18 Haziran 2010 Cuma

Metin Üstündağ'ın Şiir Üzerine Kısa ve Hoş Yorumu

"Şiir fesleğen çiçeği gibi. Geçerken eliniz değer, müthiş bir koku; genziniz bayram eder. Şiirin az okunması değil mesele, hayatımızdan iyice çekilmesi acı. Şiir sadece sözcüklerle yazılmaz. Bazen bir jest, bir mimik, bir ince marifet de şiir olabilir. Katır kutur bir hayat yaşıyoruz. Mizah ve şiir bu hayatı biraz inceltmeye çalışıyor."

Nisan /TimeOut İstanbul- Ayşegül Tuna'nın Metin Üstündağ ile Ropörtajından alıntı

17 Haziran 2010 Perşembe

Bu Gece Hayal Etme Gecesi

Hani eskiler hep söylerler ya en kıymetli aylardır "Recep, Şaban, Ramazan" diye... Derler ki bu üç ay diğer aylardan daha mühim, daha değerlidir. Hatta şöyle derdi büyükannem.. "Hırsızlık yapan hırsızlığı, arsızlık yapan arsızlığı bırakır bu üç ay hürmetine." Bana nasıl bir his veriyor biliyor musun? Hani her mağazanın bir damping zamanı olmuyor mu yıl içinde? Oluyor.. O aylarda satılan her şey girer ya hani indirime... Hatta kimi zaman satılanlar ilk satış fiyatının dörtte birine bile inebiliyor. Bilirsin. Ayrıca kimi zaman kredi kartı kullanımında kazanılan bonuslar için kampanyalar düzenlenir. Bonuslar katlanarak puan olarak bize öyle geri döner. İşte böyle bir tad yok mu üç aylarda? Bak şimdi, Recep, Şaban ve Ramazan ayları geldiğinde yaptığımız her iyilik, her fena huylardan kurtulma çabası, sanki bize katlanarak bonus kazandırıp sevap hanemize yazılıyor. Aynı zamanda geçmiş günahlardan büyük indirimler yapılıyor. Mesela böyle bir şey işte... Hani her Cuma gecesi önemlidir ya şimdi bugün üç ayların başlangıç ayı olan Recep ayının ilk Cuma gecesi olduğu için çok daha öneml demek ki. Bu gece bonuslar ve indirimler katlanmıyor, adeta kanatlanıyor. Ne güzel! O halde bu gece hayal etme gecesidir! Ne istiyoruz, neyi arzuluyoruz bir düşünmeli... Hatalarımız neler gözden geçirmeli... Bu gece bol bol dua etmeli... Sevdiğine yaranmak için güzel sözler söylemez mi insan, hem de en harikulade kelimeleri seçer öyle değil mi? Belki bir şiir söylemeli... Demeli ki "Rabbim! İyilik ve doğruluk ver bizlere... Sağlık, afiyet lütfet! Gönüllerimize sevgi ve merhamet... Hatalarımızı affet... Dünyaya barış ve adalet! Bir de lütfen bolca hayal gücü lütfet!" AMİN

Köpek Kalbi ve Mikhail Bulgakov

Kocaeli 2. Kitap Fuarı'nda Kaknüs Yayınevi'nden çıkan ve İbrahim Kapaklıkaya tarafından Türkçeleştirilmiş olan bir kitap dikkatimi çekmişti. Köpek Kalbi. Kitabın yazarının yaşam öyküsü de başlıbaşına bir hikayeydi. 1891 Ukrayna doğumlu, bir teoloji profesörünün yedi çocuğundan biri olan Mikhail Bulgakov, yıllarca tıp eğitimi almış, bir süre doktorluk yapmış, sonra sağlık sebebiyle doktorluğu bırakmış ve 1920 yılında bir tren yolculuğu sırasında yazdığı hikayeyi, trenin ilk durduğu şehirdeki bir gazeteye götürmüş. Beğenilip yayınlayınca, Mikhail Bulgakov'un yazarlık serüveni başlamış. Köpek Kalbi'ni 1925 de yazmış. Rusya'da Ekim 1917 Devriminden sonra, sürekli "komünist kahramanları" konu alan kitaplar yayınlanmaktaymış. Bulgakov ise rejimi öven kitaplar yerine, özgün, fantastik konulu kitaplar yazdıkça, sansür kurulu tarafından kitaplarının yayınlanması sürekli yasaklanmış. Epeyce işsiz ve parasız kalmış. Artık aç kalma noktasına varınca durumu, Stalin'e bir mektup yazıp, ya yurt dışına çıkmasına izin verilmesini ya da Moskova tiyatrosunda kendisine iş verilmesini talep etmiş. Tiyatroda çalışmaya başlamış. Yazdığı oyunlar ilk gösterimden sonra gene yasaklanmaya başlayınca, bu kez tiyatrodaki görevine de son verilmiş. 1940 yılında ölmüş. Yazdığı kitaplar ölümünden ancak 0n yıl sonra SSCB de yayınlanmaya başlamış. Köpek Kalbi ise Bulgakov'un ölümünden 47 yıl sonra yayınlanmış.

128 sayfalık küçük bir roman Köpek Kalbi. Yazarının doktor olduğuna şaşmamak gerekir, çünkü baş kahramanı Moskovalı bir cerrah. Ölü bir adamın testislerini ve hipofiz bezini bir sokak köpeğine naklediyor. İnsandan köpeğe organ nakli söz konusu yani. 1925 yılında yazılmış bir bilimkurgu kitaptan söz ediyorum. Okudukça sanki eğlenceli olacak gibi görünüyorsa da, resmen kara mizah tadında. Yıllarca korku filmi diye, 1818 de Mary Shelley'in yazdığı ve daha sonra sinemaya uyarlanan Frankenstein'i seyretmek istememiştim. Oysa Dr. Frankenstein tarafından hastalıkları yok edebilmek amacıyla, yeni bir insan yaratma ve ölümsüzlüğü arama çabalarının sonucu yaratılan bir ucubeydi Frankestein. Aslında nasıl yumuşak mizaçlıdır Frankeshtein, nasıl sevilmeye muhtaçtır her insan evladı gibi. Fakat insanlar görüntüsünün çirkinliği ve korkunçluğu sebebiyle ondan kaçmaktadırlar. O kendisinden kaçtıklarını da bilemez üstelik. Seyredince filmi, korkmuyor da acıyorsunuz Frankenstein'e. İşte Köpek Kalbi'nde ise bu kez karşımızda, gene hırslarının esiri profesör Philip Philippovic var. Ve sokak köpeği Sharik. Doktorun uyguladığı organ nakliyle insan - köpek görünümünde, konuşabilen, okuyabilen, hatta işe girip çalışabilen fakat öte yandan da hayvani duygularını gene bünyesinde barındıran ve köpek reflekslerini bastıramayınca aşağılanıp horlanan, doğal dengesi bozulmuş bir yaratıktan söz ediyor kitap. Köpeğin ameliyat öncesi ve sonrası yüreğinden geçenleri anlatan kitap tam bir ibret hali sergiliyor. Okuduktan sonra, kitapta profesörün asistanının dediği gibi " Artık caddede yürürken, köpeklere gizli bir dehşetle bakıyorum." diyorsunuz. Ve aynı Frankeshtein'in dediği gibi, "Madem sevmeyecektin neden yarattın?" sorusunu aklınıza getiriyor. Devrim sonrası geçmişten etkilenmemiş, yasakçı zihniyetle oluşturulmaya çalışılan Rus halkına bir gönderme olduğu düşünülen roman, her dönem ibret alınacak özellikler taşıyan, kolay okunabilen ve oldukça etkileyici bir kitap. Tavsiye ederim.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Telepatik Bir Posta Bağlantısı


Gözlerime inanamadım... Yemin ederim inanamadım da, gözlerimi iyice ovuşturdum önce... Baktım. Halen duruyor tezgahın üstünde. Bu ne? Allahım bu ne? Ne yapmış Rabia Teyze böyle? En büyük boy fasulye turşusunu göndermemiş mi bizim eve? Allahım, ne yaptım da, ödüllendirdin beni bu sürprizle? Biliyorum. Rabia Teyze'yle aramızda telepatik bir posta bağlantısı var. Hem de sıradan hayatımı sırlayan bir sır büklümü halinde... Vay canına sayın seyirciler! Nerde okumuştum ki bu cümleyi? Nasıl hoş bir cümle oldu böyle!.. Ben var ya, bu turşu karşısında biraz daha durursam şair olurum da ne şiirler döktürürüm yeminle! Şeyyy!..Yok ama... Yok... Bakma böyle dediğime.. Yani diyeceğim o ki, sakın ha heves edip turşudan isteyeyim falan deme... Şey yani... Nasıl desem bilmiyorum ki... Veriririm vermesine de... Yani açık açık söylemeliyim... Rabia Teyze'nin beyaz fasulye turşusu çok sert olur bir kere... Sonra acayiipppp sarmısaklı... Of, daha kavanozu açınca evi bir sarmısak kokusu sarıyor... Hatta o koku geliyor bir gelin gibi eve yerleşiyor. 40 gün kokusu gitmiyor... Öyle böyle değil! Felaket! Yani ben bayılıyorum ama sana uymaaaazzz... İnan sana uymaz... Hatta yakışmaz... Anladın değil mi? İstemezsin değil mi böyle bir kokuyu evde? Bak en baştan söylüyorum. Dost acı söylemez mi? Söyler tabi... Söylüyorum sana işte... Sonra neden söylemedin deme... Bir de alışınca kötü oluyor biliyor musun? Alışkanlık oluyor da, her sene yiyeyim istiyorsun. Bir nevi bağımlılık yapıyor anlayacağın. Yazık değil mi sana... Her sene... Her sene... Tamam. Turşu konusu bu merkezde... Halen istiyorsan. Bir haber et... Küçük bir kavanoza koyup kargo yaparım... Gönderirim... Bak inan bana gönderirim. Kıyamam... Gönderirim yeminle!

NOT:Kışa hasretim sebebiyle eski bir kışlık yazımı tekrar yayınlıyorum:)

15 Haziran 2010 Salı

En Kısa Andır Mucize

Bak ne oldu? Evde turşu muhabbeti olunca, bir filmin turşu diyaloglu bir sahnesi aklıma geldi. Diyeceksin ki gene nereden nereye? Bak şimdi... 2005 yapımı, Factotum adlı filmde, alkol sebebi ile hiç bir işte düzgün çalışamayan, ucuz otellerde yatıp kalkan, bulabildiği her türlü üçüncü sınıf işlerde çalışmak zorunda kalan Henry Chinaski (Matt Dillon) nin kadınlarla ilişkisi, hayat mücadelesi ve yazmaya, yazarlığa hevesi anlatılmaktaydı. Bu film aslında ünlü yazar Charles Bukowski'nin yaşamının bir kesitini anlatan, otobiyografik bir filmdi.

Filmde Henry yaptığı yüzlerce iş görüşmelerinden birindedir. Bir turşu fabrikasının ofisindeler. Yetkili ile aralarında şuna benzer bir görüşme geçer:
- Yazarsın ha..
-Evet,
-Neden bir turşu fabrikasında çalışmak istiyorsun?
-Bana büyükannemi hatırlatıyor.
- Öyle mi?
- Ona gittiğimde bana turşu koyardı hep,
- Ne tür yazıyorsun?
- Genelde kısa hikayeler. Romanımın da yarısına geldim.
- Ne hakkında?
Neyse, konuşma sanırım bu minvalde bir süre devam edip gidiyordu. Henry işe alınıyordu. Ama gene içki nedeniyle işi kaytarınca, kapının önüne bırakılıyordu. Beş parasız sefalet içinde yaşıyor. Bir ara baba evine sığınmak istiyor. Babası evde ancak para verirse kalabileceğini söylüyor. Barda tanıştığı bir kadının evine yerleşiyor. Tüm bu karmaşanın içinde tek tutkusu yazmak. Her şey hakkında yazmak istiyor. Zaten turşu fabrikasının sahibi ile yaptığı görüşmede, patronun kanser hastası karısı hakkında yazacağını söylemesi sebebiyle sanırım işe alınıyordu. İlginç bir filmdi. Beni en çok ilgilendiren bir yazarın hayatı hakkında olmasıydı tabi. Filmin öyküsü sahiciydi.

Charles Bukowski, Almanya'da doğmuş, Amerika'da büyümüş, alkolik ve kumarbaz olması sebebiyle sefil bir hayat yaşamış, Amerika'nın yeraltı kültürünü iyi bildiği ve sokaklardan geldiği için, 1920 doğumlu yazar, 1994 yılında ölünceye kadar yazdığı 45 tane kitapta, genellikle toplum dışı insanları ve depresyonu konu almış. Daha çok kendi hayatını anlatmış. Ve oldukça küfürlü olan dilini de yazılarına geçirmiş. Tarzı bu. Adam sahiden rezil bir yaşam sürmüş. Kumarbaz, alkolik, küfürbaz... Öyle böyle değil yani. İyi de, ne yapabilirim? Charles Bukowski böyle diye öykülerini ve şiirlerini okumayacak mıyım? Okurum vallahi. Çünkü yazdıkları dehşet etkili.

Bak şimdi, bir dedikodu da benden Charles Bukowski ile ilgili. Günlerden bir gün, sanırım 2000'li yıllar... Yer... Bizim memleket... Bukowski'nin Kasabanın En Güzel Kızı adlı öyküsü Açık Radyo'da yayınlanıyor. RTÜK yayını sakıncalı bularak radyoyu tam 15 gün kapatıyor. Yaşam şartları nedeniyle hayat kadını olan 19 yaşındaki kasabanın en güzel kızının intihara giden yaşamının anlatıldığı bu öyküde, eee yazarı da Charles Bukowski olunca, okkalı sözler yer alıyor. Bu sözler de uygun görülmüyor. O hayatların sahicisinde dil küfürlü değil midir? Yazar da aynısını öyküsüne geçirmiş. Aklına Can Yücel'in şiirlerini getirsene. Onun gibi mesela... Öyle... Can Yücel'in ağzı bozuk diye edebi dehasından şüphe duyulabilir mi? Asla. Bu yazarlar ağızlarında acı biberlerle dolaşırlarmış... Dolaşırlar da ağızlarının acılığı ile hayatımızı çoğaltırlar. Hoppala... Gene ben ne yazacaktım? Ne yazdım şimdi iyi mi? Diyebilirsin ki, bu yazıyla turşunun ilgisi ne? Valla bilmiyorum ki... Dün gece turşuyla ilgili muhabbet olunca, aklıma bu filmdeki turşulu diyalog geldi. Eee, o film de yazar Charles Bukowski ile ilgiliydi. Laf lafı açınca benim yazım da işte bu hale geldi... Eyvah, yazım sansüre uğrar mı ki? Ben şimdi Charles Bukowski'nin edepli bir şiiri ile yazımı sona erdireyim, iyi mi?


EN KISA ANDIR MUCİZE
yalnız kalmaktan
daha kötü şeyler de vardır hayatta
ama genellikle
bir ömür alır bunun
farkına varmak
o zaman da
çok geçtir
ve çok geçten
daha kötü
bir şey yoktur hayatta.

Charles Bukowski

14 Haziran 2010 Pazartesi

Bazan İnsanın İçi Üşür Mü?

Hayatın sana sırtını döndüğü zamanlar vardır hani. Hatırlasana. Hiç halinden anlamaz hayat. İçin acıyordur, üşüyordur hatta. Olur mu deme? Olur, olur! İnsanın içinin üşüdüğü zamanlar olur. Sırtın dik, başın yukarıda değildir eskisi gibi. Duruşun, bakışın değişir. Omuzlar çöker... Gözler açılmaya zorlanır. İnsanlar sırtını sıvazlamak isterler, dokunsunlar bile istemezsin. İstersin ki o ara, kimse sana bir şey demesin, seni kimse görmesin... Zaman hızla geçip gitsin. Hissettiğin duygu geçmez bilirsin. İstersin ki en azından zamanla küllensin. Hatta sen şöyle bir uzun uyuyabilmek istersin. Ninenin anlattığı Eshab-ı Keyf gibi misal... Hani bir zalim hükümdardan kaçan 7 genç ve bir köpek, bir mağaraya sığınmışlar. Orada uykuya dalmışlar. Bir uyanmışlar ki, rivayet bu ya meğer 300 yıl uyumuşlar. Devir, devran değişmiş. Belki de aynen böyle. Ne dersin? İhtimal bu ya, uyandığında kurtulmuşsun o eski duygulardan. Olur mu olur, teselli bulursun bu durumlardan. Sanki kötü bir düştü geçmişte olanlar. Bitti işte... Geçti, gitti, tamam!... Hayat dönmeye başlar sana. Gülmeye başlar suratına. Halinden anlamaya başlar bir sebeple. Nedense? Sırtın dikleşmeye başlar, başın yukarıya kalkar yeniden. Duruşun bakışın değişir. Başlarsın insan içine girmeye, muhabbet etmeye. Hatta kahkaha atarsın gerektiğinde. Ama artık eski sen değilsindir.İçini üşüten şey değiştirmiştir seni, sen farketmeden. Bir kişi daha gitmiştir hayatından işte. Bir boşluk bırakmıştır o giden yüreğinde. Onun yeri hep boş kalır. Bilirsin boşalan alan kolay hava alır. Üşür. İşte içim üşür ya zaman zaman... Bu nedenle...Biri daha... Arkadaşım Dilek'in babası, Sevgili Celal Amca da hayatımızdan sessizce çekip gitti.. Bilmem...Anlatabildim mi?

13 Haziran 2010 Pazar

İnsan Hangi Sesleri Duyabilir?

İnsan yeterince kulak kabartırsa, daha önce duymadığı uzak sesleri de duyabilir.

-Çığlık çığlığa dönen binlerce kuşu,
-Vedalaşmak için sallanan bir mendili,
-Rüzgarda savrulan kurumuş ağaçları,
-Bir gülümsemenin sesini duyabilir insan isterse,bir bakışın,bir yıldızın sesini,
-Kabuk bağlayışı bir yaranın,
-Mahçup mahçup uyanışını dalda çiçeklenen bir mevsimin,
-Bir zamanlar burada yaşamış,çoktan göçüp gitmiş herkesin öyküsünü anlatan yağmuru,
-Yitip gitmiş her şeyi sarıp sarmalayan sessizliğin sesini bile,
-Yüreğin dört bir yanında açılıp kapanan,çarpan kapıları,
-Sözcüklerin umutsuz suskunluğunda insan,hayatı boydan boya bir ağ gibi kuşatan o nabız atışını duyabilir.
-Adları,öyküleri,zamanı anlatan sesi...
-Saatlerce yağdığı halde,ancak kesildiğinde yağmuru farketmesi gibi, son bir kaç damlayla insan, sessizliği öğreten bütün sesleri duyabilir.

(Aslı Erdoğan'ın Hayatın Sessizliğinde kitabından)

12 Haziran 2010 Cumartesi

Ey Yaz!



Ey sıcak sevenler! Ey güneşseverler! Ey memleketime denk gelen en sıcak aylar ve günler! Ey Haziran! Ey Temmuz! Ey Ağustos! Ey beni bitiren mevsim! Ey yaz! Ey günebakan çiçekleri gibi enerjilerini güneşten alan insanlar! Bense bir yeldeğirmeni misali enerjimi rüzgardan alan biriysem eğer, güneşe, sıcağa, bu durgun, esintisiz havalara asla uygun değildir ki benim bünyem! Durma hakkımı kullanıyorum! Elimde değil zaten! Duracağım biraz!... Bu çok hazin bir bahis değil aslında. Bilakis herkesin sevdiği bir mevsimdir Yaz. Ama ben...Ben... Bu sıcak havalara dayanamam. Rüzgara ihtiyacım var. Yoksa eğer bir esinti yada biraz rüzgar! Ozaman Durma hakkımı kullanıyorum! Durmak da insan haklarından biri değil mi yoksa?Of...Of... Şu sonbaharın gelmesine daha çok var,değil mi? Daha çok var!

NOT: 14.05.2009 tarihinde yazdığım eski bir yazım. Her yaz tekrarlanacak görünüyor:)

11 Haziran 2010 Cuma

Edebi Bilmeceler



1. "Örgütün kusursuz olduğunu iddia etmiyorum. Adı pek çok şüpheli işe karıştı. Bize karşı belirli suçlamalarda bulunuldu-snop olmamız, başkalarını dışlamamız, başkalarından farklı olmak için özellikle yetiştirilmemiz- bunlar bir yere kadar doğrudur. Beni tedirgin eden kusurlarımız değil." Peki, acaba ne tedirgin ediyor olabilir?



2. "Elindeki zarf düşmüş ve içindeki bankonotlara, ayaklar, izler bırakıyordu. Bir cinayetin ayak izleri. Kadının çırpınması sona erdiğinde, ellerini boynundan çeken Asil, Gonca'nın hızla yıkılmasını izledi. Ve bir kural belirdi zihninde:

Zihinsel ağırlığı ne olursa olsun her düşen beyin, aynı hızda hızlanır.

Kuralın benzeri, Asil'in annesinin mesleki kitaplarından birinde, kimin imzasıyla yer alıyordu?



3. "İnsan dediğin saçaktaki
Güvercinin farkında olacak
Ve bir çiçek açacak kendince
Bu aşk var ya bu aşk
Dikkat!

............ ilk kurtarılacak.

Şair'e göre aşk hangi afette ilk kurtarılması gerekendir?


"Çünkü böyle kendimi daha kolay ayakta tutuyordum. Sürekli kravat takan, arabalarını kilometre başına kaç para benzin yaktığının hesabını yapan, her şeyin yolunda gittiğine inanmak için, sadece yılın belirli dönemlerinde "güneye inen" insanlara da ancak böyle dayanabiliyordum." Sence yazar ne yaparak dayanmaktadır?



1.Cevap- Erdemleri- Susan Sontag - Ben, vesaire - Sayfa 108
2.Cevap- Galileo - Hakan Günday - Azil - Sayfa 132
3.Cevap- Yangın - Metin Altıok - Bir Acıya Kiracı - Sayfa 91
4.Cevap- Gülümser - Mario Levi - Bir Yaz Yağmuruydu - Sayfa 131

10 Haziran 2010 Perşembe

Ne Büyük Bir Sanat Bu!

Bu nasıl bir şeydir? Bu ne güzelliktir? İnanabiliyor musun? Bu bir bitki.. Ebegümecigillerden yıllık bir tarım bitkisi... Sanal ansiklopedide aynen böyle yazıyor... Ekiyorsun kara toprağa... Filizleniyor sonra... Büyüyor büyüyor... Dallanıyor... Sonra dallar yapraklanıyor... Bak... Bak.. Bir şey daha söyleyeceğim... Ne oluyor sonra biliyor musun? Çiçekleniyor... Resmen goncaları var... Baksana yukardaki fotoğrafa... Goncalar gelişiyor... Gelişiyor... Patlıyor sonra... Nanananoomm! Bakar mısın şu güzelliğe... Sihir gibi bir şey bu! Mucize! İçinden ne çıkıyor görüyor musun? Pamuk... Pamuk bu! Söylenecek başka ne bulabilirim ki? Fotoğraf ortada... Harikulade! Giydiğin, kullandığın pamuklu her giysiyi, eşyayı aklına getirsene... Allahım ne büyük bir sanat bu!

9 Haziran 2010 Çarşamba

Wong Kar Wai ve Aşk Zamanı

Hong Kong'lu yönetmen Wong Kar Wai'nin In The Mood For Love- Aşk Zamanı - adlı filmini seyretmiş miydin? Seyrettiğim en güzel aşk filmlerinden biridir. Filmlerde müzik benim için çok önemlidir. Hele düşünsene, aşk filmlerinin müziksiz olması düşünülebilir mi? Hele hele, bu film var ya, bu filmde sözler yoktur ezgiler vardır çoğunlukla... Aşk Zamanı'nın film müziği Yumeji's Theme insanı nasıl derinden etkiler anlatama sana. Zarif film uslubu, şahane görselliği ve etkileyici müzikleri ile bu film en sevdiğim on film arasına çoktan girmiştir.

Bir şirkette sekreter olarak çalışan Bayan Chun, sürekli iş gezilerine çıkan kocası sebebiyle genelde yalnız yaşamaktadır. Yeni bir eve taşınırlarken, karşı daireye de başka bir çift taşınmaktadır. Yeni komşuları Bay Chow bir gazetede editördür. Bay Chow'un da karısı genelde seyahattedir. Bu iki yalnız komşunun yollarını kader kesiştirmiştir.

Bayan Chun ve Bay Chow zamanla eşlerinin kendilerini aldattıklarını anlarlar. Ortak dertlerini birlikte zaman geçirirek paylaşırlar. Eşleri gibi sadakatsiz olmayacaklarına dair birbirlerine söz verirler. Lakin heyhat! Dünyanın her yerinde olduğu gibi Hong Kong da da aşka söz geçirmek mümkün olmayacaktır. Ve aşk bacayı sessizce saracaktır.

Ne yazık ki bu dile getirilemeyen bir aşktır. Onların birbirleriyle konuşması gereken yerlerde filmin olağanüstü müzikleri devreye girmektedir. Filmin müziğindeki keman, o muhteşem sesiyle, onların yerine ağlayarak sanki aşklarının itirafını yapmaktadır. Bu kendilerince seslendirilemeyen ve ten teması olmayan bir aşktır.

Film değişik bir kurguyla çekilmiş. Aşkı kadının ve erkeğin dünyasından ayrı ayrı yansıtıyor. Gelenekler, dedikodu korkusu, gene de birlikte olabilmek için sarfedilen gayretler, zaman ve mekan yansımalarının estetik görüntüntüler eşliğinde seyirciye aktarılması, filmin modu oldukça ağır olmasına rağmen, seyredeni filmden koparmıyor. Bayan Chun'un hep aynı modelde ancak herbiri ayrı güzel desendeki elbiselerinden, zarafetinden, nahif ve hoş fiziğinden etkilenmemek mümkün değil. Hong Kong'lu yönetmen Wong Kar Wai 'nin en güzel filmi olan Aşk Zamanı "Geçmişte kalmış bir döneme ve kaybolan aşka bir selam"diye nitelendirilmiş. Aslında filmin bir sırrı olacaktır... "Eğer birinin kimseyle paylaşmak istemediği bir sırrı varsa, bir dağa çıkar, bir ağaç bulur, ağaca bir delik açar ve sırrı o deliğe fısıldar.Ve onu çamurla kapar. Böylece sır orada sonsuza kadar kalır." Filmde ki sır da, Bay Chow tarafından bir deliğe fısıldanır ve üzerini otla kapatılır... Sonra... Yoo... Anlatamam... Bu filmi seyretmediysen, vakit geçirmeden seyretmelisin. Şiddetle tavsiye ederim!

Cengiz Aytmatov ve Selvi Boylum Al Yazmalım ve Mankurt

Sanıyorum Türk sinemasının en unutulmaz, en eskimez, yüreklere en fazla etki eden fillmlerinden biridir Selvi Boylum Al Yazmalım. Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin... Güçlü oyuncular! Peki ya müzik? Cahit Berkay'ın filme damgasını vuran harikulade müziği. Yönetmen de gene büyük usta... Atıf Yılmaz. Böyle bir kombinasyondan kötü bir film çıkabilir mi?


Oyunculuk, müzik ve yönetmen iyi olsa da, eğer senaryo güzel değilse, filmin başarılı olması mümkün değildir diye düşünüyorum. Hele diyalogların bu kadar akla kazındığı bir filmde. Türk Sinemasının başyapıtlarından biri olan Selvi Boylum Al Yazmalım adlı bu film, 1928 doğumlu, ünlü Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov’un Kırmızı Eşarp adlı yapıtından Türkiye koşullarına uyarlanarak çekilmiş. Yazar'ın Cemile adlı kitabı da, en güzel aşk romanı olarak kabul edilmektedir.

Bir ara Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı kitabındaki efsane çok gündemdeydi. Hani Mankurt efsanesi. Juan-Juan adlı barbar bir toplum, esir ettiği bazı insanları nitelikli köleler haline getirmek için belleklerini silerlermiş. Önce başını kazıtır, saçlarını tek tek köklerinden çıkatırlarmış. Kesilen devenin en kalın yeri olan boynundaki deriyi, tutsağın kanlar içindeki başına sararlarmış. Kuruyan deri başı mengene gibi sıkınca dayanılmaz acılar verir, ıssız bir yerde, bağlı bir halde, aç susuz dört beş gün bekletirlermiş. Genelde bu uygulamaya tabi tutulanların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirlermiş. Tutsak, zamanla düzelir, kendine gelir ve toparlanırmış ama ölünceye kadar geçmişini ve kim olduğunu hatırlamayan bir mankurt haline gelirmiş. Bilinci ve benliği olmayınca da, efendisinin tam bir kölesi olurmuş. Aytmatov'un çok tanınan eserlerinden biri olan Gün Olur Asra Bedel adlı romanı, aslında Sovyetler Birliği döneminde yaşanan sosyal ve kültürel sorunların bir öz eleştirisi. Aytmatov romanında geçmişin efsaneleriyle geleceğin bilim kurgusunu harmanladığı çok özel bir teknik uygulamış. Mankurt kelimesi, Aytmatovun bu kitabından sonra sosyoloji termonolisine girmiş.

Selvi Boylum Al Yazmalım filminden, yazarı hakkında muhabbete girince, nerelere geldik değil mi? Geçen yıl vefat eden Cengiz Aytmatov'un kitabından uyarlanan, çok sevdiğimiz filmine dönerek yazıyı bitirmek istersem eğer, filmin sonundaki yürek dağlayan finalini hatırlayalım derim..

ilyas: asyam.. al yazmalım..
asya: (iç ses): samet baba demişti.. onu babalığa seçmişti.. sevgi neydi? sevgi iyilikti, dostluktu. sevgi emekti.. (cemşit'e doğru yürümeye başlar)
ilyas: asya..asya, samet ve cemşit'le giderken bir durur, döner. ilyas'a bakar;
asya: (iç ses): durursam bir daha kurtulamam..
ilyas: (iç ses): ziyanı yok, gülüşü yeter bize..
asya: (iç ses): yüreğim kaydıysa günah mı?
ilyas: (iç ses): çamura saplansam yardıma gelir misin?
asya: (iç ses): elini tuttum.. sıcacıktı.. yüreği elimdeymiş gibi..
ilyas: (iç ses): elinden tutuversem benimle gelir mi?
asya: (iç ses): seninim işte.. alıp götürsene beni..
ilyas: elveda asya.. elveda.. selvi bolum.. alyazmalım.. elveda.. bitmemiş türküm benim..


2 Haziran 2010 Çarşamba

En Güzel Kış, Kış Mevsiminde Mi Yaşanır Sence?

Düşünsene... En güzel kış, kış mevsiminde mi yaşanır sence? Yoo! En güzel kış, yaz mevsiminde kışı hayal etmekle yaşanır! En güzel kış, yaz mevsiminin bunaltan sıcağında, kışı hatırladığımız zamanlarda yaşanır. Ben, kışı soğuğu değil, cehennem misali yaz günlerinde; kışı, soğuğu, rüzgarı düşünmenin içimde uyandırdığı hisleri seviyorum.

Yaz Gelince, Sonbahar'ı Hatırlamak...

2009 da seyrettiğim en güzel filmlerden biriydi Sonbahar. Daha Kim Ki Duk'un İlbahar, Yaz, Sonbahar, Kış, İlkbahar filmini yeni izlemiştim. Ardından memleketim gençlerinden birinin, Özcan Alper'in yazdığı ve yönettiği bir film olan Sonbahar'ı seyrettim. Özcan Alper'in ilk uzun metrajlı filmiymiş ve yukarıdaki fotoğraf Adana Altın Koza Festivali'nde ödül aldığında çekilmiş. Özcan Alper Artvin Hopa doğumlu ve film yönetmenin kendi coğrafyasında Çamlıhemşin'de geçiyor. Filmde Hemşince ve Gürcüce konuşuluyor. Film yılın en iyi on filmi arasındaydı. Gerçekten çok güzel bir film...

Film “…her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…” ithaf edilmiş. Çünkü ülkemizde 122 kişi ölüm oruçlarında, 32 kişi de hayata dönüş operasyonlarında hayatını kaybetmiş.Filmin kahramanı Yusuf da üniversitede okurken, katıldığı eylemlerden dolayı 22 yaşında mahkum edilmiş ve cezaevine girmiştir. Yani Yusuf'un ömrünün ilkbaharı hapiste geçecektir.10 yıldır tutukluğu kaldığı hapishanede F tipi cezaevlerini protesto etmek için açlık grevi yapan gruba katılır. Ciğerleri iflas eder. 2 yıl daha cezası varken sağlık nedeniyle tahliye edilir.

Ömrünün ilkbaharını tutuklu geçirmek durumunda kalan Yusuf, yazı hiç göremeden ömrünün sonbaharına atlayacaktır. Hani vardır ya bir türkümüz "Baharı görmeden yaz geldi geçti "diye, sanki bu türkü Yusuf gibiler için söylenir. Amansız bir hastalığa yakalandığını öğrenen Yusuf, cezaevinden çıktığında, son günlerini geçirmek üzere, köyde yaşayan yaşlı annesinin yanına gider. İşte Karadeniz'in sonbahar mevsimindeki olağanüstü güzel doğası ile ömrünün sonbaharını yaşayan Yusuf'un hüzünlü hali kesişir. Hazan'a hüzün bir kez daha acıtarak yakışmış, bu filmde yönetmen tabiat ve insan doğasının sonbaharını şahane görüntülerle beyaz perdeden yüreğime geçirmeyi başarmıştır. Bana göre çekimler, mekanlar ve sosyal ortamlar okadar doğal ki, filmde rahatsızlık verici birşey bulmak mümkün degil. Annesiyle karşılaşmasında Hemşince konuşmaları filmi çok daha samimi kılmış. Bildiğim kadarıyla Yusuf'un annesini, bizim köylü teyzelerden birisi oynamış. Yönetmenin buna cesaret etmesi insanı hayrete düşürüyor ama annemiz de rolünü hakkıyla yerine getiriyor. Kırk yıllık sanatçıymışcasına annenin hüznünü tüm doğallığıyla sergilemeyi becerebiliyor.
Filmin bizimle paylaştığı bir başka memleket gerçeği de Karadeniz'deki tabir i caiz ise nataşalar meselesi. Rusya'nın parçalanması sonucunda bağımsızlığını kazanan ülkelerdeki trajediler nedeniyle ülkemize gelen Gürcü kadınları konu etmiş film. Neden böyle durumlarda kadınlar ve çocuklar hep çile çekerler diye düşündürüyor film insana. Zira filmdeki kadın kahraman Elka memleketinde küçük çocuğunu bırakmış ve para kazanmak için Karadeniz'e gelmiş bir Gürcü kadındır.

İdeolojik düşünceleri peşinde yılları hapiste geçmiş Yusuf ve ülkesinin ideolojik meseleleri yüzünden çocuğundan ve memleketinden ayrı düşmüş, istemediği yollardan para kazanmaya çalışan Gürcü Elka'nın yolları kesişiyor. Yönetmen büyük bir zerafetle filmin sosyal mesajını izleyiciye geçiriyor ve neler olup bittiğini tekrar tekrar düşündürüyor.
Yusuf hapisteyken babası ölmüştür ve ablası evlenip gitmiştir. Annesi yaşlanmıştır. Köyde daha çok yaşlılar yaşamaktadır. Arkadaşı Mikail köyde yaşamaya devam etmekte ancak ruh sağlığı onun da çok iyi değildir.Yusuf yıllarca hapis yattığı ve birkaç aya kadar öleceğini bildiği için içine kapanık bir hali vardır.Yusuf rolündeki Onur Saylak Yusuf'un hüznünü hissettirmeyi başarmış. Ben Yusuf da bir pişmalık durumu hiç sezmedim. Bence Yusuf'un hüznü, bukadar genç yaşta öleceğini bilmenin getirdiği doğal bir hissiyat durumu. Hiç kolay değildir ki bu durumun kabullenilmesi... Cemal Süreya'nın dediği gibi "her ölüm erken ölümdür," ama Yusuf için çok erkendir sahiden.


Mevsim sonbahardan kışa dönmüştür. Yusuf elindeki tulumla annesine şahane bir ezgi terennüm ederken, tulumun sesi bir annenin oğula yaktığı bir ağıta eşlik etmeye başlayacaktır.İnanılmaz bir ağıttır bu! Memleketimin o yürek dağlayan ağıtlarından! Sonbahar bitmiş ve bembeyaz örtüsü ve sessizliği ile artık kış gelmiştir.Doğal güzelliklerin değişimi ile yönetmen anlatmak istediği hikayenin çok güzel anlatıcısı olmuş. Film çok ağır akıyor olsa da görüntüsü, oyunculuğu,müziği ve vermek istediği sosyal mesajları ile okadar etkileyici ki, sabırla fimin sonunu bekliyorsunuz. Tavsiye ederim . Çok güzel bir film.

1 Haziran 2010 Salı

SEYRETTİM - SEYREDECEĞİM

PRESTIJ-SEYRETTİM-ÇOK BEĞENDİM

KAPAN-AZ SONRA SEYREDECEĞİM

Bir İstanbul Yolculuğundan Geride Kalan Çeki Taşları



Dün evden o kadar erken çıkmışım ki anlatamam. Bak şimdi. İstanbul'daki bir müşterimle randevuleşmişsem, hele o müşterim Avrupa yakasındaysa eğer, emin olamıyorum ki, korkuyorum trafik keşmekeşinden. Ya yol tıkalıysa, ya geç kalırsam, ya müşterimi bekletirsem endişesiyle, bugün abartmışım anlayacağın. Sabahın alaca karanlığında çıkmışım sanıyorum evden. İstanbul'a vardığımda bir baktım ki, müşterimle buluşmaya daha iki saat var. Esasında bu duruma sevindim. Arabamı park ettiğim gibi, bir hışım en yakın kitapçıya girdim. İlk hedefim çizgi roman bölümü. Neden mi? Zagor'un son okuduğum macerası öyle heyecanlı bir yerde yarım kalmıştı ki, hani Sıtkı Sıyrıl acıyı tarif ederken, Zagorsever bünyenin acısını anlatır da, en iyi acı tarifinin çizgi romanların yarım kalmış macerası olduğunu söyler ya, inan o an, o acıyı çok iyi hissetmiştim. Darkwood'un bütün davulları adına! Heyecanın tam zirve yaptığı yerde, kitap bitmemiş miydi? Son karesinde kocaman "SÜRECEK" kelimesini gördüğümde, içimden bağıra bağıra Orhan Gencebay'ın "batsın bu dünya!" adlı şarkısını söylemek gelmişti. Neyse. Bugün yeni sayısı çıkmıştır düşüncesiyle baktım kitapların arasına. Heyy! İşte orada! Çıkmış. İntikam Saati. Aldım elime. Kapağına baktım bir süre. Sonra oturdum. Poşetinden çıkardım. Gizlice okumaya başladım. Ohh! Karamba karambita! Huzur içinde kitabın son karesine geldim ki.... Baktım "BU MACERANIN SONU" yazmıyor mu? Bitti işte.



Yoo, Zagor'un bu sayısını satın aldım. Çünkü maceranın ilk bölümü evde. İkisi birbirini tamamlıyor. Fakat ne yalan söyleyeyim, Zagor'un bir başka macerasını çıkardım poşetinden, kitapçıda okudum. Almadım. Sonra gene usulca poşetine koydum. Rafına bıraktım. Atilla Atalay'ın Ağlama Dolabı adlı öyküsünü bilir misin? Yazar, öyküde bir hipermarkettedir. Gene şahane öykülerinden, hani okudukup bititirdikten sonra, komik olduğu halde, acıklı bir şeyleri okurun yüreğine bir çeki taşı gibi bırakan öykülerinden biridir. Öykünün bir yerinde kitap reyonundaki bir kitabı her gün onar sayfa okuyup bitirdiğini yazar. Çok haklıdır! Ben de şimdi senle bir sırrımı paylaşacağım. Kitapçıda her baktığım kitabı, ne yazık ki satın alabilmem mümkün değil. Kimi çizgi romanları, dergileri hatta öyküleri ben de kitapçıda okuyorum. Ne yapabilirim? Son günlerde Kocaeli Kitap Fuarı nedeniyle o kadar çok kitapla haşır neşir olmuştum ki, bugün canım dergileri karıştırmak istedi. Kimi dergileri oturdum okudum kitapçıda. Şimdi düşünüyorum, okuduğum dergileren birinde, Ali Mert'in bir yazısı özellikle hafızamda yer etmiş. Yazı gerçeğinde neyle ilgiliydi şimdi hatırlayamadım. Yazının üzerinde Foucault ve Kemal Özer'in fotoğrafları vardı. Acaba Ali Mert'in, Kemal Özer'le bir ropörtajı mıydı, çıkaramıyorum. Neyse. Yazı daha önce hiç dikkat etmediğim bir konuya ilgimi çekmişti. Sana bir şey soracağım. Mesela eline aldın bir gazeteyi okuyorsun. Sen gazetenin vefat sayfalarını okur musun? Ne yalan söyleyeyim ben okumam. Şöyle bir bakar geçerim. Zaten gazete okurlarının %99'u vefat ilanlarıyla ilgilenmezmiş. İşte dergideki yazının aklımda kalan bu bölümü, okunmadan geçilen vefat ilanları ile ilgiliydi. Vefat ilanlarına bakmamakla ne çok şey kaçırıyormuşuz meğer. Bak şimdi...



Mesela ilanları takip ederek, ölünün yakın akrabalarının adlarını inceleyip, varsayımlar çıkararak, İzak, Hakko ya da Elif, Eren gibi isimlerle akraba olanları araştırıp, köklerine inip, listeler, sözlükler oluşturabilirmişiz. Çok satan kitap sahibi, sosyolog ya da tarihçi olmak mümkünmüş böylelikle... Sonra ölen kişinin maddi durumunu ve yakınların hallerini öğrenip, yaslı yakınlarına, "özel yas" hizmeti sunan, turizmci olabilirmişiz. Düşünsene. Vefat ilanına bakıyorsun. Ölen kişinin yakınlarını araştırıyorsun. İlgilerine göre ne bileyim mesela New York'a alışverişe götürüyormuşsun veya Tibet'e tapınaklara veya duruma göre altın kumlu bir sahil şehrine... Hiç aklına gelir miydi böyle bir şey? Okudukça şaşırdım kaldım vallahi. Devam ediyordu yazı. Üçüncü anlattığı iş dalı benimle daha alakalıydı. İlanda yer alan ölen kişinin eğer güzel bir kütüphanesi varsa ve mirasçıları pek kitapla haşır neşir olan insanlar değillerse, ne yapacaklar bu eski ve değerli kitapları? Satacaklar elbette. İşte bu durumda kitapları ucuza kapatmak mümkün oluyormuş. Bunun için diğerleri gibi cinlik yapmaya gerek yokmuş da sadece sahaf dükkanın olması yeterli oluyormuş. Hiç aklına gelir miydi böyle şeyler? Valla bir yaşıma daha girdim. Yazıya göre resmen vefat ilanlarını özellikle takip edenler varmış biliyor musun? Eleştirel bir yazıydı tabii ki. Akraba akbabalığına hoşgeldiniz. Hayırlı işler bol kazançlı ölümler gibi cümlelerle yazıyı bitiriyordu. Dergileri acele acele okurken, kitapçının oturduğum pufunda, Düşünen Adam heykeli gibi donup kaldım bir süre. Sonra Atilla Atalay'ın öyküsünde olduğu gibi, ağlama dolabına girip kapısını içeriden kilitledim. Az önce çıktım biliyor musun dolaptan. Bir ölünün arkasından ne hesaplar dönüyormuş meğerse. Akraba akbabalığı öyle mi? Bunu da ismini şimdi hatırlamadığım, oysa okurken abone olmayı düşündüğüm, o dergiden öğrendim. Haller böyleyken böyle işte!