16 Eylül 2012 Pazar

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 24 - Vedia

 

Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


Rüzgâr yoktu ve güneş çıktığı için soğuk epeyce kırılmıştı. İstanbul'daydım. Beyoğlu'nda, Emek Sineması'nın  önündeydim. Son zamanlarda yolumu her Beyoğlu'na düşürdüğümde, Emek Sineması'na mutlaka uğrar olmuştum. Geçmişte Emek Sineması'na gelmiş, filmler izlemiş nice seyircilerden biriydim. Şimdi bir mucize olsun, 1884 yılında mimar Alexeandre Vallaury tarafından inşa edilen, 1924 yılından sonra sinema olarak kullanılmaya başlanılan, tarihi Emek Sineması'nın yıkılması kararından vazgeçilsin, yerine tüketim çılgınlarının mabedi yeni bir alışveriş merkezi açılmasın, sinema elden geçirilsin, sinemanın kapıları yeniden açılsın, içeriye gireyim, fuaye salonunda 2012 yılının Filmekimi afişleri asılı olsun, sinemanın perdesi, koltukları yerli yerinde olsun, borok ve rokoko bezeli yaldızlı tavan ve duvarlarına, perdesinin iki yanınında yer alan melek heykellerine bakarak hayallere dalayım, salonu tıklım tıklım dolduran  875 sinema severle birlikte, filmin başlamasını heyecanla bekleyeyim istiyordum. Ne yazık ki Emek Sineması'nın kapısı kapalıydı. Üzerinde demir parmaklıklar vardı. Üzgündüm. Gözlerim buğulanmıştı. 

Seyretmek için geldiğim filmin başlamasına çok az vakit kalmıştı.  Acele acele yürümeye başladım. Emek Sineması'nın bulunduğu sokağın köşesinde, beyaz kemerli, bol ve kısa etekli genç bir kadın duruyordu. Beni görünce gülümsedi. Burasının İstiklal Caddesi olup olmadığını sordu. Söyledim. Konuşurken çekinmedim, dikkatle yüzüne  baktım. Değişik bir tipi vardı.  Koyu sarı saçlar altında pembe ve taze, renkli bir yüzdü bu: Ucu sivri ve biraz yukarı kalkık, ince, kanatları dar ve yapışık, ufak bir burun. Dudakları kalınca ve biraz kabarık, fakat biçimli ve güzel bir çenenin derhal tashih edeceği büyücek bir ağız. Sahibi nefes alırken büyüyen ve nefesini bırakırken süzülen yeşilimsi gri gözlerini farkedince, bu genç kadının, Peyami Safa'nın Biz İnsanlar adlı romanındaki Vedia olduğunu farzettim. Babasını dokuz yaşında, annesini on iki yaşında iken kaybetmişti. Talihsiz kızdı şüphesiz. Çok bedbaht kızdı. Halasının yanında oturuyordu, onu çok severdi, iki sene sonra halası da öldü. Amcasının yanına geldi, o da öldü. Yirmi üç yaşında olan Vedia, amcasının eşi, sinir hastası Samiye yengesiyle ile birlikte yaşıyordu.  Vedia, hassas yapıda, melankolik bir genç kadın  olduğu için, yengesi hiç bir konuda onu zorlayamıyordu. 

Otuz beş milyon insanı öldüren, yüzlerce büyük şehri ve binlerce köyü harap eden,  memleketleri mahveden ve bütün milletleri açlığa, sefalete mahkum eden büyük, canavarca, korkunç Dünya Harbinin başlangıcından beri altı sene geçmişti. İstanbul işgalci devletlerin istilası altındaydı. İstanbul'da zengin halktan bazıları, işgalci devletlerle işbirliği içindiler. Kadınlar ne durumdaydı peki? Mesela Vedia? Ecnebilerle içli dışı bir yalıda yaşıyordu. Yengesine göre çoktan evlenmesi gerekiyordu. Vedia'ya erkeğin ev arkadaşı olmak ve analık fonksiyonları kâfi gelmiyordu.  Ne yani? Kadın, muharrik kuvveti aşk olan bir kuluçka makinesi miydi? Erkekte kafa ve karakter aranmalıydı. Acaba erkeklerde kafa ve karakter yan yana çok az mı gelmekteydi? Yalıya gidip gelen, hasbihal ettiği Avrupalı erkekler, ilk bakışta ideal gibi görünmekteydiler. Kadınlarla rahat konuşuyorlar, kadınlar da yanlarında rahat davranabiliyorlardı. Bir kere hepsi, hangi meslekte olurlarsa olsunlar, muhakkak, kendi memleketlerinin edebiyatını adım adım takip ediyorlardı. Her yazar, her eser hakkında mutlaka bir fikirleri vardı. Ancak görüşme sıklaştıkça, Vedia, hep ezberlemiş gibi konuştuklarını farketmeye başlamıştı. Tanıdığı Türk erkekleri arasında ise, hakiki münevver, kadınla her konuda rahatlıkla muhabbet edebilecek erkek sayısı azdı. Çevresindeki erkeklerden birini seçip evlenmesi konusunda yengesinin ısrarı olmasa, mümkündür ki hiç biriyle evlenmeyi düşünmezdi. Keşke bir erkek gibi okullara gidebilseydi... Keşke çalışabilseydi. Piano dersleri verebilirdi, Fransızca dersleri ya da kız mekteplerinde biraz edebiyat mesela...  Ya da seyahat edebilse, yalnız başına dağlar, taşlar aşabilseydi. Tanıdığı erkekler, bütün kederlerinin tesellisini kadınlarda arıyorlardı. Vedia'ya erkekle kadın münasebetinin an'anevi şekli üstünde kalabilmesi mümkün görünmüyordu. Herkese doğal ve samimi davranınca, hangi erkeğe ne kadar meyli var, anlaşılmıyordu ya, insan birini sevip sevmediğini anlayamaz mıydı? Sevgi ne demekti? Sevginin bin hali ve bin şekli yok muydu? Acaba  Vedia kararsız biri miydi? Gerçekten düşünüldüğü gibi ruhunun terkibi ve muvazenesi mi bozulmuştu? Yoksa hayat; ve manası şu muydu: İçinde zindan, bahçe, cennet, cehennem, herşey olmak. Peki ya annelik? Anne olmanın kederi de vardı, saadeti de vardı.  İdeal evlilik, ideal hayat, ideal erkek nasıl olmalıydı? Hayat neydi? Bir oyun ve eğlence miydi? Bir muamma ve bir düşünce mi? Mütemadiyen tereddütler, şüpheler, korkular... Acaba muhiti ve yaşama tarzı değişseydi, Vedia'nın huyu da değişir miydi? Acaba biz insanlar için hayatımız mı karakterimizin mahsulüydü, yoksa karakterimiz mi hayatımızın? Yoksa aynı memleketin hürriyet arayışı gibi, memleket kadınlarının geçmişin gelenekleriyle istila edilmiş ruhu da hürriyet arayışında mıydı?


Şaşılacak şey!.. Genç kadın, Atlas Sineması'nın bulunduğu pasaja girdi, benim seyretmeyi düşündüğüm filmin gösterileceği salonda, tam yanımda oturdu. Koşarak sinemaya gelirken terden ıslanarak birbirine yapışmış  sağ yanağının üstüne uzanan saçlarıyla, bahçede ip atladığı için terlemiş ve hemen koltuğa oturmuş genç bir kız çocuğunun masum, hırçın ve sevimli portresini veriyordu. Genç kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Kucağına koyduğu çantasını açtı. İçinden bir defter çıkardı. Rastgele bir sayfasını açtı. Göz ucuyla baktım. Gözüme şu satırlar ilişti:  "Ne güzel gün! Bu sabah rıhtımda dolaştım ve büyük nefeslerle denizi içime çektim, çektim." Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Vedia" olduğunu farzettiğim genç kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Peyami Safa'nın  Biz İnsanlar adlı romanından  alıntıladım. 

4 yorum:

  1. Not kısmına kadar bak alıntı yapmış ama dememiş bu defa dedim sonra... özür :)
    Harika yazmışsın Hayal kahvem.Üstümden henüz tesiri geçmişti ki gene Vedia yüreğime oturuverdi.Zavallı Vedia,ahh Vedia... Muallim baya münevver bir adamdı işte,oysa o genç yakışıklı oğlan..neyse yahu..Ben hep kadından yanayımdır,Vedia'nında.Vedia gibi yüreğimi oyup giden benim Vedia'm da haklıydı şüphesiz.Siz kadınlar genelde hep haklısınızdır.Samimiyetle söylüyorum bunu.
    İki pazar önce bende aldım yeğenimi Beyoğlu'na götürdüm.Nedense saint antuan'ı görmek istiyordu.Öncesinde Emek sinemasının önüne ,o sesiz ölü sokağa götürdü ayaklarım beni.14 yaşındaki yeğenim,Amca neresi burası falan dedi ve anlattım anlayabileceği kadar.Fotorafını çektirdim,o kapalı kepenkli yırtık afişli Emek'in.Benden de birşeyler ölmüş,bizide öldürmüşler.Sanki bir kabir ziyaretinde gibi hissettim kendimi.
    Tuhaf olan o sırada bir kadın yavaş adımlarla geçti yanımızdan bize baktı,sonra başka sokaklarda da rastlaştık.Ulan takip mi ediliyorum,yoksa blogdan tandığım biri mi aceb dedim.Sonra...neyse çok uzun olacak :) Vedia'yı asla unutmayacağım.Sevgiler...

    YanıtlaSil
  2. Demek ki daha önce 23 tane sinemada farzetme oyunu oynamışım. Diğerlerini çok kısa zamanda bıdı bıdı yazdığımı hatırlıyorum. Vedia'yı hiç kolay yazamadım:)
    Belki çok eskiden okuduğum bir romandı Biz İnsanlar. Çizdiğim cümlelerin takibini yaparak Vedia'ya ulaşmaya çabalıyordum.Kolay değildi tabii. Ayrıca sanal dünyadaki bu kitabın özetlerine şöyle bir göz attım. Herkes Vedia'yı kararsız, her erkeğe meyli olan bir kadın olarak açıklarken, bana hiç öyle gelmiyordu. Bence sorun o devrin erkeklerindeydi. Vedia gördükleri, tanıdıkları kadın modeli değildi. Başını eğip, ailesinin gösterdiği erkekle evlenmek istemiyor, tanıdığı erkekleri mukayese ediyor, evliliğin ve devamında tüm hayatının nasıl olması gerektiğini sorguluyor, ideal hayatı sorguluyordu. Erkeklerin kafası karışıyordu:)

    Levent, sinemada oynadığım farzetme oyunum, hem Emek Sineması'nın yıkımına bir tepki hem de Türk Edebiyatı'ndaki kadın karakterler yoluyla, memleketim kadınlarına bir selam çakma çabasıdır. Sanırım bir iki tane erkek yazmıştım en başta. Sonra böyle olsun istedim. Epeydir durmuştum. Vedia bu oyunuma yeniden başlamama sebep oldu. Sağolasın. Beyoğlu'nda pek çok kişiyle karşılaştığını sanabiliyor insan:) Belki de Vedia'ydı o kadın:) İyice dikkat ediverin bi daha:)




    YanıtlaSil
  3. hayal kahvem; ne güzel yazmışsın.bu birbiri içine geçmiş hikayede sanki bende senin yanındaymışım gibi hissettim.çok etkilendim:-)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Şeraza, sen misin sahiden:))) inanmıyorum!!!!

      Sil