20 Ocak 2013 Pazar

Bazı Mutluluk Yazılarım

Mutluluk Ve Anılar



Niye bilmiyorum? Az önce aklıma vişne geldi. Evet, vişne… İyi ama neden vişne aklıma gelince, dilimin değil yüreğimin kamaştığını hissettim? Sanırım annemi düşündüm. Annem şahane vişne reçeli yapardı.  Ben... Mutfakta... Annemin vişne reçeli yapışını mutlulukla izlerdim. Beyaz bir elbise giyerdi. Kestane rengi saçlarını omuzlarının üzerine dökerdi. Arada tek elinin tersini ensesine sokar, önüne düşen saçlarını arkaya doğru iterdi.  Allahım, nasıl da güzeldi. Masallardaki peri kızları böyle olmalı derdim. Oturduğum yerde yanaklarımı avuçlar, dirseklerimi masaya dayardım.  Büyük bir hayranlıkla annemin vişne reçeli pişirmesini seyrederdim. Annemin mutfaktaki küçük radyosu hep açık olurdu. Radyodan dokunaklı bir tango  sesi gelirdi.  Annem  akan suyun altında vişneleri teker teker yıkarken, melodinin peşi sıra  şarkıya  eşlik ederdi.  Çok küçüktüm. Nereye otursam ayağım yere değmezdi. Sandalyenin boşluğunda sarkan ayaklarım müziğin ritminde  kendiliğinden ileri geri giderdi. Akan suyun şırıltısı, radyodan gelen içli şarkı, annemin huzurlu mırıltısıyla iç içe geçerdi. Beni bu sesler sarhoş ederdi.  Başım dönerdi önce. Sonra mutfak dönerdi. Sonra her eşya olduğu yerde ayrı ayrı dönerdi. Büyülenirdim. Annemin susmasını hiç istemezdim. Çıt çıkarmadan sessizce izlerdim. Tam o anda… Tam o anda işte… Annem  usulca başını bana doğru çevirir… Gülüverirdi. Allahım, onun gibi güzel olmayı ne çok isterdim!  Tüm şefkatiyle  gözlerimin içine  bakar “Tatlı kız. Sen ne uslu şeysin öyle!” derdi.  Çocukluk işte… Yüreğim hemen kabarır, sevinçle pır pır ederdi. Ben söz dinlerdim. Hemen karşılık verir ben de ona gülerdim. Acaba gülüşüm anneme benzer miydi? Dayanamaz elindeki vişnelerden birini ağzıma atıverirdi. Komik mimiklerle yüzümü ekşitirdim.  “Şımarık kız gene abartıyorsun” derdi.  Ama şakalarıma hep çok gülerdi. O gülünce yüreğim havalanırdı her seferinde... Ben de gülerdim. Gülerdik birlikte…  Vişne aklıma gelince, dilimin değil yüreğimin neden kamaştığını şimdi anladım. Annem cennette vişne reçeli yapıyordu belki… Mutluluğu nerelerde aramalıyız diye sorarlar ya hani... Galiba mutluluk anılarımızın içinde gizli.





Mutluluk Ve Sinema



Bugün yolum düşünce çok küçükken yaşadığım mahalleye, bir zamanlar oturduğumuz eve doğru yürüdüm. Apartman aynen duruyordu. Yerinde olmayan sinema… Oğuz Bahçe Sineması. Sinema yıllardır yoktu yerinde. Her güzel şeyin sonu vardır diye, yıkmışlardı geçmiş zaman günlerinden birinde… Radyonun gözde olduğu bir dönemdi benim çocukluğum. Kulak kesiyorduk her sese, radyoya, teybe… Düşünebiliyor musun? Çocukluğumda, taşınmak ne büyük bir kıyaktı bana, sinema bahçesine çıkıntısı olan bir eve! Çünkü balkon adeta bir locaydı. Her gece film seyrederdim. Ah bir bilsen, nasıl sabırsızlanır, yaz mevsiminin gelmesini beklerdim! Demek ki o zamanlar, yaz günlerinin kıymetini bildiğim dönemdeydim. Sanıyorum güneşi gene pek sevmezdim. Çünkü güneşin dağların arkasına gitmesini, havanın kararmasını dört gözle beklerdim. Of! Günler ne uzun olurdu! Güneş bir türlü uyumaya gitmezdi. Vakit geçmek bilmezdi. Ne zaman ki gün döner akşam olurdu, heyecandan adeta kalbim dururdu. Hep gece olsun, zaman dursun isterdim. Sonra da sandalyeler boş kalmasın, sinemanın tüm biletleri satılsın diye dua ederdim. Eğer bilet satılmazsa, film oynatılmazdı. Of! Ne fenaydı!... Bazen yağmur yağdığı akşamlar sinema hiç açılmazdı. İçimi çeke çeke ah ne ağlardım!.. Çocuktum… Her şey istediğim gibi olsun isterdim. Olmazdı. Ben de ağlardım… Bazen filmin ortasında bir yerde yağmur yağmaya başlardı birden… Hani ahmak ıslatan cinsten…Kaçışırdı insanlar… Şaşardım. Yağmurda ıslanmayı çocukluktan beri sevdim. Neden kaçıyorlar, yağmur altında seyretmiyorlardı ki film? Hava zaten sıcaktı. Yağmur altında film seyretmek, şahane olmaz mıydı? Olurdu elbette! Küçüktüm... Bu duruma anlam veremezdim… Onlar koşuştururken, ben olduğum yerde bir film sahnesi gibi donar kalırdım öyle... Annem beni fark eder “haydi yatağa!” derdi. Derinden bakınca gözlerime… Dökülen yaşları görmesin diye, başımı yere eğerdim… İçimi çeke çeke yatmaya giderdim.

Ama eğer o gece sinemada... Eğer biletler satılmışsa … Eğer o gece gökyüzü yıldızlarla doluysa... Hele göyüzünde bembeyaz bir mehtap varsa... Ah! Eğer o gece yağmur yağmamışsa... Film oynarken yağmazsa ya da… Eğer film kesintisiz oynamışsa o gece… Hani bilirsin ya, tastamam... Bütünüyle... Ah! Şu dünyanın en güçlü, en zengin kişisi ben olurdum! Hayat bayram olurdu… Mutluluk buydu işte! Mutlu olurdum!



Mutluluk Ve Çay Ve Simit
 



Geçen sene İstanbul Film Festivali sebebiyle, iki hafta süren festival süresince, dört gün bizim köyden İstanbul'a gittim. Günde üç filmden toplam oniki film seyrettim. Film biletleri normal zamanlardan ucuz olsa bile, on iki film olunca ehh epeyce bir yekûn tutmuştu. Dört günlük yol masraflarımı üzerine ekleyince... Festival için kendime bir bütçe ayırmıştım. Hakveririsin ki bu durumda yeme içme faslında idare etmeye gayret ettim. İstiklal Caddesinin hemen girişinde,  heykelin olduğu yerde, hani Fransız Konsolosluğu'na doğru inerken,  önünde arabasıyla duran bir simitçi vardır, bilmem farkında mısın? İşte her Beyoğlu'na gittiğimde o simitçiden  iki simit  alıp çantamam atıyordum. Bir şey itiraf edeyim mi? Bana...  "Hayatta sana haz veren neler vardır?" diye bir soru soracak  olsan, inan benim için simit yemek en baş sıralarda gelir. Simit yemek o kadar mutlu eder  ki beni anlatamam.  Ya sinema? Ya İstanbul?  Düşünsene. İstanbul'dayım. Hem de başkalarını bilmem ama benim için buram buram tarih kokan İstiklal Caddesi'ndeyim. Sinemaya giriyorum. Hey! Film festivalindeyim üstelik... Sinema çıkışında iki film arasında az zamanım oluyor. Allahım! Nisan yağmuru  nasıl da çisil çisil yağıyor! Ben çocukluğumda olduğu gibi ayaklarım ıslanacak diye hiç korkmadan, cup cup  sulara basa basa bir sinemadan diğerine koşturuyorum.  Film çıkışında acıkıyorum tabii. Midem filmin başlayacağını haber verircesine "fena halde açım!" diye zırıl zırıl çalıyor. Hemen Beyoğlu'nun ara sokaklarına dalıyorum. Salaş tahta masalı sandalyeli bir yer bulup  telaşla oturuyorum. "Usta bir şekersiz çay, benim ki demli olsun lütfen.." diye sesleniyorum.. Kız belli bardakta çayım geliyor. Bir avucumla kavrıyorum bardağı. Tabağına asla koymuyorum. Düşünsene diğer elimde simit. Hımm...  Her ikisini ayrı ayrı kokluyorum.  Çayın  ve simidin kokusu  her defasında aklımı alıyor... Sonra önce çaydan bir yudum içiyorum. Immmh, nefis... Sonra bir parça simitten koparıp yiyiyorum... Immmh, leziz...  Mutluluk nedir ki?  O anda  "Şu dünyanın en zengin, en güçlü, en mutlu kişisi kimdir?" diye bana sorsan... İnan  başım yukarda "Benim!" derdim. Hani  bazan sorarlar ya "Mutluluk nedir?" diye... Mutluluk aynen böyle bir şey işte.

   

Mutluluk Ve İçmek

Bugün günlerden Cuma ya… Bizim ofisin son çalışma günü…  Yılın son ayları işim açısından en debdebeli aylar. Bu hafta kâh ofiste kâh arazide nasıl işim vardı anlatamam. Of ki of yani… Az sonra masamı toplayıp gene dışarıya çıkmalıyım. İyi ama... Ah, bitmişim ben… Aaaaahhh düşünmekten… Yorgunum ahhh… Ha babam de babam çalışmaktan…Kolumu kaldıracak enerjim kalmamış. Ne fena!.. Öyle kukumav kuşu misali halsiz oturuyorum. Ah! Bir mucize olsa keşke… Beni kendime getirebilse…. Yok bak, mucizelere inanırım gerçeğinde… Ama bugün var ya mucizelere inanmak için bile takatım yok anlatabiliyor muyum? Yooo… Şu  bitik vaziyetimle mucize filan  bekleyemem. Tam bu bünyeyle blog yazılarıma göz gezdiriyordum ki yukarıdaki videoya denk geldim iyi mi? Heyy! Bu müzik var ya bu müzik... Ne vakit dinlesem, anında aklımı başımdan alır benim...  İşte... Aklımın iplerini saldım gene…  Durur muyum? Müziğin sesini sonuna kadar açtım. İnan bana... Hemen yerimden zıpladım. Ofisteki kızların şaşkın bakışlarına aldırmadım. Mutfağa daldım. Raftan en renkli kadehi seçtim. Buzdolabının kapısını açtım. Düşündüğüm şişeyi çıkardım. İşaret parmağımı sihir yapar gibi şişenin  kapağına bastırdım. Şişeye eğilerek, "Okus pokus!" diye usulca fısıldadım.  Hooop! Elimdeki şişeyle kendi etrafımda üçyüz atmış derece  döndüm.  Şişeyi bir seferde tık diye açtım. Kapağını açtığım gibi omuzumun üzerinden arkaya fırlattım. Şişedeki içeceği yüksekten lıkır lıkır kadehe boşalttım. Heyy! Sihir etkisini gösterdi. Fooooşşşş! Köpürdü... Bardaktan taştı. Aldırmadım. Muzipçe gülümsedim. Becerikli işaret parmağımı burnumun ucuna getirdim. İşaret parmağıma, hedefi on ikiden vurmuş tabanca namlusu niyetiyle  üfledim. Elimdeki kadehle bu eşsiz müziğin ritminde iki ileri bir geri dans ederek çalışma odama  geçtim. Koltuğuma oturdum. Arkama yaslandım. Renkli kadehteki gazozu, tadına vara vara, hımmlaya hımmlaya,  yudum yudum içtim. Yüreğimin yorgunluğu gitti yeminle.. Ohh!.. Kendime geldim!...  Görüyor musun, mucize gerçekleşmişti işte.  Bazan mutluluk nedir diye soruyorlar ya… Şimdi yüreğimi dinledim.  Mutluluk sevdiğin müzik eşliğinde,  bir kadeh  gazoz içmekti… Başka ne olabilir ki? Mutluluk buydu işte. 
  

  Mutluluk Ve Tokluk


Dün İstanbul'da günüm pek verimli geçmedi ne yalan söyleyeyim... Artık gizlimiz saklımız yok ki seninle, neyi gizleyeyim? Sabah erken çıkmıştım evden. Kahvaltı yapmamıştım. Sadece bir bardak portakal suyu içmiştim. Yaptığım görüşmeden sonra canım o kadar sıkılmıştı ki yemeği aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Alışıktım aslında... Kendilerine insan diyen fakat insanlıktan nasibini almamış bazı yaratıklardan her an her şey beklenirdi nasılsa. Yapmışlardı yapacaklarını işte. Bütün emeklerimi heba etmişlerdi gene. Bunu farkettiğim anda toplantıya nasıl dayandığımı bir Allah biliyor bir ben. Bir ara yaslandım arkama... İçimden ama içimin dayanabildiği en yüksek sesle "toplantı bir an önce bitse," diye dua ettim. Çene balatalarım talimliydi esasında... Böyle münasebetsizlik yapanlara öyle bir girşirdim ki girişmesine, nedense anlayamadığım bir hanımlık çökmüştü üstüme. İyi huylu hanım olma hususunda yıllardır hiç bu kadar ileri gitmemiştim. Biraz daha sabır edersem sonu kabirde biteceğini anladığım anda çiviye oturmuşcasına fırladım sandalyemden. Yüksek müsaadeleriyle ayrılmak için izin istedim. Bu ben miydim Allahaşkına? Halen hangi nezaketin derdindeydim? Neden hem yaptıkları densizliği hem de kendi suratlarına benzeyen koca kapılarını çarpıp çıkmamıştım ki dışarıya... Bu neyin kibarlığıydı? Olsa olsa kibarlık budalalığı olabilirdi anca. Toplantıdan çıkıp da serin ilkbahar rüzgarını suratıma şamar gibi yiyince kızgınlığım  iyice arttı.  O sinirle arabama bindim. Hışımla araba kullanmaya başladım. En kısa yoldan otobana daldım. Müziği açtım. Asabım çok bozuktu. Biliyordum. Aslında otobanda değil kendi ruh halimin karanlık sokaklarında araba kullanıyordum. Göz açıp kapayana kadar bizim şehre varmıştım çoktan…

Bizim şehirdeki işlerime aynı suskunlukla devam ettim. Canım bir şey yapmak istemiyordu. Ofise hiç gitmedim. Bir ara aniden silkelendim. Neden acaba bu kadar mutsuz hissediyordum ki kendimi? İş hali ya da insanlık hali... Gün verimsiz geçmişti... Birşeyler ters gitmişti... Eee! Ne olacak ki... Hiç mi görmedim, yaşamadım böyle çapariz halleri? Beterlerini yaşamışımdır... Hatırlamıyorum şimdi... Sildim hafızamdan gitti... Bugün bir kapı kapanır... Yarın başka kapı açılır... Felsefemiz bu değil mi? Sağlık olsun illa ki! Tamam bunları düşünüyordum düşünmesine ama hala mutsuzdum... Kendimi bir türlü çözemediğim çok bilinmeyenli denklem gibi hissediyordum ki, o ara telefon çaldı... Benim kardeş... Nerde olduğumu sordu... İzmit'te olduğumu söyledim. "Hemen bize gel abla"dedi. Cuma günü bir seyahate çıkacağımı biliyor... Görüşemiyeceğiz bir kaç gün. "Çok özlerim sonra son bir görüşelim," dedi... Kıyamadım. "Tamam," dedim. Aaaa! Saat akşamın altısı olmuş... İyi de bu saate kadar ben hiç yemek yemedim ki. Anladım işte.. Mutsuzluğumun buldum nedenini... Açtım.. Aç... Kurt gibi açtım hem de... Birden ellerim titremeye başlamadı mı açlığımı hissedince... Dün gece nasıl güzel zeytinyağlı yemekler yapmıştım anlatamam... Döktürmüştüm inan ki... Oyy! Aklım evde kaldı şimdi... Kardeşin kapı zilini parmağımı kaldırmadan çaldım. Kapıyı açmasıyla ayakkabılarımı fırlattığım gibi selam melam vermeden hemen mutfağa daldım. İster inan ister inanma çantamı bile mutfak kapısının girişine atmışım. Öyle bir hışımla girince korktu tabii benim kardeş. "Hayrola abla?" dedi. Cevap vermedim. Sadece "Yemeeeek...Yemeeekkk!" diye inledim. Yüzüme hicranlı hicranlı baktı... "Az önce kalktık sofradan. Bütün yemekler bitti." dedi. Öyle bir "Neeeee!" demişim ki yer gök sesimden inledi. İçimin bir kısmından gelen kahkalarla mı güleyim yoksa kardeşimin yüzünü gözünü mü tırmalayayım bir an bilemedim. Dişlerimi sıktım. Ellerimi yumruk yaptım. Boğazıma kadar gelen öfkemi tuttum. Gözüm kimseyi görmüyordu inan ki. Delirmiş gibiydim. "Dur dünden kalma biraz makarna var dolapta. Onu ısıtayım bari" dedi. Bu sözleri duyunca birden yüzümün ifade kontrolünü kaybettiğini hissettim. Bir şeyler söylemek istiyordum esasında. Söyleyemiyordum da, sanki Japon balıkları gibi ağzımı açıp açıp kapatıyordum o anda. Bir kaç kez derin derin nefes aldığımı hatırlıyorum o kadar. Sonra hangi ara buzdolabının kapısını açtım... Nasıl becerdim bilmiyorum... Saniyeler içinde makarnayı ısıttım... Tabağa koydum... Çekmeceden çatalı kaptığım gibi mutfak masasına oturdum. Ellerim titreye titreye, her hüplemede "hımmm.. hımmm" diye inleye inleye tabağı sildim süpürdüm. Keşke jüri falan olaydı mutfakta.. Guiness rekoru kırardım valla. Ohh yaa! Anca kendime geldim. Baktım ki o ne? İki yeğen önde babalarının dizlerine sarılmışlar, koca koca açmışlar gözlerini, dehşet içinde bakıyorlardı bana. Kardeşim... Son gördüğüm yerde, mutfak kapısının girişinde donakalmıştı sanki ayakta. "Hayrola?" dedim. "Hayrola çocuklar? Ne seyrediyorsunuz öyle? Korku filmi mi çeviriyoruz burada?" Sesleri çıkmadığı gibi bir süre daha kıpırdamadan kaldılar. Bir tablo gibiydiler adeta. Ben... Şöyle bir içime döndüm. Artık kendimi mutsuz hissetmiyordum. Ohh! Yemek yemiştim. Mutluluk neydi ki? Mutluluk galiba kocaman bir tokluk hissiydi.




Mutluluk Ve Özgürlük Hissi

”İnsan kadife bir hatıradan başka nedir ki? 
Geçmiş: üstümüzü her gece onunla örttüğümüz… 
uykuların derininde kor yankılarına düşer gibi olduğumuz ve sonra unuttuğumuz. 
Dağın doruğu ile dağın derini arasındaki mesafeden başka nedir ki insan: 
derininde kor tutmuş haller, doruğunda ıssızlık bilgisi… 
Güne ait sesler çoğaldığında hatıranın kendisi de kokusu da bilgisi de silikleşecek… 
Ve insan sabahın nemi kadar sessiz olmayı isteyecek.” 
Birhan Keskin


"Nasıl yani!" dedi babam. "Bu çizgi romanı kendine mi aldın?" 

İzmit'te, eskinin tren yoluyken, şimdinin yürüyüş yolu olan caddesinin köşesindeydik. İçimizi serinleten hoş bir esinti vardı. Şehrimin asırlık çınar ağaçlarının yaprakları tatlı tatlı hışırdayarak şarkı söylüyorladı. Biz Köfteci Behçet'te iştahla köftelerimizi yemiştik. Baba kız gelmişten geçmişten muhabbet ede ede  yürüyorduk. Bir ara elimi omuzumdaki çantamın içine daldırdım. Arabamın anahtarını aramaya başladım. Kolay bulabilmek maksadıyla çantamın içindeki kitaplardan birini çıkarmak durumunda kaldım. Babam elimdeki kitabı  gördü. Bu bir çizgi romandı. Babam yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Çizgi romanı kime aldığımı sordu. Yolun ortasında kalakaldım. Fena halde kızardım. Ben Gırgır zamanı çocuğuydum. Bir zamanlar haftalık mizah dergisi Gırgır'ın, çizgi romanların, hele Zagor'un  hastasıydım. Ne yazık ki ailemden gizli okurdum. Sanırım içlerinde fena şeyler var zannederdi ailem... Abimin okumasına ses çıkarmazlardı da, ben elime alınca, ne demekse  "Kızlara göre değil." derler, asla okumamı istemezlerdi. Abimi feci kıskanırdım. Abim ise idare ederdi beni. Çizgi romanları elime vermezdi ama, okuduktan sonra görünür şekilde yastığının altına koyardı. Kendisi de dahil kimseye görünmeden, odasına girip okumama ses çıkarmazdı. Gizli gizli nasıl sevinçle çizgilerin dünyasına daldığımı hatırladım. Korkuyla  karışık müthiş bir mutluluk hissiydi bu... Siyah beyaz çizgilerle, konuşma balonları, adeta bir bulut kümesinin üzerine çıkarırlardı beni... Ahh, sayfaların içinde eriyip gittiğimi hissederdim. Çocukluk işte... Aileden gizli yapılan her şey ne büyük haz verirdi. Seneler geçti gitti... Bunun  çocukluğuma ait bir mutluluk olduğunu o an anladım. Kendimi toparladım. Babama "Çizgi romanları çok severim. Çocukluğumdan beri okurum." dedim. Babam önce kitaba, sonra hayret ederek bana baktı. Kitabı ona doğru uzattım. "Süperman'in Tüm Mevsimler adlı özel kolleksiyon sayısı... Biliyor musun, yaz mevsiminin cehennem misali sıcakları beni bunaltınca, isyan eder gibi söyleniyorum bazan... İşte o zaman kendime gelmek için bu çizgi romanı okuyorum babacım." dedim.  Şaşırdı. "Ne yazıyor ki içinde?" dedi. Güldüm. Kitabın sayfalarını hızla taradım. Düşündüğüm sayfayı buldum. Konuşma balonlarının içindeki cümleleri okumaya başladım. "Ne denli zalim ve sert görünseler de, bütün mevsimlere müteşekkir olmalıyız. Çünkü yalnızca onların geçip gitmesiyle, geleceğin tadını gerçekten çıkarabiliriz." Başımı kitaptan kaldırdım. Sevgiyle babama baktım. Bana pek belli etmek istemedi. Anladım ama gözlerinin kenarıyla gülümsedi. Sadece "Hoş sözlermiş." dedi. Babamla vedalaştım.  Arabama binmeden önce çimlerin üzerine oturdum. Çantamın içindeki çizgi romanları yeşilliklerin üzerine yaydım. Derin bir nefes aldım. Burnuma kesilmiş, taze çimen kokusu geldi. Mutluluk neydi? O anda mutluluk, kimseden çekinmeden, çizgi romanlara gönlümce dalabilecek  kadar büyümenin verdiği müthiş bir özgürlük hissiydi... Mutluydum.

Mutluluk Ve Tükenmeyen Melankolim




Sabahattin Ali'nin o güzelim şiirini bilirsin. İlla bilirsin. Nükhet Duru söylerdi bir vakitler hani... Dilimizden düşmezdi. O vakitler ömrün toy saatleri... Birhan Keskin der ya...  "İçimin de dışımın da olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı... Şimdilik, dünya geniş ve ılıktı... Biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik." Sanırım aynen böyleydim işte. İnsanî acılarından habersiz. "Nerde o başı dağlı, aşkı leyla?" ya da mecnun durumum... Yoktu henüz...  "Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza... Dünyada bulunmanın bahaneleri" der Birhan Keskin... Henüz hepsinden habersizdim. Şimdi düşünüyorum sanırım anlattığım gibiydim.  Evet, evet... Öyleydim. İnsan olan yerlerim henüz acımıyordu. Metin Üstündağ'ın dediği gibi taksimetrem henüz pişmanlıklar yazmıyordu. Yaşadıkça "hep cız oluyor bir tarafım hep uf" vaziyetlerini henüz bilmiyordum. Etrafımda sevdiklerim vardı. Mutlu olduğum bir ortamda yaşıyordum. İyi ama bütün bu güzelliklerin ortasında içimde tuhaf bir his vardı. Edip Cansever der ya hani... "Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda... Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi..." O duygumu nasıl anlatacağımı inan bilmiyorum. Tuhaf bir his... Sadece o yaşlarda kalsa iyi... Bitmedi... Yaşam boyu zaman zaman görüyorum ben o iniltiyi... Mutsuzlukla ilgisi yok anlatabiliyor muyum? Bilakis mutluyken daha fazla biliyorum. Şaşırtıcı bir his. Sahiden suyun tuzda yanması gibi... İçin için mânâsız bir efkâr hali... Dışardan kimsenin farkedemediği bir sessizliğin içimi ve dışımı kaplaması...   Gene bir şiirle,  Edip Cansever'in dizeleriyle ifade edebilirim belki.  "Ne peki? Yere dökülen bir un sessizliği mi? Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi? İşini bitirmiş bir org tamircisinin... Tuşlarından birine dokunacakkenki... Dikkati mi tedirginliği mi... " Bilmiyorum. Acaba Sabahattin Ali'nin o güzelim şiirinde yazdığı dizeler hislerimin tam tercümesi olabilir mi? "Beni en mutlu günümde... Sebepsiz bir keder alır...... Anlayamam kederimi... Bir ateş yakar derimi... İçim dar bulur yerimi... " Acaba şair aynı hislerle mi yazdı bu şiiri? Diyor ya... "Ne kış, ne yazı isterim... Ne bir dost yüzü isterim... Hafif bir sızı isterim..." Bilmiyorum... Yıllardır çözemediğim bir bilmece sanki... Acaba şiirlere ve şairlere meftûn olmam içimdeki tanıyamadığım bu his sebebiyle mi? Şiir yazmaktan korkuyor olmam... Gene de şiir okumadan duramamam... Şiirden etkilenen bir bünyeye sahip olmam...  Bazı şiirlerin başımı döndürmesi... Ayağımı yerden kesmesi... Elimdekileri düşürmesi... Kolaylıkla şiir çarpmasına uğruyor olmam yani... Acaba bu tuhaf his sebebiyle mi? Niye böyleyim? Cevap yok! Gene Edip Cansever'in dizelerine sığınarak bitireceğim yazımı.... "Büyük bahçelerin küçük içinde... Saksılardan birinde... Gördüm de... Uyurken uyandırılmış gibi... Beni bir sardunya büyüttü belki." Evet... Evet... Beni bir sardunya büyüttü belki. 

O şarkı burada...

17 Ocak 2013 Perşembe

İçinden Öykü Geçirdiğim Filmler

1 - Dar Alanda Kısa Paslaşmalar



Üniversiteyi kazanıp bizim kasabadan uzaklaşmayı nasıl istiyorduk anlatamam.  Akrandık. Amcamın kızıydı Asiye. Abartmıyorum, lise sonda harbiden ineklemiştik. Amcam ve babam bana öyle geliyorki doğduğumuzdan beri beynimizi yıkamışlardı. Ya onların bellediği İstanbul'daki en iyi üniversiteyi kazanacaktık. Ya da  taliplerimiz arasından seçeceğimiz bir kocaya razı olacaktık. Yaparlardı inanki... Bizim sülalede bizden büyük ablaları liseden sonra teker teker evlendirip, ertesi yıl çoluğa çocuğa karışmalarını becermişlerdi. Asiye'yle hep aynı sınıftaydık. Evlerimiz zaten karşılıklıydı. Ya ben onlardaydım ya o bizde. Aynen babannem gibi.  Babannem de iki oğlunun evi arasında gidip geliyor, canı ogün kimde kalmak istiyorsa orada kalıyordu. Arada bize  takılmadan edemezdi. "Kizlar, siz bağa sorarseniz, bu okuma işlerini pirakun!" diyordu. "Doğurin birer uşak sevin. Yaşiniz epey oldi. Zaten, gençluk bir atmaca kuşidur, gelur, geçer... Anlamazsuniz oni... Birgün benum gibi kocayacaksunuz, o okuduğunuz kitaplar, biturduğunuz okullar hep kalacak o yanda, yaninuza sade kalacak uşaklarunuz." derdi. Kıkırdardık Asiye'yle. Ne diyelim? Babannemi kıracağımıza kafamızı kırardık icabında... Gönlü hoş olsun diye... "Tamam babanne" derdik tabii.  Asiye'yle tam kafa dengiydik. Tamam küçük bir çevrenin, dar görüşlü bir ailenin içinde bunalan kızlarıydık ama. Hayat bazen vermek ister ya aldıklarını. Mucizeler tükenmiyordu işte. Şimdi düşünüyorum da feleğin tam bir kıyağıydık birbirimiz için. Dostluk güzel bir şeydi. O çok hassas ve kırılgandı. Ben ise vurdumduymazdım. Karşımdakinin hassas yönünü keşfedince, üstüne üstüne gitmekten haz alırdım. Benden epey çekmişti Asiye yani. Arada dudak büker "Bu huyumu değiştirecem, seni üzüyorum" derdim. Her seferinde "Sakın değişme. Sen hep böyle kal." diye cevap verirdi. Erkekler benim için tam bir baş belası anlamına gelirken, Asiye ise kalbini hoplatan her erkekten kolaylıkla etkilenir, platonik aşk acısı çekmeye bayılırdı. Ben  sinemayı çok severdim. O daha çok şiirleri ve öyküleri... Evdeydik, gözlerinin önündeydik ve iyi öğrencilerdik ya, büyükler pek karışmazdı bize. Özellikle tatillerde, sabaha kadar film seyreder, kitaplar üzerine muhabbet ederdik. Bazı filmleri döne döne seyrettiğimiz için repliklerini ezberlerdik. Futbolla aramız olmamasına rağmen, Serdar Akar'ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filmine bayılırdık mesela. Film futbolla ilgili görünse de içinde hüzünlü aşklar, unutulmaya yüz tutan emsalsiz dostluklar vardı. Niye bu filmi misal ettiğimi anlatacağım az sonra... Efendime söyleyeyim neticede... Son sınıfta bizim lisenin rehberlik öğretmeninin desteğiyle biz bi asıldık derslere tamam mı? Asiye'yle tam bi takım ruhu içerisinde planlı programlı ders çalıştık. Ne vardı? Aynı hamilelik gibi, diyorduk... Hayatımızın dokuz ayında dünyayla fazla irtibat kurmayıp kendimizi derslere adayacağız. Sonraaaa... Nurtopu gibi bebeğimizi elimize alacağız. Yanii... Ver elini İstanbul... İster inan ister inanma, becerdik bunu... Birlikte becerebildik. Bizde bir takım ruhu vardı çünkü.  Ne vakit üniversite sonuçları elimize geldi... Boğaziçi'ni kazanınca... Babam ve amcam küçük dillerini yuttular  tabii...  Yırtmıştık... Nanananoomm... Bize İstanbul yolu göründü.



Aşıktı bizim Asiye gene. Bu kez fakültenin en bohem hocasına aşık olmuştu. Karşıdan eriyip kendini bitiriyordu. Gözüne girmek için ne projeler üretiyordu. Ama nafile. Hocanın gözü tabii ki Asiye'yi görmüyordu. Yirmibeş yaş büyüktü bizden. Olacak iş miydi? Zaten bir sevgilisi olduğunu duymuştuk. Asiye mail adresini edinmiş, duygularını ayan beyan ilan etmişti.  Ar duygularını askıya almış, bıkmadan usanmadan romantik mailler döşeniyordu. Hoca hiç cevap vermediği gibi, derslerde Asiye ile göz göze gelmemeye gayret ediyordu. Bunun bir çocukluk olduğunu düşünüyor, sonunda Asiye'nin yazmaktan bıkacağını biliyordu belki kimbilir? Belki Asiye gibi başka hayranları da vardı. Hiç cevap vermemek en doğru durumdu belki... Ama bizimki asla pes etmiyordu. O gün duyuru tahtasında hocanın nikah davetiyesini  gördüğümüzde... Asiye'nin suratındaki ifadeyi ömrüm oldukça unutamam.  Asiye "İyi değilim." dedi. Eve gitti. Böyle durumlarda insanları acıları ile baş başa bırakmak lazım. Ben acıların paylaşılarak dağılacağını düşünenlerden değilim ne yazık ki… Sırt sıvazlamak, avutucu sözler garip ve kifayetsiz gelir bana. Kendisi aşmalıydı bu süreci ve içinde küllemeliydi bu platonik aşkın acısını... Ama iyice uzatmıştı. Bir hafta odasından çıkmadı. Ağlıyordu çoğu zaman. Odasına bıraktığım yemeklerin ucundan alıyordu, o kadar. Bu kadarı fazlaydı artık. Kendine gelmeliydi. Kapısını açtım. Günlerdir üzerinden çıkarmadığı pijamalarıyla yatağına uzanmış, gene ağladığını görünce... İşte tam o anda Serdar Akar'ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filminde, Savaş Dinçel ile Erkan Can arasında geçen  muhabbet aklıma geldi. Bu kadar mı denk gelirdi? Asiye'yle en sevdiğimiz filmlerden biriydi. Kimbilir kaç kez izlemiştik. Futboldan pek anlamıyorduk ama bu film futbolla ilgili olmasına rağmen bayılarak seyrettiğimiz filmlerin başında gelirdi. Asiye Galatasaray'ı tutuyordu sözüm ona... Kalecisi kim diye sorsan bilmezdi. Biri eskaza bana hangi takımı tuttuğumu sorsa... Bu filmin etkisiyle  "Esnafspor." derdim. Filmi bilip cevabımı duyanlar vaziyeti çakar, gülerlerdi. Bilmeyenler de kafa yapıyorum sanırlar gene gülerlerdi. Bu filmde mahalle sakinlerince kurulmuş amatör bir takım vardı. Takımın adını Esnafspor koymuşlardı.  Ne güzel filmdi  sahiden. Her izleyişimizden sonra, yüreğimizde dipten giden incecik bir sızı biriktirirdi. Filmin en baba repliği "Futbol  fena halde hayata benzer." di. İşte o anda en can dostumu, sevdiği takım küme düşmüş  fanatik taraftar gibi hayata küsmüş yanımda ağlıyor görünce, dayanamadım bu filmi çevirmeye başladım.


Odasına girdim. "Naber?" dedim. Yatağının  ucuna oturdum. "Sen mi geldin?" dedi. İki elini yatağa dayayarak doğruldu. Ayaklarını sarkıttı. Yancağızıma oturdu. Hıçkırarak ağlamaya başladı. "Niye böyle oldu? Ben çok sevmiştim. O kadar mail gönderdim. İnsan bir cevap yazar, öyle değil mi? Sorarım sana, benim günahım ne?" dedi. "Bak gülüm" dedim. "Belli olmuyor ama benim bir tek kulağımın arkası kaldı. Artık acı çekmekten ve  acı çektirmekten zevk almamayı öğrendim. " dedim.  Bir şey söylemeden dinledi. Hafifçe öksürdüm. Boğazımdaki gıcığı temizler gibi yaptım. Sözlerime haldığım yerden devam ettim... "Sevgililer... Hehh..  Bizim olanlar ve olmayanlar... Hepsi iz bırakır. Ve bazı izler şimdi seninki gibi çok derinini  çiziyor. Hepsi kalır. Ama inan bana, yeni izler de olacak." dedim. Bu niyazlarıma paralel bi tepki bekliyordum beklemesine ama nafile... Her nefeste çifte iç çekip ağlıyordu. Dalgın gözlerini dikmiş, salladığı ayaklarına bakıyordu. Ne yapayım yani? Başlamıştım artizliğe bi kere... Sözlerime kaldığım yerden devam ettim... "Yaşlıları düşün." dedim.  "Sanki herşeyi bilirlermiş gibidirler. Ama öyle değil.  Ne kadar acı çekersen çek şunu hiç unutma çizilecek bi yer hep vardır ve çizecek bi yer." Sustum. Derin nefes aldım. "Ressam olur insanlar başkalarının kalbini kazıya kazıya... Ya da resim olurlar senin gibi kazına kazına..." dedim.  Başını yerden kaldırdı. Yüzünü bana döndü. Gözlerimin içine, ama bana baktı. Gülmeye başladı. Gülerken gözlerinden gene pıtır pıtır yaşlar akıyordu. Nihayetinde çakmıştı  ne yapmak istediğimi... Film çevirdiğimi... Onu avutmak için dar alanda kısa paslar verdiğimi... Sonunda pası kaptı... Erkan Can'ın filmdeki cümlelerini aynen söylemeye başladı "Beni çok kazıdılar abla. Ama altından sarı yeşil çıktı..." dedi. Güldü. Ben de güldüm. Beraberce hem güldük  hem ağladık biz. Devam etti... "Sen demiştin ya, hani sonbaharda çamların arasından görünen yaprakları sararan çınar ağaçlarına bakıp "işte bizim takım" demiştin." dedi. Aynı Savaş Dinçel'in oynadığı Hacı rolünün hakkını verdim...  "Evet kardeş, biz seninle bir  takımız. Hep yeşil kalan çamlar ve hep sararan çınarlar." dedim. Onu omuzlarından tutup kendime çevirdim. Başımı  başına dayadım.  Sesimi buğulu tona akortladım. "Hayatta yeşil de kalmak var sararmakta. Dağın  rengi bunlar dağın rengi. Haydi sil gözlerini güzelim. Bu kadar diyet yeter." Dedim.


Şimdi anlatıyorum ama bu olayın üzerinden yıllar geçti. Üniversiteden sonra Asiye'yle yollarımız ayrıldı. Evlendi ve Barselona'ya yerleşti. Aile kurdu. İki uşak doğurdu. Sanırım ben kaybedenler kulübündenim. Kariyerle birlikte ilişkilerimi sürdürebilmeyi, çocuk yapmayı beceremedim. İlk gençliğim hep yarışmakla geçmişti. Sonrasında, sanırım... Hiçbir şeyin bana sahip olmasına izin vermedim. Belki toplumun baskılarına bir tepkiydi yapmak istediğim. Neyse... Az sonra onu karşılayacağım. O gün bu film muhabbeti işime yaramıştı yaramasına ama... Asiye'yle karşılaştığımızda hangi filmi çevirmem gerektiğini düşünmeliyim. İki saat var önümde...  Az önce bir rüzgâr geçti  gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...
 
NOT: Bu öyküyü yazarken esinlendiklerim...
http://osahne.blogspot.com/2011/11/son-mektup.html
http://ocerencan.blogspot.com/2011/07/gaybana-diyalog-i.html?utm_source=BP_recent
http://osahne.blogspot.com/2011/11/bazen.html

 

  2 - Boşver Arkadaş


Yooo... Ben masumdum. Sevmiştim. Yalanım yok... Aşkın gözü söylendiği gibi kördü. Ona tüm yüreğimle inanmıştım. Ne safmışım. Osman Şahin'in bir öyküsünden iki cümle çıkarma yapıp,  kendime rumuz edinmiştim... "Ruhumu sürmüşem sana... Ruhumu... Seni içime manzara yapmışam." Ne  vakit onu karşıdan görsem... Bu cümleleri içimden geçirirdim. Allahım yarabbim... Nasıl da körkütük aşıktım. Bu duyguyu ilk kez yaşıyordum. Çok yakışıklıydı. Daha doğrusu o vakitler bana yakışıklı geliyordu. Ne aptalmışım... "Bir zamanlar uğruna kahkül  diye göz yaşı döktüğüm meğer bir tutam saç imiş" denir ya hani... O hesap..  Harbiden sonra çakmıştım gerçek manzarayı ama... Kaç yazar? Çocukta ya Nostradamus marifeti ya da özel parapsikoloji, psikoknetik, telepati güçleri vardı... Ne dersen de... Öyle işte... Bildiğim onda acayip bir şeytan tüyü vardı.. Elimi vicdanıma koyup söylüyorum... Konuştuğu zaman okulun tüm kızlarını- ben de dahil tabii- kendine  hayran edecek insanüstü bir yeteneğe sahipti. Sanki kızların beyinlerine hükmediyordu. Onunla asla tartışmak mümkün değildi. En kabul edemeyeceğim konularda bile, nasıl laf canbazlığı yapıyorsa artık... Ağzından çıkan her sözü kendi düşüncem sanıyordum. Askeriyedeki nizamiye kapısı gibi, tüm ruhumu, değer yargılarımı, hayata dair görüşlerimi gözüm kapalı ona emanet edebilirdim. O ne diyorsa doğru oydu. Yani o vakitler bana öyle geliyordu. Bu çocuğun karşısında kendime olan direncimi gün be gün kaybediyor,  köle izahura olma yolunda uygun adım marş marş ilerliyordum. Durumum tuhaftı. Ben bildim bileli hiç böyle ben olmamıştım çünkü... Yok bazan kendime "bu kadar salak olma. toparla kendini" diyordum ama  feci bir değişim rüzgarı sarmıştı dört yanımı... Duygularıma mukayyet olamıyordum. Oysa onu tanıyana kadar hep sevilmiş hiç sevmemiştim. Üstelik çok güzel değildim. Sade giyinirdim. Asıl mühimi erkeklere hiç pas vermezdim. Etrafta o kadar fettan, maceraya dünden hazır kızlar dururken bana meftûn olan erkekler nedense çoktu. Aşklarını belli etmek için türlü numaralar yaparlardı. Aşkını itiraf edemeyenler mi istersin, mail atıp dolaylı yoldan içini  dökenler mi? Ya da karşıdan karşıya kesenler mi, ne bileyim seviyeli üslupla ince bağlama ayarları çekenler mi? Neler görüp geçirmiştim. Hiç bir  erkeğin karşısında civatalarım  milim oynamamıştı yerinden.. Ya feleğin cilve yapma sırası bana gelmişti. Ya da birinden büyük bir  ah almış olmalıydım ki bir erkeğin ağına sazan gibi düşüvermiştim.. Çıralar gibi yanmıştım. Dumanım buram buram tütüyordu. Sadece ağlayanım yoktu. Yoo...Karşılıksız değildi. Sözüm ona benim sevgim neydi ki? O söylediğine göre beni dağları delen Mecnun kıvamında seviyordu. Aynı üniversitenin farklı fakültelerindeydik. Arkadaşlarımız müşterekti. Kalabalık arkadaş güruhu içerisinde güya  kimseye belli etmeden aşkımızı gizlice birbirimize ilan etmiştik. Kimseye daha bir şey söylemememi sıkıca tembihlemişti. O ne derse kanun emrinde kararnameydi ya en yakın kız arkadaşıma bile söylememiştim. Zaten oldum bittim ket'umdum. Erkek arkadaşlarıyla olan ilişkilerini uluorta lömbürtek dışarıya bırakan çalçene kızlardan hiç haz etmezdim. İftiharla söyleyebilirim ket'umluk prensibimi ömrümce ihlal etmedim. Bakma, zaten henüz pek bir anı biriktirmemiştik. Sadece beni çılgınlar gibi sevdiğini itiraf etmişti. Ben de için için fena halde yanıp halvet olsam da sadece karşılıksız olmadığımı belli etmiştim. Sinema hastasıydım.  O da film seyretmeye bayıldığını söylemişti. Dün bir bugün iki,  göz süze süze  filmler üzerine şahane muhabbetler ediyorduk. Hafta sonu beni motoruyla alacaktı. İlk kez bekar evine gidecektim. Başbaşa yemek-sinema keyfi yapacaktık. Filan...

 
O gün okula gidemeyecek kadar  hastaydım. Telefonlaştık. Vaziyetimi anlattım. Ertesi gün buluşmak üzere sözleştik. Takdir i ilahi mi yoksa aptala malum olma vaziyetimi, bilmiyorum... Bir şey dürttü beni.  Öğlene kadar uyuyunca birdenbire üzerime bir canlılık geldi. Ben o gün kalktım ikindiye doğru okula gittim. Ve... Okulun arka bahçesinde, bizim sınıfın  en sünepe kızıyla onu öpüşürken gördüm. Birden çizgi romanlardaki "dooinnk" efekti çaktı beynimde... Gözümdeki kalın sinema perdesi usul usul yukarıya doğru kalktı. Gerçek manzarayı ayan beyan görmeye başladım. Meğer küçük bey, sadece benimle ve o sünepe kızla değil, okulun pek çok kızıyla fink atıyormuş. Yuf olsun bana!.  Tadım fena kaçmıştı. Süngüsü düşmüş tüfek gibi omuzlarım düştü. Hayalkırıklığını dibine kadar hissettim. Ağlaya zırlaya eve döndüm. İki gün telefonlarına cevap vermedim. Onun diğer numaralarını, beni merak edip eve  gelen en yakın kız arkadaşımdan öğrendim. Üzgündü çünkü... Ona da aşık olduğunu söylemiş önce. Sonra umduğunu bulamayınca terk edivermiş. Gözümün kenarındaki ilk çizgi... Saçımdaki  ilk beyaz tel... O gün belirdi işte. O gün bugündür kadınların gün be gün büyüdüklerine inanmıyorum. Temiz yürekli çocuklarız aslında herbirimiz... Erkek insanlardan düşünemediğimiz fenalıkları göre göre büyüyoruz biz! Resmen  aldatılmıştım. Üstelik okulun kızlarını sıraya diziyordu öyle mi?  Kendi çapında Don Juan mı sanıyordu kendini? İyi huylu kız olma hususunu fazlasıyla abarttığımı anlamıştım. Öyle böyle değil!.. Körleşme bu değil de söyler misin neydi?

Öyle öfkelenmiştim ki acısını önce iyice dayak atarak kendi ruhumdan çıkarmak istedim. İşe yaradı. Uzun zamandır beynimin karanlık odasında gizlediğim şirret yanım tüm cazibesiyle yeniden hortladı. Bu çocuğun foyasını açığa çıkarmazsam,  okuldaki beğendiği kızları ne idüğü belirsiz  büyüsüyle ele geçirip harem kurmaya niyetliydi besbelli. En şirret halimi takındım. Kafam kendi emrine girdi ya birdenbire çarkları hızla dönmeye başladı. Zeki Ökten'in Boşver Arkadaş filmindeki Tarık Akan'la Semra Güneri arasında geçen o muhteşem replikleri hatırladım. Bu kez rolleri değiştirecektim. Öyle olması icap ediyordu çünkü. Tarık Akan'ı kadın versiyonunu ben oynamaya niyetlendim. O kim mi olcaktı?  Kendisi bilmeyecekti ama Selma Güneri rolünde olacaktı tabii! Bunu akıl ettiğim an öpebilsem kendimi alnımdan öpecektim. Nananommm... Pazartesi günü geldi çattı. Süslendim püslendim.  Ninja misali, tepeden tırnağa kapkara giysilerimi giydim. Öğlene doğru okula gittim. Bizim grup, Don Juan'ı  aralarına almışlar yemekhanede oturuyorlardı. Öyle bir dalmışlardı ki muhabbete... Şeytani fikirlerimle cehennemin kapısından içeriye süzülüverdim. Hayır, anlamıyorum...  Sadece kızlar değil erkekler de onun ağzının içine bakıyorlardı... Kesin gizli büyücüydü o... Kafamı bunlarla daha fazla bulandırmadım. Hemen "Selam" deyip boş bulduğum bir sandalyeye uzandım.  Hatır sormalar filan... Derken kalkıp yanıma geldi. Kolunu şefkatle omuzuma attı. Usulca eğilip kulağıma "Nazlı kız! Hafta sonu telefonlarıma neden cevap vermedin. Seni çok özledim." dedi.  Gereğinden fazla abartarak şımarık bir eda takındım. "Ay ciddi misiiin? Çok tatlı çocuksun vallaaa" dedim. Sonra ayağa kalktım. Ben ayağa kalkınca o da ayağa kalktı. Allahım eskiden gözüme ne kadar uzun görünüyordu!.. Meğer  kısaymış. Boyu ancak benim kadar filandı. Halimde bir tuhaflık vardı var olmasına ama... Çözemiyordu. Felfecir okuyan soru işareti dolu pörtlek gözlerle yüzüme baktı. (Daha önce bu gözler bana nasıl manalı görünürdü...) Gözlerine  fazla dalmadım. Hemen film çevirmeye başladım...
 
 
Herkes duysun diye sesimi yükselterek... "Özür dilerim. Cuma gününden beri hiç görmedim seni. Telefonlarına da cevap vermedim. Çünkü sen haklıydın. Hep tuttum kendimi sana karşı. Çok kısa bişey soracağım. Sen de öyle cevap ver olur mu ?" dedim.  Şaşırdı. Sesimi duyan yemekhanedeki herkes bize baktı. Kararlıydım. Sonu ne olursa olsun ağzının payını verecektim. Sinirlendiğim zaman üst dudağım titrer. Oram kaşınıyormuş gibi elimle dudağımı örterek yüzümü şirinleştirdim. Ne olduğunu anlayamadı. Benim şirret halime hiç denk gelmediği için gönül rahatlığıyla muzurca  gülümsedi. "Peki, bekliyorum. Sor." dedi.  Ortalık tam manasıyla sessizliğe bürünüverdi. Yüzümü daha da yumuşattım. Kamu aleme ifşa edercesine sesimi iyice yükselterek... "Sana olan gerçek duygumu dinlemek ister misin?" dedim. Sahnede sanat icra eden tiyatrocu ayağına yattı. Olanca kendine güveniyle etrafına zaferle baktı. "Evet, isterim." dedi. Tarık Akan'ın filmdeki sözlerini ezbere biliyordum. Aynen söyledim...  "Seni çok seviyorum inan bana. İster misin sevgimi?" dedim. Güldü. Galiba kafa yaptığımı sandı. Elini kalbinin üzerine koydu. Sesini romantik ayara akortladı. Gözlerini süzerek hicranlı hicranlı bana baktı... "İsterim. Bütün kalbimle!" dedi. Egosunun tavan yaptığını söyleyebilirim. İyice mayışmıştı. Bir kız yemekhanenin ortasında ona aşkını ilan ediyordu... Adına bundan daha hoş reklam olabilir miydi?  Gözlerimi kısarak tiksintiyle inledim. "Bilirim. Çok şey istersin sen!" dedim.  Artık onu iyice şaşırtmaya sıra gelmişti. "Anlamadım." dedi.  "Mesela beni istersin. Okulun bütün kızları sana aşık olsun istersin. Seni sevenlere ihanet etmek istersin. Sen gelecekte karına da ihanet etmek istersin. Ama aslında bi tek şey istiyorsun sen. Şimdi onu veriyorum sana ..." dedim. Dehşet dolu gözlerle bana baktı.  Hiç duraksamadım. Aynı filmdeki gibi  suratına hakettiği şiddette "şraaaaakkk" diye  bir tokat attım. Kendi etrafında 360 derece döndü. Tam yere düşecekken kolundan tuttum. Kaldırdım.  Boş olan sandalyeye  oturttum. Usulca kulağına en bilindik klişe sözü söyledim. "Her kuşun eti yenmez!" dedim. Onu olanca şaşkınlığıyla oracıkta bıraktım. Çantamı  kaptığım gibi yemekhaneden fırladım. Dışarıya çıktığımda sonbahar ayazı yüzümü sardı. İşini tamamlamış sigortacı sevinciyle ıslık çalarak  hayata daldım.


Balkondayım... Boşver Arkadaş'ın film replikleri işime yaramıştı yaramasına ama... Okula tekrar gittiğimde  hangi filmi çevirmem gerektiğini düşünmeliyim... Bütün gece var  önümde... Az önce bir rüzgâr geçti  gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...

 

  3 - Rezervuar Köpekleri



Aynı ofiste çalışan altı kadındık. Ben beş ay önce iş değiştirmiştim. Son üç yıldır çalıştığım sigorta şirketinin şubesi kapatılmıştı. Tüm şube çalışanlarını gözlerinin yaşına bakmadan kapı önüne koymuşlardı. Benim için hava hoştu. Yalnız yaşıyordum. Bir süre aldığım tazminatla idare edebilirdim. Hiç hayıflanmadım. Küçük yaşta çalışmaya başlayan benim gibi biri için bu "hayat molası" iyi gelmişti ne yalan söyleyeyim. Nasılsa iş bulurdum. Niteliklerim, tecrübem yabana atılacak gibi değildi. İş başvurularıma çoktan yanıt almaya başlamıştım zaten. Sinema delisi biriyim. Üç ay kadar gece gündüz, sürekli  film seyrettiğimi iftiharla  söyleyebilirim. İlk iki aydan sonra iş görüşmeleri yapmaya başladım. Üçüncü ayın sonunda şimdi çalıştığım sigorta şirketine girdim. Yeni işime ve arkadaşlarıma hemen alıştım.  Samimi insanlardı. Zaten genelde uyar kafa biriyimdir, dalıma basan olmazsa  kimseyle kolay kolay zorum olmaz. Bu akşam yemeğe çıktığım arkadaşlarım yıllardır bu şirkette çalışmışlar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmez. "Beşibir yerde" diyorlar onlara.. Her fırsatta kakara kikiri... Ya da ıngalama vıyaklama...  Hali ruhiyetlerine  göre yani... Ben ise kendi halinde biriyim. Pek kadın kadına muhabbetlerden haz etmem. Ailem Zonguldak'ta. Yatılı anadolu lisesini kazandığımdan beri İstanbul'da yalnız yaşamaya alıştım.  Arada lise ya da üniversite arkadaşlarımla gider gelirim.  Genelde kendimle kalmayı severim. En yakın arkadaşım ise sinema! Çılgınca film seyrederim.  Özellikle Quentin Tarantino filmlerini ezbere bilirim.




Neyse...  Geçen gün Selin yanıma geldi. İşe girdiğimden beri beni gözlediklerini, artık aralarına almaya karar verdiklerini söyledi. Cuma akşamı iş çıkışı onlarla yemeğe gitmemi teklif etti. Şaşırmadım. Söylediklerini duyunca içimden gülmek geldi. Hatta, dışımdan da gülmek geldi. Kendimi tutamadım. Hıçkırır gibi güldüm. Ne bilsin şirret halimi. Buram buram merhamet kokan bir ifadeyle gülümsedi. "Tamam, gidiyoruz birlikte." dedi. Yalnız yaşayan biriydim ya  gene acımış olmalılar... Alışmıştım bu muamelelere... Üzerlerine vazife edinmişlerdi... Akılları sıra anaç tavuk misali bana kol-kanat gereceklerdi... Kıl olduğum insan tipleri... Ne bu, ölü ozanlar derneği mi kurduklarını sanıyorlardı. Bak, bak, bak... Çaktırmadan izlenmişim. Tartılıp biçilmişim. Gruplarına alınmaya layık görülmüşüm.  Şaşkınlar ya! Ne sanıyorlardı kendilerini... Sorsana bakalım ben istiyor muyum sizinle iş dışında görüşmeyi, demek aklımdan geçti. Bir şey söylemedim. Sadece kafamı emme basma tulumba gibi öne arkaya salladım. Saatin akreple yelkovanı birbirini kovaladı. O gün geldi çattı. Ne konuşacaktım ki ben bu kadınlarla? Tamam, iş yerinde sessizce uyar kafa dolanıyordum. Sonrası bana kalan zamandı. Sinemaya gittiklerini biliyordum mesela... Ama romantik ya da komedi filmlere filan. Hayatlarında bir kere Tarantino filmi seyretmemişler. Adını bile duymamışlar ne Rezervuar Köpekleri'nin, ne benim kıymetlim Kill Bill'lerin ne Ucuz Roman'ın... İşim olmazdı iş dışında bu kadınlarla... Ama gene de yemeğe çıkmaya niyetliydim. Bütün fena önyargılarımı  aklımdan kovup, bu anaç tavuklara bir  şans vermeliydim.  Neticede o gün geldi çattı. Gittim. Çoluk çocuk, koca, sevgili muhabbetleri edildi bir vakit. Darlandım. Poliçe satmaya çalışan sigortacı alışkanlığıyla iştahla beni sorgu suale tuttular. Geçiştirdim. Allahım, doğru düşünmüşüm. O kadar sıkılmıştım ki onlarla aynı masada olmaktan, her an pılımı pırtımı toparlayıp çıkıp gidebilirdim. Ama olmazdı öyle... Tescilli beş duyularına etki edecek, şöölee akıllarından silinmeyecek bir film çevirmeliydim.  Dualarım takdiri ilahi tarafından kabul edilmiş olmalı ki böyle bir durum cereyan etti. Masada herkes güle oynaya  konuşuyor, 70'lerden  neşeli bir müzik çalıyordu. Yemeğin hesabı ödenecekti. Her hafta biri ödüyormuş. O gece Selin ödedi. Bahşiş ise alman usulüymüş. Bizim masaya servis veren garson kız için herkes bir miktar bahşiş  parasını Selin'in eline koymaya başladı. Bana sıra gelmişti. İşte o anda aklıma Rezervuar Köpekleri'ndeki bahşiş muhabbeti geldi. Nanananooomm... Vakit geçirmeden film çevirmeye  başladım...



Selin bana dönmüş bahşiş koymam için avucunu uzatmıştı. Kayıtsız bir tavırla "Ben bahşiş vermem" dedim. Şaşırdı. Ağır bir halt işlemişim gibi yüzüme baktı.  "Bahşiş vermez misin?" diye sorusunu yineledi.  Bahşiş vermeye inanmadığımı söyleyince kirpiğini dahi oynatmadan gözlerimi okumaya koyuldu. İşletiyormuydum sahi mi söylüyordum  bilemedi. Umursamazlığımı görünce  avuç açmaya yeni başlamış, ilk hevesi kursağında kalmış dilenci hayalkırıklığıyla elini yana indirdi. Diğerleri hokkabaz sahnesi izliyorlardı sanki.  Şapkadan bakalım kim tavşan çıkaracak? Sus pus olmuşlar bir bana bir Selin'e bakıyorlardı. Selin dayamadı... Önce sesinin akorduna ince ayar yaptı. Akabinde gözlerini süzerek... "Bu garson kızların kaç lira kazandıklarını biliyor musun?" dedi. Umursamıyormuş ayaklarına yatttım. "Hadi, bırak bunları! Kazanmıyorsa işi bıraksın." dedim. Söylediklerime inanmış görünmüyordu. "Dur bakalım anlamış mıyım, hiç bahşiş vermezsin öyle mi?" dedi.



Bu dünyada ya şirret olacaktın ya korkak. Bu kadınlara azıcık yüz verirsem, iş dışında rahat komazlar anamı ağlatırlardı benim. Orta ayarlı şirret halimle film repliklerine devam ettim... "Sırf toplum istiyor diye bahşiş vermem." dedim. "Biri gerçekten hak ediyorsa, yani benim için ekstra bir şey yaptıysa veririm. Ama böyle otomatikman bahşiş vermeye karşıyım. Bana sorarsanız kız sadece işini yapıyordu." dedim. Diğerleri konunun bu kadar uzayacağını düşünememişlerdi. Yüzlerindeki tebessümler teker teker kayboluyordu. Aralarından biri "Kızcağız iyiydi." dedi. Hiç istifimi bozmadan, aynı kayıtsızlıkla sözlerime devam ettim. "Kız normaldi. Özel bir şey yapmadı." dedim. Sonra tek tek herbirine dönerek... "Bakın, kahve ısmarladım, tamam mı? Fincanımı sadece üç kere doldurdu. Altı kere doldurmasını istedim." dedim. Tavrıma iyice sinirlenmişlerdi. "Altı kere mi? Peki ya çok işi varsa?" dedi biri...  ""Çok işi olmak" cümlesi bir garsonun cümleleri arasında olamaz bir kere. Ayrıca bu kadınlar açlıktan ölmüyorlar ya... Ben de asgari ücretle bir işte çalışmıştım. Ama ne yazık ki toplumun bahşişe layık gördükleri işlerden biri olacak kadar şanslı değildim." dedim. "Bahşişe ihtiyacı oldukları seni sahiden hiç ilgilendirmiyor mu?" diye sordu Selin.  Sağ elimi kaldırdım. Baş parmağımla işaret parmağımı birbirine sürtterek argodaki o meşhur mangır sayma işaretini yaptım. "Bunun ne olduğunu biliyor musun?" dedim. "Dünyanın en küçük kemanı. Sadece garsonlar için çalar." En son etrafımda hayretten faltaşına dönmüş on göz gördüğümü hatırlıyorum.  "Mc Donalds'ta çalışmak da çok zor bir iş.  Sana yemek servisi yapıyorlar. Bahşiş vermelisin. Ama orada çalışanlara bahşiş vermek ihtiyacı hissetmiyorsun. Çünkü kime bahşiş verileceğini toplum belirliyor. "Buna vereceksin, buna vermeyeceksin" "şuna vereceksin, şuna vermeyeceksin"... Yoo...  Yağma yok! Bana göre değil. Bahşiş mahşiş vermem!" diye bağırdım. Çantamı, ceketimi kaptığım gibi lokantadan dışarıya fırladım. 

Evdeyim. Nefeslenmek niyetiyle balkona çıktım. Rezervuar Köpekleri'nin bahşiş muhabbeti işime yaramıştı yaramasına ama... Pazartesi ofiste hangi filmi çevirmem gerektiğini şimdiden  düşünmeliyim... İki gün var önümde... Az önce bir rüzgâr geçti  gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim.