26 - Canan
Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri insanları seyretmeyi severim. Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.
İstanbul'a
sabah erken varmıştım. Harem'den Sirkeci'ye arabalı vapurla geçerken, şehrin
siluetini bozan o ucube gökdelenlere kederle baktım. Kıymeti bilinmeyen bir mücevherdi
İstanbul ve mütemadiyen taşlaşıyordu. Yüreğimi derin bir hüzün kaplamıştı.
Sirkeci'deki müşterimle görüşmemi yaptıktan sonra metrobüse binip, Kılıç Ali
Paşa Camii'nin önündeki durakta indim. Yılların Taksim Meydanı'nda da, ne
olacağını kestiremediğim düzenleme çalışmaları başladığını biliyordum. Kasım
başından itibaren, Taksim Meydanı'ndaki otobüs, taksi ve dolmuşların bekleme ve
yolcu aktarmalarında değişiklik yapılmıştı. Yürüyerek Tophane'den Boğazkesen
Caddesi'yle Finuz Ağa üzerinden Taksim'e çıkmayı kurmuş olduğumdan, tam bozahane
başına gelince,  başımı kaldırdığımda, nefeslenen genç bir kadınla göz
göze geldim. Kadın tebessüm ederek yürüdü. Peşi sıra gittim. O
anda bu genç kadını Ahmet Mithat Efendi'nin romanı Felâtun Bey ile Râkım Efendi
adlı romanındaki beyaz köle Canan olduğunu farz ettim.  Kitapta okuduğum
gibi uzun boylu, kara gözlü, kara kaşlı, ufarak ağızlı, güzel burunlu, hâsılı
kusursuz bir güzel idiyse de, bir vakitler gayet zayıf ve hastalıklı on dört
yaşında olduğundan  öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği gibi bir şey
değildi. Fakat neydi kızda o baygın bakışlar? Neydi o harika tebessümler? Râkıp
Efendi dayanamamış, o ihtiyarın yanındaki satılık beyaz cariye olan bu çerkez
kızını 100 altına satın almıştı. Çocukluğundan beri kendisine bakan sadık
dadısına can yoldaşı olsun diye satın aldığı için adını Canan koymuşlardı. Kızı
eğitip öğretmeye başlamışlardı. Kızın hâli günden güne değişip, Dadı Kalfa'nın
kadınlığı sayesinde üstü başı düzelmiş, hatta yüzüne de renk gelmiş, güzelliği
artmıştı. Mutfak işlerini gene Dadı Kalfa yapıyordu. Canan ise ortalığı
toparlıyor, haftada bir çamaşır yıkıyor, başka zamanlarda ise giyinmiş kuşanmış
olduğu halde dersleriyle, dikişiyle, piyanoyla  vakit geçiriyordu. Dadı
Kalfa, Canan'ı sever, Râkım Efendi ile evlenmesini arzu ederdi. Her ne zaman
bir moda kumaş çıksa, Dadı Kalfa Râkım'a rica ederek mutlaka aldırır, Canan
evde kendisine dikerdi. Ne giyerse kaşık gibi yakışırdı. Günden güne nazik,
tatlı dilli, şen bir kız olup çıkmıştı. Yüzünü gördükçe neşelenmemek ve aşık
olmamak imkansızdı. Doğrusu Türkçeyi gereği gibi değil, layıkıyla dahi öğrenmişti.
Ancak kendine özgü bir şiveyle konuştuğu için insanın içini tatlı tatlı
gıcıklardı. Râkım Efendi her ne kadar kıza kendisi Türkçe konuşmayı, okumayı ve
yazmayı öğretse, Madam Yosefino'dan piyano ve Fransızca dersleri aldırsa da,
Canan'ın yanında dadı olmadan sokak kapısından dışarıya çıkmasına razı değildi.
Yoo, yanlış anlaşılmasın, Râkım Efendi, Canan'ı odalığı gibi kullanmıyor, hatta
hafta geçmeden, Canan'ın kendisine özel olmak üzere en güzel çil paralardan
seksen kuruş veriyordu. İyi ama Canan parayı ne yapacak? Sokağa çıkmaz, hiçbir
şeye ihtiyaç görmez ki harcasın. Tamamen Dadı Kalfa'ya verip, kalfa da bunları
ayrıca biriktiriyor ve biraz kümelendikten sonra yine Râkım Efendi aracılığıyla
kıza bir yüzük veya bir saat, bir kordon, hasılı gereksiz eşyalardan bir şey
aldırıyordu. Sözü uzatmak ne lazım? Bir kibar kadın diyemeyiz ama - Çünkü
Canan'ın kocası yoktu- bir kibar kızdan daha iyi yaşamak, zavallı Canan'a nasip
olmuştu.  Yüz yıl öncesine kadar memleketimizdeki bazı kadınlar için bu yaşantı bir şans
gibi düşünülmekteydi. Çünkü 100 altına satın aldığı Canan'ı, sahibi
Rakım Efendi'nin Türkçe, Fransızca, okuma, yazma, piyano öğrendiği için çok
daha pahalıya satmaya hakkı vardı. Alıcı çıkmıştı zaten.  100 altına
aldığı  Canan'a, şimdi bin beş yüze teklif vardı.
   
Genç kadın 
Atlas Sinema'sının önünde durdu. Afişlere baktı. Pasaja girdi. Ardı sıra
 gittim. Bilet aldı. Ben de aldım. Sinema kalabalık değildi. Sıra başı 
bir koltuğa oturdu. Hemen arka çaprazına geçtim. Kadın
 oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Sanki "Ey sabâ esme nigârım" diye
 bir şarkı mırıldanmaya başladı. Şaşırdım. Tam o anda sinemanın  
ışıkları  karardı.   Film 
başladı.  Ben "Canan" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.
NOT:  Yazımın bazı cümlelerini Ahmet Mithat Efendi'nin  1875 yılında yazdığı Felâtun Bey ile Râkım Efendi adlı  kitabından alıntıladım. 
 25 - Belma Sebil
Suç ve Ceza
 Filmleri Festivali'nin filmlerinden birini seyretmek niyetiyle 
Beyoğlu'ndaydım.  Gösterime çok az vakit kalmıştı. Adını ilk kez 
duyduğum, yerini bilmediğim Beyoğlu Sinepop Sineması'nı acilen 
bulmalıydım. İstiklal caddesinde telaşla dolanıyordum ki Kallavi Sokağı 
tabelasını gördüm.  Kallavi Sokağı, Attila  İlhan'ın o güzelim  şiirinde
 geçen sokağın adı değil miydi? Evet, kesinlikle öyleydi. Kalakaldım. 
Acaba Attila İlhan'ın şiirinde bahsettiği Kallavi Sokağı, bu sokak 
olabilir miydi?  Mutlaka bu sokaktı. Çünkü bildiğim kadarıyla şair bu 
şiiri yazdığında Teşvikiye'de bir çatı katında yaşamaktaydı. Bir 
ilişkisi bitmişti.  Yalnızdı. Anlaşılamadığı için üzgündü. Rastgele bir 
kadın hayal ederek zehrini alacak bir sevgiliye ihtiyaç hissetmişti. Ve 
Kallavi Sokak'ta o kadını görmüştü. O  kadın ise şairi görmemişti. Şair 
belki kapıları çalıp adını sormuştu. Söylememişlerdi, öğrenememişti. 
Attila İlhan o kadını Kallavi Sokağı'nda görmüştü.  Belma Sebil adını o 
kadına yakıştırmıştı. Bir daha görmediği, bilmediği o kadına bir isim 
vermiş, o kadın için şiir söylemişti. Aklına geldikçe her sefer 
gözlerinin mavisini bitirmişti. Saçlarının siyahına başlamştı. Ben  Suç 
ve Ceza Filmleri Festivali'nin  filmlerinin seyredildiği Beyoğlu Sinepop
 Sineması'nın bulunduğu yeri ararken, tesadüfen Kallavi Sokağı'na 
rastlamıştım. Karanlık bir İstanbul günüydü. Bir esnaf kahvesine 
çöktüm.  Tam o anda sanki önümden mavi gözlü, siyah saçlı  bir kadın 
geçti. O beni görmedi. Kapıları çalıp adını kimselere sormadım. O kadını
 ben Kallavi Sokağı'nda gördüm ya, adının Belma Sebil olduğunu farzettim. Oturduğum sandalyeden kalktım, kadının peşi sıra yürümeye başladım. Tuhaf.  Adının Belma Sebil olduğunu
 farzettiğim kadın, bir zamanlar  binlerce filmde "sinema bir 
şenliktir"  ruhu geçiren, şimdi ise yıkım kararı sebebiyle  yaşadığı 
azap ve işkenceye kararlılıkla direnmeye devam eden Emek Sineması'nın olduğu sokağa daldı. Emek Sineması'nın
 önünde durdu. Ben de durdum. Emek Sineması'na üzüntüyle baktı. Ben de 
üzüntüyle baktım. Yürüdü. Sokağın sonundaki binanın kapısından koşar 
adım girdi. Şaşırdım. Burası benim aradığım Beyoğlu Sinepop 
Sineması'ydı. Hemen arkasından koşturdum. Bilet aldı. Ben de aynı filme 
bilet aldım. Salon boştu. Kadının arka çaprazındaki koltuğa oturdum.
Ceketini çıkardı. Boş olan yan koltuğa katlayıp koydu. Çantasını açtı. Bir kitapla kalem çıkardı. Arasına kağıt sıkıştırdığı bir sayfasını açtı. Okumaya başladı. Derin bir iç çekti. Elindeki kalemle bazı dizelerin altını itinayla çizdi. Meraklandım. Eğildim. Kitaba baktım. Sadece altını çizdiği dizeleri okuyabildim. Biri "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular." dizesiydi. Diğeri "Yalnızlıklarımda elimden tuttular." iken, sonuncusu ise "Gerçek değiller birer umuttular." idi. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Belma Sebil" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
 Belma Sebil adlı şiiri ( Attila İlhan'ın kendi sesinden)   BURADA
24 - Vedia
  Rüzgâr yoktu ve güneş çıktığı için soğuk epeyce kırılmıştı. İstanbul'daydım. Beyoğlu'nda, Emek Sineması'nın  önündeydim. Son zamanlarda yolumu her Beyoğlu'na düşürdüğümde, Emek Sineması'na mutlaka uğrar olmuştum. Geçmişte Emek Sineması'na gelmiş, filmler izlemiş nice seyircilerden biriydim. Şimdi bir mucize olsun, 1884
 yılında mimar Alexeandre Vallaury tarafından inşa edilen, 1924 yılından
 sonra sinema olarak kullanılmaya başlanılan, tarihi Emek Sineması'nın
 yıkılması kararından vazgeçilsin, yerine tüketim çılgınlarının mabedi 
yeni bir alışveriş merkezi açılmasın, sinema elden geçirilsin, sinemanın kapıları yeniden açılsın, içeriye gireyim, fuaye salonunda 2012 yılının Filmekimi afişleri
 asılı olsun, sinemanın perdesi, koltukları yerli yerinde olsun, borok 
ve rokoko bezeli yaldızlı tavan ve duvarlarına, perdesinin iki yanınında
 yer alan melek heykellerine bakarak hayallere dalayım, salonu tıklım 
tıklım dolduran  875 sinema severle birlikte, filmin başlamasını 
heyecanla bekleyeyim istiyordum. Ne yazık ki Emek Sineması'nın kapısı kapalıydı. Üzerinde demir parmaklıklar vardı. Üzgündüm. Gözlerim buğulanmıştı. 
Seyretmek için geldiğim filmin başlamasına çok az vakit kalmıştı. Acele acele yürümeye başladım. Emek Sineması'nın bulunduğu sokağın köşesinde, beyaz kemerli, bol ve kısa etekli genç bir kadın duruyordu. Beni görünce gülümsedi. Burasının İstiklal Caddesi olup olmadığını sordu. Söyledim. Konuşurken çekinmedim, dikkatle yüzüne baktım. Değişik bir tipi vardı. Koyu sarı saçlar altında pembe ve taze, renkli bir yüzdü bu: Ucu sivri ve biraz yukarı kalkık, ince, kanatları dar ve yapışık, ufak bir burun. Dudakları kalınca ve biraz kabarık, fakat biçimli ve güzel bir çenenin derhal tashih edeceği büyücek bir ağız. Sahibi nefes alırken büyüyen ve nefesini bırakırken süzülen yeşilimsi gri gözlerini farkedince, bu genç kadının, Peyami Safa'nın Biz İnsanlar adlı romanındaki Vedia olduğunu farzettim. Babasını dokuz yaşında, annesini on iki yaşında iken kaybetmişti. Talihsiz kızdı şüphesiz. Çok bedbaht kızdı. Halasının yanında oturuyordu, onu çok severdi, iki sene sonra halası da öldü. Amcasının yanına geldi, o da öldü. Yirmi üç yaşında olan Vedia, amcasının eşi, sinir hastası Samiye yengesiyle ile birlikte yaşıyordu. Vedia, hassas yapıda, melankolik bir genç kadın olduğu için, yengesi hiç bir konuda onu zorlayamıyordu.
Otuz beş milyon insanı öldüren, yüzlerce büyük şehri ve binlerce köyü harap eden, memleketleri mahveden ve bütün milletleri açlığa, sefalete mahkum eden büyük, canavarca, korkunç Dünya Harbinin başlangıcından beri altı sene geçmişti. İstanbul işgalci devletlerin istilası altındaydı. İstanbul'da zengin halktan bazıları, işgalci devletlerle işbirliği içindiler. Kadınlar ne durumdaydı peki? Mesela Vedia? Ecnebilerle içli dışı bir yalıda yaşıyordu. Yengesine göre çoktan evlenmesi gerekiyordu. Vedia'ya erkeğin ev arkadaşı olmak ve analık fonksiyonları kâfi gelmiyordu. Ne yani? Kadın, muharrik kuvveti aşk olan bir kuluçka makinesi miydi? Erkekte kafa ve karakter aranmalıydı. Acaba erkeklerde kafa ve karakter yan yana çok az mı gelmekteydi? Yalıya gidip gelen, hasbihal ettiği Avrupalı erkekler, ilk bakışta ideal gibi görünmekteydiler. Kadınlarla rahat konuşuyorlar, kadınlar da yanlarında rahat davranabiliyorlardı. Bir kere hepsi, hangi meslekte olurlarsa olsunlar, muhakkak, kendi memleketlerinin edebiyatını adım adım takip ediyorlardı. Her yazar, her eser hakkında mutlaka bir fikirleri vardı. Ancak görüşme sıklaştıkça, Vedia, hep ezberlemiş gibi konuştuklarını farketmeye başlamıştı. Tanıdığı Türk erkekleri arasında ise, hakiki münevver, kadınla her konuda rahatlıkla muhabbet edebilecek erkek sayısı azdı. Çevresindeki erkeklerden birini seçip evlenmesi konusunda yengesinin ısrarı olmasa, mümkündür ki hiç biriyle evlenmeyi düşünmezdi. Keşke bir erkek gibi okullara gidebilseydi... Keşke çalışabilseydi. Piano dersleri verebilirdi, Fransızca dersleri ya da kız mekteplerinde biraz edebiyat mesela... Ya da seyahat edebilse, yalnız başına dağlar, taşlar aşabilseydi. Tanıdığı erkekler, bütün kederlerinin tesellisini kadınlarda arıyorlardı. Vedia'ya erkekle kadın münasebetinin an'anevi şekli üstünde kalabilmesi mümkün görünmüyordu. Herkese doğal ve samimi davranınca, hangi erkeğe ne kadar meyli var, anlaşılmıyordu ya, insan birini sevip sevmediğini anlayamaz mıydı? Sevgi ne demekti? Sevginin bin hali ve bin şekli yok muydu? Acaba Vedia kararsız biri miydi? Gerçekten düşünüldüğü gibi ruhunun terkibi ve muvazenesi mi bozulmuştu? Yoksa hayat; ve manası şu muydu: İçinde zindan, bahçe, cennet, cehennem, herşey olmak. Peki ya annelik? Anne olmanın kederi de vardı, saadeti de vardı. İdeal evlilik, ideal hayat, ideal erkek nasıl olmalıydı? Hayat neydi? Bir oyun ve eğlence miydi? Bir muamma ve bir düşünce mi? Mütemadiyen tereddütler, şüpheler, korkular... Acaba muhiti ve yaşama tarzı değişseydi, Vedia'nın huyu da değişir miydi? Acaba biz insanlar için hayatımız mı karakterimizin mahsulüydü, yoksa karakterimiz mi hayatımızın? Yoksa aynı memleketin hürriyet arayışı gibi, memleket kadınlarının geçmişin gelenekleriyle istila edilmiş ruhu da hürriyet arayışında mıydı?
Seyretmek için geldiğim filmin başlamasına çok az vakit kalmıştı. Acele acele yürümeye başladım. Emek Sineması'nın bulunduğu sokağın köşesinde, beyaz kemerli, bol ve kısa etekli genç bir kadın duruyordu. Beni görünce gülümsedi. Burasının İstiklal Caddesi olup olmadığını sordu. Söyledim. Konuşurken çekinmedim, dikkatle yüzüne baktım. Değişik bir tipi vardı. Koyu sarı saçlar altında pembe ve taze, renkli bir yüzdü bu: Ucu sivri ve biraz yukarı kalkık, ince, kanatları dar ve yapışık, ufak bir burun. Dudakları kalınca ve biraz kabarık, fakat biçimli ve güzel bir çenenin derhal tashih edeceği büyücek bir ağız. Sahibi nefes alırken büyüyen ve nefesini bırakırken süzülen yeşilimsi gri gözlerini farkedince, bu genç kadının, Peyami Safa'nın Biz İnsanlar adlı romanındaki Vedia olduğunu farzettim. Babasını dokuz yaşında, annesini on iki yaşında iken kaybetmişti. Talihsiz kızdı şüphesiz. Çok bedbaht kızdı. Halasının yanında oturuyordu, onu çok severdi, iki sene sonra halası da öldü. Amcasının yanına geldi, o da öldü. Yirmi üç yaşında olan Vedia, amcasının eşi, sinir hastası Samiye yengesiyle ile birlikte yaşıyordu. Vedia, hassas yapıda, melankolik bir genç kadın olduğu için, yengesi hiç bir konuda onu zorlayamıyordu.
Otuz beş milyon insanı öldüren, yüzlerce büyük şehri ve binlerce köyü harap eden, memleketleri mahveden ve bütün milletleri açlığa, sefalete mahkum eden büyük, canavarca, korkunç Dünya Harbinin başlangıcından beri altı sene geçmişti. İstanbul işgalci devletlerin istilası altındaydı. İstanbul'da zengin halktan bazıları, işgalci devletlerle işbirliği içindiler. Kadınlar ne durumdaydı peki? Mesela Vedia? Ecnebilerle içli dışı bir yalıda yaşıyordu. Yengesine göre çoktan evlenmesi gerekiyordu. Vedia'ya erkeğin ev arkadaşı olmak ve analık fonksiyonları kâfi gelmiyordu. Ne yani? Kadın, muharrik kuvveti aşk olan bir kuluçka makinesi miydi? Erkekte kafa ve karakter aranmalıydı. Acaba erkeklerde kafa ve karakter yan yana çok az mı gelmekteydi? Yalıya gidip gelen, hasbihal ettiği Avrupalı erkekler, ilk bakışta ideal gibi görünmekteydiler. Kadınlarla rahat konuşuyorlar, kadınlar da yanlarında rahat davranabiliyorlardı. Bir kere hepsi, hangi meslekte olurlarsa olsunlar, muhakkak, kendi memleketlerinin edebiyatını adım adım takip ediyorlardı. Her yazar, her eser hakkında mutlaka bir fikirleri vardı. Ancak görüşme sıklaştıkça, Vedia, hep ezberlemiş gibi konuştuklarını farketmeye başlamıştı. Tanıdığı Türk erkekleri arasında ise, hakiki münevver, kadınla her konuda rahatlıkla muhabbet edebilecek erkek sayısı azdı. Çevresindeki erkeklerden birini seçip evlenmesi konusunda yengesinin ısrarı olmasa, mümkündür ki hiç biriyle evlenmeyi düşünmezdi. Keşke bir erkek gibi okullara gidebilseydi... Keşke çalışabilseydi. Piano dersleri verebilirdi, Fransızca dersleri ya da kız mekteplerinde biraz edebiyat mesela... Ya da seyahat edebilse, yalnız başına dağlar, taşlar aşabilseydi. Tanıdığı erkekler, bütün kederlerinin tesellisini kadınlarda arıyorlardı. Vedia'ya erkekle kadın münasebetinin an'anevi şekli üstünde kalabilmesi mümkün görünmüyordu. Herkese doğal ve samimi davranınca, hangi erkeğe ne kadar meyli var, anlaşılmıyordu ya, insan birini sevip sevmediğini anlayamaz mıydı? Sevgi ne demekti? Sevginin bin hali ve bin şekli yok muydu? Acaba Vedia kararsız biri miydi? Gerçekten düşünüldüğü gibi ruhunun terkibi ve muvazenesi mi bozulmuştu? Yoksa hayat; ve manası şu muydu: İçinde zindan, bahçe, cennet, cehennem, herşey olmak. Peki ya annelik? Anne olmanın kederi de vardı, saadeti de vardı. İdeal evlilik, ideal hayat, ideal erkek nasıl olmalıydı? Hayat neydi? Bir oyun ve eğlence miydi? Bir muamma ve bir düşünce mi? Mütemadiyen tereddütler, şüpheler, korkular... Acaba muhiti ve yaşama tarzı değişseydi, Vedia'nın huyu da değişir miydi? Acaba biz insanlar için hayatımız mı karakterimizin mahsulüydü, yoksa karakterimiz mi hayatımızın? Yoksa aynı memleketin hürriyet arayışı gibi, memleket kadınlarının geçmişin gelenekleriyle istila edilmiş ruhu da hürriyet arayışında mıydı?
Şaşılacak şey!.. Genç kadın, Atlas Sineması'nın bulunduğu pasaja girdi, benim seyretmeyi düşündüğüm filmin gösterileceği salonda, tam yanımda oturdu. Koşarak sinemaya gelirken terden ıslanarak birbirine yapışmış sağ yanağının üstüne uzanan saçlarıyla, bahçede ip atladığı için terlemiş ve hemen koltuğa oturmuş genç bir kız çocuğunun masum, hırçın ve sevimli portresini veriyordu. Genç kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Kucağına koyduğu çantasını açtı. İçinden bir defter çıkardı. Rastgele bir sayfasını açtı. Göz ucuyla baktım. Gözüme şu satırlar ilişti: "Ne güzel gün! Bu sabah rıhtımda dolaştım ve büyük nefeslerle denizi içime çektim, çektim." Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Vedia" olduğunu farzettiğim genç kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Peyami Safa'nın  Biz İnsanlar adlı romanından  alıntıladım. 
23 - Hatice
Feleğin bir kıyağı sayarım. İstanbul Film Festivali'ne
 gitmeye her daim illa doğum günümde başlarım. Erkenden kalkarım. En 
güzel giysilerimi giyerim. İstanbul'a varır varmaz, arabamı park ettiğim
 gibi, Beyoğlu'nun girişindeki çiçekçilere yollanırım. Elimde bir kucak 
çiçek... Yolu usulca, Emek Sineması'na doğru adımlarım. Artık ne yazık ki, Emek Sineması'nda film seyredebilmem mümkün değil. Kapalı. Çünkü alışveriş çılgınlarına bir mekan daha eklemek için, Emek Sineması'nın 
 yıkılmasına hükmetmiş birileri... Oysa Emek Sineması'nda anıları olan, 
Emek Sineması'nı sinema anıtı olarak gören insanların kişisel 
tarihlerine ve hatıralarına hürmet etmelilerdi. 1924 yılından bu yana 
var olan sinemayı aynen alıp, yeni yapacakları alışveriş merkezinin 
tepesine iliştireceklerini söylüyorlarmış. Mümkün mü? Senelerden beri 
binlerce filmin görüntü ve seslerinin yankılandığı, bir seferde 800  
sinemaseverin duygularının beyaz perdesinin, duvar ve tavan süslerinin 
içine saklandığı tarihi bir mekan Emek Sineması... İlla koruma 
altına alınmalı. Geçen seneki İstanbul Film Festivali zamanıydı. 
Aylardan gene Nisan'dı.  Bu düşüncelerle, doğum günümde seyredeceğim ilk
 festival filmi için cebimdeki biletleri çıkardım. İlk filmin biletini 
buldum. Salona girip yerime oturdum. Ön çaprazımda kalan  kumral güzeli 
genç bir kadın dikkatimi çekti. Kadın kulaklarındaki firuze küpeleri 
çıkardı. Pırıl pırıl elmas küpeler taktı. O anda bu genç kadının Memduh Şevket Esendal'ın Bir Kucak Çiçek adlı kitabındaki öykülerden birindeki kahramanı Hatice
 olduğunu farzettim. Hani, iki kardeş çocuklarıydılar da, çocuk Yüksek 
Öğretmen'de okuyordu. İki yıl sonra bitirince, Denizli'ye babasının 
yanına gidecek, babasının çifti çubuğu ile uğraşacaktı. Kız ise Lise'de 
okuyordu. Lise'yi bitirecek. Sonra? Sonra... Hiç, evde oturacak! Koca 
bekleyecek. İyi bir adam isterse, babası da verirse, varacak. Kızın 
babasının, dedelerden kalma konağının iç bahçesinde, yüksek ağaçların 
aydınlık yeşil gölgesinde, arka duvara yakın konmuş bir tahta sıra 
üstünde yan yana oturmuş, konuşuyorlardı. Çocuk muhabbetin bir yerinde, 
gelecekte İstanbul'dan bir kızla yani karşısında duran kumral güzeliyle 
evleneceğini şakayla karışık söylemişti. O gece Hatice'ye pireler 
üşüşmüştü. Sahi mi söylemişti acaba? Ne bilsin? Söylerken sanki alay 
ederek söylemişti. Bu lakırtı olduktan bir kaç gün sonra çocuk gitti. 
Aradan günler hatta aylar geçti. Hiç haber gelmedi. Çocuğun okumaya 
gittiğini öğrendi. Aradan bir kaç yıl geçti. Çocuk ne geldi ne haber 
gönderdi. Anlaşılan  eğlence olsun diye söylemişti. Kızın içindeki umut 
büsbütün ölmedi. Ufacık bir kıvılcımla yeniden tutuşup parlamak üzere 
söndü. Kızı isteyenler oldu. Varmadı. Çocuğun okulunu bitirdiğini 
öğrendi. Ve bir gün çocuk genç kızın evine geldi. Yıllar sonra çocuğu 
görünce içinde acı bir sevinç doğdu. Kıza tuhaf haller oldu. Çocukla 
yalnız kalmamak için özel çaba sarfetti. Çocuk, o tahta sırada kızı 
günlerce bekledi. Kız yanına gidip oturmadı. Çocuk evdeyken 
arkadaşlarına gitti. Gece eve geç döndü. Yatağa girince neden böyle 
yaptığını anlamıyordu. Çocuğa soğuk durduğu için üzülüyordu. Ancak ondan
 kaçmanın yırtıcı duygusu, yırtıcı tadı onu bırakmıyordu. Bir hafta 
sonra çocuk, kız evde yokken, kıza selam bırakarak aniden gidiverdi. 
Ertesi gün kızı görenler sararmış, yorgun buldular. Aslında genç kız, 
çocuğun bir gün söylediği  bir sözden bu denli umuda düşmesini gülünç 
buluyordu. Ama içinde bir şey vardı. Avunamıyordu. Odasına kapandı. 
Kimseyle konuşmak istemiyordu. Genç kız fena hastalandı. Yataktan 
çıkamaz oldu. Ateşi çıkmış, tir tir titriyordu. Dahası ölmek istiyordu. 
Doktor ne yapsa düzelmedi. Çocuk ise kendisiyle ilgilenmeyince, kızın 
bir sevdiği olduğuna hükmetmiş, içini açamamış, evlenmek istediğini 
söyleyememiş, daha fazla rahatsızlık vermemek için çekip gitmişti. Kızın
 hastalandığını öğrenince uçtu geldi. Çocuk gelir gelmez kız hemencecik 
iyileşti. Çocuğun senelerce önce ettiği lakırtı gerçekleşti. Memduh 
Şevket Esendal'ın otuz altı sayfalık uzun ve şahane öyküsündeki 
kahramanı Hatice nihayetinde bu çocukla evlendi. Sinemedaki genç kadına 
bir kez daha dikkatle baktım. Çok güzeldi. Bu kadın, güzelliği tez geçen
 kadınlardan değildi. Kocaya vardığının ikinci yılında, bir yaşında 
tosun gibi bir de oğlu varken, düğünlerde gören bir takım hanımlar onu 
kız sanıp alıcı çıktılar. Yaradan övmüş de yaratmıştı sanki. Güzelliği 
arttıkça artmış, evlenince kat kat gerdanlanan kadınlardan olmamıştı. 
Kocasının sevgisi artmış, genç kadın güzelliğinin kıvancını yaşarken, 
birdenbire bir kara gün geldi. Ağızlarının tadı bozuldu. Kocası... Genç 
kadına nasıl yapabilmişt? Gözleriyle görmemiş olsa... Duymuş olsa... 
İhtimal vermeyebilirdi...  
Genç kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Kucağına koyduğu çantasını açtı. İçinden bir mendil çıkardı. Yanaklarından dökülen yaşları belli etmemeye çalışarak silmeye başladı. Baktım. Gözleri neşeyle ışıldıyordu. Döktüğü sanki keder değil sevinç göz yaşlarıydı. Elini boynuna götürdü. Şaşırdım. Bir kurşun parçasını altın bir yuvarlak içinde boynunda taşıyordu. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Hatice" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Memduh Şevket Esendal'ın  Hatice adlı öyküsünden  alıntıladım. 
22 - Figen
Geçen sene, İstanbul Film Festivali
 için  seçtiğim filmleri seyretmek niyetiyle sabah erkenden İstanbul'a 
gitmiştim. Sıcacık bir ilkbahar günüydü. Arada elimi gözlerime siper 
edip gökyüzüne bakıyor, bir yandan da  acele acele Beyoğlu'nda 
yürüyordum. O koca maviliğin içinde beyaz bulutlar resmen kovalamaca 
oynuyordu. Ah! Güneş... Şaşkın ya!  Hani vardır ya görücüye çıkmaktan 
utanan mahcup köy kızı hali... Hahh işte! Başını bulutların arasına 
muzipce bir sokup bir çıkararak, resmen benimle eğleniyordu. En son öyle
 bir dikmişim ki gözlerimi güneşe, Emek Sineması'nın kapısına 
geldiğimde, bir süre insanları seçemedim. Ortam tabiyatıyla çok 
kalabalıktı. Uzun bir bilet sırası vardı. Benim biletim cebimdeydi. 
Hemen sinemaya dalabilirdim.  Durdum. Girmedim. İnsanlara çarpmamak için, gözlerimin kamaşmasının geçmesini beklemeye karar verdim. Duvara sırtımı dayadım. İster istemez konuşulanları duyuyordum. Gözüm
 seçmese bile, yanımdaki çiftin muhabbetini çok iyi işitiyordum.  Çocuk 
"..Yok o zaman çet kanalları ve aysiiku yaygındı. İşte bizim kanalda 
konuştuğum bir kızla buluşmuştuk.... Korkunç bir tecrübeydi... Kız bi 
geldi, yazdıklarıyla alakası yok, korkunç bir özgüven filan... Çok pis 
hayal kırıklığı yaşamıştım..."  gibi bir şeyler söyledi. Gözlerimi 
ovuşturarak baktım. Konuşan, uzun boylu, gözlüklü bir gençti. "Sen 
buluştun mu peki kimseyle böyle?" diye sözlerine devam etti. Şaşkınlıkla
 "Ben mi? Ben... Yok... Sanırım buluşmadım." diyen yanındaki kıza 
baktım. Net olarak görebildim. Kahküllü kızıl saçlarına beyaz bir bant 
takıyordu. Kocaman gözleri hüzünlü  hatta kederli bakıyordu. "Sanırım 
derken?" diye soran genç adama "Yani... Ben bazen eskiyi çok iyi 
hatırlamayabiliyorum. Öyle bir sorunum var... Boşver şimdi... Ama 
buluşmadım yani..." deyince, bu kızın Ersin Karabulut'un Sevgili Günlük adlı çizgi romanındaki kahramanı Figen olduğunu
 farzettim.  Feysbuk'tan mesajlaştığı çocukla ilk kez buluşmuştu. 
Haliyle insan tanımadığı biriyle ekran başındaki gibi konuşamıyordu. Bir
 kafeye gitmişler, çocuk anlatmış kız dinlemişti. Tatlı bir ürkeklik 
vardı çocukta. (ama asla çocuksu ya da nasıl söyliyim, mıymıntı bi şey 
değil bu...) Mesela yürürken ellerinin bir kaç kez birbirine değmesinden
 rahatsız olmuştu. Ama aslında belki de kız rahatsız olur diye 
çekiniyordu. Kızın kafası karışıktı. Geçmişinde yaşadığı bazı anılarını 
hatırlamıyordu. Şehirli, orta halli, çocuklarına değer veren ve 
özgürlüklerine hürmet eden bir ailenin kızıydı. Genç kız ise,  anne 
babanın her söylediğinin ters geldiği, beğenilmediği, sonra bu 
düşüncelerinden suçluluk hissedilen yaşın merkezindeydi. Çocuk 
büyütürken, ailenin her durumda çocuklarının yanlarında olmaları, 
sabırlı davranmaları ne mühimdi. Genç kızın  yaşadığı günlük hayatında, 
internette gelişen sosyalleşme ortamları ve cep telefonlarıyla 
mesajlaşmak artık çok doğal kabul ediliyordu. Arkadaşları arasında 
aracılık durumları, yalanlar kullanılıyor, kadın erkek ilişkilerinde 
terk edilme ya da aldatılma endişesi içinde, mutsuzluğun eşiğinde 
yaşanıyordu. Genç kızın ailesinde, dedesinden bu yana,
 günlük tutmak adet gibi bir şeydi. Acaba bu çocuk hakkında bir şeyleri 
günlüğüne bahsetmiş miydi? Hayatında başka biri var mıydı peki? Ya günlüğünden koparılan o tek sayfanın sırrı neydi? 
Emek Sineması'nın yıllanmış koltuğuna yerleşirken, kimbilir bu koltuklarda kimler oturdu bugüne kadar diye aklımdan geçirdim. Bir şehre özellik katan mekanlar, o mekanlarda anıları olan insanların kişisel tarihleri için ne kadar mühimdi. Genç kız boynuna çaprazlama taktığı çantasını çıkardı. Pembe ceketinin düğmelerini açtı. Yalnızdı. Yanımdaki boş koltuğa oturdu. Kucağındaki çantanın içinden bir defter çıkardı. Birşeyler yazdı. Merakla gözucumla baktım. Ne başını ne sonunu... Sadece "Sana tekrar yazana kadar beni unutma olur mu sevgili günlük?.." diye yazdığı son cümlesini okudum.Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Figen" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Ersin Karabulut'ın  Sevgili Günlük adlı çizgi romanından  alıntıladım. 
21 - Muhsine
O gün !F Uluslararası Bağımsız Film Festival'i için sabah erkenden kalkıp İstanbul'a gitmiştim. Aynı gün içerisinde seyredeceğim üç filmden ilki için, Emek Sinema'sının emektar kapısından hızla girdim. Emek Sineması'nın yıkılıp yerine alışveriş merkezi açılacağını duymuştum. Hüzünlüydüm. Küçüklüğümden beri, iyi ve kötü günümde beni hiç yalnız bırakmayan melankolime sarınıp koltuğuma oturdum. Film başlamak üzereydi. Geç kalan seyircilerin yer bulma telaşlarını izlerken onu gördüm. Genç bir kadındı. Sıranın başında endişeyle biletini kontrol ediyordu. Dikkatle baktım. Tuhaf görünüyordu. Kınalı saçlarını saldığı omuzuna, çimen yeşili tırtıl oyalı koyu şarap rengi yemeni dolamış, lacivert lahuri kumaştan geniş hırkasını sırtına geçirmişti. Zamane kadınlarına benzer bir yanı yoktu. Kaşlarının üstüne rastık şerbeti gezdirilmiş, gerdanında, yanakta, renksiz kalmış benleri ile kirpiksiz göz kapaklarını sürmeyle gölgelendirilmiş olduğunu görünce, iyice garipsedim... O anda bu genç kadının Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Gulyabani adlı öyküsündeki Muhsine olduğunu farzettim. Annesi babası erken ölmüştü. Fukaralık ayıp değil ya, mal mülk olarak, kızlarına bir damla bırakmamışlardı. Genç yaşında komşuların eline kalınca, eşya düzmüşler, telleyip, duvaklayıp tanımadığı bir adamla evlendirmişlerdi. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıkmıştı. O arı, genç kadın çiçek, o burgu, genç kadın tahta. Tanrının günü haşlar, genç kadının canını yakardı. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döverdi. Tamıtamına üç sene dayağını yemiş, kahrını çekmişti. Sonunda artık illallah canıma tak etti demiş, bohçasını bağladığı gibi evden kaçmıştı. Boşanmış, kurtulmuştu. İlahi adalet... Zalim adamın ettiği yanına kalmamıştı. Bir gün meyhane masalarında can vermişti. Genç kadın taze bir duldu artık. Rahat koyarlar mı? Elbette isteyenleri çok olmuştu. Ama kocadan yana canı yanmıştı ya, bir zaman kimselere varmak istememişti. Elde yok, avuçta yok. Neyle geçinsin? Bir kibar konağında hizmetçilik etmeye başlamıştı. Haftasına kalmadan evin beyi, merdiven aralığında sıkıştırmaya kalkınca, adamın izbandut gibi kuvvetli kollarının arasından zor kurtulmuş, ertesi gün tası tarağı topladığı gibi kaçmıştı. Gene öyle iki eli böğründe, açıkta kalmıştı. Kadın olmak ne zor meseleydi!.. Hele genç bir dulsa... Hele bir de yoksullukta varsa... Hayat süründürüyordu böylelerini... Ama du bakalım... Gün doğmadan neler doğardı... Umut, kadının ve fukaranın ekmeği... Küçüklüğünden beri onu tanıyan bir ana dostu, çalışabileceği uygun bir yer bulduğunu söylemiş, genç kadını Yedi Çobanlar Çiftliği diye bir yerdeki, yıkılmaya yüz tutmuş üç katlı bir köşke götürüp bırakmıştı. Tembihlenmişti. Her gördüğünü bilmeye uğraşmamalı, her işittiğini merak etmemeliydi. İşi kolaydı kolay olmasına ama bu köşkün perili olduğu kulağına gelince korkmaya başlamıştı. Bu duruma alışmalıydı. Ne demişlerdi? Bu dünyada perisiz, cinsiz bir yer olmazdı. İyi saatte olsunlar, onlar zarar etmeyene fenalık yapmazlardı. Baş kalfa bir bir anlatmıştı. Destur demeden pencereden aşağıya tükürülmemeli, mavi esvap giymemeli, uçkurunu Kıbleye karşı bağlamamalı, yatağını duvar kenarına yapmamalı, akşamları saç örgülerini çözmeli, gözlerini birbiri üzerine yedi defa kırpmamalı, onu korkuttukları vakit ayak başparmaklarının tırnaklarını birbiri üstüne sürtmeli, iki eliyle kulak memelerini tutmalı, bir demir bulursa üzerine basmalı, gerekirse "Emret ey cin! Hazırım," diye bağırmalıydı.
Genç kadın ayağıma basarak önümden geçti. Yanımdaki boş koltuğa, acımı farketmeden yerleşti. Küçüklüğümden beri iyi ve kötü günümde, beni hiç yalnız bırakmayan, elbette, sadece melankolim değildi. Ya peki oyuncu ruhuma ne demeli? Genç kadın ayağıma basmış, özür bile dilememişti. Canımı fena yakmıştı. Hiç duraksamadım. Aklıma geleni hemen yaptım. İlkin sesime buğulu bir akort çektim. Sonra elimdeki patlamış mısır kutusunu, burnunun ucuna kadar uzatarak, "Alsana!" dedim. Sürmeyle gölgelendirilmiş gözlerini korkuyla kocaman açtı. Şaşkınlıkla bana baktı. Aldırmadım. Sol kaşımı kaldırdım. Ezberimdeki maniyi, fısır fısır kulağına söyledim. "Ben periyim sen insan... Muhabbetime inan... Kabul et, inat etme... Sonra olursun pişman." Hemen iki eliyle kulak memelerini tuttu... Yüzüme "Destuuurrr!" diye üfledi. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Muhsine" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.













 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder