18 Ekim 2009 Pazar

Belki Şehre Bir Film Gelir,İklim Değişir Akdeniz Olur, Gülümse...

Nisan ayında, İstanbul 28. Film Festivaline biletleri alırken, beni dürten en büyük neden takip ettiğim Tersninja ve sinema yazarı Numan Serteli’nin keyifli yazılarıydı. Hiç yalan söyleyemem yani. Doğruya doğru. Durdum durdum da 28. yılında festivalin izleyicisi oldum. Eee. Alıştım ya bir kere, bu kez İstanbul’da Filmekimi haftası vardı. Durur muyum?
Filmekimi 17 ile 25 Ekim tarihleri arasındaydı. Baktım iş ve özel durumuma. Hafta içi programım dolu. Hafta sonu da bazı özel durumlar olunca, kala kala sadece bir tek Cumartesi günü uygun görünüyordu. İki film dişime uygundu. Biri İngiltere 2009 yapımı, yönetmen Duckan Jones’un Ay adlı filmi, diğeri de Güney Kore 2009 yapımı yönetmen Park Chan-wook’un Kan Arzusu adlı filmi. Arka arkaya iki film seyredecektim. Aslında hafta sonu eşimle gidebilirdik Filmekimi’ne. Aradım: “Hani seyrediyordum ya evde, Chan Wook Park’ın filmlerini. Gene var Filmekimi’nde. Gelir misin benimle?” dedim. Ben daha küçücük bir kızken beni sinemaya alıştıran bizatihi kendisidir. O zamanlar televizyon siyah beyazdı. Tek kanal vardı. Gölcük’te Garnizon Sineması’na haftada iki kere giderdik. Kimi arkadaşlarımızı da götürmüşlüğümüz vardır peşimiz sıra tabi ki. Hatta Tolga’nın erken doğması bizim sayemizdedir. Annesi hamileydi Tolga’ya. Doğmasına 20-25 gün vardı daha. Öyle bir korku filmine götürmüşüz ki kızı, filmin arkasından aynı gece Tolga’yı doğurdu. Vallaha doğru söylüyorum. Aynen böyle oldu. Neyse.. Bu da ayrı bir hikaye.
Amaa.. Son zamanlarda ben Uzakdoğu filmlerine abone olup da özellikle Park Chan Wook’un intikam üçlüsü denilen, Old Boy, Sympathy for Mrs. Vengeance ve Sympathy for Mr. Vengeance seyrederken evde, durumumu gören bizim evin ahalisi birazcık korktular benden. Zira bu filmler anlatılacak gibi değil. Seyirciyi çarpan çivileyen filmlerden. İyi de arkadaşım geçmişin korku filminde etkilenip erken doğuruyor da, ben neden etkilenmiyorum bu filmlerden? Evdekiler endişe duyuyorlar bazen halimden. Bir de bu filmleri seyrettikten sonra, birine diş bilersem eğer evde, "Çokk intikam filmleri seyrettim yani çookkk! Dikkatli olun. Korkun benden" falan diyorum. Filmleri gerçek hayata uyarlamaya geçince, işte o zaman muazzam ürkütücü oluyorum. Eşim güldü. “Yoo! Ben gelmem. Sen istiyorsan git. Pazar akşamı için Galatasaray maçına bilet alıver zahmet olmazsa bize de. Bir de mümkünse filmden etkilenme.” dedi. "Tamam!” dedim. Anlaştık. Sordum filmler kaça diye. 13.5 lira demesin mi biletix deki yetkili? Yuf yani! Bir önceki festivalde de bilet fiyatları bu muydu? Mümkün değil olamaz. Tamam hatırlıyorum o festivalde öyle parasız kalmıştım ki, bir küçük patlamış mısırın 5 lira olduğunu duyduğumda, tutulmuş kalmıştım. Ama ozaman iki gün üst üste 6 filme gitmiştim. Yol paraları falan.. Tamam az buçuk yamulmuştum. Şimdi daha biletleri alırken, iki filme 27lira verirsem resmen aç kalıcaktım demek ki Filmekimi’nde. Kaldım da zaten. Bir Beyoğlu çikolatası aldım bir de İnci pastahanesi’nde profiterol yedim. O kadar. Tatlı yedim. Tatlı tatlı film seyrettim diyemiyeceğim. Çünkü...
Chan Wook Park’ın bu son filmi çiviledi beni. Pes yani! Emile Zola'nın bir romanından esinlenilerek yapılmış bu film. Üstelik bu yıl Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'nü kazanmış. Yapılan bir kan nakli sonucu vampir olan bir rahibin hikayesi. Film oynarken epeyce bir seyirci kalktı gitti. Ben cadoloz gibi sonuna kadar oturdurdum. Niye ki? Anlatacağım. Şimdi şu bardaktaki kırmızı sıvıyı bir içeyim. Kan mı? Yok artık! Filmlerden etkileniyorum diye mi? Daha neler!.. Olabilir mi? Bilmem:) Anlatacağım bak şimdi... Gülümse!

16 Ekim 2009 Cuma

Boğazın Suları Çekildiği Zaman

Kara Kitap’ın 2. Bölümündeki, Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman başlıklı yazısı, “Boğaz’ın sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi?”cümlesi ile başlar. Sonra “Sanmıyorum.” diyerek devam eder. Yazının devamı hangimiz bir şeyleri doğru dürüst okuyup da dünyadan haberdar oluyoruz ki diye kendimizi eleştirir. Yazar bu haberi bir Fransız jeoloji dergisinde okumuştur. Kara Kitap bir roman. Ama etkileniyorum işte. Düşünüyorum durmadan. Bu bölüm kurgu muydu, yoksa acaba gerçekten Fransız jeoloji dergisinde bunlar yazıyor muydu?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre, Karadeniz ısınmaktadır, Akdeniz soğumaktadır. Bu yüzden deniz esneyerek yayılmaktadır. Deniz dibindeki muazzam mağaralara deniz suları boşalmaktadır. Aynı tektonik kıpırdanmalar sonucu Çanakkale, İstanbul boğazlarının tabanı yukarıya çıkmaya başlamıştır. Mesela balıkçılardan biri eskiden demirlemek için bir minare boyu zincir attığı sularda şimdi teknesinin karaya oturduğunu söylemektedir. Ben Kara Kitap’ın bu bölümünü okuduğumda kalakalmıştım. Acaba anlatılanlar gerçekten oluyor muydu?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre yakın zamanda, bir zamanlar Boğaz dediğimiz cennet yer, zifiri bir bataklığa dönüşecek. Hele sıcak bir yaz sonunda bu bataklık, yer yer kuruyup çamurlaşacak. Hatta binlerce geniş borulardan şelaleler gibi gürül gürül akan lağımların suladığı yamaçlarda, belki otlar ve papatyalar yeşerecek. Aman Allah’ım! Ya Kız Kulesi? Peki, benim sevgili Kız Kulem ne olacak? Kız Kulesi ise, bu derin ve vahşi vadide, bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükselecek! Olabilir mi bütün bunlar?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre, buralarda yeni mahalleler kurulmaya başlayacak. Gecekondular, salaş, bar, pavyon ve eğlence yerleri, lunaparklar, kumarhaneler, camiler, tekkeler,naylon çorap imalathaneleri falan… Gemi leşleri, gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar, bin yıllık şarap fıçıları, gazoz şişeleri ve kadırga leşleri arasında bir medeniyet yükselecek. Gözümde canlanıyor kitabı okudukça. Zaten okumak Orhan Pamuk’un dediği gibi yazarın harflerle anlattığı şeyleri aklın sessiz sinemasında bir bir resimlendirmekten başka nedir ki? Duruyorum gene bir an. Gerçekleşecek mi bütün bu anlatılan?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre İstanbul’un koyu yeşil lağım şelaleleri ile sulanacak olan bu lanet çukurda, zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan, kılıç leşleri ve cennetlerini keşfeden fare orduları içerisinde, yepyeni bir salgın hastalığın türeyecek olmasına hazırlıklı olmalıydık. Yazar biliyor ve uyarıyordu romanın bu bölümünde işte bizi…O gün dikenli tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup bitenler hepimizin içine işleyecek çünkü. Ne feci! Böyle bir durumun gerçekleşmesi mümkün mü?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre, bir zamanlar mehtabı seyrettiğimiz Boğaz’da, gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın aydınlığını seyredeceğiz artık. Bir zamanlar Boğaz kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliği yerine, genzimizi yakan o küfle karışık kekre kokusunun tadını alacağız. Bir zamanlar deniz kıyısındaki köylerde yaşayan İstanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerken yosun kokusu duymak için otobüs pencerelerini açarlarken, şimdi çürümüş ölü ve çamur kokusu sızmasın diye pencerelerin camlarını gazete ve kumaş parçaları ile kapatacaklar. Eskiden sahil yolu denilen yer, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyecek. Aşağıya baktığımızda bileklerine gülle bağlı iskeletlere rastlayacağız. Zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğiz. Kara Kitap’ı okumasaydım eğer bütün bu anlatılanlar hiç aklıma gelmezdi. Okudukça şaşırıyorum. Olacak mı bütün bunlar acaba?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre, İbn Zerhani şöyle bir söz sarfetmiş. “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç.” Bildiğim bir şey var. Yazarların hayal gücüne inanıyorum!

15 Ekim 2009 Perşembe

Kara Kitap'ı Özledim.

Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ını özledim. Böyleyim işte... Uzun zamandır görüşmediğim kimi arkadaşlarımı nasıl özlersem, kimi kitaplarımı da öyle özlerim. Gün gelir tekrar okumak isterim. Tüm kitabı okumam ama bazı özel bulduğum bölümlerine göz gezdiririm. Kara Kitabı epeydir tozlanmış olduğu yerinden zaten indirmiştim. Bir kaç gündür masanın üzerinde duruyordu. Adeta uslu uslu beni bekliyordu.Hasret gidermenin vakti geldi demek ki. Kara Kitap'ı elime aldım. Şöyle bir baktım. 1990 basımlı kitap defalarca ele alınmaktan o kadar eskimiş ki, zamanı gelmiş kabı değiştirilmiş. Demek kıyamamışım bu kitabı birine vermeye de tekrar ciltlettirmişim. "Eskiyi at yeniyi al" modasının geçerli olduğu günümüzde, hangi ciltciyi bulup, ne vakit becermişim? Kabında Kara Kitap yazmadığı gibi, bir de isminin tersine bembeyaz bir kapla kaplanmış. Sevgili kitabın sayfaları yaş aldıkça resmen sararmış. Canlı gibi... Ne çok çizmişim cümlelerini... Hele bir bölüm var ki, her okuduğumda tekrar tekrar çizmişim sanki. Çöktüm koltuğa. Okumaya başladım. İkinci Bölüm. Bölümün adı " Boğaz'ın Suları Çekildiği Zaman".

14 Ekim 2009 Çarşamba

Gene Yüksek Sadakat Vaziyetleri

Kimi zaman bloğuma gençlik dönemimin efsane müzik gruplarını yazmaya çalıştım. Şimdi ofisimde günümüzün en sevdiğim gruplarından birinin şarkılarını dinliyorsam eğer ve hatta bıkmadan, döne döne dinliyorsam şarkılarını, neden onları da yazmayayım diye düşündüm. Hemen yazıyorum hem de!Yüksek Sadakat son zamanların en sevdiğim müzik gruplarından biridir. Bayılırım şarkılarının herbirine!

Bir gün araba kullanırken radyoda "Ben Seni Arayamam" şarkılarını dinleyince kim olduklarını merak etmiştim. Gruplarına verdikleri isim de hoşuma gitmişti. "Yüksek Sadakat". Sonra müzik cd lerini aldım. Hem şarkılarının müptelası oldum hem de grubun takipçisi oldum. Yüksek Sadakat grup üyelerinin müziğe bağlılıklarını ifade ediyordu. "Yaşadığımız hiçbir zorluk, önümüze çıkan hiçbir engel bizi müzikten ayıramadı, sadığız ona yani " diyorlardı. Müzik tarzlarının Türk rock olduğunu düşünüyorlardı.


Şarkı sözlerinin konularını "aşk ağrısı, medeniyet korkusu, varoluş problemleri ve felsefe üzerinden din ve Tanrıyla kurulan bağlantılar" olarak tanımlıyorlardı.İşte Yüksek Sadakat'i
tanımam vesile olan "Ben Seni Arayamam"şarkının sözleri şöyle:

"Bak benden arta kalan Biraz kül biraz duman Ne kadar istesem de Ben seni arayamam Ruhum rüyaya dalmış Dünya uzak, gerçek yavan Sanki bir yok bir de varmış Ben seni arayamam Keşke yanımda olsaydın Kolay olurdu o zaman Ben sussam sen anlatsaydın Yorulunca uyusaydın Kolay mı sanıyorsun Kolaysa yan o zaman Yağmurum ol in üstüme Ben böyle yaşayamam Halimi görüyorsun Bir şeyler yap o zaman Sebebim var biliyorsun Ben seni arayamam "

Yüksek Sadakat’in “Aklımın İplerini Saldım” adlı parçalarını, sözleri çok güzel olmasına rağmen, aslında şarkının bir ortasında bir de sonundaki şahane gitar solosu sebebiyle çok seviyorum galiba. Ne kadar dinlesem de bıkmam!


"Irmaklar denizlerde , Denizler sahillerde durdular, Arayanlar hiçbir yerde, İnananlar dualarda buldular , Kimbilir sen, Benim halimde, Sakinliğimde, Ne buldun? Bense yorgundum, Kendi kendime sokuldum, Uyuya kaldım Aklımın iplerini saldım, O giderken bir an durup peşinden baktım, Ne dersin? Umarım beni affedersin, Ne dersin?Belki de terk edip gidersin, Gider misin?

Peki hem gitar ziyafeti ,hem ağız mızıkasının şahane sesi ve hem de anlamlı sözleri ile Aşk Durdukça adlı şarkılarını nasıl tekrar tekrar dinlemeden durabilirimi?

"Dünya döner bir gün daha Yeryüzünde aşk durdukça Gece erken inse bile korkma O hep seninle kaldıkça Biliyorsun gitmem gerek Yollar bitmez düşünerek İster sonuç de istersen sebep Bu düğümü çözmem gerek Belki sana yazarım uğradığım bir şehirden Renkli bir kart atarım Mekke yada Kudüs'ten Sonra bir gün cıkarım sen artık dönmez derken Bir şarkı fısıldarım kulağına gün batarken."

13 Ekim 2009 Salı

Memleketim Yazarlarının Kitaplarından İlk Cümle Seçmecesi

"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti."
Orhan Pamuk / Yeni Hayat

"Ne kadar çok sevdim seyahat etmeyi."
Atilla Dorsay / Bir Kıtadan Öbürüne Yaşam ve Ölüm Kentleri

"Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kainattan 7079 yıl, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı."
İhsan Oktay Anar / Puslu Kıtalar Atlası

"Yazgıya inanmam, ama olaylar bu düşüncemin yanlışlığını kanıtlamak istercesine ardı ardına sıralanmaya başladığında, bunları kurgulayan biri mi var, diye endişelenmekten de kendimi alamam. "
Ahmet Ümit / Beyoğlu Rapsodisi

"Yolculuklar başlamaz, yürek çağırmasa" diyor bir şiirinde Nazım Hikmet, ömrünün en güzel döneminde," dört metrekare betonu geçtikten", yani hapishane avlusunda tam on iki yıl volta attıktan sonra yolculuklara çıkan, ölene dek çocuk merakıyla dünyayı keşfeden büyük şairimiz."
Mehmet Yaşin / Yakınname


Çikolata Cimrisiyim!

Sevgili Kübra, yurtdışı stajından dönerken bana üzümlü, bademli çikolata getirmiş. Kaç kere aradı gelmek istiyorum diye. Ama beni yerimde yakalamak mümkün mü? Söyleseydi çikolatayla geleceğini hemen vakit ayarlardım halbuki. Neyse.. Sonunda çikolata işte bende. Tek tek küçülttüm çikolataları... Tek tek yiyeceğim.. Hımm... Dilim ve damağım arasında eriterek. Koklaya koklaya... Tadına vara vara... Kakao, üzüm, bademin kokusunu ve lezzetini hem ayrı ayrı hem de hemhal olmuş şekilde hissedeceğim... Daha önce yazmıştım galiba... Bir kitap verme bir de çikolata paylaşma konusunda çok cimriyim... Üzgünüm ama bu çikolatayı bizim evdekilerden gizliyeceğim... Gizlice yiyeceğim... Biliyorum... Kötüyüm... Ne yapayım? Böyleyim! Kübracım çok teşekkür ederim!

11 Ekim 2009 Pazar

"Ah Kelimeler, İsimler ve Onlara İnanmanın Saadeti..."

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, Mahur Beste adlı romanı, Osmanlı toplumunun Tanzimat sonrası toplum hayatının yaşadığı değişimleri her yönüyle yansıtan bir kitapmış. Maalesef okumadım. Ama daha sonra yazdığı Huzur adlı romanının tam manasıyla hastasıyım. Mahur beste aslında ‘Bir afet-i mehpeyker ile nüktelerim var’ sözleriyle baslayan ve Eyyübi Bekir Ağa'nın basyapiti sayilan mahur makamında bir besteymiş. Ahmet Hamdi Tanpınar'ı o kadar etkilemiş olmalı ki bu beste, hem Mahur Beste adlı kitabını Eyyübi Bekir Ağa'ya ithaf etmiş, hem de bu besteyi 18.yüzyıldan 19.yüzyıla taşıyarak romanlarına baş tacı etmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur adlı romanında da Mahur besteden söz edilir. Ayrıca artık neredeyse hiç duymadığımız, musikimizin ferahfeza, acemaşiran, beyati, sultaniyegah, nühüftü makamlarından da bahsedilir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın sadece kelimelerle değil notalarla da hemhal olduğu romanlarınaki cümlelerin ahenginden bellidir.

Bugün 11 Ekim. Aslında bu yazıyı yazmamın nedeni Ahmet Hamdi Tanpınar değildi. Mahur Beste adında o güzeller güzeli şiiri yazan Attila İlhan'ın bugün ölüm yıldönümü. Ünlü şair "Görünmez bir mezarlıktır zaman
Şairler dolaşır saf saf
Tenhalarında şiir söyleyerek
Kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
Saatlı bir bombadır patlar
An gelirAttilâ İlhan ölür" demiş ve bir şaire en çok yakışan bir mevsimde 2005'in sonbaharında ölmüştür.
MAHUR BESTE

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
ATTİLA İLHAN
" Ah kelimeler, isimler ve onlara inanmanın saadeti…” ~Saatleri Ayarlama Enstitüsü -Ahmet Hamdi Tanpınar

9 Ekim 2009 Cuma

Edebiyat Aşk Değil de Ne?

İki saat boş vaktim vardı. Ne yapacaktım? Kardeşimi ayarttım. Gene iki saat evinden kaçırdım. Kimi zaman böyle dar zamanlarda buluşuveririz. Birlikte hasbihal ederiz. Kardeşim öğretmendir. Uzmanlığı da Türkçe olunca, deymeyin edebiyat muhabbetine… Edebiyata meraklı bu öğretmen bir de balık burcuysa eğer, ohhh şahane aşk sohbeti yapabilirsiniz böyle biriyle. Balık burcu bilirmisiniz ki, en romantik ,en gizemli, en duygusal,en hayalperest ve depresyona en meyilli kadın tipidir… İki hafta çocukları hasta oldu diye döküntü oldu vücudu sıkıntıdan vallahi. Ama hastalığının adı da pek yakışmış haspaya;
Rose! Okadar romantik ki döküntüleri bile gül şeklinde!.. Hahha!Neyse iyileşti şimdi çok şükür!...
Gene bir kaçamak yaptık ya kardeşimle… Önce bir kafeye gittik. Kahvelerimizi sipariş ettik. Şöyle koltuklarımıza rahatça yerleştik. Yaslandık arkamıza. "Bu akşam konumuz edebiyatımızda aşk olsun! Ne dersin?” dedik göz kırparak birbirimize. Kahvelerimiz geldi. Şöyle bir kahveleri kokladık çektik içimize. Sonra fincanların uçlarını birbirine değdirdik “Aşk olsun!” diye bağırdık çevreyi umursamadan gene ve başladık muhabbetimize…

Önce ben bloguma yazdığım Attila Atalay'ın Ebekulak adlı öyküsünden bahsettim. Benim kardeş de çok sever o öyküyü.

Ama asıl benim küçük, Nezihe Meriç’in "Keklik Türküsü" öyküsünü okadar güzel anlatır ki doyamazsınız tadına. Dinlerken kardeşimi, kendinizi bir kaptırırsınız konunun akışına,öykü bir kara tren olup gönlünüzü delip geçer tünelden geçer gibi, öyyyle bakakalırsınız ardından . Çok güzel anlatır gerçekten."Keklik Türküsü’nü anlatsana bana bu akşam kardeş" dedim. “ Tamam!” dedi. Hiç itiraz etmedi… Canım benim ya… Bu bildiğim hikayeyi kaç kez dinledim kardeşimden. Neden yeni duymuşum gibi geliyor bana her seferinde? Neden gözlerim doluyor ve zor tutuyorum ağlamamak için kendimi… Bu akşam da müthişti performansı! Sakın bilmeyenler adında keklik var diye fabl gibi bir şey sanmasınlar. Yoo! Bu bir genç kızın istanbul'da her gün bindiği vapurda karşıdan aşık olduğu bir çocukla ilgili... Şehir hikayesi yani..Ama daha eski yıllarda geçer...Gene içten içe çekilen,dile dökülmeyen aşklardan. Eski aşklardan! Yazarın Bozbulanık adlı öykü kitabında yeralan bir öykü...

Sonra nedense birden Huzur’a atladık. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın arkasından rahmet okuduk… Bir çocuklu dul bir kadın kahraman ile genç sevgilisinin aşkını hatırlamaya çalıştık. A.H.Tanpınar'ın ,Orhan Pamuk ‘un en etkilendiği romancı olabileceğini düşündük. Biz aslında önce öyküleri konuşacaktık. Nerden geçtik acaba şimdi Ahmet Hamdi Tanpınar’a? Konu konuyu açıyor işte. Huzur'dan en son okuduğumuz aşk kitabı Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ne atladık. Nasıl saplantılı bir aşktı değil mi Kemal'in Füsün’una duyduğu aşk? Ya Kemal’in sevgilisinin her kullandığı eşyaya hastalık şeklinde düşkünlüğü… Sekiz yıl içinde kaç taneydi, sevgilisinin 4.213 tane miydi sigara izmaritini biriktiren aşık… Böyle sapkın bir aşık olabilir miydi gerçek hayatta acaba? Konuştuk da konuştuk… Konu edebiyatımızda aşk olunca ve iki kadın bir araya gelince kimi çekiştireceğiz konu komşuyu mu? Tabii ki edebiyatçılarımızı öyle değil mi?

Uykusuz mizah dergisi, bizim mahalle bakkalına Çarşamba günü gelmemişti. Bugün gelmiş. Ben de sabah hemen Ersin Karabulut’un Sandıkiçi’ni okumuştum. Bu kez çizmemiş sadece yazmıştı. Anlattığı öykü, yanlışlıkla bir adama çarpması ile başlıyordu.İnanılmaz tatlı yazmıştı gene ve okurken çok eğlenmiştim.Tam onu anlatırken kardeşime, ben de ilgi dağınıklığı vardır işte böyle… Konu aşk iken değiştirdim konuyu birden. "Hani birine çarparsın fark etmezsin de sana “Hişt dikkat etsene” diyen bir ses duyarsın ve sinir olursun ya " diye söze başladım şimdi de. “Hişt” ne kardeşim dedim. Hişt ne? şeklinde konu akınca… Birdenbire “Hişt Hişt” ‘e atladık .Hani Sait Faik’in “Hişt, Hişt “adlı yalnızlık temalı öyküsü. Ben hişt kelimesine sinir oluyorum ama ya kimsem olmasa , bir hişt diyenim bile olmasa ne olurdu acep halim diye düşündüren öyküsü. Çok güzeldir bu öykü de sahiden! Biraz dedikoduya girip Sait Faik’in özel hayatıyla ilgili konulara dalıyorduk ki… Boşver dedik şimdi bunları… Birkaç da şair yadetsek! Mesela kim?

İlk olarak nedense Sezai Karakoç geldi aklımıza… Mona Rosa şiiri… Hani üniversitede okurken platonik aşık olduğu kız için yazmış bu şiiri de kızın haberi yokmuş… Kızın ceplerine gizli gizli aşk şiirleri koyarmış. Kız, bu şiirleri erkek arkadaşı yazıyor sanırmış. Oysa Sezai Karakoç yazarmış.Mona Rosa'yı okuduğunuzda kızın adı çıkar ya şiirden sahiden. Kızın adı da aramızda kalsın Muazzez Akkaya. “Mona Roza siyah güller akgüller” diye başlayan uzun şiiri. Kız yıllar sonra bu şiir ortaya çıkınca sevildiğini öğrenmiş. Bunu duyduğunda evliymiş tabii ki! Yoksa kızı, Muazzez Akkaya benim annem diyerek ortaya mı çıkmış? Muhtelif söylentiler var ama bildiğimiz kadarıyla şair hiç evlenmemiş. Ne aşklar var ! Aaa biraz dedikodu yapalım artık bu kadar da öyle değil mi? Hemen büyük şairimiz Attila İlhan'a geçtik ki kardeşimin telefonu çaldı..

Tam Attila İlhan’a geçtik .. Pia… Yağmur kaçağı ve Üçüncü Şahsın Şiiri ile sohbetimize devam edecektik ki... Devam edemedik…Bitirdik…Çünkü küçük yeğen evde “Anne..Anne!” diye tutturmuş. Hemen hesabı ödedik. Arabaya bindik. Birbirimize baktık.. Bir ağızdan:
“Gözlerin gözlerime değince Felaketim olurdu, ağlardım Beni sevmiyordun, bilirdim Bir sevdiğin vardı, duyardım Çöp gibi bir oğlan, ipince Hayırsızın biriydi fikrimce Ne vakit karşımda görsem Öldüreceğimden korkardım Felaketim olurdu, ağlardım !" ”
Üçüncü Şahsın Şiiri adlı muhteşem şiirin ezberimizdeki ilk mısralarını aşkla seslendirdik…
Kardeşimi bıraktım evine... Araba kullanırken devam ettim şiire:
"Ne vakit Maçka'dan geçsem Limanda hep gemiler olurdu Ağaçlar kuş gibi öterdi Bir rüzgar aklımı alırdı Sessizce bir cigara yakardın Kirpiklerini eğerdin bakardın Üşürdüm içim ürperirdi Felaketim olurdu,ağlardım! " Bu kadarı kalmış ezberimde...
Edebiyat AŞK değil de ne?

8 Ekim 2009 Perşembe

Ben Sana Mecburum

BEN SANA MECBURUM

Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur?
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun

Sevmek kimi zaman rezilce korkudur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Birkaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatihte yoksul bir gramafon çalıyor
Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun

Belki Haziranda mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telâş içindesin
Kötü rüzgâr saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin..
ATTİLA İLHAN

(Ekim 2005'de yitirdiğimiz büyük şairin anısına...)

6 Ekim 2009 Salı

Şu Ahir Ömrümde Kaç Kuş İsmi Öğrenebildim Ki?

Şu ahir ömrümde eğer balık ve kuş isimlerini öğrenmişsem, sebebi Sait Faik öyküleridir. Ünlü bilgenin “Bir Sonbahar Akşamı” adlı öyküsünün içinde o kadar çok kuş ismi geçer ki! Yazısının başında İstanbul’da bir sonbahar akşamını tasvir ederken mesela, minareden minareye asılı kırmızılıklar, portakala, Trabzon hurmasına benzer yemişler sarkıtan sonbahar akşamlarında bir kuşu hatırlar sevgili yazar. Hangi kuşu peki? Bıldırcın! Bıldırcını hatırlar! Hani şimdi sonbahar mevsimin tam ortasındayız ya… Ekim ayında… Hiç bıldırcın kuşu gelmiş miydi aklına? Bakıyor muyuz ki kuşlara? Her geçen gün çevremizde azalarak uçuşan bu kuşlardan hangisi bıldırcındır ki ? Şu ahir ömrümde kaç kuş ismi öğrenebildim? Kaç kuşun hangi kuş olduğunu bilebilirim ki acaba?

(baykuş) (tavuskuşu)

(florya)(iskete)

Yazara göre sonbaharda bulutlar turunç renklidir. Sonbaharda yapraklar konuşur. Lodoslu İstanbul denizi ne baş döndürücü şeydir! Bir lodoslu günde vapura atlayıp Adalara gidip gelir Sait Faik. Akşamüstü bazen Köprü´nün ortasında durup Sultan Selim´in arkasındaki bulutlarda kırmızı rengin oyunlarını seyreder.

(atmaca)(saka)

Sait Faik serçeleri, atmacaları, saka, florya, isketeleri de sever, hattâ uzak memleket kuşlarını rûyalarında görür, bazan şiir yazacak gibi olduğu zamanlarında, papağan, tavuslar, cennet kuşları da görür gibi olur. Bütün bunları okuyunca insan düşünür bu durumda: Bu kuşları en son ne zaman gördük , bildik de fark ettik ki biz?
cennet kuşu kırlangıç

Ama bıldırcın! Bıldırcın, bizim göklerimizin muhacir kuşudur der Sait Faik. Bıldırcını sevdiği, bıldırcına yakın olduğu kadar, ne baharın müjdecisi, dostumuz, âdeta köylümüz gibi olan kırlangıçları; ne de o kızıl gagası, muhteşem kanatları, ince uzun, sırım gibi bacaklarıyla leyleği, bıldırcına tercih eder.

(leylek)

(serçe)

Bıldırcını, bir şiiri sever gibi sever ünlü yazar. Neden olduğunu bilmeden, yahut hafif hafif, içinde bir şeyler belirerek. Sanki bir gün, sihirli bir ağız: "Kuş ol, güzel insan!.... Senin bu topraktan yapılmış çirkinler kafilesinde yerin yok! Kuş ol!" demiştir. Bıldırcın, böylece insanken kuş olmuştur. Onu rüzgârlar getirir; yağmurlar atar, memleketimize. Etlerin en güzeliyle, kokuların en bayıltıcısıyla gelir, ışıklarımıza dökülüverir Sait Faik'e göre.

Şimdi sonbaharın tam ortasındayız ya hani. Ekim! Fark ediyor muyuz dünyayı? Kuşları? Kaç kuş ismi biliyoruz ki? Kaç kuşu bilip tanıyoruz ki? Bıldırcın! Bizim göklerimizin muhacir kuşu! Neredesin?

2 Ekim 2009 Cuma

Farklı Bir Körlük Vaziyeti Daha...

Bugün gene İstanbul'dayım. Kitapçıda dolanıyorum. Kitapların kimini elime alıyorum. Kimine dokunmadan sadece bakıyorum. Bir ara Erkekler Cennetinde Son Tango adlı kitabı gördüm. Elime aldım. Yazarının adına baktım. Sanki adını kapağın altına gizlenmiş gibi. Hoşuma gitti. Demek ki yazar, kendi adından önce kitabının adını öne çıkarmak isteyen biri. Daha da ilgimi çekti.. Yazarın adı Halil Gökhan. Bu isim hem çok tanıdık hem değil gibi. Kitabın kapağında bir kadın yüzü. Bir eliyle yüzündeki maskeyi çıkarıyor. Gerçek yüzü gözünden belli, oldukça hüzünlü görünüyor. Kitap Dharma yayınlarından 2009 Temmuz'da satışa çıkarılmış.


Yazarın özgeçmişi yazan sayfasını okuyorum. 1967 doğumlu yazarın bu kitaptan önce Yedinci, Konuşan Kadın ve Yeni Sevgili diye romanları yayımlanmış. Aaaa.. Halil Gökhan Barbuni.com sitesinin kurucusuymuş. Tersninja'dan öğrenip beğendiğim sitelerden biriydi barbuni.com. Demek ki Halil Gökhan adı, o nedenle bana tanıdık geliyor. Daha merak ettim tabii bu durumda. Ayağımla köşedeki pufu yanıma çektim. Oturdum kitapçıda. Romanın satırları arasında hızlı hızlı dolaşmaya başladım. Hey, bu körlükle ilgili bir kitap galiba. Dur bir dakika. Körlükle ilgili her şey merak uyandırır bende. Ama bildiğimiz körlük gibi değil de, farklı bir körlük vaziyeti bu sanki. İsmi belli olmayan romanın kahramanı sadece kadınları göremiyor. Kadınlara karşı bir körlük durumu var bu kitapta öyle mi? O zaman bu kitabı alıp okumaya devam etmeli dedim ve kitabı satın aldım tabii.

Hayat sürprizlerle doludur ve her an hayrete ya da dehşete düşürebilir insanı. Halil Gökhan da bu kitabında, hayatın bir adama oynadığı böyle bir şok durumunun nasıl düş gibi bir deneyime dönüştüğünü anlatıyor. Kitapta yazarın nedense isimlendirmediği adam bir sabah uyanıyor ki, karısı yatakta yok. Evde de yok. Anlıyor ki çok sevdiği karısı, eşyalarını toplamış, not da bırakmadan terk edip gitmiş. Adam bir süre şaşkınlıkla kendini eve hapsediyor. Sonra çevresindeki hiçbir kadını göremediğini farkediyor. Şaşırtıcı ve korkutucu bir durum tabii. Kadınların varlığını sadece ayna ve camekanlarda görebildiğini anlayan ama onlara dokunamayan yalnız kahramanımız nihayet bir göz doktoruna görünüyor. Ve 112 sayfalık roman 47 küçük bölümüyle, akıcı, sürükleyici, merak uyandırıcı diliyle fantastik bir serüvene doğru akıp gidiyor.

Romanı okurken adamın daha sonra kör bir kadına dokunabildiğini ve özel bir gözlükle kadınları bir siluet olarak görebileceğini öğreneceğiz..... Sonra.......Aslında kitabı anlatmak ve sonunu nasıl bağladığını açıklamak isterdim. Ama Halil Gökhan’a kitabı okumaya başladığım ilk satırlarda bir söz verdim. Kitabın başında yazar şöyle diyor:
"Bu kitabın sonunu sakın kimseye söyleme! Eğer söylemezsen kitap sana büyük iyilikler yapacak... Öncelikle başkalarının bilmemesi gereken, sadece senin bilebileceğin şeyleri söylemediğin için seni koruyacak." Kitabın beni korumasını isterim. Üzgünüm. Heyecanla okuyacağın kitabın sonunu asla sana söyleyemem. Bir dakika! Yoksa... Acaba ben körlüğümün farkında değil miyim? Ya da bu kitabı okuduğumda tangonun her kıvrak adımında bir körlüğe mi mahkum oldum? Aynalar... Aynalarda mı farkediliyoruz yoksa? Aman Tanrım! Olabilir mi? Kitabı okuyunca... Kafam karıştı vallaha! Emin değilim... Bilmiyorum ki! Aynaya bakacağım az sonra!