Şu yukarıdaki çizimi, bir kitap kapağında gördüğüm anda vuruldum. Bittim! Bittim! Eğer posteri olsa var ya, hemen çerçeveletip duvara asacağıma yemin edebilirim. Öyle sevdim. Sahaftaydım. Toz ve eski kokan kitaplar arasında sessizce dolanıyordum. Bazan gelişigüzel bir raftan öylesine bir kitap çekeriz ya hani... Hah işte... Kısmetime ne gelirse diyerek bir kitap çektim. 1970 basımı, sarı benizli, incecik bir kitap elime geldi. 40 yıllık kitap!.. Kimbilir kimlerin elinden geçmişti? Kitabın kapağında, Keşkül-ü Fukara, Zeki Beyner Albümü yazmaktaydı. Ne kitabı ne de çizerini daha önce hiç işitmemiştim.
İşte kitabın kapağındaki bu çizim nasıl çarpmıştı bünyemi anlatamam. Düşünsene, binlercesi arasından durup dururken elime gelmişti... Peki niye? Bir abraka dabra vaziyeti vardı yani, eminim. Ne olup bittiğini anlayamadım ki... Aaa!.. Karikatürde, yere sere serpe uzanmış, gökyüzündeki yüreğin ışıltısı altında mutlu gülümsemekte olan, ayakları, göbeği çıplak, fukara adam birdenbire dile gelmesin mi? Dedi ki...
“1936 yılında Fatih’te doğdum. Kimsesiz çocuklardan biriyim.
Anasız babasız sokaklarda büyüdüm. Çocukluğum, gençliğim Karacaahmet’te geçti.
Mezarlıkta yatıyordum. 20 yaşına kadar hep sokaklardaydım. Vapur iskelelerinin
yolcu salonlarında, Üsküdar Paşakapısı’ndaki adliyenin duruşma salonlarında
kışın soğuktan korunmaya çalışırdım. Sokaklarda büyüdüm, ama kendimi korumasını
da bildim. Hiç eğitim görmedim, okula gitmedim. Okuma yazmayı kendi kendime
öğrendim. Okuduğuma inandıktan sonra çizeceğime de inandım ve çizdim."
Hayalle gerçek arasında, Zeki Beyner'le ayak üstü sohbet ettik. Keşkül-ü Fukara Albümü, aslında sanatçının kendi yaşamının bir özetiymiş. Kitap yıllardır sahafın bu rafında ellenmeden duruyormuş. Şimdi benim elimdeymiş ya, aynı karikatürdeki fukara gibi çok mutluymuş. Nasıl hoşuma gitti bu sözler anlatamam. Utandım biraz tabii... Mahcubiyetle dudaklarımdan şu cümleler döküldü. "İnandığım Tanrı, çizgi sanatından bir nebze bile lütfetmemiş bünyeme. Olsun varsın. Çizgiden etkilenen bir bünye bahşetmiş ya, her daim teşekkürü bir borç bilirim kendisine. Sizin bu kapak karikatürünüz var ya fena halde dokundu yüreğime. Sanki acıttı. Ama anlatılmaz güzellikte. Acı olan şey aynı zamanda güzel olabilir mi sizce?" dedim.
O anlatılan dikbaşlı, muhalif, ters, huysuz, isyankar halini benden gizledi. Sadece efkarlı efkarlı gülümsedi. Elindeki albümü gösterdi. "Bakın bunlar benim karikatürlerim, görmek ister misiniz?" dedi. Çok sevindim. "Elbette görmek isterim." dedim. "Ama şimdi gitmeliyim. Eğer gene görüşmek isterseniz, Kanarya Mezarlığı'nın en ucundaki, kimsesizlerin yattığı mezarlığa gelmelisiniz. 11 yıldır oradayım. Karikatürü seven kalbi hemen anlarım. Gelin olur mu ziyaretime. Bekleyeceğim sizi." dedi. Gitti.
Kanarya Mezarlığı mı? Kanarya Mezarlığı'nın içinde, kimsesizler mezarlığı var öyle mi? Ömrümde duymadım. Orası neresi ki? Şaşırdım kaldım ne yalan söyleyeyim. Tamam, ailesi, akrabası yokmuş ama, koskoca sanatçı niye kimsesizler mezarlığında yatsın ki? Onun çizdiklerinden para kazanan dergi sahipleri, değerli karikatüriste bir mezar bile yaptıramamışlar mı? Bu ne kadirbilmezliktir? Bu ne vefasızlıktır? Yuf yani!
Zeki Beyner'le ikimiz aynı balonu paylaşan iki çocuk gibiydik. Zeki Beyner değerli bir çizerdi. Ben ise çizgisever kabiliyet fukarası biri. Feleğin tatlı cilvesiyle, denk gelmiş, kitabın iki ipinden tutmuştuk birlikte... Keşkül - ü Fukara bizi yan yana getirmişti. Zeki Beyner, çizdiklerini yüreğime dokundurmuş, acıtmıştı sanki. Ama bu acı anlatılmaz güzellikteydi.
Zeki Beyner, artık ailemden biridir benim... Bence, o da beni yakını gibi gördü. Eminim. Öbür dünyaya göçmüş akrabalarımla birlikte, büyük sanatçının ruhuna rahmet gönderdim. En kısa zamanda Kanarya Mezarlığı'nda kimsesizler bölümündeki yerini bulmaya niyetlendim.