19 Nisan 2013 Cuma

Bir Kitabın Tadıyla Melodisini Arama Vaziyetlerim...




Acaba kitabın adı mıydı ilgimi çeken? Çünkü harikûlade bir kitap ismiydi. Günaydın Hüzün. Hüzün kelimesinin sadece anlamını değil melodisini de çok severim. İçinde hüzün barındıran her şey  ilgimi çeker.  Hilmi Yavuz'un "Hüzün ki en çok yakışandır bize. Belki de en çok anladığımız." dizeleri manifestomdur  desem gene  abarttığımı düşüneceğine eminim. Ya Attila İlhan'ın o dünyalar güzeli dizeleri...  "Hayat zamanda iz bırakmaz... Bir boşluğa düşersin bir boşluktan... Birikip yeniden sıçramak için... Elde var hüzün." Neyse. Takılmamalıyım şiirlerin hüzünlü büyüsüne. Zira şiir çarpması  için zamanlama hiç uygun değil. Şimdi bir kitabın ağına düşme, tadını sürme, melodisini arama vakti. Kitabın adı Günaydın Hüzün. Yazarı Françoise Sagan. Tanımıyorum. Sagan soyadı nedense çok tanıdık geldi. Kozmos'un yazarı Carl Sagan sebebiyle belki. Ama  Françoise Sagan'ın hiç bir kitabını okumadığımı çok iyi biliyorum. Tuhaf. Bu kitabı kitapçıdan satın almadım. İnternet üzerinden siparişle gelmişti. Bir süredir ofisteki odamda diğer kitaplarımın arasında duruyordu. Sipariş vererek satın aldığıma göre illa ki bir yerde adını duymuş ya da okumuş olmalıyım. Nerede, ne zaman hatırlamıyorum. Bugün yoğun bir iş programım vardı. İkindiden sonra rahatladım. Biraz kitap okumak istedi canım. Onca zamandan sonra bu kitabı elime aldım. Ofisteki koltuğumda iyice arkama yaslandım. Ayaklarımı yandaki kesona uzarttım.Okumaya başladım.




İlk paragrafında şöyle yazıyordu:  "Sıkıntısı, sevecenliği bir saplantı gibi peşimi bırakmayan bu bilinmedik duyguya o adı, o güzel, o ciddî hüzün adını koymaktan çekiniyorum. Bu öyle eksiksiz, öyle bencil bir duygu ki, neredeyse utanacağım geliyor, oysaki hüzün bana her zaman saygıdeğer görünmüştür. Bu hüznü tanımazdım, sadece can sıkıntısını, pişmanlığı daha da seyrek, vicdan azabını bilirdim. Bugün bir şey, ipek gibi, sinir bozucu ve sevecen, içimde kanatlanıyor ve beni ötekilerden ayırıyor." Yorgundum. Hatta oldukça debdebeli bir gün geçirmiştim. Sinirlerim gergindi. Kitabın cümleleri zorlamıyordu beni. Bilakis su gibi akıyor, bünyemde rahatlama hissi yaratıyordu. Onyedi yaşındaki Cecile'in anlattıklarıydı. Paragraf paragraf kolaylıkla ilerlemiş, yüz otuz dört sayfalık kitabın neredeyse elli sayfasını geride bırakmıştım. Sonra kitabı kapattım. Çantama attım. Spora gittim. Eve geldim.  Duş aldım. Yemek hazırladım. Yarınki yemekleri yoluna soktum. Kitap basit konusuna rağmen çekmişti beni. Okumaya kaldığım yerden devam ettim. Kitap son cümleleri gibi bir his bırakarak kolaylıkla bitti. "O zaman içimde bir şey yükseliyor, gözlerim kapalı, adıyla selamladığım bir şey: Günaydın Hüzün."

 


Tuhaf! Kitap bir tat bırakmıştı dimağımda. Ne olduğunu çözemiyordum. Mutfağa gittim. Kitabın üçüncü bölümünde Cecile'in yaptıklarını aynen yaptım. Bir fincan kahve ve bir portakalla gidip balkonun basamağına rahat rahat kuruldum: ve gecenin keyfini çıkarmaya koyuldum:  Portakalı ısırıyordum. Şekerli suyu ağzımın içini ıslatıyordu. Hemen ardından kaynar kaynar bir yudum kahve, ve yeniden meyvenin serinliği. Daha önce portakalla kahve içmeyi hiç denememiştim. Tadı damağıma uydu. Hoşuma gitti. Yok kitabın verdiği böyle bir tad değildi. Daha önce tanıyıp şimdi hatırlamadığım bir melodiydi belki. Yazarını merak ettim. Az önce sanal ansiklopediye girdim. 1935 doğumlu Fransız oyun, roman ve senaryo yazarıymış Françoise Sagan. Günaydın Hüzün'ü onsekiz yaşındayken yazmış. Şimdi sıkı durmanı istiyorum.  Günaydın  Hüzün adlı bu roman, Simon&Garfunkel'in The Sounds of Silence adlı şarkısına esin kaynağı olmuş. Gözlerime inanamadım. Hemen bu parçayı buldum. Dinleme başladım. Sessizliğin Sesi...  Günaydın Hüzün'ün, Simon&Garfunkel'e  esin kaynağı olup olmadığını bilmiyorum ama kitabın hissettiğim melodisiyle bu parçanın tanıdık melodisi birbirine  sahiden yakın.

selam karanlık, eski dostum
işte yine geldim seninle konuşmak için
çünkü yavaş yavaş büyüyen bir görüntü
tohumlarını bıraktı beynime ben uyurken
ve orada büyüyen görüntü
hala duruyor
sessizliğin sesinde

2011

17 Nisan 2013 Çarşamba

Kahve Molası - Serseri Zamanlar Mevsimi

"Evvel zaman içinde dostlar ağaçlara ev kurardık.
Tatlı bir düş içinde bir yere bir göğe bakardık.
Gönlümüz kuş gibiydi dostlar dünyaya kanat açardık.
Tutsak değildik zamana başına buyruk yaşardık."
Şimdi sen bu yazıyı okurken, ben kahvemi höpürdete höpürdete içmiş olacağım. Hiç hilafım yok... Çarşamba iş günü filan demeyip,  kendimi hovarda bir rüzgârın esintisine bırakacağım. Kırmızı eteğimi salınarak ve üşümeye razı olarak, o ada senin bu ada benim sefere çıkacağım.  Abartma huyumla, avare ruhuma, sabırsızlık kisvesi ekleyeceğim. Yooo... Yeter ama... Sabrım kalmadı! Güneşin tastamam ortaya çıkmasını mümkünü yok... Artık bekleyemeyeceğim. Çünkü bu sabah kalktığımda gün ışığı  gözümü kamaştırdı fena halde. Nasıl anlatsam bilmiyorum... Nedensiz bir sevinç, pıtır pıtır ederek çöreklendi yüreğime. Aslında Nisan ayındayız. Ayların en zalimi...  Ne gam!.. İçimdeki oyun sarayının kapısını sonuna kadar açtım. Etkilemez beni Nisan... Kendime gene bahar büyüsü yaptım... Silkeledim kirpiklerimi... Kış defterini gözyaşlarımla sildim, süpürdüm, kaldırdım. Ohh! Tüy gibi hafifledim. Bahar esintili bir kadın olmaya niyet ettim. Fena şey mi? Seni bilmiyorum ama... Bende şimdi havalar binbeşyüz!.. Gene çocuklar gibi koştuğum serseri zamanları özledim. Varsın olsun... Pencereler açık kalsın... Geceleri yağmur yağsın... Günebatan düşlerimiz yağmur sesiyle çoğalsın... Tutsak olma zamana... Başına buyruk yaşa... Haydi bakalım... Şimdi marş marş... İstikamet,  serseri zamanlar  mevisimi... Nereye mi? Elbette ilkbahara:)

"Çocuklardık parlak yıldızlardık o zaman.
Artık dönemesek de geriye.
Ardından koştuğumuz son zamandır.
O zaman bu zamandır dostlar ne ister neyi özleriz?"

2012

14 Nisan 2013 Pazar

Bahar Ve Festival Ve Hasbihal



Bazan bloğa yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Mis gibi kokan kahveler ellerimizde mesela. Ben büyük battal koltukta oturmuşum, ayaklarımı toplamışım altıma... Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam. Muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, her zamanki gibi anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinliyorsun. Bu kez, eski günlerden bahsetmiyorum. Hele çocukluktan hiç başlamıyorum. Bu kez, paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Gözlerimi dikmişim gözlerinin ortasına. 

Derin bir iç çekiyorum.  Bir solukta "32. İstanbul Film Festivali de bitti. Haftada üç günden,  toplam 20 film seyrettim. Resmen film sarhoşluğu var üzerimde. Nasıl şahane bir his anlatamam... Hey... Du bi... 33. İstanbul Film Festivali'ne yetişir miyim acaba seneye, ne dersin?" diyorum. Sen gözlerini kısıyorsun. Belli ki gene söylediklerime şaşıyorsun. Yoo, biliyorsun arada dellendiğimi. Dellenince, omuzlarımı silkip "Daha kaç bahar göreceğiz acaba?" diye söylediğimi... Böyle lafın girizgahında pattadanak söylediğim için şaşırmış olmalısın. Senin o  hayret dolu bakışların hoşuma gidiyor. Gülümseyerek "Sen dünyaya çivi çakmaya niyetlisin belli. Seni boşvereyim… Kendim için ölmeden önce yapmak istediklerimin komik bir listesini hazırlayayım bari.” diye sözlerime devam ediyorum. Şaşkınlığın bir anda siliniyor. Çocuk masumiyeti gelip yüzüne yerleşiyor. Sıcacık tebessüm ediyorsun. Tam dudaklarının kıpırdadığını anladığım an, seni konuşturmuyorum gene. Kaldığım yerden devam ediyorum sözlerime... 


Ah, şimdi... Hemen... Hiç düşünmeden... İlk trene atlasam... " diyorum.  "Yooo… Sakın ha “Nereye?” diye sorayım deme e mi? Ne bileyim? Yüreğimin değil, trenin varacağı yere gidecekmişim sözgelimi. Ah!... Şöyle bir hayal kurmalıyım...  Bak şimdi... Şımşıkırdak giyinmişim, tamam mı, hani nasıl denir, mis gibi...  Düşünsene... Yıllardır çekmecede duran inci kolyemi, boynuma takmayı bile ihmal etmemişim. Kucağımda ortasına geldiğim kitap... Elimde ise lezzeti fevkaladenin fevkinde bir fincan kahve illa  olacak... Yol var ya... Tıkır tıkır su gibi akmalı...  Tren  arada tatlı tatlı çufçuflamalı... Du bi… Sakın acele ettirme… İlkinde değil de üçüncü istasyonda inmeliyim. Bir kır kahvesinin eskimiş tahta sandalyesine ilişmeliyim. Düşünsene… Tepemde  ağaçlar varmış. İlkbaharın şu harikulade günlerindeyiz ya... Ah!.. Dalları bembeyaz ve pespembe çiçeklerle donanmış. Hey!.. Güneşin sıcacık ışınları birer eros oku gibi tenime değmeli...  Yüreğimde  ılık ılık sevda kıpırtıları hissedilmeli.


Acıkmışım. Kahvaltı yapmalıyım. "Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı."  Aynen Cemal Süreya'nın dediği gibi...  Gizliden Sezen Aksu’nun sesini duymalıyım. "Ben her bahar aşık oluruuuum." diye bir nakarat tutturmalıyım. Acaba bu şarkıyı Sezen Aksu mu söylerdi ki? Boşveeer! Neden hatırlamadım diye kafamı hiiç yormamalıyım. Sadece içime tatlı bir hüzün çöreklenmeli. Efkarlı efkarlı derinden bir "ahh!" çekmeliyim. Sonra farketmeliyim ki çayım bitmiş. Hemen kır kahvesindeki çilli çocuğa "Tazeler misin, demli olsun lütfen." diye seslenmeliyim... Kız belli bardakta tavşan kanı çayım gelmeli. Bardağı ince belinden sımsıkı kavramalıyım. Elim yansa bile bardağı tabağa bırakmamalıyım. Çayın kokusu aklımı başımdan almalı. Bir süre iç çekerek kendimden geçmeliyim." diye anlatıyorum sana. Susuyorum. O anda yüzünde hüzünlü bir bulut geziniyor. Durur muyum? Hemen sözlerimi komik makama çeviriyorum. Kıkırdıyorum. “Çayın yanında ne yiyorum bil bakalım?” diye soruyorum. Gözlerini koca koca açıyorsun. Düşünceli düşünceli yüzüme bakıyorsun. “Hiiç bilemezsin. Haybeye o güzel aklını yorayım deme.” diyorum. Şööyle gizlice etrafı kolaçan ediyorum. Sonra gizli bir sırrı paylaşıyormuş gibi usulca eğiliyorum. Kulağına… ” Elbette kendi elllerimle yaptığım, çamurdan köfte ile topraktan pasta.” diye fısıldayıveriyorum. “Hani çocukluğumda sokakta oynarken yapardım ya. Sadece ellerim değil, üstüm başım ne feci çamurlanırdı. Eve dönünce annem “ne bu pasaklı halin?” deyip kızar, koluma yumuşacık bi çimdik atardı. Ağlamazdım. Muzipliğe vururdum. Hemen gözlerimi şaşı yapardım. Şaşı gözlerle annemin gözlerinin içine nazlı nazlı bakardım. Gülerdi annem. "Deli kız! Yapma öyle!" derdi. Ah, dayanamaz, eğilir... Çamurlu yanaklarımı şapur şupur öperdi.” diyorum. Bu hayalim hoşuna gidiyor olmalı… Çünkü sadece dudaklarının değil, gözlerinin kenarları da gülümseyiveriyor. 



 “Hah şöyle! Korkacak bir şey yokmuş değil mi?” diyorum. “Görüyor musun “Acaba daha  kaç bahar göreceğiz?” diye düşünmenin tuhaf güzelliğini…  Baksana insanı durduk yerde nasıl silkeliyor. Eskimiş ömür bilgilerini, tüy gibi havalandırarak teker teker geri getiriyor. 32. İstanbul Film Festival'ine keyifle gittim. 33. süne acaba gidebilecek miyim? diye düşünmek beni kederlendirmiyor. Tam tersine hayatın harcanmayınca biriktirilmediğini farkettirerek yeni hayallere heveslendiriyor." diye sözlerimi bitiriveriyorum.



Yerimden kalıyorum. Boşalmış kahve fincanını elinden  alıyorum. İçimi ılık bir yorgunluk sarmış. O kır kahvesine gidipte dönmüşüm gibi. Üstelik karnım fena halde doymuş. Kendi ellerimle yaptığım çamurdan köfte ile topraktan pastayı, tek seferde  ağzıma atıp silip süpürmüşüm sanki:)