20 Şubat 2011 Pazar

Şansıma Hangi Öykü Çıkarsa Oyunum ve Öykülerle Zamanda Yolculuk.


Emrah Serbest'in Erken Kaybedenler adlı öykü kitabını okuyunca, yıllardan sonra  Fakir Baykurt öykülerini okumayı canım çekmişti. Kitaplıkta Fakir Baykurt'un kitaplarını bulamamıştım ama Necati Güngör'ün Kahramanlar Hep Çocuk adlı içinde elli civarında memleketim yazarlarının öyküleri olan kitabı elime geldi. Sana bir şey söyleyeyim mi? Böylesi daha iyi oldu belki. Bu kitabı, hele içindekileri görünce o kadar şaşırdım ve sevindim ki anlatamam sana. Çok işim vardı aslında. Fakat kıyamadım. Oturdum. Ardı ardına iki öyküyü en hasret dolu ilgimle okudum. Bak şimdi...


Önce Fakir Baykurt'un Babamın işi adlı öyküsü okudum. Öykü Almanya'da geçmektedir.  Babası ve annesiyle Almanya'da yaşayan öykünün kahramanı Türk kızı, Daisburg istasyonunda okul arkadaşlarıyla birlikte Köln'deki bir müzeye gitmek için tren beklemektedir. Sınıftaki tek Türk kendisidir. Ailesinden izin alıp ilk kez geziye gittiği için çok  heyecanlı ve sevinçlidir. Babası, anlattığı  kadarıyla dünya büyüklüğünde bir fabrikada çalışmaktadır. Babası işini anlatırken dışardan bu kadar hoş görünse de fabrikanın içerisinin cehennem gibi olduğunu söylemektedir. Burada çorba gibi eriyen demirler, kazanlardan kepçelerle alınmakta ve kalıplara dökülmektedir. Demirin resmen su gibi akabildiğini ilk burada görmüştür. Çok kazalar ve ölümler olmaktadır. Allaha çok şükür babası hiç kaza yaşamamıştır. Çünkü işine çok dikkat etmektedir. Zaten artık pek çok işi bilgisayar denilen makinalar yapmaya başlamış, işleri kolaylaşmıştır. Babası işini enine boyuna her fırsatta anlatır. Her ne kadar çevrelerindeki diğer Türkler, kız okutulur mu diye laf sokuştursa da, babasının güvenini boşa çıkarmamakta, derslerine sıkı asılmaktadır. Fakir Baykurt'a göre öykü, "yazıldığı dönemin tarihsel, toplumsal renklerini, özelliklerini içermeli az da olsa belge işlevi yüklenmelidir."  1971 de sıkıyönetim tarafından tutuklanan Fakir Baykurt askeri mahkemede uzunca bir süre yargılanıp beraat edince Almanya'ya gider. O dönemde Almanya'da yaşayan Türklerin sorunlarıyla ilgili öyküler yazmaya başlar. İşte bu öykü de onlardan biridir. Sonra ne olur öyküde biliyor musun? Tren istasyonunda yerleri süpüren iki Türk amca  kızın ilgisini çeker. Amcalardan biri belini doğrultunca, kız bedenine elektrik verilmiş gibi sarsılır. "Ötede, başka bir yolcu kalabalığının arasında peronu süpüren" adamlardan biri babasıdır. Babasının Almanya'ya geldiklerinden beri fabrikada değil çöp işinde çalıştığını anlar. Bilir neler olup bittiğini.. Küçücük yüreğiyle hisseder. O bilgisayarlar girdikçe fabrikaya, işçinin yerini bu makinalar aldıkça, işçiler kapı dışarı edilmeye başlamışlardır. Babası da ilk çıkaranlar arasındadır. İşin iyisi kötüsü olur mu? Çalışmaktadır babası, öyle değil mi? Öyledir öyle olmasına ama... Okudukça insanın içine işler öykü...  Zamanının ruhunu yansıtan bir öyküdür. Anlatılamayacak kadar etkilidir. Belki Emrah Serbes şimdiki zamanın ruhunu yansıtan öyküler yazdığı için bende  Fakir Baykurt'u okuma isteği uyandırdı kimbilir? Fena mı oldu? Yıllardan sonra Fakir Baykurt okuduğum için çok mutluyum.


Sonra ne yaptım biliyor  musun? Doyamadım öykü okumaya...  Birbirinden değerli yazarlarımızın öyküsü olunca kitapta... Gözlerimi kapadım. "Şansıma hangi öykü  çıkarsa.." diye bir sayfayı araladım. Gene kendi kendime "şansıma  hangi öykü çıkarsa" oyunumu oynuyordum ya çok heyecanlanmıştım. Bu oyunumun  bir de "şansıma hangi şarkı çıkarsa" versiyonu var. Onu kısmet olursa başka yazımda anlatırım. Efendime söyleyeyim, ben yumduğum gözlerimi usul usul aralarken... aralarken... Bir de ne göreyim? Şansıma  Aziz Nesin'in Üç Meleğin Anası adlı öykü denk gelmdi mi? Hey! İnan bana... Kanatlarım olsa... Havalanırdım o anda... O kadar sevindim. Öyle tatlı bir öyküdür ki... Bu öykü de anlatılacak gibi değildir.  İlla okumak gerekir. Amaa.. Dayanamayacağım. Kısaca anlatacağım. Çok şeker yaaa... Valla... Bak... Adam nasıl zayıf, nasıl zayıf... Güçsüz... Hani denir ya sıska ihtiyar.. Öyle...  Ayaklarını zor sürüklüyor. Bayılırım öykünün şu cümlesine...  Bir yandan da "İnsanın bir türlü sırtından atamadığı, taşınması en zor yük kendi ağırlığıdır." diye düşünüyor. Kilosu kırk kırkbeş arası olmalı. Karnı çok aç. Hem yürüyor hem öksürüyor. Yanından vızır vızır arabalar geçiyor. Bir araba... Hem de masmavi pırıl pırıl bir araba... İçinde şiir gibi bir kadın.. Of... Kadının saçları rüzgarda duman duman uçuşuyor. Direksiyondaki kadın sürekli adama bakıyor. Adam  önce "açlık beynime vurdu galiba..." diye düşünüyor. Acaba kadın ona acıyor mu? Yoksa gözüne mi kestiriyor? Adam pek anlayamıyor. Yolunu değiştirip karşı kaldırıma geçiyor. Kadın bu kez diğer pencereden gene kendisine bakıyor. Bir güven geliyor bizim sıska ihtiyara... Eee.. Gençken yakışıklı olduğu düşünüyor. Kadın kendisine seslenip, arabanın kapısını açıp içeri oturmasını söylüyor. Şaşırıyor ihtiyarcık... Önce endişe ve sevinçle bocalıyor. Sonra arabaya binip oturuyor. Eve varana kadar hiç konuşmuyorlar.  Hizmetçi açıyor kapıyı, eve giriyorlar. Salona geçtiklerinde kadın adama soyunmasını söylüyor. Aslında burada kesmeli öykünün devamını anlatmamalıyım. Çünkü anlatılamayacak kadar hoş bir öykü.  Çok şeker.. Çokk... Neyse... Adam bari izin verilse de bir yıkansam diye söyleniyor. Kadın pantolonunu da çıkarmasını isteyince.... Hımm.. Acaba kadın kendisini aldatan kocasına inat mı böyle zamparalığa kalkışmaktadır? Belki kadının gönlü kendisine kaymıştır.. Olamaz mı yani? Kim bilir? Aklından binbir ihtimal geçiriyor. Pantolonunu çıkarıp kadına doğru sokulurken kadın fanilasını da çıkarmasını söylüyor.  Sonra güzel hizmetçiyi çağırınca... Adam içinden bu kadar da olmaz. İki kadınla mümkün değil başa çıkamam diye aklından geçiriyor. Kadın güzel hizmetçiden, mürebbiyeye çocukları alıp gelmesini söylemesini istiyor. Bir donla kalan ihtiyar artık üşümekten mi yoksa heyecandan mı bilmiyorum titremeye başlıyor. İşte bundan sonrası tam bir kara mizah vaziyeti...  Bak şimdi... Çocuklar mürebbiyeleriyle geliyorlar. Anneleri çocukların o gün yemeklerini yiyip yemediklerini soruyor. Üç çocuk gene yemeklerini yememişler. Kakao, çikolatayla idare etmişler.  Kadın onları korkutur gibi parmağını uzatarak ayakta titreyen yaşlı adamı gösteriyor. "Bakın, bunu görüyorsunuz ya... Nasıl iskelete dönmüş. Eğer yemek yemezseniz siz de işte bunun gibi olursunuz." diyor.  Üç melek yavru korkup analarının bacaklarına sarılıyorlar. "Şiir kadar güzel kadın, sıska ihtiyara: "Haydi, çabuk giyin de git," diyor. Böyleyken böyle işte. Resmen şahane bir Aziz Nesin klasiği. Ne vicdansız kadın öyle değil mi? Yemek ver sıska ihtiyarcığa bari! Hayret edilecek şey! Güler misin ağlar mısın? dedirten cinsten öykülerden yani.. Allahım yarabbim... Görüyor musun halimi... Şimdi nerelere geldim gene durup dururken... İyi ama öyküleri yazacağım diye bakar mısın saat kaç oldu. Yok yatağa falan gidecek halim yok. Kafamı koyup masada uyuyacağım şimdi bennnnnnnnnnnnn..........

NOT: İlk çizim Ravza Uzuner'in Resim Galerisi'nden alınmıştır.

2 yorum:

  1. sonunda çok güldüm, şaştım kaldım tüm duyguları yaşadım, yaşattı aziz nesin.

    YanıtlaSil
  2. Selam İrat, bunca aydan sonra bu yazıyı okuyup yorum yazan ilk kişi sizsiniz:) Teşekkür ederim.

    YanıtlaSil