"Denize çok yakınım. Biraz uzatsam ayaklarım suya
değecek.”
Kendi kendime mi dört duvar insanı olmaya karar
verdiğimi hatırlayamadım. Hangi güç beni masa başında çalışmaya yönlendirmişti? Bu
kadar denizi, balığı, balık tutanı, ekmeğini denizden çıkaranı severken niye
balıkçı olmamıştım ki? Sait Faik’in dediği gibi, içinde kolyozların,
sardalyaların, uskumru, kıraça ve istavritlerin yüzdüğü küfür dolu sesleri değişmek
için insanın gözünü hırs, para hırsı bürümüş olmalıdır. Oysa ne güzel iş
balıkçılık! Sait Faik’in ruhuna rahmet gönderdim. Onun cümleleriyle balık
tutmayı hayal ettim.
“Ben bir yazıcı idim. Yazı yazmak canım istemiyordu.
Yazı yazmam için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki aşkın, deliliğin,
oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım. Küçücük hürriyetler değil, alabildiğine yüz
verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyordum. Bu bana lazımdı. Yoksa herşeyi ağzımda
gevelemekten başka ne yapabilirdim? Ne yapıyordum? Beş papel verdim, aldım
naylon oltayı. Ucuna taktım zokayı. Parlattım çakımla. Koydum istavriti
iğnesine. Saldım denize oltayı daha sis basmadan ortalığı. Kıprdamadı bile. Bir
başka oltacı cıva verdi, zokayı parlattım. Yine bana mısın demedi olta.
Vazgeçtim balık tutmaktan. Geldim dayandım elektrik direğine. Koydum ayağımı
rıhtım taşına. Düşündüm nasıl edeyim, diye. Kararım katiydi. Bu akşam
tutamazsam bunun yarın akşamı vardı. Deniz bizimdi. İçi bir hazineydi. Olta
namuslu, balık sessiz, deniz bulanık, yaşasın hürriyet!”
Müşterim, seyahate çıkacağını, hemen görüşmek
istediğini söyleyince, dün öğleden sonra ışık hızıyla İstanbul’a gittim. Görüşmem fevkalade verimli,
son derece keyifli geçti. Müşterimin işyerinden çıktığımda güneş batmak üzereydi.
Köye dönmek zor geldi. İstanbul’da kalmaya karar verdim. Arabama bindim. Önceden
düşündüğüm bir programım olmayınca, ilk denk geldiğim tabelanın yolundan gitmeye
niyetlendim. Pekii… Tek başına Edirne tabelası çıksaydı karşıma ne yapacaktım? Hey!
Basacaktım gaza… Yeminle gidecektim.
Ama bakma… Edirne’nin yanında Üsküdar tabelasını
görünce çocuk gibi sevindim. Bazan ben bile kendimden korkuyorum biliyor musun?
Olur mu olur… Dellenip kendimi Edirne Ciğercisi’nde bulabilirdim. Neyse… Daldığım
Üsküdar tabelasının sonrasında denk geldiğim her tabelanın yoluna amaçsızca
girdim. Meğer Üsküdar’ın arnavutkaldırımlı ara sokakları ne kadar darmış. Meğer
binalarının duvarlarında ne çok tabela varmış. Du bi… Batarken Üsküdar’daki evlerin
camlarını tutuşturan güneşten bahseden Necip Fazıl mı yoksa Yahya Kemal miydi?
Düşündüm. Bilemedim. Denize bi
ulaşabilsem var ya… Kıyı kıyı gidecektim. Yok! Yoktu… Koskoca denizi kaybettim.
Ah!.. Deniz… Murathan Mungan öyküsündeki yolkesen bir Bizans eşkıyası gibi bile
çıksaydı önüme sözgelimi…Tutup öpecektim..
Neyse… Üsküdar’ın hep sahilini bilirdim. Fena mı?
Bahaneyle ara sokaklarında gezindim. Elbette yürümeyi tercih ederdim, fakat
arabamın tepesindeydim. Araba ve insan trafiği nasıl keşmekeşti anlatamam.
Yayalara yol vere vere yokuş çıktım. Yokuş indim. Baktım Altunizade’deydim.
Aklıma Başka Sinema geldi. Kasım ayı başından beri yerli ve yabancı bağımsız
filmleri bazı sinemalarda göstermeye karar veren yeni bir oluşum var ya hani… Ne
yalan söyleyeyim, kaçırdığım festival filmlerini seyredebilme fırsatı verdiği
için Başka Sinema’yı yürekten desteklemekteyim. Tamam. Çok taze bilgi ya… Hatırladım. Kadıköy Rexx,
Beyoğlu Beyoğlu ve Altunizade’de Capitol’de Başka Sinema’nın filmleri gösterilmekteydi.
Geçen hafta Başka Sinema’nın gösteriminde Kadıköy Rexx te Sen Aydınlatırsın Geceyi adlı
filmi seyretmiştim. Şimdi… Kısmetime ne denk gelirse, dedim. Capitol’e girdim.
Nanananoom! Denk geldiğim seansta Yozgat Blues yok
muymuş? Ne güzel! Bu film var ya bizim şehre kolay kolay gelmez. Baktım, biletler
çoktan satılmış. Sadece önden iki sıra kalmış. Vazgeçmedim. İlla Yozgat Blues'u seyretmekti niyetim. Biletimi aldım. Filimin
başlamasına vakit vardı. Ohh! Kendime mükellef bir çorba ısmarladım.
Sinema biletinde 3. salon yazıyordu. 3. salonun kapısını
açtım ki, başka bir film oynuyordu. Biletçi çocuk yanıma geldi. Yozgat Blues’un
gala gecesi olduğu için, salonun değiştirildiğini
söyledi. Gözlerimi koca koca açtım. Sahi mi, diye bağırdım. Hey! Allahım, ne
ballıyım!.. Felek gene yapmıştı yapacağını… Şaşırtmıştı. Ömrümde hiçbir filmin gala
gecesine katılmamıştım. Ve ben tesadüfen o sinemadaydım. Salona girdiğimde, bir anons yapılıyordu. Film
bitince salondan ayrılmamamız rica ediliyordu. Filmin yönetmeni, senaryo
yazarı, oyuncular ve emeği geçenler salonda olacaklarmış. Vay canına sayın
seyirciler, dedim. Koltuğuma oturdum. Ceketimi çıkardım. Yerdeki sırt çantamın üstüne
koydum. Işıklar söndü. Film başladı.
Bak şimdi… Beyaz perdedeki ilk görüntüde, sırtı dönük bir adam Fransızca şarkı söylemekteydi, tamam mı? Kim
olduğunu çıkaramadım. Derkennn… Adam başını hafifçe döndü. Hey! O ne? Yozgat Blues, Türk filmi değil miydi?
Yoksa bu filmde George Clooney mi oynuyor? Hem de Cohenvari edayla şarkı söylüyor.
Niye böyle oldu ? Yazının en heyecanlı yerini
anlatacaktım ki… Uykum geldi. Ama… Henüz ne filmi… Ne de galayı anlatmadım ki!
İyisi mi, şarkıyı dinleyipuyuyayım
şimdi.
Gece yarısı olmuştu. Dışarısı zifiri karanlıktı. Oturduğum yerden kalktım. Işığı kapattım. Döşemenin soğuk tahtasına çıplak ayaklarımı sürterek aylak adım yürüdüm. Yatakodama girmedim. Usulca bir manevrayla koridorun köşesinden çalışma odama döndüm. Tavana kadar yükselen kitaplığın karşısında geçtim. Bir süre kıpırtısız öylece durdum. Buraya niye geldiğimi çıkaramadım. Gözlerimi kaldırdım. Kâh balıklama... Kâh çivileme... Mutedil bir suya usulca dalarmışcasına kitapların raflarına dalıp çıkmaya başladım. Karanlığın içinde elimi kitapların sırtında gezindirdim. Bu kitapları yazanların çoğu yaşamıyordu şimdi. Ben ne arıyordum peki? Gecenin bu zifiri karanlığında niye burada duruyordum? Hatırlayamadım. Aklım ermedi olan bitene. Selamet kafamı terkediyor sandım. Tuhaf! Yüreğime ılık, hazin bir şeyin aktığını hissettim. İşte o an kendime geldim. Hayatım adlı filmin baş aktristi elbette bendim. Biri gene "Action!" demişti. Bütün hareketlerim rolümün gereğiydi. Yüzümde muhteris bir ifade gezindi. Bedenimden ayrıldım. Bazı sahneler benim yokluğumda çekilsin diye dublörümü yerime geçirdim.
Ben ise...
Hava soğuk demedim.
Kimsecikler görmedi...
Yağmurun elinden tuttum.
Çıplak ayaklarımla sokaklarda gezindim.
Binlerce kasırga aşkına! Levent Gönenç'in Grafik Roman ve Edebiyat konulu konferansı var öyle mi? Ne güzel! Görür görmez, planlayıp mutlaka gitmeli, diye hayal ettim. Konferans neredeymiş peki? Muzaffer Göker Salonu... Orası neresi? Ömrümde duymadım. Hemen sevgili gugıla sordum. Allahım!.. Ankara'daymış... Aaaa... Aşkolsun, dedim ama... Yoo... Moralimi bozmadım. Tamam. Ne var ki, üç saatlik yol diye düşündüm. Gitmeye niyet ettim. Ne zaman? 2 Aralık... Nasıl yani? Yarın mı? Haftanın ilk iş günü... İzninizle ağlayacağım şimdi!