15 Haziran 2013 Cumartesi

Yaşamak Nedir Meselesi Ve David Fincher'ın Dövüş Kulübü Adlı Filmi

 

"Yaşamak nedir?" diye sorsam ne cevap verirsin? Şimdi durup dururken bu soru nerden aklıma geldi değil mi? Bak şimdi... İlhan Selçuk bir yazısında "yaşamak nedir?" diye soruyordu. Ve çok ilginç bir cevap veriyordu. "Balık için yüzmektir, yılan için sürünmektir, kuş için uçmaktır." diyordu.  Hiç birimizin  aklına "kuş neden uçuyor, balık neden yüzüyor, yılan neden sürünüyor?" diye bir soru geliyor mu? Yoo.. Gelmiyor. Bu tip sorular aklımızı hiç kurcalamıyor. Mesela aslanın bir geğik yavrusunu parçalaması hiçbirimizi şaşırtmıyor.  "Peki, insanın insan gibi yaşamak istemesi neden pek çok kişiyi şaşırtıyor?" İlhan Selçuk bu yazısında insanın birdenbire insan olmadığını,  yerleşik düzene geçtikten, eker, biçer, üretir yaratık olduktan sonra doğası gereği insanlaşma  adına geçirdiği aşamaları anlatıyordu.

Çıkardığı sesleri konuşmaya dönüştürüp dil ile iletişim kurduğunu, yazıyı bulmasıyla da havada savrulup giden konuşmaları ölümsüzleştirmeye başladığını söylüyordu.  Yani balık için yüzmek, yılan için sürünmek neyse, insanın da insanlaşma çabası o kadar doğaldı.   Savaşlar, talanlar, yıkımlara karşı direnmeler,  başkaldırmalar, devrimler her daim vardı. Her dönemde insanın insan olma çabasına karşı çıkanlar oluyordu. İlhan Selçuk diyor ki: "Bu da doğaldır, evren diyalektiğinin gereğidir; kertenkelenin ya da yılanın niçin süründüğüne şaşırıyor muyuz?" Şaşırmıyoruz. O halde biliyoruz ki  insanın insanlaşma yolundaki çabası asla durmayacak. Kimileri insanı insanlığından çıkarmaya çabalasa da insan doğası gereği insanlaşmaktan vazgeçmeyecek.


Şimdi diyeceksin ki "Nerden geldi bunlar aklına?" Hımm.. Ben hani Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'in hayatını anlatan film var ya Sosyal Ağ.. İşte o filmi  yeni seyrettim de...  Aslında bildiğim bir konuydu ve  konusu ne yalan söyleyeyim hiç mi hiç   ilgimi çekmiyordu. Ama yönetmeni kimdi? David Fincher! Hani Panik Odası, Oyun, Yedi'nin yönetmeni... Her biri müthiş filmlerdi. Ama.. Aynı zamanda benim kişisel tarihimde miladi  bir film olan Dövüş Kulübü'nün yönetmenidir David Fincher... Kendisine sevgim de saygım da sonsuzdur.  O nedenle  "Konusunu biliyorum, hiç de  Facebook'u  kurmuş ve dünyanın en zengin gençlerinden biri olmuş diye Mark Zuckerberg'in hayatı ilgimi çekmiyor," diyemedim. Film bizim şehre gelir gelmez anne sözü dinler gibi masum tıpış tıpış sinemaya gittim. Filmi seyrettim. Ve gene David Fincher'in  öykü anlatıcığından etkilendim.

Hani insan doğası gereği insanlaşacaktır deniyor ya... Buna gönülden inanıyorum. Çevresindeki her şeyin  etkisiyle yaşamanın  asıl amacının nasıl olursa ve neye malolusa olsun zengin olmak, çok para kazanmak olduğunu düşünen, gerekirse  iş ve okul arkadaşına  kazık atmayı  doğal gören gençler ve hatta yetişkinler için ibret alınası bir film yapmış.  Ben sade  bir sinema seyircisiyim. David Fincher'ın diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de insan duygu ve zaaflarıyla ilgili konularda  seyircinin  insanlaşması yönünde kendi tarzıyla kışkırtmayı gene becermiş olduğunu düşünüyorum. Bu filmi asla diğer filmlerinden aşağı kalır değil. Bilakis bu kadar bilindik ve basit bir konu  bu kadar etkili  ancak David Fincher tarafından anlatılabilir. David Fincher'a  hayranlığım devam ediyor.



Gelelim Dövüş Kulübü'ne. Hiç sıralamaya yapmadım ama  sevdiğim filmleri sıralamaya kalksam en önlerde olacağı kesin. Dövüş Kulübü beni en etkileyen filmlerden biridir.  Çevreyle yabacılaşmamak, yalnız kalmamak için gereği yapmalı öyle değil mi? Neler yapmalı? Kilo vermeli misal... Zayıf olmalı. Eskimeden yenisini almalı. Hep tüketmeli. Sık sık ev eşyalarını değiştirmeli. Marka giyinmeli. Tüketmeli. Para kazanmak için her türlü katakulliyi yapmalı. Duygular rafa kaldırılmalı. Maskeleri takıp dolaşmalı. Gene tüketmeli. Gene tüketmeli.

Günlük hayhuyumuz, koşuşturmamız içinde  bizler  farkında olmadan, normalleştirilerek, sanki uyuşturarak, binbir koldan zaaflarımıza ve hırslarımızla oynanarak tüm bu durumlar usul usul nasıl da şırınga ediliyor. Olması gereken budur demeye başlıyoruz. Birbirimizin boğazını sıkarak ve hangi yoldan olursa olsun  para kazanmalıyız, reklamlarla, dizi filmlerle  empoze edilen her yeni eşya ya da giysiyi, telefonu almalıyız. Eskimeden at çöpe yenisini al.. Kilo ver. Zayıfla. Tepki verme. Hayret etme. Şaşırma.  Dayatmaları kabul et. Sen de onlardan biri ol.  Bazı bünyelerde ruh  bu şekilde tatmin olmayınca dibe vurmaya başlıyor. Kendi ruhuyla kıyasıya bir dövüşe girişiyor. Film adı üstünde Dövüş Kulübü ya filmde oldukça fazla şiddet görüntüleri var tabii.. Ama Dövüş Kulübü  bana  göre asla  bir şiddet filmi değil. Bu film günümüzde insanı insanlığından çıkarmak için  şırınga edilenlerin çirkin  yüzünü gösteren,  bence David Fincher'ın   gene insanın  acilen insanlaşması gerektirdiğini seyirciyi kışkırtarak gösterdiği bir filmdir.

 

Ben kendimle sürekli kavga eden biriyim. Bu yaşıma geldim artık barışık olmalıyım kendimle değil mi? Yok, itiraf ediyorum ki değilim. Halen içimdeki benle dövüşmeye devam ettiğim için çok canım sıkılır kimi zaman.. Derim ki bitmedi mi kendinle mücadelen?  İşte Dövüş Kulübü benim kişisel tarihimde  miladım olmuştur. Bu filmden sonra içimdeki benle rahat rahat kavga ediyorum. Bir sağ kroşe... Bir sol kroşe... Çoğunlukla mide... Hani Atilla Atalay bir öyküsünde "insan kalma" alıştırmalarından bahseder ya... Benim kendimle döğüşüm devam ettiğine göre, daha  "insan kalma" değil "insan olma" çalışmalarındayım galiba... Diyeceğim odur ki, David Fincher'in filmlerini değil izlemek, düşünmek bile  ilaç gibi gelir bana. Of, bakar mısın yazarken yazarken nereden nereye geldim.  Sanırım içimdeki benle kavga edeceğim gene... Yaa, insan olma çalışmalarım böyleyken böyle işte.

2011

14 Haziran 2013 Cuma

İnsan Kalma Alıştırmaları Nedir, Dersen Eğer... Böyleyken Böyle.


Şimdi kahve molası verdim. Biraz dertleşmektir niyetim. Biliyorsun bu hafta sonu üniversiteye giriş sınavları var. Ne hayallerle girecekler gençler sınavlara değil mi? Kazananlar sevinecek.. Herhangi bir üniversiteye giremeyenler ise... Off! Düşünmek bile istemiyorum hallerini.. Feci! Haydi girdin diyelim bir üniversiteye.. Ya bitirince peki.. Memlekette krizler bitmiyor ki.. Bakalım bu yıl üniversiteye giren gençlerin iş bulma dönemine hangi kriz denk gelecek? Şimdi gene aklıma Atilla Atalay düştü işte. Bilir misin "İnsan Kalma Alıştırmaları " adlı bir öyküsü vardır hani? 

Üç genç perdeleri çekmişler, mağara gibi bir eve sığınmışlar, hayatın dinmesini beklemektedirler. Çünkü üniversitelerini hayırlısıyla bitirmişlerdir bitirmesine fakat işsizdirler. Hayatın orasına burasına CV gönderip durmaktadırlar. Üç gençten Erdem daha önce ağzına sigara sürmemişken, şimdi milyon tane sigara içmektedir. Bir iş görüşmesinde İnsan Kaynakları Bölümündeki Birşey Hanım, Erdem'in kravatındaki sigara deliğini farkedince, CV de yazdığı sigara içmediğine dair cevaba inanmaz. Kadını kravatı kardeşinden ödünç aldığına, hayatında hiç sigara içmediğine ikna edemeyince, görüşmeden çıkar çıkmaz Erdem sigara içmeye başlamıştır. Ve artık herşeye öfkeli biri olup çıkmıştır.

Orhan ise delice sessizdir. "Hata mesajı"yla yüklü gözlerle dolaşmaktadır evde. Sürekli bilgisayar karşısındadır. Ellerini klavyeden ayırmadan çoraplarını çıkarmayı becerebilmektedir artık. Sanki bir an gelecek "Windows Uygulaması" olarak yaşamını sürdürecektir.

Yazar ise uzaylılar tarafından kurtarılmayı beklemektedir. Bir üst medeniyetin gelerek gençleri manyak eden bu şizofren kültürün ağzını yırtacağını ve tek harekette cümle Windows uygulamalarından çıkıp televizyonları camdan atacağını düşünmektedir.


Gençler üzerinde toplum baskısı büyüktür. Bilen bilmeyen herkes çalışıp çalışmadıklarını, düğün falan olup olmadığını sorup durmaktadırlar. Her cevapta kendilerini daha başarısız, daha çaresiz daha işe yaramaz hissetirir bu sorular. İşte üniversite bitirmiş, işsiz üç genç ve tabii internetin, delirtici kırmızılıktaki perdeleri hayata çekip, eve kapanmalarının öyküsüdür bu... Sadece bu üç genç mi ki? Şöyle bir dikkatlice baksak ne çok böyle ev vardır kimbilir? Yazara göre bunlar bakkalların en hakiki yumurta ve makarna müşterileridir.. Eskicilerin en çok okunmuş gazete topladıkları kişilerdir.. Çapraz bulmacalar eksiksiz doldurulmuş.. Eleman arayan sayfaları delik deşiktir.. Atilla Atalay o kadar hazin anlatır ki bu hikayesinde.. Etkilenmemek mümkün değildir.


Yalan değildir ki. Yedi yaşından itibaren sürekli sınavlara girilmiyor mu? Yoksa artık bu yaş beşbuçuk mu oldu?  Kolejler, Fen Liseleri, Anadolu Liseleri, Üniversite... At yarışı gibi sürekli koşturuluyordu. Askere gidip gelmeden iş olmaz diyenler vardı fakat Erdem askere gidip dönmüştü işte. Haniydi peki? Zamanla işi olanlardan, sevgilisi olanlardan, gözü üstünde kaşı olanlardan, herkesten, herşeyden nefret eder bulmaya başlar kendilerini.. Neyse.. Okunası bir hikayedir ve mutlaka okunmalıdır. Gençlerin durumunu bu kadar olduğu gibi ve damardan anlatan başka bir öykü var mıdır bilmiyorum. Şu bir gerçektir ki bu öyküyü okuduktan sonra, okul bitiren hiçbir gence "iş buldun mu?" diye sormamaya gayret ettim.

Eğer ne oldu bu öyküdeki gençlerin durumu diye, öğrenmek isteyen varsa... Erdem babasından kalan bakkal dükkanını işletmek üzere Bandırma'ya gider. Orhan ise askere. Peki Yazar ne yapar? O bir yere gidemez. Henüz biz okurları da yokuzdur ortalıkta.. Oturur devrik cümlelerle bu hikayeyi yazar işte.. Cümlelerden kimini kendisi devirir.. Öyle püskürdüğü gibi kalır.. Toplamaz.. Durmadan yazar böyle.. İşte bu öyküler Atilla Atalay'ın insan kalma alıştırmalarıdır.. Bu öyküleri okumak isteyen okurları için de öyle... İnsan kalma alıştırmaları... Böyleyken böyle..

2011

12 Haziran 2013 Çarşamba

ve fakat o mahur beste çaldığında müjganla biz gizli gizli ağlamak..


Fakir mahallelerden, güveli hayatlardan, arnavut kaldırımlı sokakların yanlarında misket yuvarlayan, golden sakızından çıkan artiz resimleri biriktiren çocukluktan, pencerelere tünemiş vita yağı kutulara özenle ekilmiş pencereönü çiçeklerden sözediyor metin üstündağ.. Atarabasında satılan karpuzlardan, günaşırı erkin koray'ın, acda'nın, barış manço'nun, fikret kızılok'un, şenay'ın, beyaz kelebekler'in moğollar'ın, ayla dikmen'in ve bir sürü diğer şarkıcının şarkılarından söz ederken geçmiş zamanlar ve çocukluk, tekrarı no mümkün olduğu için mi güzeldir acaba diye soruyor..

 


Yazlık sinemalar tahta sandalyeli olurdu ya hani.. Çekidek çitlemeler, meşrubat sesi tıngırgamaları, genç kız ve oğlan fingirdemeleri eşliğinde, serin yaz rüzgarı ve yıldızları altında seyredilen yerli-yersiz yüzde bin yerli filmler seyredilirdi hani.. Hisli duygulu.. Vurdulu kırdılı.. Murat 124 ve Anadol arabalı.. Kocaman deve gibi şevroler ve tek tük mercedes arabalar dolmuşluk yapardı hani.. metin üstündağ'ın dediği gibi film bitince sinemalardan toprak yollarda yürüyerek ve yeşil bir şeyler koklayarak, dallara elleyerek eve giderdik hatırladın mı? Oturup soluklanacak mis gibi çimenler vardı daha.. Yeşil kalmak mı medeniyet, beton olmak mı? metin üstündağ'ın dediği gibi hiç dengeli olmaz mı bu ikisi aynı zaman diliminde?


Bu yazdıklarımı metin üstündağ'ın  denemeyenler adlı kitabından okuyup sana anlatıyorum.. Mizah yazarlarının veya çizerlerinin kitaplarını çok seviyorum.. oğuz aral'ın dediği gibi okudukca bütün güldürücü, sevindirici, coşkulu bileşenleri aldıktan sonra, ağır, yerinden oynatılmaz, gözyaşı dahil bilinen herhangi bir sıvıyla akıtılıp temizlenemez bir tortu kalıp birikiyor insanın yüreğinde.. Geriye irisinden bir taş, "çeki taşı" kalıyor.. Böyle işte.. Devam ediyorum okumaya..

 
 

 

Tek kanallı siyah beyaz TRT deki programlardan söz ediyor.. Kimsesiz çocuk jack'e neler olacak diye her hafta üzüm üzüm üzülmekten, uzay yolu, küçük ev, vadideki hayat, görevimiz tehlike, marco, çarlinin melekleri, operadaki hayalet, halit kıvanç, uğur dündar, kele bakış, reklamlar, heidi ve daha bir sürü diziler vardı sahiden  aklına getirsene.. Hele kaçak dr. kimbıl ve zengin ve yoksul oynadığı akşamlar sokakta kimse kalır mıydı? Kalmazdı.. Hayat siyah beyaz bir felç, fakir ve yoğun bir mania yaşardı ya az mı kuşatılmıştık, çok mu kendimizdeydik, bilemiyorum diyor Metin Üstündağ.. En mühimi her meyvanın bir mevsimi yok muydu sahiden.. Karpuz çıktı mı anlamaz mıydık kabuğu denize düşünce denize girileceğini.. Ama pırıl pırıl, tertemiz, cam gibi denizler.. va fakat sahillerinden orası burası kesilmiş kadın cesetleri de çıkan o denizlere heryerden girilmez miydi?

Haklı Metin Üstündağ.. O vakitler no kolibasili, no hormaon, no silikondu tabii.. Nedense uzun zamandır hatırlamadığım bir şeyi hatırlattı bu yazı.. Torna ve marangoz atölyeleri vardı hatırladın mı? Yazar talaş ve demir tozları arasında çıraklık yapan çocuklardan söz ediyor ama ben neden hatırladım o talaş tozlarını bilemedim şimdi? Annelere, aplalara alel acel yalvarmayla yaptırılan sana yağlı nevaleler, mahallece yapılan piknikler, gizli gizli aşık olmalar, lap diye intiharlar, her mahallenin imrenilen bir abisi ve mutlaka körkütük aşık olunan ablası vardı elbette.. O zamanlar bütün çocuklar sanki biraz daha mı eşitti.. Bütün çocukların dizleri yara bere içinde olurdu ya illa ki.. Çocukluk daha mı güzeldi o vakitler.. Belki de biz çocuktuk diye o vakitler bizim için çok güseldi diyor yazar..



Metin Üstündağ daha pek çok örnekler vermiş bu yazısında.. Bir sürü, bir sürü belleğimize kazınmış fakir ve güveli hayat tatlarından, tonlarından, dokularından söz etmiş.. Uzun saçlardan, favorilerden, mini etekler ve ispanyol paça pantolonlardan, şweeps ve ankara gazozlarından, çizgi filmli tişörtlerden, nesli sonra tükenen garip oyuncaklar ve fakir işi ahşap naylon oyuncaklardan söz etmiş.. Sonra bu duyarlıkların gırgır dergisine taşınmasından, ertem eğilmez ve yılmaz güney sinemasında bis yapmasından, sonra da bu hayatların yeni dünya düzeniyle birlikte aşağılanmasından, hor görülmesinden bahsetmiş.. İçerisine feci dozda cıvıklık ve köylülük boca edilince, bu yeni zamanlara ayak uyduramayanlardan, bunalanlardan ve karaya vuranlardan söz etmiş..


 
Çok şeyler yazmış geçmişe değin aslında ama sonunda ne diyor biliyor musun? Bak aynen yazıyorum.. Şunları söylemiş.. "Neyse.. Diyeceğim şu: gelin iki ucu içten içe yanık olan bu hayatlarımızı yazarak, çizerek, anlatarak yakalım.. Bizden sonraki çocuklar, son kalan fakir mahalleler ve güveli hayatlar, okulda tarih derslerinde ilginç şeyler okusunlar.. Ya unutmak en iyisi bu fakir, bu ahşap, bu şarabi eşkiya sarhoş çocukları.. Ve bir daha hiç kaşımamak.. Bunak durumuna düşememek.. Ve fakat o mahur beste çaldığında müjganla biz gizli gizli ağlamak.." 

Kitabın bu bölümünü okumayı bitirdim.. Eğlenceli gibi sanılan yazının sonunda gözyaşıyla bile silinmeyecek bir tortu kalıp birikti gene yüreğime.. Geriye irisinden bir "çeki taşı" kaldı işte.. Ben tüm bunlar yazılsın, çizilsin, okunsun, tavsiye edilsin ve bir taraflarımız herşeye rağmen insan kalsın istiyorum.. O mahur beste çaldığında müjganla  gizli gizli ağlamayı seviyorum.

Kahve Molası - Bir Çocukcasına Bakarak Yaşamayı Becerebilmek Mümkün Mü?

 

Küçüklükten itibaren, eğer hayattan ne beklediğimizi bilir ve bu doğrultuda hayatımızı planlanlarsak,  başaramayacak  hiçbir şey olmayacağını işler dururlar. Kimler mi? Önce aileler tabii. Sonra öğretmenler, arkadaşlar… Sonra reklamlar, psikologlar, bankalar, şirketler, meslek kuruluşları…  Herkes aynı şeyi söyleyip, gizli ya da  aşikâr oya gibi beynimize işleyince… Bizler de bize dayatılanın olması gerektiğine inanırız.  Gündüz Vassaf Cehenneme Övgü adlı kitabında davranış bilimlerinden söz eder. Yaşadığımız yüzyıl biliminin sloganının “davranışları anla, önceden kestir ve denetle.” olduğunu anlatır. Bu sloganın hedefi nedir? Bilgi toplama, tasnifleme ve bu bilgiler doğrultusunda insanların harcamalarını ve davranışlarını yönlendirmek...  

Bir nevi sömürme mekanizmasının çarklarının dönmesine katkı yapma vaziyeti. Hiçbir şeyin sürprizi kalmaması, şaşırılacak, hayrete düşülecek bir durumla karşılaşılmaması, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamak. Niye? Çünkü sömürücü güçlere göre, sürprizler amaçların ve hedeflerin önünde birer engeldir. Nerelere para harcayacağımızı, nerelerde tatil yapmamızın iyi olacağını, neler yiyeceğimizi, nasıl giysiler giyeceğimizi,  hangi durumlarda nasıl davranmamız gerektiğini bizlere öyle gizli yöntemlerle işliyorlar ki, farklı davranmak aklımıza bile gelmiyor. Tutkularımızı, arzularımızı, zevklerimizi muhtelif yöntemlerle  onlar  tahlil  ediyorlar. Farkında olmadan kendi hayatımız için seçmemiz gereken her şeyi onlar belirliyorlar.  Nasıl bir hayat hedeflenecek?  O hedefe ulaşmak için hangi okullara gidilecek? Hangi meslekler seçilecek? Nasıl biriyle evlenilecek? Kimlerle arkadaşlık edilecek? 
  
“İnsan insana ilişki kurmak yerine, giderek, amaçlarımız, mesleki etiketlerimiz ve profesyonel kişiliklerimiz aracılığıyla ilişki kuruyoruz birbirimizle.” diyor yazar. Ve belirlenen eylem kalıpları içinde  tekdüze  yaşamlar  oluşturuyoruz. Özgür irademiz elimizden alınıyor.  Bize dayatılan amaca yönelik maksatlı faaliyetlerin tutsağı olup çıkıyoruz. Çok amaçlı 21. yüzyıl insanı olarak bize dayatılan  hayatları yaşamak için, başarmak, satın almak, zengin olmak, meşhur olmak, güzel ya da yakışıklı olmak, ölümü unutmak, standartlaşmak,  soru sormamak, itiraz etmemek, kabullenmek, hayal kurmamak, rüya görmemek zorundayız. Ne fena! Biz artık özgür olduğumuzu söyleyebilir miyiz? “Evet, hayatımızı yaşıyoruz. Ama onu yönettiğimiz doğru değil.” diyen  Gündüz Vassaf bu durumumuzu sevgiden vazgeçerek önceden belirlenmiş istasyonlarda durup, tarifeye göre yol alan bir tren ya da sadece ikmal yapmak için duran bir yarış arabasına benzetiyor. Yaşamı tüketmek pahasına hedeflerine varan bunca insan olduğunu görmek, şaşırtıcı olduğu kadar üzücü de, diyor.  

Korku gerilim filmlerini çok severim. Ama öyle hortlak, canavar, vampir, ne bileyim yürüyen ölüler, ölüm çığlıkları korkutmaz beni.  Tamam. Korku filmlerini seyrederken kimi sahnelerinde yerimden zıpladığımı, kimi sahnelerinde çığlık attığımı ya da ellerimle gözlerimi kapadığımı  rahatlıkla itiraf edebilirim.  Korku filmlerinin hakkını veriririm yani.  Hele İspanyol korku filmlerine bayılırım.  Ama şu film var ya şu film... Üstelik bir İskandinav filmidir.  Uyumsuz Adam veya Sorun Yaratan Adam veya  Den Brysomme Mannen diye bilinir. Bu film beni gerim gerim gerip gergef eden ender korku filmlerinden biridir.   İyi ama yukarıda anlattıklarımın bu filmle ilgisi ne? Asıl mühimi türü Komedi/Dram/Gizem diye nitelendirilen bu filmi seyrederken neden bu denli korktum? 


Gündüz Vassaf'ın tren istasyonu benzetmesi gibi bu film de bir istasyonda ama metro istasyonunda başlıyor. İlk görüntülerde kahramanımız Andrea, öpüşen bir çifte bakıyor. Kamera yaklaştıkça bir de bakıyoruz ki o ne? Bu çift duygusuzca sanki otomatiğe bağlanmışcasına öpüşmekteler. İki sevgiliyi seyretmek hoş gelmiyor da tiksinti hissi uyandırıyor. Filmin konusunu bilmediğim için önce "ne fena bir durum" diye aklımdan geçirdim. Sonra "eh, haydi hayırlısı ne gelecek  bakalım bunun sonrasında" dedim.  Seyretmeye devam ettim. 


Yok, ben filmin devamını böyle anlatamayacağım. Şimdi kahvemi aldım elime. Şifa niyetine bir yudum alacağım. Korktum ben bu filmi seyredince arkadaşım, korktum işte!  Filmin devamında Andrea'nın bilinmez bir yerden bilinmez bir yere gelmesi korkutmadı beni. Bilakis gizem içeren, sürprizli filmleri severim. Üstelik bu filmde Andrea'nın geldiği yer bir cennet sanki. Şehirde hoş geldiniz afişiyle karşılanıyor. Anında iş buluyor. Patronu ve iş arkadaşları nasıl güler yüzlü, nasıl  anlayışlı, nasıl düzgün görünümlü insanlar anlatamam... Tertemiz alanlarda spor yapıyorlar, şahane restorantlarda yemek yiyiyorlar, şık giyiniyorlar, ferah evlerde, lüks mobilyalar içinde mutlu yaşıyorlar. Andrea da anlatmaya çalıştığım bu yerde aynı şartlara sahip  olarak yaşamaya başlıyor. Hemen sevgilisi oluyor.  Cennet gibi bir yer işte ne var bunda korkulacak diyorsun şimdi değil mi? Bak, anlatırken bile tüylerim diken diken oldu inan ki. Değil işte.  

Tüm o konforun içinde yaşayan insanlarda duygu denen  şey kalmamış. İnsanlar tepki vermesi gereken her duruma kayıtsızlar. Allahım bu insanlarda coşku yok! Aşkını ilan etsen de bir, intihar edeceğini söylesen de bir...  Farketmiyor. İnan bana varsa böyle bir kategori bu filme bir çeşit ağıt bile denebilir. Düşünsene... Güler yüzlü ama samimiyetsiz arkadaşlarla  muhabbetler  mütemadiyen mobilyalar ve alışverişler üzerine...  Yemekler şahane görünüyorlar ama bütün yiyeceklerinin tadı ve kokusu aynı. Korkunç bir kabus değil de nedir bu?  Şimdi kahve içiyorum ve mis gibi kokusunu içime çekiyorum söz gelimi... Söyler misin bundan büyük zenginlik olur mu? İşte bu filmde Andrea'nın yerine koydum kendimi. Nasıl korktum anlatamam. O korkuyu taa şuramda, yüreğimde hissettim.  

 Herşeyin  güllük gülistanlık tasarlandığı ama  duygularından, coşkularından, zevklerinden, keyiflerinden arındırılmış, hiç bir şeyi merak etmeyen, sorgulamayan insanların yaşadığı bir dünya!  Beni feci korkuttu feci! Bu durumda,  Gündüz Vassaf'ın yazdığı gibi, "Keyif, aşk, inanç ve Nâzım Hikmet'in dediği gibi "Bir çocukcasına bakarak yaşamak" - Bunlar nasıl amaçlanır ki?" Peki, filmin sonunda ne  oluyor? Andrea dayanamıyor bu duruma. Çok şükür uyumsuzluk gösteriyor. Filmin sonu kimilerine göre Andrea bu düzeni redettiği için cezalandırılıyor diye düşünülse de, ben dünyada tek kişi kalsa bile  insan onurunu korumak adına, böyle bir hayata uyum göstermeyen bir adamın filmini yaptığı için yönetmene en içten sevgilerimi göndermiştim.  Sonra camı açıp "dünyanın tüm uyumsuzlarına selam olsuuun!" diye bağırmış, içimdeki  korkuyu coşkuyla gökyüzüne savurmuştum.  Böyleyken böyle.
 

11 Haziran 2013 Salı

Nasılsın Bacım?


 
 "- nasılsın?"

- "nasılsın" kelimesi, güzel türkçemizde bir soru olup, "nasılsın" diye soran dost ve müşteri şahıslara, duruma uygun, doğru ve yanlış cevaplar verilir.. bu cevaplar da kendi aralarında bir kaça ayrılabilirler..... nasıl olsam hoş olur.. bezgin, mutlu, göçebe, vurdum duymaz, kumral, sıska, bir düzine, dul, yaşlı, sosyalist, kel, laz, yeşil, karamsar, atletik, vesaire.. nasıl olsak hoş olur






"- nasılsın?"

- anladığın ve algıladığın kadarım işte.. ne bir eksik ne bir fazla.. nasıl hissettiriyorsan öyle'yim.. nasıl hissettiriyorsam öyle'yim..  biraz'ım, galiba'yım, sanki'yim, belki'yim, acaba'yım.. gibi'yim.. herhangi bir insan teki'yim.. her hangi bir ruh hâliyim.. nefis manzaralı, bir hayat eti'yim, eki'yim.. nasıl olsak, hoş olur




 
"nasılsın?"

- boş ver şimdi.. ne sen, sormuş ol, ne de ben cevap vermiş olayım.. gel, hiç tanışmıyormuş gibi yapalım.. den dan'ım, dan dun'um.. vakit dolduruyorum





 "-nasılsın?"

- tahmin edemeyeceğin kadar iyi'yim.. bundan iyisi, şam'da kayısım.. dar geldi bu yaş bana.. alışamadım, şığışamadım.. sağlığınıza duacıyım..... herkes iyi olmadan ben hiç iyi olamıyım.. peki ben ne yapıyım






"- nasılsın?"

-  gerçekten mi, soruyorsun.. iş olsun diye mi.. kaç kişi, birisinin, gerçekten iyi olup olamadığını merak ediyor ki.. önyargı ve dedikodu varken.. kim kimin iyiliğini istiyor ki.. kim kimin kötülüğü üzerine, iyilik bina etmiyor ki.. şimdi'yim ve burada'yım.. öyleyse nasıl'ım.. ölümden önce, doğumdan sonra'yım.. ölmeyecek kadar iyi, yaşamayacak kadar kötü'yüm.. kendi kendim bir yere kadar gittim, kendim gelene kadar, kendimin yerine bakıyorum.. kinetik enerji'yim, potansiyel iyiyim.. bir işaret bekliyorum 



 "- nasılsın?" 
 -  ne bu, yahu.. yeni bir tarikat mi kurdunuz.. niye her rastladığınıza bu soru'yu soruyorsunuz.. nasılsın olay'ına karşı'yım ağa.. gıcık yapıyor, allerji kapıyorum.. dur kaçma.. ha, ha, ha




 NOT - metin üstündağ'ın ömür törpüsü adlı kitabının "-nasılsın?." adlı bölümünün bazı paragraflarını, etkilendiğim bazı fotoğraflarla  eşleştirdim.. "nasılsın" mı diyorsun.. bana mı.. dur kaçma..

5 Haziran 2013 Çarşamba

Sızıdır Beyoğlu İbranice Yazılsa Da

"tarih düşme sözcüklerin altına
taze kalsın
hep dün gibi"
yaşar bedri


İnan Yaşar Bedri adını daha önce hiç duymamıştım. Nerden edinmiştim acaba bu kitabı? Düşündüm. Düşündüm. Hatırlayamadım. Sızıdır Beyoğlu İbranice Yazılsa Da, idi kitabın adı. Sızı... Beyoğlu... İbranice... Yazı... Belki kitabın adındaki kelimelere ayrı ayrı tav olmuştum, kimbilir? Bu gece çalışma odamdaki çekmeceleri düzenliyordum. Birden elime geldi. Şaşırdım. Oysa okumadığım kitapları, kitaplığın alt rafına koyarım. Bu kitabı masamın orta çekmecesine bırakmışım. Açılıp kapandıkça, kitap çekmecenin arkalarına kaçmış. Adeta benden saklanmış. Bilmiyorum ki, acaba bu kitap ne kadar zamandır okunmayı bekledi? Basım tarihine baktım, rakamla değil, harflerle ekim bindokuzyüzdoksandört yazmaktaydı. Tam ondokuz yıl önce, tamamı doksan gram birinci hamur kağıda bin adet basılmış.  Acaba son yıllarda sıkça uğradığım sahaflardan birinde denk gelip aldığım kitaplardan mıydı? Hatırlayamadım ya, feci utandım. Kitabın tüm hakları saklıymış. Tanıtım için yapılacak alıntılar dışında yazarın izni olmaksızın oyunlaştırılamaz ve çoğaltılamazmış. Allahım, yoksa yazar benim gibi oyuncu okurları bilerek mi bu ibareyi yazmış? Acaba kitap niye şimdi okunmayı istedi? Ben böyle düşünürken,  kitaptan parmaklarımın ucuna lıkır lıkır ıpılık bir sızı geçti.


Du bi... Şimdi kitapla bir oyun oynasam yazar nereden bilecekti ki? Gözlerimi kapattım. Bahtıma ne çıkarsa oyunumu, kitapla oynamaya başladım. Rastgele bir sayfayı araladım. Gözlerimi açıp, kısmetim olan sayfaya tüm merakımla baktım. Hey! Kitabın açılan sayfalarından birinde, siyah beyaz İstanbul çizimi var. Diğer sayfasının üstünde ise bir başlık, Dilenci, yazıyor. Çekmeceleri toparlamayı bıraktım. Öyküyü hevesle okumaya başladım. Fırçalarını haşhaş yağıyla avucunun içinde yumuşatmaya uğraşan bir ressamı anlatıyor. Ressam yeşil ve mor uyumunu denemeye niyetleniyor. Sonra öykü şöyle devam ediyor. 

"çavuş sobayı besledi, çam odunları iştahla yandı. içimdeki sıkıntı, hummalı çalışmaya dönüşüyor. aynalar kan davalım olur, ölürüm...
   kapı yumruklandı, çavuş salona geçti, kapıyı açtığını duydum, menteşelerin gıcırtısıyla.
   "kim miş?
   "kimse değil, dilenci."
   "sor, bak ne istiyor?"
 
Beş sayfalık bir öykü bu. Az önce... Bir solukta, hayranlıkla okuyup bitirdim. Allahım, yazarın anlatımı ne kadar değişikti. Adeta kelimeler ressamın fırçasından dökülüyor. Bir süre sessizce kalakaldım.  Hani kitabı ilk elime aldığımda, lıkır lıkır ıpılık bir sızı kitaptan parmaklarımın ucuna geçti demiştim ya...  Hah işte... Kitaptan parmaklarımın ucuna geçen o lıkır lıkır ıpılık sızı... Öykünün sonunda... Ah!... Gitti... Gitti... Yüreğime bağdaş kurup yerleşti. Epeydir bu kadar etkilendiğim bir öykü okumamıştım.

Yaşar Bedri kim acaba? Niye bu kitabı okumak için bunca zaman beklemiştim? Gece yarısı oldu. Uyumalıyım artık. Yarın hayat gailesine dalacağım.

Elimde değil... Öykünün bir cümlesini içimden sürekli tekrarlıyorum.... 

"hüzün korkutuyor beni, silip atmalıyım usumdan dilenci'yi, yoksa sabah olmayacak." 

Sızıdır Beyoğlu İbranice Yazılsa Da, öyle mi? İnsanın yüreğine tesir eden öykülere denk gelmek ne büyük şans diye aklımdan geçiyor. Gitmeliyim şimdi...  Hüzün... Dilenci... Uyumalıyım...  Sızı... İyi geceler.

2 Haziran 2013 Pazar

Ve İstanbul Ve Biber Gazı





"Toplumun çilesine sahici bir şekilde sahip olabilmek için, bizim de aynı çileyi çekmemiz şart."

Diriliş - Sezai Karakoç


 
 
 
 


1 Haziran 2013 Cumartesi

Zamanın Ruhu



"....
Nasıl bir çağdır bu,
Ağaçlardan bahsetmenin neredeyse suç sayıldığı
....."

 bertolt brecht / bizden sonra doğanlara