12 Haziran 2013 Çarşamba

Kahve Molası - Bir Çocukcasına Bakarak Yaşamayı Becerebilmek Mümkün Mü?

 

Küçüklükten itibaren, eğer hayattan ne beklediğimizi bilir ve bu doğrultuda hayatımızı planlanlarsak,  başaramayacak  hiçbir şey olmayacağını işler dururlar. Kimler mi? Önce aileler tabii. Sonra öğretmenler, arkadaşlar… Sonra reklamlar, psikologlar, bankalar, şirketler, meslek kuruluşları…  Herkes aynı şeyi söyleyip, gizli ya da  aşikâr oya gibi beynimize işleyince… Bizler de bize dayatılanın olması gerektiğine inanırız.  Gündüz Vassaf Cehenneme Övgü adlı kitabında davranış bilimlerinden söz eder. Yaşadığımız yüzyıl biliminin sloganının “davranışları anla, önceden kestir ve denetle.” olduğunu anlatır. Bu sloganın hedefi nedir? Bilgi toplama, tasnifleme ve bu bilgiler doğrultusunda insanların harcamalarını ve davranışlarını yönlendirmek...  

Bir nevi sömürme mekanizmasının çarklarının dönmesine katkı yapma vaziyeti. Hiçbir şeyin sürprizi kalmaması, şaşırılacak, hayrete düşülecek bir durumla karşılaşılmaması, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamak. Niye? Çünkü sömürücü güçlere göre, sürprizler amaçların ve hedeflerin önünde birer engeldir. Nerelere para harcayacağımızı, nerelerde tatil yapmamızın iyi olacağını, neler yiyeceğimizi, nasıl giysiler giyeceğimizi,  hangi durumlarda nasıl davranmamız gerektiğini bizlere öyle gizli yöntemlerle işliyorlar ki, farklı davranmak aklımıza bile gelmiyor. Tutkularımızı, arzularımızı, zevklerimizi muhtelif yöntemlerle  onlar  tahlil  ediyorlar. Farkında olmadan kendi hayatımız için seçmemiz gereken her şeyi onlar belirliyorlar.  Nasıl bir hayat hedeflenecek?  O hedefe ulaşmak için hangi okullara gidilecek? Hangi meslekler seçilecek? Nasıl biriyle evlenilecek? Kimlerle arkadaşlık edilecek? 
  
“İnsan insana ilişki kurmak yerine, giderek, amaçlarımız, mesleki etiketlerimiz ve profesyonel kişiliklerimiz aracılığıyla ilişki kuruyoruz birbirimizle.” diyor yazar. Ve belirlenen eylem kalıpları içinde  tekdüze  yaşamlar  oluşturuyoruz. Özgür irademiz elimizden alınıyor.  Bize dayatılan amaca yönelik maksatlı faaliyetlerin tutsağı olup çıkıyoruz. Çok amaçlı 21. yüzyıl insanı olarak bize dayatılan  hayatları yaşamak için, başarmak, satın almak, zengin olmak, meşhur olmak, güzel ya da yakışıklı olmak, ölümü unutmak, standartlaşmak,  soru sormamak, itiraz etmemek, kabullenmek, hayal kurmamak, rüya görmemek zorundayız. Ne fena! Biz artık özgür olduğumuzu söyleyebilir miyiz? “Evet, hayatımızı yaşıyoruz. Ama onu yönettiğimiz doğru değil.” diyen  Gündüz Vassaf bu durumumuzu sevgiden vazgeçerek önceden belirlenmiş istasyonlarda durup, tarifeye göre yol alan bir tren ya da sadece ikmal yapmak için duran bir yarış arabasına benzetiyor. Yaşamı tüketmek pahasına hedeflerine varan bunca insan olduğunu görmek, şaşırtıcı olduğu kadar üzücü de, diyor.  

Korku gerilim filmlerini çok severim. Ama öyle hortlak, canavar, vampir, ne bileyim yürüyen ölüler, ölüm çığlıkları korkutmaz beni.  Tamam. Korku filmlerini seyrederken kimi sahnelerinde yerimden zıpladığımı, kimi sahnelerinde çığlık attığımı ya da ellerimle gözlerimi kapadığımı  rahatlıkla itiraf edebilirim.  Korku filmlerinin hakkını veriririm yani.  Hele İspanyol korku filmlerine bayılırım.  Ama şu film var ya şu film... Üstelik bir İskandinav filmidir.  Uyumsuz Adam veya Sorun Yaratan Adam veya  Den Brysomme Mannen diye bilinir. Bu film beni gerim gerim gerip gergef eden ender korku filmlerinden biridir.   İyi ama yukarıda anlattıklarımın bu filmle ilgisi ne? Asıl mühimi türü Komedi/Dram/Gizem diye nitelendirilen bu filmi seyrederken neden bu denli korktum? 


Gündüz Vassaf'ın tren istasyonu benzetmesi gibi bu film de bir istasyonda ama metro istasyonunda başlıyor. İlk görüntülerde kahramanımız Andrea, öpüşen bir çifte bakıyor. Kamera yaklaştıkça bir de bakıyoruz ki o ne? Bu çift duygusuzca sanki otomatiğe bağlanmışcasına öpüşmekteler. İki sevgiliyi seyretmek hoş gelmiyor da tiksinti hissi uyandırıyor. Filmin konusunu bilmediğim için önce "ne fena bir durum" diye aklımdan geçirdim. Sonra "eh, haydi hayırlısı ne gelecek  bakalım bunun sonrasında" dedim.  Seyretmeye devam ettim. 


Yok, ben filmin devamını böyle anlatamayacağım. Şimdi kahvemi aldım elime. Şifa niyetine bir yudum alacağım. Korktum ben bu filmi seyredince arkadaşım, korktum işte!  Filmin devamında Andrea'nın bilinmez bir yerden bilinmez bir yere gelmesi korkutmadı beni. Bilakis gizem içeren, sürprizli filmleri severim. Üstelik bu filmde Andrea'nın geldiği yer bir cennet sanki. Şehirde hoş geldiniz afişiyle karşılanıyor. Anında iş buluyor. Patronu ve iş arkadaşları nasıl güler yüzlü, nasıl  anlayışlı, nasıl düzgün görünümlü insanlar anlatamam... Tertemiz alanlarda spor yapıyorlar, şahane restorantlarda yemek yiyiyorlar, şık giyiniyorlar, ferah evlerde, lüks mobilyalar içinde mutlu yaşıyorlar. Andrea da anlatmaya çalıştığım bu yerde aynı şartlara sahip  olarak yaşamaya başlıyor. Hemen sevgilisi oluyor.  Cennet gibi bir yer işte ne var bunda korkulacak diyorsun şimdi değil mi? Bak, anlatırken bile tüylerim diken diken oldu inan ki. Değil işte.  

Tüm o konforun içinde yaşayan insanlarda duygu denen  şey kalmamış. İnsanlar tepki vermesi gereken her duruma kayıtsızlar. Allahım bu insanlarda coşku yok! Aşkını ilan etsen de bir, intihar edeceğini söylesen de bir...  Farketmiyor. İnan bana varsa böyle bir kategori bu filme bir çeşit ağıt bile denebilir. Düşünsene... Güler yüzlü ama samimiyetsiz arkadaşlarla  muhabbetler  mütemadiyen mobilyalar ve alışverişler üzerine...  Yemekler şahane görünüyorlar ama bütün yiyeceklerinin tadı ve kokusu aynı. Korkunç bir kabus değil de nedir bu?  Şimdi kahve içiyorum ve mis gibi kokusunu içime çekiyorum söz gelimi... Söyler misin bundan büyük zenginlik olur mu? İşte bu filmde Andrea'nın yerine koydum kendimi. Nasıl korktum anlatamam. O korkuyu taa şuramda, yüreğimde hissettim.  

 Herşeyin  güllük gülistanlık tasarlandığı ama  duygularından, coşkularından, zevklerinden, keyiflerinden arındırılmış, hiç bir şeyi merak etmeyen, sorgulamayan insanların yaşadığı bir dünya!  Beni feci korkuttu feci! Bu durumda,  Gündüz Vassaf'ın yazdığı gibi, "Keyif, aşk, inanç ve Nâzım Hikmet'in dediği gibi "Bir çocukcasına bakarak yaşamak" - Bunlar nasıl amaçlanır ki?" Peki, filmin sonunda ne  oluyor? Andrea dayanamıyor bu duruma. Çok şükür uyumsuzluk gösteriyor. Filmin sonu kimilerine göre Andrea bu düzeni redettiği için cezalandırılıyor diye düşünülse de, ben dünyada tek kişi kalsa bile  insan onurunu korumak adına, böyle bir hayata uyum göstermeyen bir adamın filmini yaptığı için yönetmene en içten sevgilerimi göndermiştim.  Sonra camı açıp "dünyanın tüm uyumsuzlarına selam olsuuun!" diye bağırmış, içimdeki  korkuyu coşkuyla gökyüzüne savurmuştum.  Böyleyken böyle.
 

2 yorum:

  1. hayalkahvem, hayat dediğin gibi bizi cezbetmeye,esir almaya çalışan bir çok uyarıcı ile dolu. bunların olması çok doğal.önemli olan bence bunları algılayışımız, anlamlandırmalarımız..onların bizi ele geçirmemelerini sağlamak. bu nasıl mı olur. kendimizi tanımaya çalışarak. dediğin filmi hala seyredemedm :((

    YanıtlaSil