesleri duyuldu.
Kadının bakışı holde duran valize takılıp öylece kaldı.
"Beni arama lütfen" dedi kadın kapıdan çıkarken.



YAZAR UYKUSU
Adam elektronik daktilonun başından kalkıp divana uzandı. 
Uykuya dalmadan önce, filleri,
eski sevgilisinin yün beresinin kokusunu
ve "kazablanka" filminin final sahnesini düşündü.



FOTOĞRAFLAR - Numan Serteli'nin fotograf galerisinden
ÖYKÜLER - Murat Erşahin'in Adam Mutsuz ve Orta Yaşlıydı  adlı kitabından alınmıştır
KİTAP  KAPAĞI TASARIMI - Süleyman Perol

ve MFÖ ve Zagor ve Elettra Warton ve Yalnızlık Ömür Boyu


Şimdi televizyonda MFÖ'yü seyrediyorum. Şarkılarını ne kadar özlemişim. Ben de söylüyorum. Hey, Yalnızlık Ömür Boyu diyorlar..  Ben bu şarkıyı Zagor kareleriyle eşleştirmiştim bir aralar. Hemen buldum. İşte...  Ve MFÖ ve Zagor ve Elettra Warton ve yalnızlık ömür boyuuuu...
 
 
Senle beraber olsak da sevgilim... Hiç görmesek birbirimizi özlesek.
Ömür boyu bağlansak da.
Sevinsek de...


Hep yalnızlık yavrum... Yalnızlık ömür boyu...
 
                                  
             Birden sen gelsen aklıma... Seni unutsam bazı bazı... Meraklansam gizlice... 
Delice kıskansam seni... Hep yalnızlık yavrum... 
Yalnızlık ömür boyu. 

Şifa Niyetine Okunan Kitaplar - Yazmak


Sana bir şey söyleyeyim mi iyileşecek hastanın ayağına doktor gelir derler ya. Doğruymuş. Bak şimdi. Uzun zamandır muztarip olduğum bir derdim var. Kiminle dertleşeceğimi bilemiyordum. Diyelim ki ben Hayal Kahvem’e bir yazı yazmak için oturuyorum. Üstelik hangi konuda yazacağımı baştan belirliyorum. Sonra başlıyorum yazmaya…. Aaa! Bir bakıyorum ki, yazı benim düşündüğüm konuda yazılmamış da akmış başka  mecraya… Üzülüyorum… Ben niye hep böyle yapıyorum diye dertleniyorum bu defa. İşte gene bugün iki elimi yanaklarıma dayamış, mahzun mahzun oturuyordum ki, senden iyi olmasın Marguerite Duras’la gözgöze gelmedim mi? Ne çok olmuş görüşmeyeli! Şimdi sen diyeceksin ki: “1914’de doğan Fransız roman, oyun, senaryo yazarı, film yönetmeni meşhur Marguerite Duras 82 yaşında ölmemiş miydi? Ne işi var sizin evde?” Haklısın. Cismen ölmüş olabilir. İyi de, yazarlar kitapları okundukça ölürler mi? Ölmezler  elbette. Eserleriyle yaşarlar öyle değil mi? İşte Marguerite Duras, ihtiyacım olduğu anda elime geldi. Kitabının adı YAZMAK. Bu kadar da olur mu? Sanki Marguerite Duras diyor ki, “Al sana kitabım... Her sayfası ayrı bir draje. Su gibi dik kafana... İç şifa niyetine!” Aynen böyle oldu yeminle. Şöyle bir araladım kitabın sayfalarını. Diyor ki “İnsan içinde bir yabancıyı barındırır; yazmak işte o yabancıya ulaşmaktır. Budur ya da hiçbir şey değildir. Yazma hastalığı denen bir hastalıktan söz edilebilir. Yazı bilinmeyendir. İnsan yazmaya başlamadan önce ne yazacağı hakkında hiçbir şey bilmez. Kafasının içi dupduru olsa da. Yazı, içindeki bilinmeyendir onun, kafasının içindeki, bedeninin içindeki bilinmeyen….. İnsan ne yazacağını bilseydi, o işi yapmadan, yazmadan önce; hiçbir şey yazamazdı…. Yazmak, insan yazsaydı ne yazardı, bunu öğrenme çabasıdır – ancak yazdıktan sonra öğrenebiliriz bunu- öncesindeyse insanın kendi kendine sorabileceği en tehlikeli sorudur bu. Ama aynı zamanda da en çok sorulan.” İşte böyle dedi bana Marguerite Duras. Hımm! Şimdi canım nasıl Hiroşima Sevgilim’i seyretmek istedi. Hani Marguerite Duras’ın romanı 1959 da sinemaya uyarlanmış ya... Dur ben bu filmi seyredeyim önce. Sonra anlatırım belkide. Du bakalım…

28 Ocak 2011 Cuma

Biraz Mola... Murathan Mungan ve Yalnız Bir Opera..


İşe biraz ara vereceğim.. Biraz kahve molası...  Bu kahve molamı Murathan Mungan'ın  cümlelerinde anadilimin lezzetine vararak değerlendireceğim. Murathan Mungan'la ilgili Hayal Kahvem'e her fırsatta yazı yazmaktan onur duymuşumdur. Romanları, öyküleri, şiirleri, denemeleri  üzerine sayısız kitapları olan Murathan Mungan'ın Türk Edebiyatı'nda çok mühim bir yeri olduğunu düşünüyorum. Kullandığı Türkçe'nin hele şiirlerinin tam manasıyla müptelasıyım. Niye şiir yazar ve okuruz, diye düşününce hemen Ölü Ozanlar Derneği'nin Edebiyat Öğretmeni  Profesör Keating aklıma gelir ya... Yine geldi inan ki...  Öğrencilerine ne derdi hatırlasa...  "Biz hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. İnsan ırkının birer ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz. Çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır.  İktisat, Mühendislik, Tıp, Ekonomi, Hukuk vs.  yaşamak için gerekli asil birer meslektir çocuklar. Ama şiir... güzellik...  aşk... sevgi...  biz bunlar için hayattayız." Ne güzel sözler değil mi? Çok hoşlanıyorum bu yazıyı tekrar tekrar hatırlamaktan... Tamam çalışmalıyım... Ama şiir... güzellik... sevgi.. edebiyat.. Bunlar içimi ısıtıyor. Keşke biraz daha fazla durup ince şeyleri anlamaya, konuşmaya, yazmaya vaktimiz olsa.. Murathan Mungan'ın okurken yüreğimde hissettiğim, kimi zaman parça parça Hayal Kahvem'e alıntıladığım, memleketimin en güzel Türkçe'si ile yazdığı, o doyumsuz lezzetteki Bir Yalnız Opera adlı şiirinin   tamamını  şimdi düz yazı şeklinde alıntılıyacağım.  Okunurken duyguları acıtarak kışkırtsa da sonu umut dolu biten bir şiirdir Yalnız Bir Opera... Ve her bir  dizesi dimağda enfes bir Türkçe  tadı bırakır.  Harikuladedir!


Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda.. Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim.. Oysa bilmediğin birşey vardı sevgilim.. Ben sende bütün aşklarımı temize çektim.. İmrendiğin, öfkelendiğin.. Kızdığın, ya da kıskandığın diyelim..  Yani yaşamışlık sandığın.. Geçmişim.. Dile dökülmeyenin tenhalığında.. Kaçırılan bakışlarda.. Gündeliğin başıboş ayrıntılarında.. Zaman zaman geri tepip duruyordu.. Ve elbet üzerinde durulmuyordu..  Bense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, Biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim. Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp, günden güne hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren, Büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin. Ve hala bilmiyordun sevgilim.. Ben sende bütün aşklarımı temize çektim.. Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana.. Bütün kazananlar gibi.. Terk ettin. Yaz başıydı gittiğinde, ardından.. Senin için üç lirik parca yazmaya karar vermistim.. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.. Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.. Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.. Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu.. Yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından.. Kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine.. Çerçevesine sığmayan.. Munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine.. Lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu.. Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe.. Kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi.. Ucucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük.. Usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, Belkide ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma. Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı, değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? 'Eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen' notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00 diye yazmıştın, ve 16.04'tü onu bulduğumda. Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını.. Takvim tutmazlığını.. Aramızda bir düşman gibi duran zamanı.. Daha o gün anlamalıydım.. Benim sana erken.. Senin bana geç kaldığını.



Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.. Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, Alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik kalmıstı. Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk. Sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık. Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki. Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize. Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana. Şimdi biz neyiz biliyor musun? Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz. Birbirine uzanamayan.. Boşlukta iki yalnız yıldız gibi.. Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz.. Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca.. Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız.. Ne kalacak bizden? Bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim şu kırık dökük şiirim.. Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında.. Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden.. Bizden diyorum, ikimizden.. Ne kalacak? Şimdi biz neyiz biliyor musun? Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada.. Bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilmeyen çocuklar gibi.. Ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek.. Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz.

Kış başlıyor sevgilim.. Hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor.. Bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan.. Oysa yapacak ne çok şey vardı.. Ve ne kadar az zaman.. Kış başlıyor sevgilim.. İyi bak kendine.. Gözlerindeki usul şefkati.. Teslim etme kimseye, hiçbir şeye.. Upuzun bir kış başlıyor sevgilim.. Ayrılığımızın kışı başlıyor.. Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime. Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, Yazıya oturup sonu gelmeyen cümleler kurmak, Camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak.... Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır.. Çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır.. İçimizdeki ıssızlığı dolduramaz hiçbir oyun.. Para etmez kendimizi avutmak için bulduğumuz numaralar.. Bir aşkı yaşatan ayrıntları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz.. Çıplak bir yara gibi sızlar paylastığımız anlar, Eşyalar gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar.. Korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara, Çağrışımlarla ödeşemezsiniz..     
      
  

Dışarda hayat düşmandır size.. İçeride odalara sığamazken siz, kendiniz.. Bir ayrılığın ilk günleridir daha.. Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkta.. Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup.. Kulak verdiğiniz saat tiktakları.. Kaplar tekin olmayan göğümüzü.. Geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç.. Suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz.. Bakınıp dururken duvarlara.. Boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çicek, Unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, Unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında.. Kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi.. Kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar gibi.. Yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutkunluk haline, bir trafik kazasına, Başımıza gelmiş bir felakete, iskenceye çekilmeye, ameliyata alınmaya.. Kendimizi hazırlar gibi. Yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi.. Ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken, Ve kazanmış görünürken derinliğimizi.. Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde.. Bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar.. O tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi.. Hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar.. Göremeseniz de, bilirsiniz.. Hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar. Bana zamandan söz ediyorlar.. Gelip size zamandan söz ederler..Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.Dahası onalar da bilirler.Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler, öyle düşünürler.Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, Yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek.Zaman alır.Zaman alır sizden bunların yükünü..O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, açılar dibe çöker.Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.Bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.O boşluk doldu sanırsınız.. Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir.


Gün gelir bir gün.. Başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide.. O eski ağrı.. Ansızın geri teper. Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten bitmissinizdir. Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır anlamları, önemi.. kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır. Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık.. Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan.. Her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır.. Ölmuş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla.. Günlerin dökümünü yap.. Benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini.. Kim bilebilir ikimizden başka? Sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış.. Bir ilişkiyi, duyguların birliğini, Bir aşkı beraberlik haline getiren kendiliğindenliği.. Yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi bir düşün.. Emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya.. Şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor.. Orada olmuş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla.. Bunlar da bir işe yaramadıysa.. Demek yangından kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda.  Bu şiire başladığımda nerde, Şimdi nerdeyim? Solgun yollardan geçtim. Bakışımlı mevsimlerden.. İkindi yağmurlarını bekleyen.. Yaz sonu hüzünlerinden.. Gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim.. Geçti her cağın bitki örtüsünden.. Oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından.. Bakarken dünyaya.. Yangınlarla bayındır kentler gibiyim: Çicek adlarını ezberlemekten geldim.. Eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların.. Unuttuklarını hatırlamaktan.. Uzun uzak yolları tarif etmekten.. Haydutluktan ve melankoliden.. Giderken ya da dönerken atlanan esiklerden.. Duyarlığın gece mekteplerinden geldim.. Bütünlemeli çocukluklarıyla geçti.. Gençliğimin rüzgara verdiğim yılları.. Gökummaların ve içdökmelerin vaktinden geldim. 


Bu şiire başladığımda nerde, Şimdi nerdeyim? Yaram vardı, bir de sözcükler.. Sonra vaat edilmiş topraklar gibi.. Sayfalar ve günler.. Işık istiyordu yalnızlığım.. Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum.. İlerledikçe...Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde.. Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü daha şiir bitmeden. Karardı dizeler. Aşk...Bitti. Soldu şiir. Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden.. Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım.. Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde.. Ask yalnız bir operadır, biliyordum: Operada bir gece uyudum, hiç uyanmadım. Barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim.. Her adımda boynumdan bir fular düşüyordu.. El kadar gökyüzü mendil kadar ufuk.. Birlikte çıkalan yolların yazgısıdır: Eksiliyorduk.. Mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim.. Her otelde biraz eksilip, biraz artarak.. Yani çoğalarak.. Tahvil ve senetlerini intiharlarla değiştirenlerin.. Birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında.. Ağır ve acı tanıklıklardan.. Geçerek geldim. Terli ve kirliydim. Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum.. Maskeler ve çiçekler biriktiriyordu.. Linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de... Korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları.. Ve açık hayatları seviyordu. Buraya gelirken.. Uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim.. Atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri.. Ödünç almadım hiç kimseden hicbir şeyi.. Çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için panayır yerleri... panayır yerleri... Ölü kelebekler... Ölü kelebekler... Sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim. Adım onların adının yanına yazılmasın diye.. Acı çekecek yerlerimi yok etmeden.. Acıyla baş etmeyi öğrendim. Yoksa bu kadar konuşabilir miydim? İpek yollarında kuzey yıldızı.. Aşkın kuzey yıldızı.. Sanırsın durduğun yerde.. Ya da yol üstündedir.. Oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar.. Ölü yanardağlar, ölü yıldızlar.. Ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı. Aşkın bir yolu vardır.. Her yaşta başka türlü geçilen.. Aşkın bir yolu vardır.. Her yaşta biraz gecikilen.. Gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler.. Gözlerim.. Aşkın kuzey yıldızıdır bu.. Yazları daha iyi görülen.. Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler.. İlerlerim.. Zamanla anlarsın bu bir yanılsama.. Ölü şairlerin imgelerinden kalma.. Sen de değilsin. O da değil.. Kuzey yıldızı daha uzakta.. Yeniden yollara düşerler.. Düşerim.. Bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda.. Ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında.. Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler.. Yaşamsa yerli yerinde.. Yerli yerinde her şey.. Şimdi her şey doludizgin ve çoğul.. Şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi.. Şimdi her şey yeniden.. Yüreğim, o eski aşk kalesi.. Yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden.. Dönüp ardıma bakıyorum.. Yoksun sen.. Ey Sanat! Her şeyi hayata dönüştüren. MURATHAN MUNGAN

Kahve molası bitti... Şimdi işe dönmeliyim... Çıkacağım az sonra.. Arazideyim.

Bir Çocuk Gibi Şaşarcasına Bakarak Yaşamak İstiyorum.


Şimdi ben bu yazıma o güzeller güzeli Guguk Kuşu'nun film karelerini ekleştirdim ya, sakın bu filmi anlatıyorum sanma olur mu? Yok, film filan anlatmayacağım. Bak şimdi. Geçtiğimiz sene mayıs ayında, şehrimdeki   kitap fuarından aldığım kitaplar arasında Dücane Cündioğlu'nun Hz.İnsan adlı kitabı vardı. Okumamıştım. Kitaplığın yanındaki masanın üzerinde o gün bugündür demleniyordu. Bu akşam elime gelince.. Baktım ince bir kitap zaten. Niyetlendim. Okumaya başladım. Sevdim kitabı. "Delilik özgürlüktür" adlı bir  bölüme geldim. İlgiyle okumaya devam ettim. Bizim geleneğimizdeki delilere gösterilen sevgiden, hürmetten bahsediyor. Onlardan korkulmaz bilakis gıpta edilirdi çünkü onlar anlamadığımız, kavrayamadığımız bir dünyanın insanlarıydılar diyor. Aramızda dolaşırlardı. Bir yere kapatılmalarına, mahkumiyetlerine gönüller razı olmazdı çünkü bir zaman delilik özgür olmak demekti diyor. Sonra mecnun'un çılgın ve deli anlamına geldiğini söyledikten sonra çeşitli kelimelerin kökenlerine inmiş yazar. Bunları okumak hoşuma gidiyor. Ve akabinde  bir hadisi şerif eklemiş.. "Siz deli olmadıkça imanınız sahih olmaz."  Sonra devam etmiş. "Akıllı, uslu olmak, belki size garip gelecek ama aklın üstüne çıkmak isteyenlerin ayağını bağlayan bağ demektir." demiş. Uslu olanlar, aklın sınırları içinde kıpırdamayan durunlardır. Oysa deli olma harekete geçmeyi, yerinde duramamayı gerektirir.Yazısını Mevlevi'den bir dua ile bitirmiş. "Deliler Sultanı'nın yüzüsuyu hürmetine HAK'tan şifa diliyorum; zira şu akıl belasından tamamiyle kurtulabilmiş değilim."
 

Lütfen söyler misin? "Hafıza nedir? Emrimizdeki bir köle mi? Yoksa başına buyruk bir isyankar mı?" Bu yazdığım bir film repliği mi yoksa bir kitaptan alıntı mı hatırlamıyorum. Ama bakar mısın  benim hafızamın yaptığına? Ben Dücane Cündioğlu'nun kitabını okuyordum. Yukarıda kısaca özetlediğim kitabın Delilik Özgürlük adlı bölümünü okuyordum ya hani.. Bu bölüm bitince ne yapmalıydım? Kitabın bir sonraki bölümüne devam etmeliyim değil mi? Yok işte. Bu kitap bu akşamlık bende bitti. Neden? Çünkü aynı konuda Gündüz Vassaf'ın bir yazısını hatırladım. Baktım. Var gerçekten. Cehenneme Övgü adlı kitabında var. Konu başlığı da şöyle: "20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller." Şimdi  söyler misin, benim hafızam emrimdeki bir köle mi? Yoo.. Kölem olmadığı besbelli. Benim hafızam resmen başına buyruk bir isyankar. Okuduğum kitabı bıraktırıyor, yerimden kaldırıyor, başka bir kitabı elime aldırıp, baktırıyor. Pes ama. Ben hiç bir kitabı başka bir kitapla ya da filmle  eşleştirmeden okuyamayacak mıyım Allah aşkına?  Niye rahat vermiyor bana? Mesela ne kadar istiyorum,  bir tane şiir ezberleyebilsem, bir filmi ya da kitabı tam manasıyla anlatabilsem... Nerdeee? Onları hafızanın karanlık çekmecelerine atıyor. İlla bana isyan etmesi gerekiyor ya, okuduğum kitabı bıraktırıyor. Ne fena!


Gündüz Vassaf'ın yazısı oldukça uzun ve Dücane Cündioğlu'yla aynı fikirde. Delilik aslında özgürlüktür diyor. Gerçeğe benzersiz bir bakış açısıyla bakmak deliliğin muhtelifliğini oluşturur ve her deli kendi havasındadır. Psikiyatri denen olay deliliğin özgürlüğünü ellerinden almıştır. Deliler dize getirilmiştir. İyice ilaçlandırılıp toplumun kıyısına itilmiş, istenmeyen birer varlık haline getirilmişlerdir, diyor. Peki onların herhangi bir insandan daha zararlı daha tehlikeli olacağını kanıtlayan doğru dürüst bir araştırma ya da istatistik var mı? Yok ama deliler bizi tedirgin ettikleri için onlara yapılan uygulamalara ses çıkarmayız diyor. Akıl hastanesindeki hastalar psikiyatristinin  izni olmadan  telefon edemezler, bazıları yıllarca koğuşlarından dışarıya çıkarılmaz, mektup yazma, ziyaretçi  kabul etme hep doktor iznine tabi... Dolayısıyla psikiyatrinin bir baskı aracı olduğunu  ve ilgili ilgisiz her yerde kullanılabildiğini söylüyor. Bu konuda bir kaç örnek veriyor. Mesela ABD'de polis 12 yaşındaki bir erkek çocuk ruhsatsız bisiklet kullanıyor diye önce uyarmış, devamında  çocuğu psikoloji kliniğine havale etmiş.  New Hampshire yasalarına göre tüm bisikletlere para karşılığında plaka alınması ve polise kayıt ettirilmesi gerekiyormuş. Aile yoksulmuş. Çocuk da bisikleti sadece evin yakınında kullanıyormuş. Şimdi bu olayın psikoloji kliniği ile ne ilgisi var diye soruyor? Otoritenin itaat etmeyenlere uygun gördüğü bir şekilde dışlama yöntemi olduğunu söylüyor.



Dostoyevski'nin sara nöbetlerini, Van Gogh'un bir tablosunu, Nietzshe'nin bir kitabını saatlerce konuşabildiğimiz  halde deliler hakkında konuşmak tuhaf gelir.  Beklenmedik, alışılmış dışında düşünceleri olan veya davranan insanlar endişe uyandırırlar. Aslında Gündüz Vassaf kendisi de psikolog olmasına rağmen bu yazısında psikiyatristlik ve psikoloji klinikleri hakkında  oldukça fazla olumsuz görüş bildirmiş. Şimdilik o konulara girmeyeceğim. Asıl önemli olan ne biliyor musun? İnsan davranışlarının  farkında olmaksızın standart hale getirilmesi. Aynı olay karşısında herkesten aynı tepkinin beklenmesi...  Bu haller farklı tutum ve davranışta olanların kınanması sonucunu getiriyor. Böylece içimizdeki sese kulak vermekten ve hayallerimizi açıklamaktan korkar oluyoruz. Bize deli denmesine ve deli muamelesi yapılmasının sonuçlarına katlanacak gücümüz kalmıyor. Böylece her konuda standartlaşma yaşamın kendisindeki yoğunluk duygusunu ortadan kaldırıyor. Derinliğe vakit kalmıyor. Haybeye söylemiyor Gülten Akın "Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya" diye. Bu romantik değil  bilakis ağırından protest bir şiir bence... İşte belki de bu yazıda paragraflarla anlatılan bu konuyu, bir şair bir dizede özetliyor. O kadar ilginç örnekler vermiş ki Gündüz Vassaf gerçekten  tüm yazıyı okumak gerekiyor. Neticede standartlaşma eğer halen her yere tam manasıyla nüfüs etmediyse, bu içimizdeki deliler sayesindedir diyor ve deli sözcüğünü hafife almamak gerektiğini ardından bir sürü acıyı beraberinde getireceğinin altını çizdikten sonra "Kendimizi koruyamıyorsak bari bırakalım deliler deliliklerinde özgür kalsınlar." diyor.
 

Guguk Kuşu'nun film karelerini bu yazıya eklememin sebebi, bir akıl hastanesinde geçiyor olması tabii. Benim hafızam emrimdeki kölem değil  başına buyruk bir isyankar olduğu için bu yazıyı Guguk Kuşu filmiyle kapatmamı emrediyor. Film tam ibretliktir. Ve eğer bu filmi seyretmediysen,  bırak üzülmeyi, acırım sana yemin ederim. Müthiştir. İşte dayatılan sisteme karşı çıkan bir adamın öyküsüdür. Ve Gündüz Vassaf gibi psikiyatri alemini derinden eleştiren olağanüstü bir filmdir. Bu filmi seyretmiştim. Kaç defa. Güzdüz Vassaf'ın kitabını okumuştum. Bu gece de deliliği yücelten Dücane Cündioğlu'nun kitabını okudum.  Bunları tekrar hatırlamak bana iyi geldi.  Hayatta en çok korktuğum şey, şaşırmayı ve hayret etmeyi unuttuğumuz bir yaşam... Herkesin aynı tepkileri verdiği,davranışların önceden kestirildiği ve denetlendiği bir toplum. Bu konuda çok okuyup yazmalıyım aslında. Ben Nazım Hikmet'in dediği gibi "Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak" istiyorum. Benim özgürlüğüm burda saklıdır ve özgürlüğüme sahip çıkmak istiyorum.Yazımın sonunu Mevlevi'den dua ile bitirmeliyim.."Deliler Sultanı'nın Yüzüsuyu Hürmetine HAK'tan cümlemize şifa diliyorum."  Ne şifası mı? Şu akıl belasından  tamamiyle  kurtulmak  için acil şifa tabii.amin!

27 Ocak 2011 Perşembe

Memleketimin Doğusunda Şenlik Var!


Hey! Hey! Yine de hey hey! Şu anda televizyonda bu yıl  Erzurum'da 27 Şubat 6 Mart tarihleri arasında yapılacak olan  Üniversite Kış Oyunları açılış gösterisi var. Memleketimin her bölgesine ait enfes folklor oyunları, bizim ezgilerimiz ve rengarenk ışıklandırma eşliğinde oynanmakta. Müthiş! Şimdi  Yılmaz Erdoğan'ın seslendirdiği şiirle birlikte Mevlevi gösterileri var. Bembeyaz karların içinde görüntü kadar büyüleyici ki! Düşünsene  önümüzdeki on gün Erzurumlular için ne hoş bir zaman dilimi olacak. Yurtdışından ve yurtiçinden gelen çeşit çeşit insanlar... 58 ülkeden 3 bin kadar sadece oyuncu gelmiş. Spor için bir araya gelecekler. Dostluklar pekişecek. Gözler gönüller şenlenecek. Hey! Erzurum'da böyle bir organizazyon yapılması benim içimi coşturdu.  Bu üniversite kış oyunları İstanbul, İzmir ya da  Ankara'da yapılsa bu kadar sevinmezdim biliyor musun? Erzurum'da yapılıyor olması  resmen  sevinç kaynağım oldu.  Du bi...  Erzurum milli mücadelenin en baş mücadele veren şehirlerinden biriydi ya...  Şimdi Erzurum'un meşhur atabarı gösterisi var.. Seyredeceğim.  Hey! Memleketimin doğusunda şenlik var!

Sevdiğim Müzikler - Hello - Lionel Richie



 
 

watchmen kareleri ile - tıfıl mustarip fiskeler - metin üstündağ - denemeyenler


bölünük bir hayat bu, şimdi yaşadığımız.. hem de eklem yerinden, hemi de "kaaaart" diye bölündük.. öyle çabuk ki her şey, yüzüme yetişemiyorum.. bırrr


bu hayatta biz neredeyiz.. sahip miyiz, köle miyiz.. taşeron muyuz.. öznesiz sürtüyoruz.. yenilgiler "teori" oluyor en fazla.. beden beynin pratiği.. ikisi de eskiyor, eksişiyor, aksıyor zamanla.. bırrr

 
bu onların hayatları.. kıyısından yaşıyoruz.. çünkü biraz, biz çok azız.. hep dışarda kalıyoruz.. bizim de bir zamanlar fazlalığımız vardı.. kadrini bilemedik, ömrümüz masraf oldu.. bırrr


bu ayaklar beni yürümüyor.. bu eller, beni tutmuyor.. bu yürek, beni hissetmiyor.. bu beyin, beni anlamıyor.. bu vücut, beni yarı yolda bırakıyor.. kendi bedenimdeyim, fakat kendim nerdeyim.. içim içimde durgun, yine kime nöbetteyim.. bırrr



habire meşgul kafam.. düt, düt çalıyor beynim.. teredütteyim.. "eşyanın canı yoksa, niye böyle vurunca, "tak tak" ediyor baba".. faks'a inanıyoruz da, ruha niye inanmıyoruz, ha baba.. bırrr