20 Kasım 2012 Salı

Biz Vapurların Yaşadığı Denizlere Gideriz.


 "size göre biz boş yere
yaşıyorsak çaresiz
oltadaki balık kadar
yoksa değerimiz
biz de kayıklara atlayıp
vapurların yaşadığı denizlere gideriz."
Ezginin Günlüğü


Hayal Kahvem'e kaç kez yazdım kim bilir? Ben bağımlılıklarının esiri olan birisiyim. Mesela şu yukarıdaki fotoğrafta, üzerimdeki kadife ceket var ya... Yalanım yok, seneler senesidir bıkıp usanmadan giymekteyim. İnan, sayıya döküp yılını söylemeye utanıyorum. Ceket eskidi, kumaşı yıprandı, cep kenarları söküldü, dikildi, gene söküldü, gene dikildi... Hatta kolları bile çekti... Arkadaşlarım ve yakınlarım kaç kez "Soldu artık giyme şu ceketi." dedi. Hiç umurumda olmadı. Bir kulağımdan girdi. Diğer kulağımdan çıktı.  Bu kadife ceket benim bağımlılıklarımdan sadece biri. Yok, vazgeçemiyorum. Tutkuyla giymeye devam ediyorum. Düşünsene, kadife ceketim sırtımdayken, seneler senesi kimbilir ne diyarlar gezdim? Ceketimle birlikte, kimbilir kimlerle hasbihal ettim? Ceketin dili olsa da anlatsa keşke. Ayrıca aynı giysileri giymek hayatımı kolaylaştırıyor, fena  bir şey mi yani? Bak şimdi, hafta sonu arkadaşlarımla Burgazada'ya gitmeye karar vermiştik, tamam mı? Sabah ne giyeceğim diye hiiç düşünmedim. Hep aynı kot pantolonum ya da kot eteğim, bez ayakkabım, bez şapkam ve sırt çantam. Değişen sadece tişörtüm.  Üstüne kaptığım gibi  kadife ceketimi... Hey!.. Ver elini nereye gitmek istiyorsan oraya!.. Mesela bu kez Burgazada'ya!.. O kadar! İyi ama ben kıyafetlerimi değil, Burgazada'yı  anlatmaya niyetliydim. Şimdi durup dururken kıyafetlerime nereden geldim?
 
 
   

Burgazada'ya gitmeyi yıllardır hayal ederdim. Geçtiğimiz Pazar günü, Burgazada'ya tüm merakımla ve heyecanımla ilk kez gittim. Adayla ilgili anlatmak istediğim onca konu dururken, neden yazıya bağımlılıklarımdan başladım, neden kıyafetlerimle ilgili lakırtılar ettim inan bilmiyorum. Oysa sahiden bayıldım Burgazada'ya... Burgazada'yı anlatacağım anlatmasına daaa... Biliyorum "Lafı uzatma! Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat," diyorsundur demesine ama...  Üzgünüm, tuhaf biriyim.  Gördüklerimin bir kısmını işte fotoğraflayıp, koydum yukarıya... Ben... Hımm... Şimdi... Üzerine afiyet...  Ah,  esiri olduğum bir başka bağımlılığımdan söz etmek istiyorum. Ne mi? Ah, elbette... BALIK! BALIK!


Acıktığımızı hissedince, Burgazada'daki öğretmen evinin bahçesine, yemek için oturduk.  "Balık!" dedim "Balık."  "Mesela istavrit tava!" Balıklar geldi.  Harbiden denizden gelmişim ben! diye aklımdan geçirdim. "Denizden  babam çıksa yerim," denir ya hani. İnan o cinsten birisiyim. Düşünebiliyor musun, Sait Faik'in son onaltı yılını yaşadığı, en güzel öykülerini yazdığı  Burgazada'daydım... Önümde balık, karşımda şahane sonbahar renkleri arasından ışıldayan muhteşem bir deniz manzarası vardı. Hava desen nasıl güzeldi anlatamam. Şerbet... Şerbet... Arkadaşlarım yanımdaydı... Hey, daha ne isterim? Mutluydum elbet!.. Sonra tabağımda yemem için bekleyen, beyaz soğanın yanına dizim dizim serilmiş istavritlere tüm iştahımla baktım. İyi ama...  O anda...   Sait Faik'in iştah açıcı bir  öyküsü gelmedi de aklıma... Allahım! Ne geldi biliyor musun? Serdar Sıralar'ın Küçük İstavrit adlı o hazin şiiri... Hatırlasana, Küçük İstavrit yiyecek bir şey sanıp, hızla atılır ya çapariye hani. Önce müthiş bir acı duyar dudağında, gümbür gümbür olur yüreği. Bilirsin, sonra hızla çekilir yukarıya. Aslında hep merak etmiştir denizlerin üstünü, gökyüzünün neye benzediğini ama şimdi bir yanda büyük bir merak bir yanda ölüm korkusu hisseder. "Dudağı yarıklar" denir, şanslıdır onlar, hani görüp de gökyüzünü, insani oltadan son anda kurtulanlar, diye devam eden Serdar Sıralar'ın şiiri aklıma gelmesin mi? Tamam. Vallahi çok severim Küçük İstavrit şiirini. Ama tam istavrit yerken bu şiiri düşünmenin sırası mı yani? Yooo... Şiirin devamını hiç mi hiç düşünmemeliydim. Düşünürsem eğer, önümdeki istavritleri  nasıl yiyebilirdim? Şiirin devamını hemen zihnimin kuytularına ittim. İlk istivrati elime aldım. Arkadaşlarıma belli etmeden, istavritin kulağına usulca fısıldadım: "İstavrit, sen ne Boğaz'ın sultanı lüfersin, ne onsuz Boğaz'ın öksüz kaldığı palamutsun, ne hunhar bir balık olan levreksin, ne barbunyayı aratmayan tekirsin... İstavrit sen var ya sadece Boğaz'ın değil benim de sadık yârimsin. Seni çok seviyorum. İnan kılçığından, kuyruğuna, gövdenden, kafana kadar her hücreni çöpe atmadan yiyiyorum.  İstavrit, sen var ya, derya kuzumsun benim.  Seni yiyeceğim için özür dilerim. Bu kadar lezzetli olduğun için ise çok teşekkür ederim." dedim. Ben böyle dedim ya, ister inan ister inanma, sadece elimdeki istavrit değil, tüm tabak bir ağızdan onaylayıp beni, "Tamam!" dedi. Sevindim. Kılçığıdır, kafasıdır, kuyruğudur demedim... İstavritleri hımlaya hımlaya, koklaya koklaya, tepeden tırnağa yiyip bitirdim.  O gün hepimize bir armağandı. Tanrım, çok teşekkür ederim.

NOT: İtalik cümleleri Artun Uysal'ın Boğaz'ın Beş Efendisi adlı kitabın tanıtımdan alıntıladım.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Yalanım Yok!.. Çatır Çatır Çatladığımı İtiraf Etmeliyim!


Geçen hafta Altı Nokta Körler Derneği'ne uğradığımda, Pınar, Engin, Sinan, Sibel, Mahmut Hoca ve Meltem'in yanında oturan,  şık giyimli genç adamla daha önce hiç karşılaşmamıştım. Elini sıkıp kendimi tanıştırdığımda, adının Mehmet Emre Kalaycı olduğunu öğrenmiştim. Bazı insanlarla, ilk anda kanımız kaynar ya hani... Hah işte... O gün Emre'yle, sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi nasıl derin bir muhabbete girişmiştik anlatamam. Bakmıştık ki, müzik, edebiyat, sinema ve hayat üzerine konuşmamız uzadıkça uzuyordu... Ne yazık ki, ikimizin de ofislerimize geri dönme vakti geliyordu. Dernektekilerle vedalaşıp, birlikte dışarıya çıkmıştık. Arabamla Emre'yi iş yerine bırakıncaya kadar, konuşmaya hevesle devam etmiştik. Of, bağlamanın sesi yüreğimi titrettiği halde, yeteneksizliğim ve elbette beceriksizliğim sebebiyle, bir türlü  bağlama çalamadığım için olsa gerek, dokuz yaşından beri bağlama çaldığını söyleyen Emre'yi, çok feci kıskandığımı itiraf etmeliyim.  Üstüne, dört senedir  sol klarnet eğitimini sürdürdüğünü söylemesin mi?

 
 

Yok artık!.. Hele bütün bunların üstüne, şarkı söylediğini öğrenince var ya, bünyemdeki kıskançlık katsayı ibresinin tavan yaptığını hissetmiştim. Üstelik Babylon ve Aksanat'ta sahne almış öyle mi? "Vay canına!.."  dedim Emre'ye... "Sen var ya..." dedim. "Benim tüm hayallerimi şimdiden gerçekleştirmişsin. Pes ama!" Evet, ne yapayım yani? İçimde mi tutaydım!.. Aklımdan geçenleri takır takır söyledim. "Sahnede şarkı söylemeyi hep hayal ederim. Ama Emre  o kadar bed sesim var ki anlatamam. Bu hayalimin gerçekleşmesi var ya ömrü billah mümkün değil. Bari bağlama çalabileyim değil mi? Onu da beceremiyorum. Ne yalan söyleyeyim, çok kıskandım seni Emre. Çoook!!" diye  ünlemli cümlelerimi  ardı ardına ekledim.  Emre muzip muzip güldü.  "İyi o zaman, diğer faaliyetlerimi şimdilik anlatmayayım. Sizi daha fazla  kıskandırmayayım." dedi.


Şimdi yukarıdaki yazımı okuyan birileri, Emre'nin, 1987 yılında İzmit'te, öğretmen bir anne babanın çocuğu olarak  doğuştan iki gözünde de kongenital kornea bozukluğu ile dünyaya geldiğini, sol gözünden kornea nakli ameliyatı geçirmesine rağmen ameliyat döneminin tıbbi koşullarının yetersizliği nedeniyle olumlu sonuç vermediğini, fiziksel engeli nedeniyle yedi yaşında görme engelliler ilköğretim okuluna başladığını, okuldaki üstün başarısı nedeniyle ikinci sınıfı okumadan üçüncü sınıfa atladığını, dördüncü sınıftan itibaren ise kaynaştırma eğitim programıyla görenlerle birlikte okumaya başladığını, hafta sonları rehabilitasyon merkezinde hayatını rahatça idame ettirebilmek için gerekli olan bastonla bağımsız hareket hareket edebilme, ingilizce ve matematik takviye ile bilgisayar kullanımı dersleri aldığını, görenlerle bir arada okuduğu, tüm okulları üstün başarıyla bitirip, Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne birincilikle girdiğini ve bitirdiğini, şimdi hem yüksek lisansına devam edip hem de avukatlık görevini sürdürdüğünü, söyleyebilir. Emre'nin eğitim ve mesleki başarılarına var ya, hiiç aldırmam.. Hiiiç... Benim kıskançlık sebebim sanatla ilgili vaziyetine... O kadar enstrüman çalabilmeyi becerebilmesine... Güzel şarkı söyleyebilmesine... Biliyor ya beni... Bakar mısın Emre'nin yaptığına? Aşağıdaki videoyu göndermiş. Ne o? Güya mesai sırasında bunaldıklarında, nasıl vakit geçirdiklerini bana göstermek niyetindeymiş. Bu kadarla kalsa iyi... Ayrıca bu video 2 Aralık 2012'de TRT müzik kanalında saat 12:00 de yayınlanmıyacak mıymış? Pes!! Of ama! Çatır çatır çatladım!   Yapılır mı bu bana?


 

17 Kasım 2012 Cumartesi

Zumbayla, Kendimi Bulma, Ruhumu Hafifletme Çalışmalarım


 "Hafif olmak, bir kuş olmak isteyen kendini sevmelidir."
Friedrich Nietzsche

El insaf! Bu kadar acımasızlık olur mu? Cuma akşamı işten çıkmıştım tamam mı? Hele haftanın son çalışma gününüydü ya... Bütün hafta ha babam de babam, kimi ofiste kimi arazide çalışmışım. Pilim tükenmiş. Bitmişim.  Üstelik yılın son iki ayı... Oy! Oy! Oy!... Neredeyse işte yatıp kalkacak vaziyetteyim. Öyle böyle değil. En debdebeli günlerim. Yıllardır, ya  akşam iş çıkışı ya da  sabah işe gitmeden, haftada üç kez spora giderim. Diğer günler ise evdeki yürüme bandında yürümeye gayret ederim. Spor yapmayı severim. Öyle kilo vereyim ya da fit görüneyim derdinde değilim. Reklamlarla, dizilerle, günlük hayhuylarımız, koşuşturmalarımız içerisinde binbir şırıngalama yöntemleriyle empoze edilen... Eskimeden yenisini al, tüket,  duyguları rafa kaldır, insanlığını unut, para kazanmak için çelme tak, dirsek at, her türlü katakulliyi yap, maskelerini tak dolaş, tepki verme, hayret etme, olağan karşıla tadındaki dayatmalar ne yalan söyleyeyim ruhuma ters düşüyor. Hele zayıf ol, fit görün, sen de onlar gibi incecik ol dayatmaları var ya resmen ruhumu ağırlaştırıyor. Dört bir yandan üstüme üstüme gelen bu dayatmalardan, elbette etkileniyorum. İnan bana, bazan kendimi kaybettiğimi hissediyorum. Hal böyle olunca, ruhumla kıyasıya bir dövüşe girişiyorum. "Sen onlar gibi olma!" diyorum demesine de... Eee. Bizim köyde Dövüş Kulübü vardı da ben mi kayıt olmadım arkadaşım? Lafı gene uzattım biliyorum ama diyeceğim odur ki...  Bedenimi değil, sadece ruhumu hafifletmek için spora gidiyorum.



Yorgun bir haftanın son iş çıkışı akşamı, bünyem eve git, yemek ye, iki seksen uzan, televizyon seyret çağrısı yapsa da... Dinlemedim. Direksiyonu çevirdiğim gibi dosdoğru spor salonuna gittim. Öznur Hoca dedi ki "Artık Zumba yapacağız." Hoppala! Nasıl yani? Bu yorgunlukla öyle mi? Zumba da neyin nesi? Vay canına sayın seyirciler! Zumba dünyanın bir numaralı sporuymuş meğer. Daha ağzımı açıp bir şey diyemeden, biz ateşli latin müziği eşliğinde bir dansa başladık ki anlatamam. Binlerce kasırga aşkına, meğer Zumba, dansı egzersize çeviren çok eğlenceli bir spor değil miymiş? Önce el insaf, hiç acıman yok mu hocam gibi lakırtılar geçse de zihnimden...  Hele en son, çılgınca üç ayak oynamaya başlayınca ben... Resmen Güney Amerika'dan Karadeniz'e ışınlandım. Of, bayılırım Karadeniz ezgileriyle oynanan üçayağa...  Çılgınca dans ederek spor yaptım.  Dinledim kendimi... O ne? Aaa!.. Laf aramızda, resmen ruhumun hafiflediğini hissetmeye başladım.


 

16 Kasım 2012 Cuma

Sherlocks Holmes Mu? James Bond Mu?




Biri  İngiliz yazar, Sir Arthur Conan Doyle'un yazdığı Sherlock Holmes adlı hayali dedektif kahraman, diğeri ise  başka bir İngiliz yazar Ian  Fleming'in yazdığı James Bond 007 adlı hayali ajan. Her iki kahramanın filmlerini de tüm merakımla seyrediyorum. Gene de... İtiraf etmeliyim ki,  Sherlock Holmes filmlerini daha çok seviyorum.


15 Kasım 2012 Perşembe

İstanbul Deyince Aklıma Bir Masal Gelir. Bir Varmış, Bir Yokmuş.

"Olağanı sorgulamak. Ama o artık bizim için olağanlaşmıştır zaten. Ne biz onu sorgularız, ne de o bizi; sorun yaratmıyor gibi görünür, onu düşünmeden yaşar gideriz, sanki cevap veya soru taşımaz, her hangi bir bilgi içermez gibidir bizim  için. Bu, koşullanmanın da ötesinde, anestezidir. Yaşamımızı rüyasız bir uyku halinde geçiririz. 
Ama nerede o yaşam? Bedenimiz nerede? Nerede mekânımız?"
Georges Perec


Yanıma baktım kimseler yok. Az önce çevrem insanlarla doluydu. Köpekler havlıyor, ağaçlar hışırdıyordu. Bir ırmak akıyordu kulağımın dibinden. Ağaçlar suları yıkıyordu. Hayvanlar insanları öpüyordu. Köpekler konuşuyor, insanlar havlıyordu. Sandalın içindeki güneşten, gökyüzündeki tozdan, ağacın kırmızısından mı ay doğuyordu. Bir dudağım yerde, öteki dudağım kuyruğunda ateş gidip geliyordu içimde.  "Seni damarımda, bileğimde atıyorum."  dedim. Ve.. Durdum. Az önce rastgele bir Sait Faik Abasıyanık kitabını açtım. Şansıma Kalinihkta adlı öyküsü çıktı. Okumaya başladım. Sonra utanmadım canımın çektiği cümleleri cımbızlayıp buraya aldım. Ben yazsam yazamam ki böyle güzelini... Ne yapayım? Ben var ya...  Ahh, Sait Faik öykülerinin  sevdalı bir okuruyum! Yazdıklarını okudukça...  Bak gene öyküsündeki cümlelerle anlatacağım. Motor hışır hışır hışırdıyor. Bir balık kokusu içiyorum. "Canımsın, diyorum, canımsın." "Canımsın" diyorum kime. -İstanbul'a elbet- Kahve fincanına düşen sabah yıldızını kokluyorum. Dilime arılar konuyor, gözümü arılar sokuyor, güneş batıyor, bir karabatak düşünüyor. Martının biri boşlukta bir direğe konuyor. Yani, yani be! Yani! Kara Yani! Hey Beykozlu laternacı Panayot'un torunu kara gözlüm dostum Yani! Söyle Rumca Karabiberim şarkısını. Dostluk  çayırının bu kuzuları kimin? Sizin mi? Kuzuların mı? Kuzular meler mi? Yani, söyle Karabiberim şarkısını." diyor Sait Faik. Üşenmiyorum. Melihat Gülses'den Karabiberim şarkısını buluyorum. Dinliyorum. İkinci kez dinlerken  şarkıya eşlik etmeye başlıyorum...






Nerden düştü Sait Faik aklıma biliyor musun? Bugün İstanbul'daydım. İstanbul'a otobüsle gittim. Harem'den karşıya arabalı vapurla geçtim. İstanbul'da yaşamıyorum ya İstanbul'un çilesini çeken biri değilim. İtiraf etmeliyim ki, İstanbul, resmen kara sevdalım benim. Sevdalı biri nasıl olur bilirsin. Gözü de yüreği de bağlanır, asla kusur, eksik görmez. Öyleyim. İstanbul benim zenginliğim. Aslında bu yazıda, Eminönü'ndeki müşterimle görüştükten sonra, nasıl İstanbul Modern'deki Kusurluluk Tasarım Bienali'ne  gittiğimi anlatmaktı niyetim. "Şehrin hikayesi, bireylerin hikayeleri ile kurulur. Hikayeler birikir, binalara, sokaklara ve eşyalara siner. Odayı örten tavan, dış yüzünde sokağı dinlemiş duvar, içinde yaşanan her an, çizilen her rota, hepsi hikayenin bileşenleridir." tadında bienalden edindiğim bilgileri paylaşacaktım. 


"Bireysel hafızaların birikimi bir kentin tarihini inşa ederler. Günümüz İstanbul'unda sürekli gerçekleşmekte olan kentsel dönüşüm projeleri sonucu kent mekanındaki özel yaşam alanı olan "ev"in süregelen toplu yıkımları, bireysel hafızayla beraber kent hafızasının da yok oluşuna sebep olmaktadır." diye okuduğum yazının yanındaki tasarımlarda iç acıtıcı, zihin açıcı neler olduğunu anlatacaktım. Şehir paldır küldür değişirken, İstanbul'la ilgili birikimlerimizi hafızamızın kuytularına itiyoruz, sessizce kabullenen, olağan karşılayan,  beton duvarların içine hapsedildiğimizi farketmeyen insanlar olup çıkıyoruz diyecektim.  

 
 

Öyle yapacağıma ne yaptım görüyor musun? Eve gelince, Sait Faik'ın bir  kitabını, ilaç niyetine telaşla kaptım. Eğer okumasaydım inan kederden boğulacaktım. Konuyu dağıttıkça dağıttım. Yazımı artık burada kesmeliyim. Ah!.. Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun o güzeller güzeli şiirinde dediği gibi "İstanbul deyince aklıma Sait Faik gelir. Taşında toprağında suyunda, Fakirin fukaranın yanıbaşında, Bir kalem bir bilek bilendikçe bilenir. Kıldan ince kılıçtan keskin, Hep iyiden güzelden yana." "İstanbul deyince aklıma martı gelir. Yarısı gümüş yarısı köpük. Yarısı balık yarısı kuş. İstanbul deyince aklıma bir masal gelir. Bir varmış, bir yokmuş."

 
 

NOT: Son dört fotoğrafl google'dan.

Kahve Molası - Tersoyum, Tersosun, Hepimiz Tersoyuz.



İzmit'ten Gölcük'e doğru giderken, tam Gölcük'ün girişinde, caddenin sol tarafındaki eski görünümlü apartmanın üçüncü katında oturan aileyi hiç tanımadığım halde, ne tür giysileri olduğunu çok iyi biliyorum. Neden biliyor musun? Burada oturan aile, balkonlarıyla üç metre kadar uzaklıktaki elektrik direği arasına uzun bir ip germiş. Eğer hava  güzelse çamaşırlarını bu ipe asıyorlar. Üstelik görünümde bir nizam, bir intizam bariz şekilde farkediliyor. Bir gün sırayla önce pantolonlar, sonra gömlekler, sonra çoraplar... Bunlar renkli giysiler. Başka bir gün ise beyaz iç çamaşırları asılı oluyor...  Önce uzun kollu, sonra kolsuz atletler, hemen bitiminde donlar, sonra çoraplar. Havlular ise başka bir gün asılıyor. Kadın çamaşırları olmuyor. Sanırım onlar içeride kurutuluyor. Niye çamaşırlarını balkona asmıyorlar, niye böyle bir alışkanlık geliştirmişler hiç bilmiyorum. Çok kalabalık bir aile olduklarını düşünmüyorum. Eğer evin babası uzun don ve uzun kollu atlet giymiyorsa, evde bir büyük baba olabilir. Kadın giysileri asılmadığı için evin kadınlarının sayısı  hakkında fikir yürütemiyorum. Ancak evin annesi kesinlikle  temiz ve düzenli... Çünkü hem çamaşırlar gelişigüzel asılmıyor, hem beyazlar ilik gibi... Varlıklı olduklarını sanmıyorum. Asılan çamaşırların rengi, genelikle kahverengi, lacivert ya da gri. Markaya ya da modaya uygun giysiler değil. Gündelik nitelikte. Yıllardır bu çamaşırlar gözüme çarpar. Arada yeni alınan gömlek ya da pantolunu farkederim. Sevinirim. Bu aileyi tanımıyorum ama çamaşırların asılışından seziyorum, varlıklı olmayan, sevimli bir aile olduklarını düşünüyorum. Bu giysilerin içinde kederli değil de mutlu insanlar hayal ediyorum. Kadına hürmet eden bir aile olmalı. Erkeklerden biri evin annesinin sözünü dinlemiş, çıkmış balkondan elektrik direğine ip germiş. Kadın sabırlı ve istikrarlı. Çamaşırlarına gösterdiği ilgi, intizam, temizlik yıllardır değişmedi. Çocuklar iyice büyüdüler. Artık küçük boy giysiler asılmadığına göre çocukların yaşları yakın olmalı birbirlerine. Karşıdan bakınca  çok işlek bir yolun kenarındaki apartmandan elektrik direğine gerilen ip üzerine asılan çamaşırlar bana efsanevi Gırgır yıllarının karikatürlerini hatırlatıyor. Beyaz çamaşırların büyükten küçüğe sıralanmasının  komik görünümünden  mi bilmiyorum   sıcak ve yumuşak bir aile ortamı olduğunu hayal ettiriyor.



Yazmak eylemi sanıyorum insanın içini deşmesine, farketmeden sakladıklarını ortaya dökmesine neden oluyor. Yıllar önceye... Taaa efsanevi haftalık mizah dergisi Gırgır zamanına gittim. O zamanlar çizdiği karelerde böyle çamaşırların sallandığı Engin Ergönültaş'ın çizimlerini hatırıma getirdim. Acaba şimdi nerede çiziyor? Çok merak ediyorum. Engin Ergönültaş'ın Terso'su  İstanbul'un Balat semtinde geçerdi. Bir kenar mahallede, yoksul insanların yaşadığı, iyilerin ve kötülerin hepbirlikte var olduğu, ama illa ki çamaşırların sokak ortasında sallandığı mekanlar gözümde canlanıyor. Elimin altında bir mücevher gibi sakladığım Levent Cantek'in derlediği, İletişim Yayınları'ndan çıkmış, Çizgili Kenar Notları adlı kitap var. Bu kitap kenar mahalleri, yoksulları, azınlıkları mizah dergileri çerçevesinde irdeleyen bir kitap. Niye böyle bir kitap yayımlanır ki diye insan düşünmeden edemeyebilir. Oysa bir memleketin edebiyatında araştırma kitapları çok önemlidir. Levent Cantek'in önsözünde yazdığına göre bu kitabı derlemesindeki maksadı, mizah dergilerindeki kimi anlatıcıların anlamlı ve meselesi olan hikayeler olduklarını hatırlatabilmek... Levent Cantek, mizah dergileri, çoğu  aynı zamanda mizahçı olan yazarları dışında pek "anlatılmıyorlar" diye düşünüyor. Çizerlerle sadece röportaj yapılıyor  ama onlar hakkında yazı, yorum ya da incelemenin yapılmadığının altını çiziyor. Mizah dergilerinin okuyucuları daha çok gençler. Yaş ilerledikçe veya öğrencilik bittiğinde hayatın ciddi boyutuna geçildiğine mi hükmediyoruz bilmiyorum, genelde yetişkinlerin dünyasında mizah dergileri okunmamaya hatta küçümsenmeye başlıyor. Farkında olmadan benim ilk gençlik dönemime damgasını vurmuş Engin Ergönültaş'ın karelerini, yetişkin olduğuma hükmedince derleyip toplayıp hafızamın bir kutusuna kaldırmışım sanırım. Ben Engin Ergönültaş'ın çizimlerindeki gibi bir mahallede ve aile ortamında doğup yaşamadım. Ama şimdi çok daha iyi anlıyorum ki Engin Ergönültaş'ın karelerinde çizip anlattığı o hikayeler, kenar mahallelerdeki vaziyetlerin,  yoksulluğun, ötekiler diye görülebilen insanların, onların yaşamındaki sertliklerin, kent içinde küçük köy yaratmak durumda kalıp horgörülenlerin, işsizlerin hatta yasa ve ahlak dışı yaşamayı gündelik hayat rutini haline getirmek durumunda kalanların, gayri meşru doğurduğu çocuğunu çöpe atanların, tinercilerin, acımasız ve zalim bir dünyanın varlığını tanımama, görmeme, farketmeme ve sonrasında anlamaya çalışmama sebep olmuş. Bu hikayeler vicdan ve merhamet hislerini bileylemişler, çaresizliği, yoksulluğu acıtarak, duvara toslatarak hafızaya çizmişler meğer. Bugün yanımdaki arkadaşım "Şu hale bakar mısın, çamaşırları nasıl asmış? Sokağı kendi evi sanıyorlar. Bunları toplayıp cümleten köylerine gönderceksin "deyince... Aklıma Engin Ergönültaş geldi önce... Sonra  Levent Cantek'in derlediği Çizgili Kenar Notları adlı bu kitap. Bugün oturacağım Engin Ergönültaş için yazılanları okuyacağım. Hiç tanımadığım halde fikrime zenginlik katan Engin Ergönültaş'a ve  bu konuları kitaplaştıran Levent Cantek'e minnettarım. Tersoyum... Tersosun... Hepimiz Tersoyuz diye sözümü bağlıyorum. Kahve molam bitti. İşe dönüyorum.

2012