hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2017 Perşembe

Vakit Çok Geç Olunca...

“Bana bu gece bir hikaye anlatır mısın? Eskiden olduğu gibi.”
“Elbette.” Ceketini çıkartıp yanıma kıvrıldı babam.  “Sana eğlenceli bir masal anlatayım öyleyse.”
“Hayır. Hüzünlü bir hikaye anlat bana.”
“Hüzünlü mü? Niye ki?”
“Babacığım,” dedim. “Sen de biliyorsun, vakit mutlu hikayeler için çok geç.”
Alper Canıgüz /Cehennem Çiçeği /Sayfa 174

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Ve Hayat Ve Rüya Ve Ölüm


“Gel bu akşam misafirim ol. İki şiir atalım. Ben de ayıptır söylemesi klarnetle bir hicaz geçerim. Ah!.. Vapurlar iskeleye yanaşıp kalkar. Bööyle motör sesleri dinleyelim. Balıklar ağlarken bir of ülen offf çekelim.”

İster inanın ister inanmayın… Hiç duraksamadan… Ve takır takır… Bu Sadri Alışık tadında lakırtılar eden bendim. Yooo… Bakmayın böyle çatır çatır yazdığıma. Misal sizinle karşı karşıya gelsek var ya… İki lafı bir hizaya getiremeyeceğim gibi, mahcubiyetimden ya dilim tutulur ya da kekeleyebilirim. Öyle heyecanlı ve utangaç bir bünyeye sahibim.

İyi ama ne diyordum ben Allahaşkına? Mühimi kiminle muhabbet ediyor, kimi ikna etmeye debeleniyordum. Ortada sebebini bilmediğim bir matem havası vardı. Ben ise hüzünlü ama sakin görünüyordum. İyi de neler oluyordu? Vaziyetime anlam veremiyordum. Buraya üç soru yazdım ama… Ohooo… Kendimi onlarca gerekli gereksiz sorularla fiştekliyordum. Hayır, eğer bir Türk filmi çekimi varsa, kamera niye hep benim suratımı zumlamaktaydı ki? Arada ucunu döndüreydi ya etrafa… Kiminle konuştuğumu fena halde merak etmekteydim. Hey!.. Elbette ya… Demek ki sonuna gelmiştim. Az sonra filmin esrarengiz jönü görünecekti belki. Ne bileyim? Sanırım bu sürpriz dolu final bozulsun istemedim. Zihnimin içinde ters takla atan soruları bir hışımla susturuverdim. Akabinde içime hicranlı bir bakış sarkıtıverdim.

Yüzlerce film seyretmiştim. Hayat bir sahne demezler miydi? Demeki şimdi sıra bendeydi. Belki kendi kendime oynadığım oyunlardan birinin baş rolündeydim. Hal böyleyken, elbette bazı filmlerde gördüğüm, o cafcaflı kıptiyoz dümbeleklerin koftiden rol kesmeleri gibi hareket etmeyecektim. Madem matem vardı ortalıkta. Şakkadanak yerli yerine oturacak, en bi kral kasımpatı demeti tadında sinema repliklerinden söyleyecektim. İnanamıyordum kendime. Nasıl olduysa o replikleri hatırlamıştım işte.

“Madem ki hepimiz günün birinde çekip gideceğiz. O halde bunca matem, bunca kahır niçin? Hayat demek ölümü beklemek demektir. Az çok hepimiz denizi, yıldızları, ağaçları, işte falanları filanları göreceğiz. Bir çok şeyin tadına bakacağız. Sonra da ister istemez “gidiyorum elveda” şarkısını söyleyeceğiz. Öyleyse gidenin de kalanın da gönlü hoş olsun.” deyiverdim.

Kamera halen benim suratımı zumlamaktaydı. Sanırım içimdeki diğer ben, lakırtılarımdan hoşlanmadı. Beni küçümser gibi bir bakış attı. Zoruma mı gitti ne? Şah damarımın tıkır tıkır attığını hissettim. Gene de ortalık iyice duman olmasın diye tebessüm etmeyi ihmal etmedim. Aklıma gelen ilk film repliğini, samimiyetle söyledim:

“Sen bakma fotoğrafımıza, içimize bak. Ama görebilirsen. Bizde yalan yok.” deyiverdim.

Gözlerimi açtım. Televizyonun karşısındaki koltukta, ana rahmindeki bebek gibi yatmaktaydım. Alt yazı geçiyordu. “Oktay Akbal vefat etti. Ailesinin, dostlarının, tüm sevenlerinin başı sağolsun.” diye yazıyordu. Doğrulup oturdum. Ruhuna rahmet gönderdim. Kitaplıktan Önce Ekmekler Bozuldu adlı hikaye kitabını buldum.

"Önce ekmekler bozuldu, sonra herşey. Çünkü dünyada savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürülüyorlardı."

Vapurlar iskeleye yanaşıp kalktı. Motor sesleri kulağımda çınladı. Balıkların ağlamalarını işittim. Gidenin de kalanın da gönlü hoş olsun dedim. Oktay Akbal'ın kitabında altını çizdiğim cümleleri teker teker okumaya başladım.

"Bu dünya bir kere daha değişecek. Belki eski halini almaz, ama zararı yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden öğrensin. Sırasında ağlamasını ve gülmesini bilmeyene, insan denemiyor... Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları, umutlarımızı kaybetmedik. Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara yeniden kavuşacağına inanıyoruz. Herşey ekmekle başladı, ekmekle bitecek."


not-
yazıda türk filmleri repliklerini kullandım.
çizim- şenol bezci

14 Şubat 2009 Cumartesi

Bir Öykü - Ebekulak

Sevdiğim bazı öyküler vardır. Zaman zaman kitaplarını açar okurum. Tekrar tekrar okumaktan bıkmam.Bilakis öyküyü bildiğim için tüm hislerimi katarak okurum. Atilla Atalay'ın Ebekulak adlı öyküsünü okurken her defasında yüreğimle hissederim. Çok severim! Bir haftadır Ebekulak'ı arıyorum. Yok...yok.. Bulamıyorum...Olmaz olur mu? Kütüphanemin bir yerinde. İyi de nerede?Bu hafta canım nasıl çekti, nasıl istiyorum Ebekulağı okumayı. Kitap sanki yer yarıldı ve içine girdi. İş gereği iki kez İstanbul'a gittim. Uğradığım hiçbir kitapçıda yoktu. Atilla Atalay diyorum. "Tamam,var "diyorlar. Kitaplarını gösteriyorlar. Hepsi var. Ebekulak yok.

Kızkardeşim "Bende var abla. Ben sana veririm." demişti. Görüşemedik bir daha. Kitabı kardeşimden alamadım.Bu akşam baktım dayanamayacağım. Hamilelerin canı bir şey çeker de tuttururlar ya durumum aynı öyle... Sanal aleme dalayım bir bakayım belki rastlarım izinde dedim. İyiki bakmışım. Buldum. İşte Ebekulak! Ohh! Şükür kavuşturana! Benim eski dostum!
Gördüldüğü gibi objeler,eşyalar ,bina hatta şehirlerin canı olduğu gibi, öykülerin de canlı olduklarına inananlardanım. Bu öykü de öyle. Aslında Ebekulağı siz okuyacağınıza, ben sesli okuyabilsem size tadından doyamazsınız. Zaten bu öyküyü gözle okumam yetmez, kulağım da duymalıdır.
Bu nedenle mutlaka sesli okurum. Ancak, üzgünüm yalnız başıma!..

Öyküyü bulduğum bir siteden aldım.Bloğuma yapıştırdım. Burada elimin altında dursun.
Canım çektiğinde kolaylıkla okuyacağım artık!



EBEKULAK

orda duruyor. nasıl olsa eninde sonunda göz göze geleceğiz;
ama ilk hareket ondan gelmeli, bekliycem. allah kahretsin... yine çok güzel, çok...
aklıma tüküreyim, nasıl da terk ediştik yasemin’le. okulun kantinindeydik galiba, “sen” dedi, “hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya âşık olursun.” sana ne kızım, gönlümün kâhyası mısın gibisinden lâfı ağzımda geveledim. “köpek gibi geri dönersin ama!” dedi.
o lâfı demeseydi, hemen ertesi gün dönerdim belki. ne o ne ben döndük ve üç yıl sular seller gibi geçip gitti.olanca güzelliğiyle hâlâ orda duruyor. beni gördüğünü biliyorum. yanına gidip “merhaba!” desem, çok büyük bir taviz sayılmaz.
yanındayım... ilk darbeyi:
-şişmanlamışsın, diyerek indirdim.karşı saldırı anında geldi, beni öldüren gülümseyişle:
-senin de saçlar gidiyor galiba (!) dedi.arada boşluk kalmadan:
-gamzeni n’aaptın? diye sordum. yanağında gamze vardı, aldırttın galiba ya da fondötenlerin altında kalmış, gözükmüyor (!)kıvılcımlar saçarak:
-hayatımda suratıma fondöten sürmedim ben, dedi.
güzel, sinirlendi... yumuşatmalıyım...
-o zaman gül bakalım, gamzen yerinde mi, görelim? hemencecik güldü. yavru kedi mi yuttum, içimi ne cırmalıyor? niye kalbim küt küt atıyor ki? bir gülüşte böyle olursam, sonrası n’aapar beni?

-sahilde yürüyelim mi banklara otururuz, dedi.
-işte zafer! belli ki o yavru kediden yasemin de yutmuş. yürüyoruz... saatine baktı:
-iki saat sonra özkan işten çıkar, dedi.
-özkan haa!... demek özkan... kasten ismini yanlış söyleyerek:
-ne iş yapıyo bu öztan? dedim.
-reklâmcı, diye yanıtladı.
-ben tanıyo muyum bu özcan’ı? durdu, kızdı; ama belli etmiyor.
-tanımazsın, özkan boğaziçi’nden.
demek özkan boğaziçi’nden. iyi... aferin özkan’a... bravo yani... aşağılık özkan... ibibik, badem... bakışlarımdan düşüncelerimi okumasın diye denizi seyrediyorum.
-senin minö n’aapıyo? diye sordu.
minö ne demek be kızım!.. benim taktiğimi kullanıyor.
ben ısrarla “umurumda değil!” muamelesi çekerek herifin adını yanlış söyledim ya...
o da benimkinin adını tahrif ediyor.mine yerine minö. pes yani... bari emine filân de be kızım. yuh yani! feci dalga geçti benle.
-gitti, amerika’da, dedim.

çay bahçesindeyiz. o da ne? yasemin’le şarkımız çalıyor:
“arapsaçı.” ha ha hey!.. şimdi bittin işte kızım! sen dayanamazsın bu şarkıya... kim kime köpek gibi dönermiş görücez! hele bir şarkının o bölümü gelsin.
“gönlüm söz dinlemiyoor / sevdiğimi ver diyoor / kim görse şu hâlimi / bir daha sevme diyoor / aaah aşk yüzünden / arapsaçına döndüm / çöz beni arapsaçı / çivi çiviyi sökeer /
budur bunun ilâcı.

peki, bana n’ooluyo? şarkıyı dinlememek için içimden “gün doğdu hep uyandık / siperlere dayandık.” marşını söylüyorum. o da kafasını daldırıp bir şeyler arıyormuş rolü kesiyor. şarkı yüzünden iki tarafta da zayiat yok. bravo! direncine hayranım bu kızın!
-gitmeliyim, dedi.
giit... kal mı diycem sanıyorsun.
-iyi, sen bilirsin...git... git... özkan bekliyodur... yürrü... son bıçağı sapladım:
-kilo vermeye çalış. özton’a benden selâm...
usulca kalkıp masadan uzaklaştı.

ardından bakıyormuş gibi olmamak için masa örtüsündeki kırmızı kareleri saymaya karar verdim. bir... beş... on... allahım! ebekulak... beykoz’da dolaşırken tam dört yıl önce yerde bulup ona vermiştim.
-bizim köyde bunlara ebekulak derler. yağmurdan sonra çimenlerin üstünde bir sürü olur. çocuklar avucuna alıp şarkı söyler. al, senin olsun, beni hatırlarsın.

şimdi o ebekulak iki kırmızı karenin arasında öölece duruyor... şarkı sırasında çantasını karıştırıyordu. o zaman koymuş olmalı. silâh olarak ebekulak çekeceğini hesaba katmamıştım.
içimdeki yavru kedi debelendi. diyememeklerle geçen ömrüme bir de “yasemiiin” sözcüğü eklendi. yüz kırmızı kare... bin kırmızı kare...
SON

Fotoğraflar - Numan Serteli

11 Şubat 2009 Çarşamba

Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin Aşkı

Bu hafta nereye gitsem, sevgililer günü sebebiyle, üzerime üzerime gelen bağırtılar arasında,işte ben de şimdi bloğumda, en hazin aşk diye yorumladığım iki sevgiliden bahsetmek istiyorum. Sevgili olmak için mutlaka insan olmak gerekmez ki . Ben cansız diye düşünülen obje,eşya ve mekanların da bir canı olduğuna inananlardanım. Mesela, İstanbul'un iki mucize simgesi Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin yüzyıllardır süren aşklarına inanmaz mısınız yoksa? Hiç mi duymadınız onların imkansız aşklarını? İki ayrı uçta. Birbirlerini bilirler ve görürler. Varoldukları yerler farklıdır.Karşıdan karşıya sevdalanmak yok mu? Hele işin ucunda bir de kavuşamamak varsa. Zaten asıl aşk kavuşamamak değil midir? Leyla ile Mecnun misali. Yada Kerem ile aslı. Veya Ferhat ile Şirin. Ya Tahir ile Zühre. Yada Yusuf ile Züleyha. Arzu ile Kamber yada. Edebiyatımızda kavuşamayan aşkların hikayesi okadar çoktur ki. Anlat anlat bitmez bunları. Kimbilir belki hepsini birbir bloğumda anlatırım!
Şimdi Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin büyük aşklarını anlatmak istiyorum. Karşıdan karşıya bakıp, kimi zaman aşktan yanıp tutuşan,kimi zaman sadece kendilerine değil,başkalarına da zindan olan iki tarihi mekan.
Masmavi denizin ortasında yapayalnız salırken, gizemli hikayeleri ile kimi zaman iki sevgilinin buluşma yeri olmuş, lakin o sevgililerin ölümü ile son bulmuş bir öykünün; kimi zaman lanetlenmiş bir babanın kızını korumak için uygun gördüğü bir korunak olmuş, ancak bir yılanın sepette gelip kızın canını almasına mekan olmuş bir acılar merkezidir Kız Kulesi. Hakkında anlatılan efsanelerin sonu hep hüzünle bitmektedir.
Şahit olduğu okadar çok aşk vardır ki .Kendisi ise denizin ortasında tek başına kalmıştır. Bir gün neredeyse kendi inşasından 1300 yıl sonra,Cenovalılar inşaatını bitirip de külahını takınca,İstanbul'un siluetinde dimdik yükselen,yakışıklı bir kule görür. Yüzyıllardır beklediği sevgilisi olacaktır bu kule. Hangi kule mi? Galata Kulesi tabii ki!



Cenovalı'lar İstanbul'a geldiklerinde surlarının başkulesi olarak kurarlar Galata Kulesi'ni. Bıçkın,yağız bir delikanlı gibidir. En son tepesine külahı da takılınca olanca görkemiyle okadar yakışıklı olmuştu ki herkes etrafında pervanedir. İnşaatı yükselirken görmüştür uzaktan Kız Kulesi'ni. Yapayalnız denizin ortasında bir hüzünler abidesi gibiydir Kız Kulesi. Galata Kulesi görürgörmez aşık olur bu kıza. Lakin Kız Kulesi hem çok ulaşılmazdır, hem de yaşı kendinden çok büyüktür. Acaba bilse ona sevdalandığını karşılık verir mi? Ne yapacağını bilemez. Çaresizdir.Tarih içinde kimi zaman aşkından yanar kavrulur. Kimiz zaman çaresizlikten yıkılır durur. Her seferinde söndürdüler yangınını. Tekrar tekrar inşa ederler. Her yükselişinde bir daha görür Kız Kulesi'ni, bir daha aşık olur hiç bıkıp usanmadan. Kız Kulesi de aslında ona nasıl aşık,nasıl sevdalıdır. Yangınlar çıktıkça,alevleri gördükçe uzaktan, taşımak ister denizin sularını ateşini dindirmek için lakin mümkün değildir. İkisinin de eli ayağı bağlıdır. Uzaktan uzağa bir sevda bu. Kimsenin kimseye faydası yok. Oldukları yerde aşklarından yanarlar da yanarlar.



Sonunda artık canına tak eder Galata Kulesi'nin. Mutlaka bir haber göndermeli ve aşkını anlatmalıdır Kız Kulesi'ne. Karar verir. 17.yüzyıla geldik artık diye düşünür. İçinde en güzel sevgi sözcüklerini barındıran bir mektup yazar sevgilisine. Hazarfen Ahmet Çelebi'den rica eder. Hazarfen Ahmet Çelebi alır mektubu ve Galata Kulesi'den bırakır kendini Kız Kulesi'ne doğru. Ama okadar ağır gelir ki mektuptaki aşk sözcükleri, dayanamaz Kız Kulesi'ne kadar . Aşk mektubu ulaşamaz varmak istediği yere maalesef. Lakin Kız Kulesi anlar durumu. Akıllıdır. Neler görmüş geçirmiştir. Hazarfen Ahmet Çelebi'nin Galata Kulesi'nden uçması, memlekette hiç görülmemiş bir şeydir. Bir insanı uçuran tabi ki aşktır başka ne olabilir? Bu arabuluculuk Hazerfen Ahmet Çelebi için iyi olmayacaktır. Padişah duyar bu durumu ve çok kızar. Cezayir'e sürer. Hazarfen Ahmet Çelebi aşıklara inanmanın bedelini öder ve 31 yaşında Cezayir de ölür.

O günden sonra Galata Kulesi hem esirlere hem de kendine zindan olacaktır. Kız Kulesi de hem bazı devlet adamlarının hem de kendinin zindanı olacaktır. Kaderleri birdir artık. Usanmazlar bu durumdan. Onlar halen günümüzde bile birbirlerini karşıdan karşıya aşkla sevmeye devam ederler.

Zamanımızda haklarında yazılan en esprili şiir Bedri Rahmi Eyüpoğlu'na aittir. İstanbul Destanı adlı şiirinde şöyle der:

"İstanbul deyince aklıma kuleler gelir Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır Ama şu Kız Kulesinin aklı olsa Galata kulesine varır Bir sürü çocukları olur"

Galata Kulesi'nin laneti meşhur şairimiz Ümit Yaşar Oğuzcan'a da değer. Oğlu Vedat Galata Kulesi'nden kendini atar ve intihar eder. Yıl 1973...

"...Bir adam düştü Galata Kulesinden, Bu adam benim oğlumdu" der ve "Uyan oğlum, uyan Vedat" diyerek acısını dindirmeye çalışır.

Zaman zaman İstanbul'a gittiğimde, bir Kız Kulesi'ne ve bir de Galata Kulesi'ne bakarım. Kavuşamayan aşıkların simgeleridir onlar. İkisi de hüzünlü birer anıttır. İstanbul'dur. İçinde gizem, lanet, aşk ve özlem barındıran!