CEMAL SÜREYA
27 Ocak 2011 Perşembe
26 Ocak 2011 Çarşamba
İlaç Niyetine Okunan Öyküler - Negzel Pembe
Televizyonda bir intihar haberi... Babasını öldüren genç karakolda kendini asmış. Seyrettim bu haberi... Öylece... Ne seyrettiğimi idrak etmek istemeksizin... Boş gözlerle... Hani haberlerde hava durumu anlatılıyormuş da durum mevsim normallerinden biraz sapmış gibi... O kadarcık. Alışılagelmiş, sıradan bir durummuş gibi... Tepkisiz. Evet aynen bu haldeyken ben... Yanımdaki kadın "nedir bu, niye böyle saçma haberleri gösteriyorlar?" dedi. Ansızın kafamın içinde dünyanın çanları çaldı biliyor musun? İşittim.. İşittim inan ki! Döndüm kadının yüzüne baktım. Korktum biliyor musun? Korktum yemin ederim. Ya bu lafları ben söyleyeydim? Şimdi ben bu habere böyle boş gözlerle bakıyorsam. Sonrasında gün gelecek bu kadının tepskisini mi vereceğim? Dağıldım biliyor musun? O kadar korktum ki yüzümdeki tüm kanın çekildiğini hissettim. Kuafördeydim zaten. Aynada yüzümü gördüm. Bembeyaz kesilmiştim. Saçıma fön çeken kız "abla iyi misiniz?" diye sordu. İyi değildim. Hem de hiç iyi değildim. Şimdi sorarım sana kendimi böyle dağınık hissettiğimde beni toparlayacak ne var? Ne beni kendime getirecek? Tekrar insan olduğumu hissettirecek. Ne bana ümit verecek? En güzel ilaç edebiyat... Çantamdan Atilla Atalay'ın son kitabı Mecnun Kuleleri'ni çıkardım. Negzel Pembe adlı öyküsünü açtım. Niye bu öyküsünü açtım biliyor musun? Bu öyküde yazar'ın arkadaşı Ali intihar eder çünkü. Ve yazar karamizah cümleleriyle okuyucuya iyiliği kötülüğü düşündürür. Hepimiz öleceğiz. Bundan kaçış yok. Ama her intihar arkasında pek çok soru bırakır. Belki de her intihardan tüm insanlık sorumludur. Bizler, yaşayanlar kötü müyüz yoksa? Ölümlerden nemalananlar, haberciler, gazeteciler... Bir dolu insan intihar haberlerinin üzerine atlarken, reklam dünyası hiç birşeyden etkilenmemize izin vermez ya hani... Böyle bir haber mi var? İki reklam arasında verilir hani misal... Ve sanki hayat sadece bir bebeğin ağzından çıkan iki cümledir: "Negzel pembe" Sonra işte bir kuaför salonunda televizyonda benzeri bir intihar haberine denk gelinir. Önce tepkisiz izlenmeye başlanır. Sonra "nedir bu, niye böyle saçma haberleri gösteriyorlar" denir. Of, Allah saklasın... Aman ha!
Dün bir arkadaşımla benim ofiste kahve içip hasbihal ediyorduk. Atilla Atalay'ın son kitabı Mecnun Kuleleri masamın üzerindeydi. Bilmiyormuş Atilla Atalay'ın öykülerini. Anlattım biraz. Dedi ki: "Acıklı gibi sanki. İçini karartmıyor mu?" Şaşırdım bu tepkisine... Güldüm. Oysa yazarın "ciddi ve hisli" öyküleri her daim içimi açar. Tamam. İnkar edemem. Öykülerini okudukca içime ağır ve kıpırdamaz bir şey oturur oturmasına... Tamam... Hep söylerim... Oğuz Aral'ın dediği gibi, Atilla Atalay'ın öykülerini okuyunca sanki gülecek gibi olacakken içimde gözyaşı dahil herhangi bir sıvıyla akıtılıp temizlenmeyecek bir tortu birikir. Ve geriye koskocaman bir çeki taşı kalır. Zaten öykülerinin sırrı burdadır. Kimi zaman efil efil arıyorum ya onun öykülerini... Bulamazsam... Okuyamazsam... Nefessiz kalacakmışım gibi hissediyorum.. Hani bünyemdeki tiryakilik hallerim... Hep bu sebepledir. Yüreğime dokunur. Yüreğimde bir yerleri acıtır. Galiba bu duygular bana insan olduğumu tekrar hatırlatır. Bu acı çok güzel bir şeydir. Dimağımda tadı kalır. "Negzel pembe!"
25 Ocak 2011 Salı
Kendime Ait Mutfak Masam, Bir Kalem, Kağıtlar ve Hayallerim...
Sabah erkenden kalktım. Yemekleri yaptım. Sonra iş... Bütün gün çok çalıştım. Gerçekten. Hem arazideydim. Hem ofiste. Bu gece niyetine girdim. Gene yazmaya girişeceğim. Öyle yaşadığımız evde yazmayacağım ama. Az sonra bizim köyün köyündeki eve gideceğim. Buz gibidir ev... Olsun dert etmeyeceğim. Aklıma koyduğumu yapacağım. Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'da dediği gibi "... tüm yemekler pişirilmiş, tabak çanak yıkanmış, çocuklar okula gönderlilip dünyaya açılmışlardır. Geriye kalan hiçbir şey yoktur. Her şey yok olmuştur." Virginia Woolf'un bir kadının yazar olabilmesi için, "geriye kalan hiçbir şey"in ötesine geçebilmesi gerektiği bunu da "Kendine ait bir oda"sı olmasıyla sağlayabileceğini söyler. Bilim kurgu ve fantezi roman yazarı Ursula Guin'e göre bir kadının yazabilmesi için gerekenler ise bir kalem ve bir miktar kağıttır. O kadar. Tom Amcanın Kulübesi'ni bilir misin? Yazarı bir kadındır. Harriet Beecher... Kitabının çoğunu mutfak masasında yazdığını söyler. Yani demek ki illa kendine ait bir oda gerekmemektedir. Önemli olan belki Ursula Guin'in dediği gibi aklın egemenliği ile hayal gücünün yaratıcılığı arasında sıkışıp kalmamaktır. Kadının hayal gücüne ket vuran her türlü engelden her daim vaz geçebilmektir. Ben her üç kadın yazarın dediklerini dinleyeceğim. Hasbelkader kendi kendime birşeyler yazacağım. Virginia Woolf'un dediği gibi kendime ait bir odada yazmalıyım ama.. Tamam... Harriet Beecher gibi köydeki evin mutfak masasında yazacağım. Ursule Guin misali sadece kalem ve kağıt alacağım. Aklın egemenliğinden vazgeçeceğim. Hayal gücüme ket vuran herşeyi bir kenara itip, sadece hayal gücümün yaratıcılığına sığınacağım. Kendime ait bir mutfak masası... Kalem ve kağıt... Hayallerim ve ben... Yazacağım.
Kelimelerle Geyik Çevirme
Tamam. Kabul ediyorum. Tuhaf biriyim. İlgim dağınık, merakım obur, bilgim yarım yamalak. Ailemde herkes normal. Ben değişiğim. Kaç kere sordum. İtiraf etmiyorlar. Şüpheleniyorum. Evlatlık olabilirim. Niye anlatıyorum şimdi bunları biliyor musun? Bazan muhabbet ederken misal, durup duruken ilgim dağılıyor, iştahla merak ediyorum, bilgim yarım yamalak olunca da kafamın içindeki kıt bilgileri birbirine karıştırıyorum. Ortamdan kopuyorum bu durumda tabii.. Karşıdan bakana şaşkın bir görünüm veriyorum. Mesela, bak şimdi;
Biri "Moralim bozuldu!" derse, ne diyeceğimi bilemiyorum. Elektrik bozulsa, elektrikçiyi, musluklar bozulsa muslukçuyu, televizyon bozulsa televizyon tamircisini, bilgisayar bozulsa bilgisayarcıyı çağırabilirim. Morali bozulan biri için kimi çağırabilirim ki acaba diye derin derin düşünüyorum.
"İyilik iyiliği doğurur!" ya da tam tersi "İyilikten maraz doğar!" derler ya, çok şaşarım. Hemen muhabbetten koparım. İyilik... Doğurabiliyor... Üstelik "iyilik", bazan maraz bazan da "iyilik" doğurabiliyor. Allah Allah!.. "İyilik" canlı bir şey mi ? Hatta doğurabiliyor ya madem, "iyiliğin" cinsiyeti kadın olabilir mi?
"Sıkıntıdan patladım!" diyen biri de kafamı çok karıştırır sözgelimi... Hemen koparım gene muhabbetten... Bu sözü söyleyen kişinin yüzüne, gene uzun uzun bakar düşünürüm... Acaba "sıkıntıdan patlamak" nasıl bir şeydir? Sıkıntıdan patlayan kişi, kendini tabanca olarak mı hissetmektedir? Yoksa mısır mı? Yoksa şampanya mı? Belki de balon... Sakız olabilir mi? Belki de tüfektir... Aaa! Lastik de patlamaz mı? Bir dakika apandist de olabilir.. Aman Tanrım! Ya bombaysa? Yazmayayım dedim ama, yazacağım işte... "Sıkıntıdan patladım" diyen kişi, şu anda hayalimde tüpgaz şeklinde canlanmaktadır!..
Şimdi aklıma ne geldi biliyor musun? "Muhabbetten koparım!" diyorum ya hani... Aaaa! Muhabbet lastik mi? Yoksa muhabbet internet mi? Ya da zincir olabilir mi? Fırtına mı yoksa? Aman Yarabbim muhabbet, kıyamet olabilir mi? Hoppala! Böyleyim işte... "Kafana takma!" mı diyorsun yoksa... Aman sakın ha! Böyle bir şey söyleme bana!.. Aman ha!.. Şimdi ben gene bir başlarım yazamaya..."Deli mi ne?" diye kaçarsın benden valla... Tamam! Nerden geldi şimdi bunlar aklıma! Yeter!. Yeter! Şaşırdım kaldım valla!
24 Ocak 2011 Pazartesi
Sevdiğim Müzikler - Şaşırtan Şarkı Ve Öyküler- Cat Stevens My Lady D'arbanville
Hafta sonu hiç dışarıya çıkmadım. Çıkmak istemedim. Galiba gene kendi kendime kalmayı tercih ettim. Kendi içime döndüm. Bir ara sanal dünyada sevdiğim eski şarkıları aramayla vakit geçirdim. Misal, yıllardır Cat Stevens’ın My Lady D’arbanville şarkısını daima severek dinlerim. Sadece ilk dörtlüğünü ezbere bilirim. Geri kalanını hatırlamıyorum. Sevgilisini uyurken seyreden bir aşığın sözleridir bunlar :
niçin hala bu kadar uyuyorsun?
i'll wake you tomorrow
seni yarın uyandıracağım
and you will be my fill, yes, you will be my fill.
sen benin sevgilim olacaksın, evet, sen benim sevgilim olacaksın.
Ne kadar güzel romantik sözler! Durup dururken şarkının sözlerinin devamını ve anlamını merak ettim... Aman Allahım keşke bakmasaymışım; çarpıldım kaldım.
my lady d'arbanville why does it grieve me so?
o niçin beni bu kadar kederlendiriyor?
but your heart seems so silent.
ama senin kalbin çok sessiz görünüyor
why do you breathe so low, why do you breathe so low,
niçin bu kadar hafif nefes alıyorsun, niçin bu kadar hafif nefes alıyorsun
Ne diyor bu Cat Stevens? Aman Allahım yoksa sevgilisi... Yoksa ölmüş mü? Olamaz ya!! Hayır!!
my lady d'arbanville, you look so cold tonight.
bu gece çok soğuk görünüyorsun
your lips feel like winter,
dudakların kış gibi
your skin has turned to white, your skin has turned to white.
tenin beyazlaşmış, tenin beyazlanmış
Olamaz, bu şarkı ölen sevgilinin ardından söylenen bir ağıtmış meğerse! Niye herşeyi merak ediyorum. Bazen nefret ediyorum bu özelliğimden... Of ya!! Artık bu şarkıyı dinlerken ağlarım ben...
i' loved you my lady, though in your grave you lie,
seni sevdim leydim, içinde yattığın mezara rağmen
i'll always be with you
daima seninle olacağım
this rose will never die, this rose will never die.
bu gül (aşk) asla ölmeyecek, bu gül asla ölmeyecek
Bu şarkının sözleri çarpınca beni, evde tek başıma, şakın şaşkın kalakalınca, aklıma Şebnem İşigüzel'in "Hanene Ay Doğacak" adlı öykü kitabı geldi. Yazarın ilk yayımlanan ve benim de ilk okuduğum kitabıydı. Tanımadığım, tarzını bilmediğim bir yazardı ve kitabın arkasında şöyle bir cümle vardı:"Bu kitapta tuhaf öyküler bulacaksınız. " Gerisini okumama gerek yok ki, tuhaflık hezaman ilgimi cezbeder. Ne yapayım yani? Aldım kitabı tabii ki. Kokladım önce her zamanki gibi.. Seveceğim ben bu kitabı dedim ve başladım okumayaaaa.... İlk öykü... Adı "Sevgili Bayan Arvadak..."
Laboratuvar deneyleri bitmiş, sıra kadavra üzerinde çalışmaya gelmiş bir doktor, ayağı kırıldığından hastaneye gidip araştırmasına devam edemeyeceği için, üzerinde çalışmak amacıyla beklediği kadavrayı kendi laboratuvarına ister. Bu arada sekreter bulmak için gazeteye ilan vermiştir ve sekreter adaylarını beklemektedir. Kapı çalar. Öyküyü anlatırken, kapıyı kendisinin mi yoksa asistanı mı açtığını hatırlamadığını söyler. Bundan sonra hikaye şu cümle ile devam eder: "Seni ilk gördüğümde... " Sonra gelen kızın fiziksel özelliklerini anlatır... Kızın hayatı hakkındaki varsayımlarını aktarır teker teker... Eski sevgilisinden bahseder... Deneyimli bir cerrah ve araştırmacı olarak kadavralar üzerinde çalışmanın yarattığı psikolojik durumları asistanına anlatmaya devam eder... Tuhaf bir öyküdür, fantazi anlatımlarla bezelidir... Biliyorum bu kitabı okumayan vardır ama söyleyeceğim işte, zaten okurken hissedersiniz ki doktor gelen sekreteri değil kadavrasını anlatmaktadır. Ve anlarız ki doktor kadavrasına aşık olmuştur... "Olamaz!! Daha neler!!" Bu kitabı okuduğumda çok daha gençtim tabii, şaşırıp kaldığımı hatırlıyorum. Aynı şimdi Cat Stevens'ın bu romantik şarkıyı, aslında ölen sevgilisine söylediğini öğrendiğimde şaşırdığım gibi... Hayret! Gene de şaşırmak şahane bir şey!
Hasbihal - Sinemadan Öğrendiğim Çok Şey Var.
Hani hatırlıyor musun? Demet Akbağ'ın bir filmine gitmiştik. Altan Erkekli de vardı. Bir de senin çok sevdiğin Özgü Namal vardı filmde. Filmin adı değişikti de, hani bilet alırken filmin adını söylememiştik. "3.salondaki filme iki bilet" demiştik. Hatırladın mı? O....Çocukları. 12 Eylül 1980 ihtilali sonrasının bir ucundan tutuyordu film. Siyasi suçlu olarak aranan bir karı koca yurtdışına kaçmak istiyorlardı. Ancak küçük bir çocukları vardı. Onu geçici süre güvenli bir yere bırakmaları gerekiyordu. Demet Akbağ'ın canlandırdığı Mehtap Anne'nin evine bırakmaya karar veriyorlardı. Mehtap anne, emekli bir hayat kadınıydı. Yaşlanmıştı. Şimdi bu işi yapan bazı hayat kadınlarının çocuklarına bakmaktaydı. Savaşlar, darbeler, hatta depremlerde en çok etkilenenler çocuklar değil midir? Hayat kadınlarının çocukları için de, yaşam ne kadar zordur aslında. Film mağduriyet yaşayan çocukların yaşamlarını aynı evde kesiştirmişti işte, hatırladın mı? Nasıl etkilenmiştik filmi seyredince... 12 Eylül'ü bizzat yaşamış bizler için, film gülme ile ağlama arasında dolanıyor, insanın dimağında limonlu şeker tadı bırakıyordu. Filmin yazarı ve yönetmeni olan Sırrı Süreyya Önder'i tanımıyordum. Çok merak etmiştim, hatırlıyor musun? Demiştim ki sana, "Ne kadar filmin adında ve içinde çocuklar olsa da, bu film tam manasıyla bir kadın filmi. Kadınların üzerindeki tahribatı bu kadar iyi anlayan ve anlatan birini mutlaka tanımalıyım."
Sonra evde Sırrı Süreyya Önder'in 2006 yılında çektiği Beynelmilel adlı filmi seyretmiştik. Özgü Namal, bu kez Cezmi Baskın'la birlikte oynuyordu. 1982 yılındaydık. Gene 12 Eylül ihtilalinin etkisinin sürdüğü günlerdeydi filmin zamanı... Gene bir dönem filmiydi yani Beynelmilel. Adıyaman'a uzanıyorduk bu kez. Film o bölgede gevende denilen yerel müzisyenlerin başından geçen olayları, içinde bolca hüzün olmasına rağmen, eğlenceli ve samimi bir dille anlatmaktaydı. Bu kadar mı güzel bir dönem canlandırılır demiştik, hatırlasana. Oyuncuların kılık kıyafetleri, saçları, bıyıkları, evler, mekanlar, arabalar, tüm ayrıntılar nasıl itinayla tasarlanmıştı. Filmin müzikleri şahaneydi, değil mi? Darbe sonrası askeri yönetimin idaresindeki bir ortamda yerel müzisyenlerin, bölge komutanının emriyle orkestra oluşturma çabaları var ya, kelimelerle anlatmak mümkün değil ki, gene filmi seyredince gülme ile ağlama arasında nasıl gezinmiştik hatırlasana... Hem senaryosunu yazan, hem de Muharrem Gülmez ile birlikte filmi yöneten Sırrı Süreyya Önder, 12 Eylül darbesi sonrasını, gene son derece naif bir kara mizahla anlatmayı becermişti. Hayranlıkla kulaklarını çınlatmıştık.
Sırrı Süreyya Önder'in bu fotoğrafını görünce, "Bilmesem yönetmen olduğunu, türkücü zannederdim," demiştim, hatırladın mı? Bu sözüme ne çok gülmüştün. Sonra iyice araştırmıştım yönetmeni ve anlamıştım ki Sırrı Süreyya Önder türkücü değildi ama türkülerin menzilinde dolaşan biriydi. Çünkü filmlerinin neden hep 12 Eylül dönemiyle ilgili olduğunu soranlara, "Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş" diye cevap vermişti. Öğrenmiştik ki, ünlü yönetmen Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okurken, 12 Eylül'de tutuklananlar arasındaydı. Babası olmadığı için aileye bakan kişiydi aynı zamanda. Hapise girince ailesi fazlasıyla mağdur olmuştu tabi. 7 yıl hapis yatmıştı. Çıktıktan sonra, iş aramış, bulduğu her işi yapmıştı. Sonra hayat yolunu sinemayla kesiştirmişti ve filmlerini yazıp yönetmeye başlamıştı. "Her insanın bir hikayesi vardır. Döner döner onu anlatır," diyen yönetmenin neden böyle dediğini, filmlerini seyrettiğimiz için anlamıştık işte değil mi? Ayrıca Beynelmilel filminde kendisi de oynamıştı.
Biliyorum. Şimdi diyorsun ki, bunca zamandan sonra "Bugün Sırrı Süreyya Önder ve filmleri nerden aklına düştü?" Bugün 24 Ocak ya hani, okumuşsundur gazetelerde Uğur Mumcu'nun öldürülüşünün üzerinden tam 18 yıl geçti. Uğur Mumcu ile ilgili yazıları okuyup, değerli gazetecinin fotoğraflarına baktığımda, Sırrı Süreyya Önder aklıma geldi. Sırrı Süreyya Önder'in filmlerini seyrettikten sonra, çokça yazılarını okumuştum. İşte o yazılarından birinde, bir cümlesi vardı. Hafızama işlenmiş. Uğur Mumcu'nun öldürüldüğünü hatırlayınca dedim ki, yönetmen ne doğru bir söz söylemiş. Ne mi, o cümlesi? "Eksilen her can, insanlığın noksanıdır." Bu hafıza tuhaf bir kutu sahiden, şaşırtıyor insanı. Nerden nereye değil mi?
23 Ocak 2011 Pazar
Kaçmanın Her Türlüsünü Severim. Bu Kez İşin Kolayına Kaçtım.
İlla kaçmak isterim bir yerlerden. Kimi zaman evden kaçarım, kimi zaman da ofisten. Tamam. Bugün değişik bir kaçma yolu deneyeyim öyleyse dedim ve işin kolayına kaçmaya karar verdim. Tatlı niyetine bir şey yapmaya heves ettim. Öyle şerbetli, hamurişi birşey olsun istemedim. Çocukluğumun pötibör bisküvili tatlısını yaptım. Bir kat pötibör bisküvi, bir kat puding. En kolay ve en hafif tatlı çeşidi. Hem işin kolayına kaçmakla keyiflendim, hem de on dakikada tatlı işim bitti. Dedim ki " Ağız tadı bukadar mı değişmez bir insanın? Bu kadar mı eski lezzetlerini arar?" Bizim zamanımızda binbir çeşit bisküvi yoktu ki. Ya pötibör bisküvileri çaya banardık. Ya da annemiz pötibör bisküvi üzerine kakaolu muhallebiyi dökerdi. Nasıl iştahla yerdik. Oh ya! Öpebilsem kendimi alnımdan öpecektim vallahi. Ne iyi akıl ettim. Çocukluğumun sütlü ve pötibör bisküvili tatlısı, bir ömre bedeldi.!
Bak şimdi. Yukarıdaki cümlemde değişmeyen ağız tadı deyince aklıma ne geldi. Hiç Tan Oral'ın Değişen Ağız Tatları başlıklı yazısına denk gelmiş miydin? Kadıköy'de bir lokantada yemek yiyordum. Bir yandan da, oradaki Yemek ve Kültür adlı dergilere göz atıyordum. İşte o dergilerden birinde Tan Oral'ın bu yazısı vardı. Yazısı anne yemeklerini hatırlamakla başlıyordu, eski ve yeni lokantaları mukayese ederek devam ediyordu. Sonra hazır yemekler çoğaldıkça, eskiden mutfakların, evlerin en geniş, en aydınlık, en iyi yerindeyken, sonradan iyice daralıp karanlıklaştığını söylüyordu. Tabi bunun en büyük sebebinin, çalışan kadınların mutfağı yavaş yavaş terk etmesi olduğunu düşünüyordu. Ancak günümüze geldikçe, hazır mutfaklar sayesinde evlerdeki mutfakların genişleyip, renklendiğini anlatıyordu. Eski ve yeni yemek pişirme alet ve usullerinden yağlara, eski ve yeni ekmek pişirme yöntemlerinden - ki bunu anlatıyorken Oktay Akbal'ın Önce Ekmekler Bozuldu kitabının altını çiziyordu- simide, çaya, kahve ve gazoza kadar geniş bir bakış açısıyla değişen ağız tadlarımızı anlatıyordu. Mesela kahve, çayın kayınbiraderi oluyormuş biliyor muydun? Yeminle ben Tan Oral'ın bu yazısını okuyunca öğrenmiştim.
Yazının sonlarına doğru, yemeklerin dünyayı dolaştığını, dolaşırken de yola çıktıkları yeri unutmadığını söylüyordu. Arnavut ciğeri, Çerkez tavuğu, Tatar böreği, Acem pilavı, Şam tatlısı, Laz böreği, Rus salatası gibi yemekleri örnek veriyordu. Ayrıca memleket içinde de durum farklı değildi. Çıktığı yerin ismini almış, İzmir köfte, Adana ya da Urfa kebap, Adapazarı ıslama köfte, Bursa iskender, Ankara tava gibi o kadar çok çeşit yemek adı vardı ki. Enteresan bir şey daha okumuştum. Kolaya kaçılarak yapılan yiyeceklerden biri olan sandviçin, kumarbaz İngiliz Bay Sandwich'in oyun masasından kalkmadan karnını doyurabilmek için uydurduğu ekmek arası peynir olduğunu ve tüm dünyaya oradan yayıldığını gene Tan Oral'ın bu yazısından öğrenmiştim. Bu güzel deneme yazısı tatlılarla bitiyordu. Tan Oral tatlıların lezzetli olduğu kadar şakacı olduklarından da söz ediyordu. Bunlara da Vezir Parmağı, Dilber Dudağı ve Kadın Göbeğini örnek veriyordu. Çizim dünyasının ünlü ismi yazısını şu fıkra ile sona erdiriyordu: Yamyam ailesi sofrada atıştırırken ufaklık boyuna konuşur, annesi de onu azarlar; annesi çocuğuna "ağzında biri varken konuşma!" der. Nasıl ama? Demek ki dünyanın her yerinde aynı yemek yeme adabı var:) Bunu da Tan Oral'dan öğrendim. Afiyet olsun.
(28.01.2010)
Sevdiğim Müzikler - Kadın Dedektif Julia Çizgi Roman Kareleri Eşliğinde The Eagles ve Hotel California
Çizgi Roman Kahramanı Kadın Dedektif Julia hakkında bilgileri KÜLTÜREL_ GÜNCEL blogtan zevkle okuyabilirsiniz.
22 Ocak 2011 Cumartesi
Gece Güzelliği'nden Kahve Molasına Yolculuk
Birgün gazetesinde yazılarını takip ettiğim Onur Caymaz'ın Gece Güzelliği adlı öykü kitabını geçen hafta satın almıştım. Okumamıştım ama.. Kitaplığımın hemen yanında ince uzun bir masa vardır. Bu masanın üzerinde, satın aldığım ve henüz okumadığım kitaplar durur. Burası eve yeni gelen kitapların bir nevi demlenme yeridir diyebilirim. Arada bazılarını elime alırım. Sayfalarını dalgalandırırım. Bazan eğer biraz vaktim varsa masanın hemen yanı başındaki koltuğa otururum. Bu akşam oturamadım da masadaki kitaplara ayaküstü baktım. İşte o ara Gece Güzelliği elime geldi. Kitabın fantastik bir kapak resmi vardı. Açtım ilk sayfasını. Girizgahında Şair Dertli'den iki dize konmuş. Şöyle: "yüz bin aman dedim bir buse aldım / hasılı ömrümün kan bahasıdır." Hoşuma gitti. Dayanamadım. İlk öyküsüne usulca gözattm. Adı "Küçük İkramlar." Okusam mı acaba diye aklımdan geçti. Fakat hemen evden çıkmalıydım. Öyküsünü ilk kez okuyacağım bir yazardı Onur Caymaz. Böyle aceleyle değil hakkını vererek okumalıydım. Ayaküstü satırlarının arasında dolanırken "Kahve deyince duracaksınız" diye bir cümlesine rastladım. Güleceksin bana ama durdum ne yalan söyleyeyim. Tiryaki meşrepli olduğumu daha önce söylemiştim. Ben sevdiğim yazarların öykülerine olduğu gibi ayrıca kahve tiryakisiyim. Onur Caymaz acaba kahve için ne yazmış diye merak ettim.
Yazar, kahve gibi kırk yıl hatırı olan başka bir şey var mı diye soruyordu? Çok haklı. Yok vallahi. Bir fincan kahve ikram etti mi biri size, kırk yıl hatırı kalır sizde.. Onur Caymaz anlatıyor, eski zamanlarda padişaha kahve ayrı bir cezvede pişirilirmiş. Bir bardak su ile ikram edilirmiş. Günümüzde kahve ve su gene birlikte ikram edilir edilmesine de o vakitler neden böyle yapılırmış biliyor musun? Padişah kahvesini içmeden önce, parmağını kahve fincanına daldırır, o kahveli parmağını sonra su dolu bardağa sokarmış. Su mavi renk alıyorsa fena, kahve zehirli demekmiş zira. Ne hoş! Bunu bilmiyordum inan ki. Biraz kitaba göz gezdireyim dedim. Daha denk gelip okuduğum ilk paragrafta kahve konusunda bunları öğrendim. Şimdilerde gene Türk kahvesiyle bir bardak su getirilir ya... Ne yapılır ama? Önce kahve ardından su içilir. Oysa kahve içmeden su içilmeli, ağız çalkalanıp kahveye hazır hale getirilmelidir. Türk kahvesi içmenin raconu böyledir. Diyor ki Onur Caymaz "Sevdiği şeyin tadı, mümkün olduğunca çok kalmalıdır insanın ağzında." Çok haklı. Yok, dayanamayıp yazarın sevdiğim bir kaç cümlesini daha yazacağım... Diyor ki: "Gönlümün yarısı telvenin masal kokusuyla doludur; güzelim kahverengisi, hırçın esmerliğiyle. Yarimdir telve." Ne hoş cümleler. Burada kesmeliyim. Bekleniyorum. Gitmeliyim. Dur. Son bir şeyler yazacağım. Zaten Hayal Kahvem blog değil, twitter vaziyetinde. Her fırsatta yazıyorum ya aklıma ne gelirse... Neyse... Şimdi Onur Caymaz'la, Gece Güzelliği adlı kitabı sayesinde böyle ayaküstü kahve hasbihali yapınca,... Bu kez İskender Pala'nın Kahve Molası adlı kitabında anlattığı gerçek bir olayı yazacağım devamında... Bilirsin Türk kahvesinin bizim geleneksel kültürümüzdeki yeri çok önemlidir. Günümüzde yabancı kahvelerin memlekete iyice yerleşmesiyle neskafe, ekspresso, latte, cappucino gibi alışkanlıklar Türk kahvesinin yerini almaya başladı ya... Nerdeyse bizler değil yabancılar daha sahiplenir oldular Türk kahvesini... Anlatılan olay bu duruma tam bir gönderme... Turist taşıyan bir otobüs İstanbul'da asırlık bir çınar altı kahvesinde mola vermiş. Muavin kahvehanenin görevlisine otuzbeş turist ile kendisi ve şöförü kastederek seslenmiş:
- 35 Türk kahvesi, iki neskafe!
Fena mı? Ayak üstü Gece Güzelliği'nden Kahve Molası'na yolculuk yaptık işte. Şimdi gitmeliyim. Evden çıkarken dedim ki kendi kendime... Dönüşte Gece Güzelliği'ni mutlaka okur bitiririm. Böyleyken böyle!
Fena mı? Ayak üstü Gece Güzelliği'nden Kahve Molası'na yolculuk yaptık işte. Şimdi gitmeliyim. Evden çıkarken dedim ki kendi kendime... Dönüşte Gece Güzelliği'ni mutlaka okur bitiririm. Böyleyken böyle!
Sevdiğim Film Müzikleri - Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
Thomas:
"Hayat çok hafif. Bir taslak gibi, asla içini dolduramıyoruz ya da düzeltemiyoruz. Daha iyi yapamıyoruz. Bu korkutucu."
Tereza:
"Hayat benim için çok ağır. Senin içinse çok hafif. Bu hafifliğe, özgürlüğe dayanamıyorum. Yeterince güçlü değilim. Prag'da sana sadece aşk için muhtaçtım. İsviçre'deyse herşey için sana bağımlıyım. Beni terk edersen ne yaparım? Ben güçsüzüm. Güçsüzlerin ülkesine geri dönüyorum. Hoşçakal. "Milan Kundera'nın romanı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ile ilgili yazı okumak isterseniz, yaşamın geniş özeti'nden okuyabilirsiniz.
21 Ocak 2011 Cuma
Biraz Mola...
Elimde kahve... Çok çalıştım. Biraz mola vakti. Ofisteki pencereden denize bakıyorum. Yok vallahi... Sıkılacaksan eğer... Bu günlerde Hayal Kahvem'i okuma istersen. Sen bilirsin. Yani diyeceğim odur ki sana eziyet etmek istemem. Ben aklıma geldikçe yazacağım Atilla Atalay öykülerinden bir şeyler. Neden biliyor musun? Mecnun Kuleleri benimle birlikte dolaşıyor. Eve, ofise, ben nereye o oraya... Bu günlerde böyleyken böyle... Peki, kitap benimle dolaşıyor da okuyor muyum? Yooo! Sadece Mecun Kuleleri adlı öyküsünü okuyorum o kadar. Diğerlerini daha okuyamam. Yapamam. Nasıl bir vaziyet bu? Sana anlatamam. Tuhaf olduğumu sana söylemiştim en baştan. Böyleyim.
Sabah baktım hava nasıl güzel... Beni kandırır bu havalar biliyor musun? Aynı Aziz Nesin'in bir şiirindeki gibi... Badem ağacına seslenir... Der ya hani... "Sen ağaçların aptalı, Ben insanların"... İşte öyle... "Bir ılıman hava esmeye görsün... " Açarım çiçeklerimi. "Bir güler yüz bir tatlı söz" Açarım yüreğimi... Bilerek kandırıldığımı... Kaçıncı kez bağlanırım bir olmaza... Olsun... Havamı bulunca nasıl açıyorsam çiçeklerimi.. Öyle açarım yüreğimi... Vururum kendimi hem sevdalı öykülere... Hem güzel havaya... İşte ben böyle fenafillah mertebesine erişmişken ofiste... Havamı bulmuşken yani... Elimde kahve fincanı bizim köyün denizine bakıyorken... "Birisi denizi de alıp götürsün" diyesim geldi. Dedim. Şaşkın şaşkın baktılar yüzüme diğerleri... Bu kaş kalkmış hayret dolu ifadeleri görünce kendime geldim. Odama döndüm. Masanın kenarında duran kitapların arasından Dup Dup Çedene'yi çektim. Ezbere bildiğim yüzellinci sayfayı açtım. Okumaya başladım.
"Geyiğin bini bir para, bir dolunay vakti, deniz kenarında oturmuş gökyüzüne bakıyorduk." diye başladım öyküye... Okudum.... Okudum... Okudum... Yazarın sevdiği kız Tülay'dan ayrılış sayfasına geldim. "Yıldız kümesi, bir bulut kümesiyle saklambaç oynuyor, martılar müteessir. Deniz fenerinin eski efendiliği kalmadı. Yakamozların hadiseye niye kayıtsız kaldığını ise anlıyorum artık. Belki de sonradan olacaklara üzülmek istemiyorlardır. Arada neler konuştuk söylemiycem. Onlar bizim sırrımız. Hem olayın geçtiği yer itibariyle askeri bir sır bile sayılabilir. Yalnız Tülay "Siz yakınsınız, günübirlik gelirsiniz felan kampa, buralarda başkalarıyla denize girerken beni unutma emi" gibisinden ilk aşkımıza final bir cümle sarfetti. Çok kızdım... Neydi yani, nasıldı yaa...... Nasıl unutayımdı ki? Fazla bir şey söyleyemedim ama....... "Sen yokken naapıcam ki ben denizi" dedim. "Madem sen gidiyorsun, birisi denizi de alıp götürsün buralardan." Durdum. Öyküden başka bir şey yazmayacam... Şimdi bu benim baktığım karşımda masmavi güpgüzel başka bir deniz. Harbiden sudan gelmişim kardeşim ben... Toprak ne ki... Yine deniz... İçeriye "Birisi denizi de alıp götürsün buralardan." diye seslendim. Tamam... Kusura bakma... Çalışmam lazım... Anladın değil mi? Şimdi işe dönecem. Bu kadar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)