13 Ocak 2009 Salı

Salata Sırlarım

Şu yukarıdaki muhteşem "Kıvırcık Salata" var ya, altı ay hasretle beklediğim bir sevgili gibiydi. Sadece kışları çıkardı piyasaya benim çocukluğumda...Kendini acayip özletirdi. Okadar severdim ki anlatamam. O zamanlar mevsiminde gelmesini beklediğim bir sevgili gibiydi ya, nezaman çıkarsa bizim pazardaki manavın tablasına, onu uzaktan görürüdüm ve ahhh... içim giderdi.

Kıvırcık Salata Eylül ayında geri gelen bir Alpay şarkısıydı...Ben mevsimi gelip kıvırcık salataları gördüğüm zaman aynen şöyle olurdum... Eylül'de gelirdi. Görenler dönmüş hem de mutlu derlerdi... Ağaçlar başıma konfeti gibi yaprak dökerlerdi...

Böyleydim işte... Salata için çıldırırdım... Halen de deli eder beni... Ne yani? Olamaz mı?Koskoca Orhan Veli Kanik söylememiş mi şu güzelim dizeleri:

"Deli eder insanı bu dünya; Bu gece,bu yıldızlar,bu koku, Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç"
İnsanın içinde sevgi olsun yeter... Herşey deli edebilir insanı herşey... Bazen deli etmek için insanı bir "kıvırcık salata" bile yeter...


Ya domates, ya maydanoz, ya yeşil biber, ya roka.... Hepsi benim için salatayı ifade ederdi. Şimdiki gibi değildi benim çocukluğumda. Her mevsime ait sebze ve meyveler vardı. Okulda mevsimleri öğrendiğimiz zaman, sınıflandırırdık durmadan... Yaz sebzeleri... Kış sebzeleri... Yaz meyveleri... Kış meyveleri... Her birini sadece mevsiminde yiyebilirdik. Mevsimi geçerken özleyeceğimizi bilirdik ya, ardından seslenirdik. Misal, yaz geliyor ve artık lahana, karnabahar, ıspanak, marul, pazı, roka, pırasa, soğan, sarmısak gibi kış sebzeleri ve portakal,mandalina,elma, muz, nar, armut gibi kış meyvelerini artık göremeyeceğiz Eylül'e kadar... İnanın böyleydi... Şimdiki gibi her mevsim göremezdiniz bu sebze ve meyveleri,tiplerini bile unuttuğunuz olurdu.

Ben de ayrılacağımı bildiğimden arkalarından şarkı söylerdim:
Tatil geldiği zaman Ağlarım ben inan Gidiyorsun işte Arkana bakmadan Nasıl geçer bu yaz Ne olur bana yaz Sen sen sen Sen bir ömre bedel Yok yok yok Gitme gitme gel Eylülde gel



Bu yazdıklarım saçma gelebilir yeni nesile.. Ben çok eskiyim.. Bizim zamanımızda her şey mevsiminde yenirdi. Özlenirdi... Kavuşunca koklanırdı... Hangi meyve yada sebze ise kendisine has bir kokusu vardı... Hiç aklınıza geliyor mu şimdi elinize aldığınızda limonu koklamak? Ya domatesi... Ya maydanozu.. Ya portakalı... Ya çileği... Ya kahveyi içerken...Ben koklardım ama... Hala koklarım... Eski alışkanlık! Hem de yemeden önce koklamak,o nebata saygıdır... Koklarım mutlaka...





Şimdi , kendi usulüm olan salata tarifimle sözüme nihayet vereceğim...
İstediğiniz kadar kıvırcık , domates, biber,roka, maydanoz, tereotu, taze soğan ve arzu ettiğiniz tüm yeşillikleri itinayla doğrayıp bir derin kaseye doldurunuz. Herkes aynı şekilde yapar salatayı öyle değil mi? Benim salatamın sırrı şudur:
Eğer bir yeşil salata yapıyorsanız, mevsim sebzeleriyle renlendirilen salatanızın, limonunu eli bol'a, zeytinyağını cimri'ye koydurunuz.
Ama asıl büyük sır şudur bu salatada, eğer benim gibi lezzetli salata yapmak istiyorsanız: "Lütfen salatanızı bir deliye karıştırınız yada bir deli gibi karıştırınız!" Eğer sadece üzerine döküp bırakırsanız yağını,limonunu ve tuzunu, onlar öylece havada kalırlar. Oysa bir deli çılgınca karıştırırsa, herbiri aşk ile birbiriyle hemhal olurlar. Eee sevgi ile yapılan bu işleme, bir tutam şefkat iki tutam da ilginizi katarsanız, muhteşem bir salata yaparsınız! Deneyin...Farkı fark edeceksiniz!

8 Ocak 2009 Perşembe

Woody Allen - Maç Sayısı


Geçen yıl "Arta Kalan Zamanlar’da" diye, Ertuğrul Özkök’ün en sevdiği aryaları toplantığı bir cd si çıkmıştı. Aryaları iyi bilmem. Merak edip almıştım. Dinleyince okadar çok beğenmiştim ki günlerce aracımla yaptığım seyahatlerde bana yol arkadaşı olmuştu bu aryalar.

Dinlediklerim arasında en sevdiğim arya, Bizet’in "İnci Avcıları"’ydı. Hep kulağımıza çalınan bu müziğin Bizet’in 1863 yılında annesini çok erken kaybedince, girdiği depresyonla yazdığı söylenen "İnci Avcıları" olduğunu bu cd’yi dinleyince öğrenmiştim. Aryanın ne anlattığını anlamıyordum ama dinleyene okadar hüzün veriyordu ki acıklı bir hikayesi olmalıydı.

Seylan’da inci avlayarak geçinen iki arkadaş birbirlerine bağlı kalacaklarına yemin etmişler. Ama ikisi de rahibe Leyla’ya aşık olunca, dostluk, intikam, gelenekler, din gibi kavramları egzotik bir dram içinde işleyen bir hikaye çıkmış ortaya…
Okadar sevmiş ve okadar abartmıştım ki, sürekli bu aryayı dinler olmuştum. Sonra oğlumun müzik öğretmeni, okulda çocuklara farklı müzik türlerini dinletmek istediğini, ancak elinde hiç materyal olmadığını söyleyince kıyıp, cd’yi okula vermiştim. Yenisini tekrar edinemeyince de unutmuştum arya dinlemeyi ta ki “ Maç Sayısı” filmini seyredene kadar…





"Maç Sayısı" filmini de anlatırsam,Stanley Kubrick de yazdığım üç film gibi, bu kez Woody Allen'a ait üçleme film anlatmış olacağım. Hollywoodvari Bir Son, Scoop ve şimdi de Maç Sayısı... Her üçü de Woddy Allen filmi. Her üç film de Scarlett Johansson oynuyor. İlk iki filmde Woody Allen da oynuyorken, Maç Sayısı ise Woody Allen'ın yazdığı, yönettiği ama rol almadığı bir film. Film şu sözlerle başlıyor:

" "İyi olmaktansa şanslı olmayı yeğlerim"diyen hayatı iyi tanıyormuş. İnsanlar hayatın büyük ölçüde şansa bağlı olduğunu kabullenmekten korkuyor. Bir çok şeyin kontrolümüz dışında olması ürkütücü... Tenis maçında topun ağın üstüne dokunduğu anlar olur. Bir an için top ileri gidebilir yada geri düşebilir.Şansınız varsa ileri gider ve kazanırsınız...Yada geriye düşer ve kaybedersiniz."


Londra'ya gelen yoksul İrlandalı genç Chris, varlıklı ailelerin gittiği bir tenis kulübünde tenis öğretmenliğine başlar. Zengin bir ailenin oğlu olan Tom'a tenis dersleri verirken arkadaşlığını ilerletir ve ailenin içine girip, onlarla beraber yüksek sınıftan insanlarların arasına girme şansı yakalar. Tom'un kızkardeşi Chole ile flört ederken, diğer yandan da Tom'un Amerikalı nişanlısı Nora'ya aşık olur.


Chloe ile evlenerek Thames nehri manzaralı kocaman bir evde yaşamaya ve karısının babasının bir şirketinde çalışmaya başlar. Çok zengindir artık. Diğer yandan da Nora ile ilişkisine devam etmektedir. Filmin son yarım saati gerçekten ibretliktir. Chris bir yandan zengin bir hayata sahipken,diğer yandan tutkuyla -yoksa takıntıyla mı - sevdiği kadın arasında nasıl bir seçim yapacaktır?Mutlaka seyretmek ve görmek gerekir. Çok beğendim filmi. Tavsiye ederim.


Film Londra'da geçmektedir ve film seyrine aryalar eşlik etmektedir. İşte bir yıl sonra "İnci Avcıları" nın müziğini duyunca, fime kilitlendim kaldım. Şahane görüntüler, güzel evler,insanlar, mekanlar ve Londra'nın en mütena yerlerini arya eşliğinde izleyeceksiniz.

Bu kadar da değil. Bu bir Woody Allen filmidir. Ve dikkat edilirse bana göre ayrıntıda çok şey gizlidir. Mesela,filmin başında bir dakikalık bir görüntüde Chris, Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" 'sını okumaktadır. Suç ve Ceza romanı, okuyucusuna suçun ve cezanın ne olduğunu sorgulatan bir romandır. Woody Allen'ın "Suç ve Ceza"'yı görüntülemesi ve film boyunca iki arkadaşın aynı kıza aşık olması temalı "İnci Avcıları" aryasını dinletmesi bana göre manalıdır.Filmde de başlarda aynı kıza aşık iki kişiyi seyrettirirken, sonrasında hayata dair secimler, ikilemler, hırs, tutku, aşk ve suç ve tabi şans faktörüne dair pek çok konuyu bize sorgulatmaktadır aslında Woody Allen. Gerçekten hoş bir film.

7 Ocak 2009 Çarşamba

Yeni Türkü ve Aşk Yeniden


Hani bazı şarkılar vardır, senelerce dinlersiniz,bıkmazsınız. Kimi zaman ilaç olur yaranızı sararlar,kimi zaman dost olup kolunuza girer, yaşamınıza şevk katarlar. Yeni Türkü şarkıları benim için böyle birşeydir. Vazgeçemediklerimdendir. Yeni Türkü'nün en sevdiğim şarkı sözlerinin çoğu Murathan Mungan şiirleridir. Sanıyorum eski şarkılarını daha çok seviyorum. Ama bu benim kusurumdan...İnsan yaş aldıkça geçmişe özlemi artıyor galiba diyeceğim ama ben bu şarkıları hiç bırakmadım ki... Birlikte yaş aldık. Şöyle bir düşünüyorum da galiba 30 yıldır birlikteyiz. Yeni Türkü ezgileriye geçmiş ömrümüz... Haklarını vermeliyim... Her zaman dost ve ilaç oldular bana...
Eğer içinize yaşam sevinci doldurmak istiyorsanız dinleyeceğiniz ve birlikte söyleyeceğiniz Yeni Türkü parçalarından biri "Aşk Yeniden"dir. Bu şarkıyı nerede dinlersem dinleyeyim eşlik etmeden duramam. İnsana umut ve çoşku verir hem sözleri hem de ezgisiyle... Murathan Mungan sözleridir...Şöyledir...


aşk yeniden /akdeniz'in tuzu gibi / aşk yeniden / rüzgârlı bir akşam vakti /aşk yeniden / karanlıkta bir gül açarken /aşk yeniden /ürperen sahiller gibi / aşk yeniden / kumsalların deliliği /aşk yeniden / bir masal gibi gülümserken /gözlerim doluyor aşkımın şiddetinden / ağlamak istiyorum / yıldızlar tutuşurken gecelerin şehvetinden / kendimden taşıyorum /
aşk yeniden / unutulmuş yemin gibi /aşk yeniden / hem tanıdık hem yepyeni / aşk yeniden / kendini yarattı kendinden


Muhteşem Murathan Mungan sözleri, Derya Köroğlu'nun o sıcacık sesi ve damardan yakan ezgisiyle "Olmasa Mektubun"şarkısına ne diyeceksiniz? Bu şarkı tam bir ayrılık şarkısıdır bana göre... Sevgilisinden henüz ayrılmıştır da inanamaktadır ayrıldığına...Tam bu minvaldedir. Ama mektuplar vardır ortada... Veda mektuplarıdır bunlar...Ya peki geçmişteki anılar... Onlara ne demeli? Artık olan olmuştur ve geçmişi aramak boşunadır... Ama en mühimi "Sevmek bir çok şeyi göze almaktır!" Lakin bu aşkta göze alınamamıştır alınması gerekenl şeyler. İmkansız bir aşktır bu ve bitmiştir...Tam damardan etki eder insana..


olmasa mektubun /yazdiklarin olmasa / kim inanir senle ayrildigimiza / neydi bir arada tutan sey ikimizi /birlestiren neydi ellerimizi /bırak bana anlatma / imkansiz sevgimizi /sevmek bir cok seyi goze almaktir / olmasa mektubun /yazdiklarin olmasa /kim inanir senle ayrildigimiza / baksana gecmise ne cok aniyla yuklu /nerde o taverna nerde sinema / harcanmis zamanlar yeniden yasanmaz ki /gec kaldiktan sonra arama bosa


Tüm Murathan Mungan sözleriyle can bulmuş, Yeni Türkü ezgilerini severim sevmesine de, bu yazıma bir Can Yücel şiiri olup, Yeni Türkü'nün ezgisi ile ayaklanan "Başka Türlü Bir Şey" şarkısıyla nihayet vereceğim. Derya Köroğlu'nun etkili sesinden, bu şarkıyı dinleyince, sanki kendinize bir yoldaş bulduğunuzu hissedersiniz. Nedir bu yoldaşlık durumu peki? Hani bazen herşeyden ve herkesten o kadar yüreğiniz daralır, o kadar büyük bir bıkkınlık duyarsınız ki, alıp başınızı gitmek istersiniz bulunduğunuz diyarlardan... İşte bu şarkı yoldaş olur size...

Bir de galiba,bu bir yol şarkısıdır ya... Yol filmlerini, yol şakılarını, yolları, gitmeyi sevdiğimden midir bilmiyorum... İçim daralmasa da bu şarkı daima iyi gelir bana...
baska türlü bir şey benim istediğim / ne ağaca benzer ne de buluta / burası gibi değil gideceğim memleket /denizi ayrı deniz havası ayrı hava /nerde gördüklerim nerde o beklediğim /rengi baska tadı baska /bir başka yolculuk dalından düşmek yere yaşadiğından uzun /bir tatlı yolculuk dalından inmek yere / ağacin yüksekliğince dalın yüksekliğince /rüzgarda ve bir yeni ömür vardığın çimen yeşilligince /başka türlü bir şey /benim istediğim /ne ağaca benzer /ne de buluta /burası gibi değil / gideceğim memleket /denizi ayrı deniz /havası ayrı hava /nerde gördüklerim /nerde o beklediğim /rengi başka /tadı başka.

6 Ocak 2009 Salı

Nazım Hikmet ve Aşk

Nazım Hikmet hakkında pek çok kitap okumuştum. Şiirlerinin sevdalısıyım.Ben aşağıdaki yazı dizimde evlendiği dört kadınla ile ilgili aşklarını yazmaya çalıştım. Sırasıyla Nüzhet, Piraye, Münevver ve Vera...Ama bu kadar değildir Nazım Hikmet'in kadınlara olan aşkları.. Hayatıyla ilgili yazılan kitaplarda görülecektir ki yaşamının her döneminde daima kadın olmuştur şairimizin.

Nazım Hikmet için"Aşık olmadan yaşamak,yaşamak değildir." Vera'ya Leipzig'den yazdığı mektubu buraya geçirmek istiyorum. Arada bloguma baktığımda okuyup hatırmak için..


"Vera,sevgilim.Senden bir güneş daha aldım,yani(güneş resmi çizilmiş), ve yüreğim,yani(yürek resmi çizilmiş) sanki bir ilkbahar dalı, yani(çiçekli bir dal çizilmiş)oldu. Seni nekadar sevdiğimi tasavvur edemezsin.Güzelim,tatlım,akıllım benim.Rusça yazmayı mutlaka öğreneceğim.Moskova'da hergün mektuplar yazacağım sana.Sensiz dünya benim için (alevler içine bir dünya çizilmiş)işte böyle.Eski mektuplarını 1000x1000 kere okudum.Dün gece sesin çok hüzünlüydü.Sabaha kadar(açık bir göz çizilmiş) uyumadım,gözümü kırpmadım. Çok yoruldum ve sana yardım edemiyorum.Sevincim benim,sana en önemli şeyi söylemek istiyorum,ömrümce söylemediğim bir şeyi: Seni seviyorum.Nazım."

Yıllar önce hapishaneden yazdığı mektubunda başka bir aşk anlayışını anlatmıştır Nazım Hikmet:

"...... Mesela ben 45 yaşımı bitirdim. Ama her gün biraz daha aşık oluyorum. Karımdan,sanattan, tabiattan,insanlardan,idealizmden tut da kanaryama kadar her şeye dolu dizgin aşık oluyorum. Ve çok şükür aşığım. Bu aşk mistik manada felan değil. Platonik aşk değil. Her birine ayrı ayrı
pratik tezahirleriyle faal bir aşk... Bana öyle geliyor ki, bir tek insana, yüz milyonlarla insana,her tek ağaca,bütün ormana,tek bir düşünceye,fikre,birçok düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir."


İşte benim sevdiğim Nazım Hikmet böyledir.

Bu yazıları hazırlarken pek çok kitap karıştırdım. Asıl faydalandığım Emin Karaca'nın Sevdalıyım Tepeden Tırnağa - Nazım Hikmet'in Aşkları kitabıdır. Okadar güzel derlenmiş bir kitaptır ki, diğer aşklarını okumak isteyen olursa şiddetle tavsiye ederim.


6 Ocak 2009 Değirmendere

Yazan - Vildan Ceyhan

Nazım Hikmet ve Aşık Olduğu Kadınlar -3-

Nazım Hikmet ve Vera


“Saçları saman sarısı,kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” diye 1961 de yazdığı “Saman sarısı” şiiri ile ölümsüzleştirdiği kadının adı Vera’dır. Nazım Hikmet’ten otuz yaş küçük, evli ve bir çocuk annesidir. İlk gördüğü andan itibaren aşık olmuştur şair, Vera’ya. Evli ve çocuklu olması umrunda değildir. Vera'yı sürekli aramaktadır. Sonunda muradına erer Nazım Hikmet ve Vera’nın gönlüne girmeyi başarır. Evlenirler.Bundan sonra şiirler Vera için yazılacaktır.



“Seher vaktı habersizce girdi /gara ekspres kar içindeydi /ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım/peronda benden başka da kimseler yoktu/durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri/perdesi aralıktıgenç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada/saçları saman sarısı kirpikleri mavi/kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı/üst ranzada uyuyanı göremedim/habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres/bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini/baktım arkasındanüst ranzada ben uyuyorum/Varşova’da Biristol Oteli’nde/yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu…”

”Vera’nın Resmi” adlı şiiri de şöyledir:

“Kimseler yapamaz senin resmini /Sen kendi resmini kendin de yapamazsın /Bir açılıp bir kapanır kapılar yüreğinde /Senin resmini ben yapacağım.”




Giitiği her ülkeden her şehirden arar Veya’yı şair. Her yerden kartlar yazar sevda dolu... Gönderir Vera’ya usanmadan…

“Selam.Öpüyorum seni.Raya’yı ve tüm dostları.Korkunç hasret içindeyim.Bir an önce, bir an önce dönmek istiyorum,işte bu kadar. Nazım.”

Bazı yolladıkları da sadece dört satırdır. Şöyle:

“Durmadan seni düşünüyorum. / Durmadan seni düşünüyorum. / Durmadan seni düşünüyorum. / Durmadan seni düşünüyorum.
Nazım Hikmet “



Nazım Hikmet en son şiirini gene Vera'ya yazmıştır.

"Gelsene dedi bana / Gülsene dedi bana / Ölsene dedi bana / Geldim / Kaldım / Güldüm / Öldüm."

Nazım Hikmet 3 Haziran 1963 günü memleket hasretiyle ölür. Vera, Şairin ölümünden sonra kimseyle evlenmez bir daha. Vera da 2001 de öldüğünde Moskova'dadır.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Nazım Hikmet ve Aşık Olduğu Kadınlar -1-


Bugün duydum ki 58 yıl önce vatandaşlıktan çıkarılan Nazım Hikmet'in vatandaşlığa kabul edilmesine karar verilmiş. Vatandaşlıktan çıkardık demekle ne oluyordu ki? Gönüllerden çıkarmak mümkün olabilmiş miydi? İşte... Bunca yıldır dilimizde, belleğimizde değil miydi şiirleri? Olsun bu günleri de gördük ya... Çok şükür, demiştim.  Nâzım Hikmet... Memleketimin yasaklı sevdalısı... Bir dönem yasaktı onun adını anmak, şiirlerini okumak... Hep gizli gizli okudum ve yazdım herkesten sakınarak.


Sait Faik "Bir insanı sevmekle başlar herşey " demiş ya... Ne güzel söylemiş... Ben de sevdiğim bir sevgi ve aşk adamı Nâzım Hikmet için bir şeyler yazmak istedim...  Ama Nâzım Hikmet’in şiirlerini değil de aşklarını anlatmak istiyorum. Ya da aşklarıyla birlikte, aşık olduğu kadınlara yazdığı aşk şiirlerini… Bir şair hele Nâzım Hikmet’se bu şair… Bana göre Edebiyat tarihimizin en güzel aşk şiirleri yazmış birisidir... Nasıl sevmeden, aşık olmadan şiir yazabilirdi sevgili şairimiz öyle değil mi? Nâzım Hikmet'in aşkları sadece kadınları değildir tabii… O memleketine, doğaya, insana kısacası güzel olan her şeye aşıktır. Benim şimdi yazmak istediğim ise, illa  kadınlara olan aşkıyla ilgili...

Nazım Hikmet ve Nüzhet Hanım



Nazım ve Nüzhet çocukluk arkadaşıdırlar. Moskova’da üniversite öğrencilikleri devresinde evlenirler. Nüzhet’in ailesi razı değildir bu evliliğe. Mektuplar yağdırırlar Moskova’ya. “ Her sözüyle,her hareketiyle,her şeye isyan etmiş,hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız geçinemezsiniz!” derler.


Bir ara Nüzhet’in sağlığı bozulur ve memlekete döner. Ne kadar tedavi olup iyileşmiş olsa bile, bu bünyesi ile Nazım’a yoldaşlık yapamayacağını düşünür, belki de ailesinin etkisi ile ayrılmaya karar verir.Zaten Moskova nikahı yapılmış olduğu için, boşanmak gibi hukuki bir sorunları da yoktur. Yıkılır şairimiz bu karar üzerine...Bu evlilik iki yıl sürmüştür. Bu ayrılıktan sonra Şair’in şu şiiri yazdığı söylenir:

MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN VE HANIMELLERİ

O mavi gözlü bir devdi, /Minnacık bir kadın sevdi. /Kadının hayali minnacık bir evdi, bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev. /Bir dev gibi seviyordu dev, /Ve elleri öyle büyük işler için hazırlanmıştı ki devin, /yapamazdı yapısını, /çalamazdı kapısını bahçesinde ebruliiii hanımeli açan evin. /O mavi gözlü bir devdi, /Minnacık bir kadın sevdi. /Mini minnacıktı kadın. /Rahata acıktı kadın yoruldu devin büyük yolunda./Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, /girdi zengin bir cücenin kolunda bahçesinde/ ebruliiii hanımeli açan eve. /Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, Dev gibi sevgilere mezar bile olamaz: /bahçesinde ebruliii hanımeli açan ev...

Nazım Hikmet ve Piraye Hanım


Piraye ,Nazım Hikmet’in kızkardeşinin arkadaşıdır. Kocasından ayrılmış, bir erkek ve bir kız çocuğu sahibi dul bir kadındır. Şairimiz’in Piraye’ye yazdığı ilk şiirinin hikayesinin şöyle olduğu söylenir:

Şair, sevgilisine bir demet mor menekşe ile gitmeye niyetlenmiştir. Ama dostlarının karnını doyurması gerekmektedir. Altın gözlü çocuğun menekşe parasını harcar. 1930 da yazdığı o güzelim şiiri de şöyledir:

Mor Menekşe, Aç Dostlar ve Altın Gözlü Çocuk

Abe şair, /bizim de bir çift sözümüz var /«aşka dair.» /O meretten biz de çakarız biraz.. /Deli çığlıklar atıp avaz avaz /burnumun dibinden gelip geçti yaz sarı tahta vagonları ter, tütün ve ot kokan bir tren gibi. /Halbuki ben istiyordum ki gelsin o kırmızı bakır bakracında bana sıcak süt getiren gibi... /Fakat neylersin, /yaz böyle gelmedi, /yaz böyle gelmiyor,/ böyle gelmiyor, hay anasını... sey!.. /EEEEEEEEEY... /kızım, annem, karım, kardeşim /sen başında güneşler esen altın gözlü çocuk, /altın gözlü çocuğum benim; /deli çiğlıklar atıp avaz avaz burnumun dibinden gelip geçti de yaz, /ben, bir demet mor menekşe olsun getiremedim sana! Ne haltedek, /dostların karnı açtı kıydık menekşe parasına!



1935’de kimseye haber vermeden evlenirler. İstanbul’a yerleşirler. Ama rahat olamazlar ki… Nazım Hikmet’in mahpusluk günleri başlayacaktır. O kadar çok şiir yazmıştır ki Piraye’ye… Okadar çok mektup yazmıştır ki “Karıcım, canım karıcığım” hitapları ile başlayan… Misal, "Karıcığım, Bu seferki ilk mektubuma senin için yazdığım bir şiir ile başlıyorum: 


Saat dört yoksun, Saat beş yok / Altı,yedi ertesi gün ve belki kimbilir... /Hapishane avlusunda bir bahçemiz vardı. /Sıcak bir duvar dibinde on beş adım kadardı./Gelirdin,yan yana otururduk, Kırmızı ve kocaman muşamba torban dizlerinde..."

Bu şiir böyle devam etmektedir... Şiirin sonundaki mektup ise şöyle bitmektedir:
"Kuzum karıcığım,bu şiirleri iyi oku.Yazdıklarımın en ustaları değilse de en yalansızlarıdır.Seni nasıl yalansız, süssüz,sanatsız seviyorsam,bunlar da öyle... "
Yada ,”Karıma Birinci Mektup” şiirini şöyle bitirmektedir:
……………………………………………...
Düşmanara gam. /Dostlara selam. /Kalbimde çocuklarım. /Seni kucaklarım. /Canın sıkıldıysa bu mektuptan beni affet!... /Kocan: Nazım Hikmet



“Karıma 2. Mektubumdur” diye yazılan ve Portreler kitabında yayımlanan en ünlü şiir de şu değil midir?

Bir tanem! /Son mektubunda: "Başım sızlıyor /yüreğim sersem!" /diyorsun. /"Seni asarlarsa seni kaybedersem;"/diyorsun; /"yaşayamam!"/Yaşarsın karıcığım, /kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda; /yaşarsın, /kalbimin kızıl saçlı bacısı /en fazla bir yıl sürer /yirminci asırlarda ölüm acısı. /Ölüm /bir ipte sallanan bir ölü. /Bu ölüme bir türlü /razı olmuyor gönlüm. / Fakat emin ol ki sevgili; /zavallı bir çingenenin /kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli / geçirecekse eğer / ipi boğazıma, /mavi gözlerimde korkuyu görmek için /boşuna bakacaklar Nâzım'a! /Ben, /alaca karanlığında /son sabahımın /dostlarımı ve seni göreceğim,/ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını /toprağa götüreceğim... /Karım benim! /İyi yürekli, /altın renkli, gözleri baldan tatlı arım benim; /ne diye yazdım sana /istendiğini idamımın, /daha dava ilk adımında /ve bir şalgam gibi koparmıyorlar /kellesini adamın. /Haydi bunlara boş ver. / Bunlar uzak bir ihtimal. /Paran varsa eğer /bana fanila bir don al, /tuttu bacağımın siyatik ağrısı, Ve unutma ki /daima iyi şeyler düşünmeli /bir mahpusun karısı.



Bir Cezaevinde,Tecritteki Adamın Mektupları” şiiri ise şöyle başlamaktadır:

“Senin adını /Kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya,bulunduğum yerde /Ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere alatı katıa verilmez), /Ne de başı bulutlarda bir çınar.”

Durmaksızın yazar Piraye’ye Nazım Hikmet, sürekli yazar… 1945 lerde gene mahpushanede Piraye hanım’a hergün bir şiir yazmaya başlar. “Piraye için yazılan saat 21-22 şiirleri”dir bunlar.

“Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…..”

Yıllar yılları kovalar hasret ve sevi dolu mektup ve şiirlerle... Amaaa her aşkın bir sonu vardır galiba...


1946 da Bursa Mahpushanesi’nde yatarken dayısının kızı Münevver’in ziyaretleri sıklaşmaya başlamıştır. Gönlüne sual olunmuyordu şairimizin ve artık Nazım Hikmet ile Münevver aşkı başlıyordu. Şair mektup yazar Piraye’ye ve anlatır durumu tüm açık yürekliliği ile… Piraye Hanım yıkılır ama kimseye belli etmez. Bu arada Münevver bir çocuk sahibi evli bir kadındır. Kocası ayrılmak istemez. Nazım- Münevver aşkı içinden çıkılmaz hale gelir. Nazım Hikmet bu aralar bir mektup yollar Piraye hanım’a. Şöyle der:

“Yeryüzünde hiçbir insan,hiçbir insana benim sana yaptığım kötülüğü yapmamıştır.Bütün bunlara rağmen gel. Sana “gel” diyecek kadar yüzsüz ve alçaksam ne halt edeyim,öyleyim işte. Fakat gel. Ve benden nefret ederek,beni hor hakir görerek de olsa, beni bir daha yalnız bırakma!"


Gelmezse intihar edeceğini söyleyen mektuplar yazar karısına... Haberler gönderir...Piraye dayanamaz gider. Daha sonra da Nazım Hikmet’in Piraye Hanım’a yazıları devam eder. Nazım Hikmet açlık grevi yapmıştır mahpushanede ve rahatsızlandığı için hasteneye yatırılmıştır. Piraye Hanım’la son görüşmelerinin hikayesi de şöyledir: Özel bir bağışlanma bekleyen şair serbest bırakılacağını düşünmektedir ve gene Münevver Hanım’la görüşmelere başlamıştır. Piraye Hanım bilir durumu ama gene de hastaneye gider ve Nazım Hikmet'e çıktığında evine gelebileceğini söyler. Tam bu konuşma sırasında, kapısı açılır görüşme odasının ve içeriye Nazım Hikmet’in kızkardeşi ile Münevver Hanım girerler. Şairimiz iki arada kalmıştır ve durumu oldukça sevimsizdir. Piraye Hanım çıkar odadan. Bu Piraye ve Nazım’ın son görüşmesidir.


1930 da başlayan aşk 1950 de noktalanır. Bu 20 yıl hep tutuklanmalar ve mahpuslukla geçmiştir. Piraye Hanım kocasını hiç yanlız bırakmamış ve sabırla beklemiştir. Boşandıktan sonra da 1995 yılında ölene kadar da hiç bir gazeteciye tek bir laf etmemiş ve kimseyle bir daha evlenmemiştir.

Nazım Hikmet ve Piraye Hanım aşkından geriye, uzun mahpusluk yılları boyunca yazılan yüzlerce şiir, mektuplar ve kitaplar kalır... Hayranlıkla okumamız için!

1946 da "Piraye'me Rubailer" yazmıştır Nazım Hikmet... Bir tanesi şöyleydi:

"hatunumun gözleri eladır da /içinde hareler var yeşil yeşil /altın varak üstüne yeşil yeşil meneviş /Kardeşlerim,bu ne biçim iş /şu dokuz yıldır eli elime değmeden /ben burda ihtiyarladım /o orda /Kalın,beyaz boynu kırışan kızım, /imkansızdır ihtiyarlamamız bizim,
etin gevşemesine bir başka tabir gerek, /zira ki ihtiyarlamak:
kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek."

Bu akşamlık bu kadar...

Bir sonraki yazıma Nazım Hikmet - Münevver aşkı ile devam edeceğim.

Yazının tamamı aşağıdaki linkte...



3 Ocak 2009 Cumartesi

Woody Allen - Hollywoodvari Bir Son


Woody Allen Filmlerini yıllarca redetmiştim. Öncelikle bana ne filmleri ne de kendisi hiç sempatik gelmiyordu. Sonra da kendisinden 35 yaş küçük olan,evlat edindiği kızla evlenmişti. Asıl sorun bendim aslında. Önyargılıydım galiba. Şu önyargı öyle bela bir şeydir ki insanı nasıl yıllarca bazı zevklerden mahrum eder. Belki de şöyle düşünmeli. Herşeyin bir zamanı var. Woody Allen filmlerini seviyorum artık. Epeyce filmini seyrettim. Ciddi suratlı komedi diyaloglarından çok keyif alıyorum. Bu nedenle bugün izlediğim filmini sıcağı sıcağına yazayım istedim.



Eski kocasını bırakarak zengin bir sinema şirketi sahibi ile birlikte olan Ellie , hem vicdan azabı çekmekte hem de kendisine itiraf edemese de eski kocasını özlemektedir. Eski kocası kimdir? Bir zamanların Oscar almış ünlü sinema yönetmeni Val Waxman. Filmde bu rolü canlandıran kişi Woody Allen’dır tabii ki! Val unutulmuş bir yönetmendir artık. Hastalık hastası, nevrotik, garip bir adamdır.Ruh hali okadar inişli çıkışlıdır ki hiç bir film şirketi onunla çalışmak istememektedir. En son Kanada'da bir deodorant reklamı çekmeye çabalamaktadır. Bu durumu içine sindiremediği her halinden bellidir.


Ellie’nin sevgilisinin film şirketinin elinde “Hiç Uyumayan Şehir” adlı bir film senaryosu vardır. Sıra iyi bir yönetmen bulmaya gelmiştir. Film Mannattan'la ilgilidir. Ellie, NewYork, gece kulüpleri, kent görüntülerini en iyi becerebilecek kişi Val diye düşündüğünden Val'in bu filmi yönetmesini ister. Boşandıklarından beri hiç görüşmemişlerdir.
Aslında,Val da yeni bir heyecan, kendini gösterecek yeni bir proje beklemektedir. Üstelik
senaryoyu okuyunca bayılmıştır filme ama işin sahibinin “hain” eski karısı ve onun “yontulmamış hırsız” yeni kocası ( evli olduklarını düşünüyor) öğrenince şok olur. Eski karısına o denli öfkelidir ki filmin bir yerinde “Manikürlü sahtekar! Dilerim perma aletinin üzerine düşüp bir tarafını yakar” diye söylenir arkasından.
Onun yeni kocası için ise “Onun saç tıraşının parasıyla beş kişilik bir aile doyar. Ben onlarla çalışacağıma, yaşlılar için çiş bezi reklamı yaparım daha doğru olur,diye düşünür ama eli kolu bağlıdır. Parası kalmamıştır. İkna olur ve filmi yönetmeye karar verir.
Ellie ve Val’in bir restorantta sözümona iş için buluştuklarında aralarında geçen diyaloglar şahanedir gerçekten. Zaten Woody Ellen filmleri özgün diyalog nağmeleri içermez mi? Bu film de onlardan biridir. Hep iniş çıkışlı bir konuşmalar zinciri...Bir yandan film hakkında konuşulurken diğer yandan karısı kendisini aldatıp terk ettiği için aşırı öfkelidir. Keyifli bir seyirlik durumdur bu.
Val çekim için çalışmalarına başlar. Çinli bir kameraman seçer. Oyuncu seçimlerine sıra gelmiştir. Val'in, sevgilisinin filmde oyuncu seçilmesi sırasında sıkıntıdan sergilediği davranışlar ve tikler tam anlamıyla seyirliktir. Bu arada Val Elli'nin evli olmadığını öğrenecektir. Herşey tamamdır. Hafta başı film çekimine başlanacaktır.

Garip bir durum meydana gelir. Val hafta sonu uyandığında artık kördür. Bu bir nevi sinirsel körlük durumudur. Hemen menajerine haber verir. Karar verilmiştir. İşi kaçırmamak için, geçici olduğunu düşündükleri bu körlük durumundan, kimseye söz edilmeyecektir.
Aslında filmin ikinci bölümü burdan sonra başlıyor. Hollwood'da gözü görmeyen bir yönetmen film çekiyor. Gözler görmeyince artık iç dünyalara dönmenin zamanı gelmiştir. Kör olduğu belli olmasın diye Ellie her an Val'in yanında olacaktır ve ilişkilerini tekrar gözden geçirme fırsatı yakalarlar.Bir zamanlar aslında en büyük hayalleri birlikte Paris'te yaşamaktı, bunu hatırlarlar birlikte. Karşılıklı eski güzel anılarını yad ederler.

Val'in kör olması hayatını irdelemeye yolaçar.
Mesela, uzun zamandır giyimi,dövmeleri, küpeleri, yaşam tarzı nedeniyle öfke duyduğu oğlu ile görüşmemektedir. Yanlış yaptığını farkedip oğluyla görüşmeye gider. Bu arada fim çekimi bitmiştir. Ellie gene Val' e yardım etmeye devam eder. Bir gün nasıl aniden kör olduysa Val, gene aniden görmeye başlar. Bir parkta birlikteler ve sahane bir müzik ve arka fonda NewYork varken...





Ellie ile birlikte Val, çekilen filmi izlerler.Val'in tepkisi şöyledir: "Hayatımda seyrettiğim en kötü film. Bunu yapan adam kör olmalı!"
Film gösterime girmiş ve çok kötü eleştiriler almıştır. Val eleştirileri haklı bulmaktadır.Bu arada Ellie ve Val birbirlerine hep aşık olduklarını farkederler. Asıl körlüğün bu olduğunu anlarlar. Film hakkında olumsuz eleştiriler almışken enteresan bir gelişme olur ve Fransızlar Paris'te filmi seyredip son 50 yılın en iyi Amerikan filmi seçerler "Hiç Uyumayan Şehir" filmini... Val için de "Gerçek bir dahi "derler. Newyork'ta bir serseridir Val, Paris'te ise bir dahi:) Val'in en önemli söylemi: "Şükürler olsun ki iyi ki Fransızlar var!"

Ellie ve Val'in artık hayalleri gerçek oluyor... Paris onları bekliyor... Her kocanın bir süre kör olması mı gerekiyor:)


"Hollywoodvari Bir Son" bir hesaplaşma filmidir bana göre. Önce eski karısıyla, sonra oğluyla ve sonunda kendinle bir hesaplaşma durumu. Ayrıca Hollwood'la ve Fransız Sinemasıyla tatlı bir dalga geçme vaziyetleri... Bana göre çok keyifli bir film!

2 Ocak 2009 Cuma

Quentin Tarantino - Kill Bill ve İş Teknikleri:)


Yılın son günlerinde, o yıl yaşadıklarımı şöyle bir düşünmek isterim. Keşke kendi kendime kalabilsem, sevinçlerimi, keyifli anlarımı bir film şeridi gibi gözümün önünden geçirsem derim. Eğer kendimi zorlamasam pek mümkün olamaz ama…Zira yılın bu son günleri, işim açısından en debdebeli günlerdir. Müşterilerimin çoğunun sözleşmeleri yıl sonunda biter. Su uyur lakin rakiplerim uyumazlar. Haklı olarak durmaz oturmazlar, beni bir rahat bırakmazlar.
Ben sinemayı çok severim. Sinemanın hayatı eşsiz kıldığını düşünenlerdenim. Filmlerden öğrendiğim özel taktikleri,iş hayatımda uygularım. Sonra da kimsenin tahmin edemediği bu enteresan film teknikleriyle işlerimi yaparım.



Misal, Quentin Tarantino’nun tüm filmlerini severim. Aklıma geldikçe tekrar tekrar izlerim. Şimdi yıl sonundaki mücadelemde, inanmayacaksınız ama, bir Tarantino filmi olan Kill Bill 2 deki, büyük döğüş ustası Pai Mei den öğrendiğim, “5 dokunuşta ölüm vuruşu tekniği”yle, tek tek rakiplerimi eledim. Bu mühim bir tekniktir. Mesleğimde bu tekniği nasıl uyguladığımı, üzgünüm ama burada açıklamam mümkündeğildir. Bu yıl öğrendiğim “5 dokunuşta ölüm vuruşu” tekniği, bizim meslekte kimse tarafından uygulanmadığı için,rakiplerimi okadar şaşırttı ki ne olduğunu anlayamadı hiçbiri... Bu tekniği uygulayan kişinin, rakibinin kazanması mümkün değildir. Sadece bilip uygulayan kazanır. Rakibinin durumunu görmek isteyenlere Kill Bill2’yi seyretmelerini tavsiye ederim.



Neyse,asıl anlatmak istediğim yıl sonunda yaptığım keyifli anlarımın muhasebesiydi. Ama şimdi değil de sonra yazıma devam edeceğim. Yarın son bir düellom var da… Bu kez niyetimi tam açık etmeyeyim. Rakiplerimden bu yazıları okuyanlar olabilir. Oturur bütün gece filmi seyredip, taktik geliştirebilir. Sadece şu kadar söyleyeyim. Yarın uygulayacağım döğüş tekniği olan film şu parça ile başlıyor:
Bang bang, I shot you down
Bang bang, you hit the ground
Bang bang, that awful sound

Sir Yes Sir! Stanley Kubrick-Full Metal Jacket

Stanley Kubrick’in bu kez anlatacağım 1987 yapımı filmi Full Metal Jacket’i seyrettikten sonra ne çok söz aklımda kalmış diye düşündüm. Ama en fazla beynime işlenen ve film boyunca sürekli tekrar edilen “Sir yes Sir!” . Full Metal Jacket’i bence tam olarak bu cümle simgeliyor. Bu nedenle konu başlığıma bu kelimeleri de ekledim.

Bu kez ne 2001 deki gibi uzaydayız nede Otomatik Portakal’daki gibi bilinmez bir zamandayız. Full Metal Jacket te artık gerçek dünyadayız ve tarihin önemli bir dönemindeyiz. Vietnam Savaşı öncesi Amerikan ordusunun eğitimini görmekteyiz.


Amerikan ordusuna gönüllü olarak katılan gençler Çavuş Hartman’ın çok sıkı disiplini altında eğitime alınırlar. Sıkı disiplin demek aslında hafif kalacaktır. İnsanlık dışı her türlü uygulama, dayak, küfür, aşağılama ve ceza yöntemlerini acımasızca acemi askerlerine uygulayacaktır.

Gençlerin hepsinin bu denli ağır baskıya dayanabilmesi mümkün değildir tabii ki.Aralarından en çok aşağılanan ve arkadaşları tarafından da dışlanan er Pyle psikolojik olarak fazlaca etkilenir.


Er Pyle'in baskılara dayanaması sonucunda hazin bazı olaylar yaşanacaktır. Bu filmi askere gidecek çocukarın izlememesini özellikle söylemem gerekir diye düşünmekteyim. Kubrick gene etkileyici ve duygularımızı alt üst edici bir tarzda filmini anlatmaya devam etmektedir.


Bu ağır eğitimden geçen askerler artık sıcak savaş ortamında, gerçeklerle yüzleşmeye başlarlar. Savaşın çirkinliğini hep birlikte seyretmekteyiz şimdi Kubrick'in kamerasından...Niçin Vietnam'a gelmişlerdir bu gençler ve neden öldürmeleri gerekmektedir buradaki çekik gözlü insanları?Olup bitene anlam vermek o kadar zordur ki! Filmin en gerçek sözlerinden biri de şudur: " Ölüler tek bir şeyi bilirler: Hayatta olmak daha iyidir. "
Filmin ana kahramanlarından Er Joker'in miğferinde Born to Kill yazmaktadır. Aynı zamanda giysisinin yakasında da barış amblemi bulunmaktadır. Vurgulanmak istenen bir ikilemdir aslında. Bir yandan yaşamak için öldürmeleri gerekmekte diğer yandan yaptıklarının bir katliam olduğunu içlerinde hissetmektedirler. Korkunç bir durum!


Vietnam'daki Amerikan karargahından, Amerikan kamuoyuna gidecek olan haberlerin hep olumlu olması gerekmektedir. Ordu gazetesi bu nedenle haberleri çarpıtarak gönderecektir uzaktaki kıtadaki vatandaşlarına. Aslında durum şudur:

Bizler acımasız denizcileriz efendim.
Rahat uyuyun.
Ben öleceğime siz ölün.
Hiç değilse bir dava uğruna öldüler.
Hangi dava bu?
Özgürlük.
Kendine gel çaylak.
Kızılları özgürlük için mi haklıyoruz sanıyorsun?
Bu bir katliam

Dönemin Amerikan rock şarkıları filmin seyrimindeki hüzün ve gerilim katsayısını arttırmaktadır. Kubrick'in diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de müzik önemli bir öğedir.

Savaşın acımasızlığı ve gereksizliği bu kez Kubrick anlatımıyla bir kez daha ironilerle bezenmiş bir şekilde anlatılmıştır. Şaheser bir filmdir Full Metal Jacket!

Stanley Kubrick - Otomatik Portakal

Stanley Kubrick'in 1971 yılında çevirdiği bu film,ünlü İngiliz yazar Anthony Burgess'in aynı adlı romanından filme uyarlanmış. Berezilya.com'da bir yazıda kitabın Tükçe çevirisini zamanında Aziz Üstel'in yaptığını okumuştum. Hatta Aziz Üstel roportajında bu kitabın çevirisini yaparken yepyeni bir dil yaratmak zorunda kaldığını ve bu çevirinin kendisini oldukça zorladığını söylüyordu. Aziz Üstel'in bir zamanlar çeviri yaparak para kazandığını okuyunca şaşırmıştım. Nedense iyi eğitim almış zengin bir aile çocuğu intibası vardı bende. Doğrusu öyleydi de. Lakin hayatını da anlattığı röportajının tamamını okuduğumda iyice şaşıracaktım.Zira hayatı tam bir dramdı. Zaten röportajın başlığı da "Benim hayatım film değil,filmim hayat"tı.Aziz Üstel ayrı bir yazı konusu olabilir aslında.Neyse, ben şimdi döneyim Otomatik Portakal'a...


Film gelecekte bir zamanda sanki alternatif bir dünyada geçmektedir. Filmdeki mekanlar, giysiler, geometrik desenler, pastel tonlar,renk seçimleri, ışık, ortamlar bu filmin hikaye anlatıcısının Stanley Kubrick olduğunu bangır bangır söylemektedir. Asıl kahramanımız Alex ve arkadaşlarının zengin-fakir,kadın-erkek gözetmeden her fırsatta akla hayale gelmeyecek şiddet uygulamaları ile film önce seyredeni bir duvara çivilemektedir.


Filmde, asıl kahraman Alex ve arkadaşlarının hırsızlık, cinayet, tecavüz sahneleri akıl almaz bir seyirlik arzetmektedir.Bu gençlerin aşırı şiddetten zevk duymaları kendi yapılarından mıdır, ilgisiz ve sorumsuz ailelerine mi bağlamalıdır yoksa sosyal ortamları mı buna zemin hazırlamaktadır bilemiyor ve filmi seyretmeye devam ediyorsunuz. Film belirsiz bir ülkede geçmektedir. Aslında İngiltere midir? İnsanlar çetelerden korunmak için, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında oturmaktadırlar. Alex de böyle bir sokak çetesinin başıdır.Bir olayından sonra polis tarafından tutuklanan Alex'e yapılanları seyredince aslında şiddetin sadece sokaklara ait olmadığı, asıl şiddetin devlet tarafından yapıldığını anlıyorsunuz.Filmin ilk bölümünde herkese yapmadığını bırakmayan Alex'in, hapse düştükten sonraki durumu acınacak haldedir. İlk bölümde kızdığınız Alex'e ikinci bölümde acımak insanın içinde çaparizli bir vicdan muhasebesi yaptırıyor. Suçlu pişman olursa ve bir daha suç işlemeyeceğine kanaat getirilirse afedilmeli midir? Yaptıkları yanında mı kalmalıdır?

Alex hapisteyken, şiddeti engellemek için bilimsel yöntemler kullanmak isteyen devletin bir projesine gönüllü kobay olur. Bu kez uygulanan işkencevari tekniklerle Alex'in nasıl bir kurbana dönüştüğüne tanıklık ettiriyor Kubrick bizi. Bu projenin sonunda iyileştiğine kanaat getirince Alex'i serbest bırakırlar. Filmin başında şiddet yaptığı insanlardan şiddet gören bir insana dönüşmüştür bu kez kahramanımız. Ama "Oh olsun sana!" demek içinizden gelmiyor çünkü bir kişinin iyileşmesi ile şiddet bitmiyor ki şiddet gene olanca acımasızlığıyla devam ediyor. Filmin müzikleri başdöndürücüdür. Şiddetçi başı Alex bir Beethoven hayranıdır. Beethoven'in resmine her baktığında gözlerinde şiddeti görmektedir. Film tam bir klasik müzik şölenidir. 9. senfoni gerçekten bir şiddet eyleminden sonraki rahatlığı hissetiriyor mu acaba bir de bunu da düşünebilirsiniz filmi seyrederken...

Neden filmin adı Otomatik Portakal diye merak ettim ve araştırdım. Soruma cevap olarak kitabın yazarı Anthony Burgess'den şöyle bir alıntı buldum :

" Cokney dilinde (ingiliz argosu) bir deyiş vardır. ' uqueer as a clockwork orange’. Bu deyiş olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya'da canlı anlamına gelen 'orang' sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda , rengi hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin tam da benim anlatmak istediğim duruma Pavlov Kanunları'nın uygulanmasına dayalı bir hikayeye çok iyi oturduğunu düşündüm.”
Kubrick filmleri olağanüstü bir lezzette diye düşünüyorum. Seyredince duvara çivileyen bir film Otomatik Portakal. Şimdi sırada ne var? Full Metal Jacket!

1 Ocak 2009 Perşembe

Stanley Kubrick - 2001 Bir Uzay Destanı

Bugün yeni yıl tatili ve evdeyim. Hava nasıl soğuk. Ben de evde "Sinema Günü" ilan ettim. Üstelik günün yönetmeni olarak da Stanley Kubrick'i seçtim. Geçen hafta İstanbul'a gittiğimde, Kubrick'in bulabildiğim tüm filmlerinin dvd' lerini almıştım. Bu gün ilk seyredeceğim film 2001: Bir Uzay Destanı... Orjinal adı 2001:A Space Odyssey . Bu filmi okadar çok duymuştum ki mutlaka seyretmek istiyordum. Bilim kurgu filmleri severim. Bu seyrettiğimiz tüm bilimkurgu filmlerinin atası sayılırdı. Çünkü Stanley Kubrick'in bu filmi çektiği tarih 1968 yılıydı. Tam 40 yıl öncenin filmiydi.

Filmi başlattığımda acaba dvd de sorun mu var diye düşündüm. Çünkü ekranda kapkara bir boşluk ve derin bir sessizlik vardı. Biraz sabredince, güneşin doğuşu ve şahane renklerle film başladı. İlk 25 dakikasında kimsenin konuşmadığı filmin, genel seyrinde de diyaloglar oldukça minimum seviyede tutulmuş,benim hiperaktiv ruhum kolay kabul etmez böyle ağır vaziyetleri lakin görüntü ve müzik üzerine kurulu gerçekten öyle harikulade bir destan yaratılmış ki seyretmemem mümkün değildi.


Filmin başında maymun insan evrimi anlatılmaktaydı. Maymunlar ve hayvanlar doğal içgüleri ile normal hayatlarına devam etmekteyken, uzaydan gelen büyük siyah bir nesne maymunların arasında belirir. Bu olaydan sonra maymun insanların içgüdülerinde bir farklılık oluşur. Ardından ilk insanın kemiği silah olarak kullanmasıyla birden ilk cinayete şahit oluyor, akabinde kemiğin havaya fırlatmasıyla 2001 yılına ışınlanıyorsunuz. Birden ilk çağdan bilgisayar çağına hızlı bir geçiş bu... Bakmayın böyle hızlı modda yazdığıma,film öyle böyle değil oldukça ağırdı... Şimdi yeni dönemde artık bilgisayar ile insanoğlu arasındaki mücadeleyi seyrediyoruz. Hatta öyle ki HAL diye adlandırılan,konuşabilen, sezgi sahibi ,sorulara cevap verebilen bilgisayar insanoğlunun başına çorap örmeye çalışacaktır.

Filmin çekildiği yılın 1968 olduğunu yani 40 yıl önce çekildiğini düşününce,
Kubrick'in büyük bir deha olduğuna kesin kanaat getiriyorsunuz. Daha ay'a dahi
ayak basılmamışken ay'da kurulmuş koloniler, uzayda insanlı seyahat, günümüz
bilgisayarlarına benzer ekranlar, uzay gemileri, gökcisimlerinin görüntüleri
tamamen hayali tasarımlar ama nekadar da gerçekçi yapılmış diyor ve filmin hakkını
veriyorsunuz. Tahmin ediyorum ki bu filmi, çekildiği tarihte izleyenler ağızları
bir karış açık sinemadan çıkmışlardır. Günümüzde bilimkurgu ve bilişim konusunda o kadar büyük gelişmeler oldu ki, buna rağmen filmi seyrederken Stanley Kubrick'in hayalgücünden mi desem,öngörüsünden mi desem sanıyorum ki dehasından etkileniyorsunuz ve harikulade bir renk, görüntü ve müzik şöleni içinde kendinizi buluyorsunuz.
Bu film zamanında tüm Oscarlar'ı toplamalıydı bence. Oysa dört Oscar adaylığı almış, ama sadece görsel efetkler Oscarını kazanmış.


Bu filmden anladığım şudur ki; filmin sonuda insanın kendi dramına varıyorsunuz aslında... Tekrar görüyorsunuz ki hayat eşsiz bir süreç ve maalesef sonunda ölüm var.Bakmayın bana... StanleyKubrick çok da karanlık bir tablo çizmiyor benim gibi.Uzayda dolanan bir cenin görüntüsüyle moral vermek istese de sonunda , aslında bu filmiyle bizi ruhumuzda da bir gezintiye çıkartıyor. Bizi etkileyen dış etmenler neler,ölüm, doğum, ,ruh, beden, inançlar,uzay gibi konularla ilgili pek çok soruyla başbaşa bırakarak filmini bitiriyor.

Filmin bir yerinde astronotumuz, hisli ve konuşan bilgisayar HAL'ın tek tek fişlerini çekerken, HAL'ın söylediği bir şarkı vardı. O kadar yavaşlamıştı ki konuşması hemen sözlerini kağıda yazdım. Bu filmi bu şarkı sözleriyle kapatacağım.

Böyle bir filmde, bu esprili şarkı sözleriyle Stanley Kubrick ne söylemek istemektedir bize acaba?
PAPATYA

Bana cevabını söyle

Döndüm bir mecnuna

Sırf senin aşkına

İstemem sıradan törenli bir evlilik

Belki alamam sana bir gelinlik

Ama çok güzel görüneceksin

Selesinde bir bisikletin iki kişilik

01.Ocak 2009 Değirmendere

Yazan - Vildan Ceyhan