15 Kasım 2009 Pazar

Domuz Gribinden Nasıl Korunacaksın Bu Durumda?

Eğer Ataol Behramoğlu'nun dediği gibi, yaşadıklarından öğrendiğin bir şey varsa… Eğer yaşadın mı bir şeyi, yoğunluğuna yaşamaya inanıyorsan… Bitkin düşüyorsan koklamaktan bir çiçeği… Uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara… Bırakabilen biriysen kendini tembelliğin kucağına… Bir kum tanesi gibi... Bir yaprak gibi... Bir taş gibi... Bütün müzikleri, tüm benliğin seslerle, ezgilerle dolarcasına alabildiğine dinlemeyi seven biriysen eğer… Bir kayadan zümrüt denize dalarcasına, balıklama dalmayı seviyorsan hayatın kucağına.. Hani bilirsin ya, gözü kara… Uzak ülkeler, tanımadığın insanlar ilgini çekiyorsa hala… Bütün kitapları okumak arzusuyla yanıyorsan… Değiştirmek istemiyorsan hiçbir şeye, bir bardak su içmenin mutluluğunu sağlık ve huzurla… Hayattaki bütün sevinçleri yaşama arzusu ile doluysan eğer… Kimi zaman kederi de yaşadıysan, tüm benliğinle, namusunla… Acıların da sevinçler gibi insanı olgunlaştırdığına inanıyorsan eğer… Ömür denilen şeyin hayata sunulmuş bir armağan olduğuna… Ve hayatın da insana sunulan bir armağan olduğuna inanıyorsan eğer… Hele hele... bir de... Tüm bunların üzerine, gördün mü arkadaşlarını... sevdiklerini... sımsıkı kucaklamadan duramıyorsan eğer… Söyler misin domuz gribinden nasıl korunacaksın bu durumda? Hani seni görünce dayanamayıp sımsıkı kucaklıyorum ya... İşte bu sebeplerden... Kusura bakma!


NOT: Ataol Behramoğlu'nun harika şiiri Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var şiirinden uyarlayarak yazdım.

"İP"li Deyimlerle Bir Deneme

Hani Yüksek Sadakat’in en güzel şarkılarından biri “ Aklımın iplerini saldım, Giderken ardından baktım” der ya, bu sözler tam beni yansıtıyor. Ben nedense aklımın iplerini tutmayı beceremiyorum. İpe sapa gelmez her konuya bodoslama dalıyorum. Sonra ipin ucunu kaçırıp, ipiyle kuyuya inilmeyecek insanlarla arkadaş oluyorum. Herkese güveniyorum, öyle saf bir tarafım var. Ne zaman ki güvendiğim insanın ipliği pazara çıkıyor, ancak o zaman işte ipleri koparıyorum. Oysa bilen biri biraz ip ucu verse, ipten kazıktan kurtulmuş insanlarla arkadaş olur muyum? Aslında tüm bu yaşadığım olumsuz tecrübelerle, akıllanacağım günleri nasıl iple çekiyorum!.. Doğrusu, bilerek yapmıyorum ki... Bilsem böyle ipimi sürer miyim, dert açar mıyım hiç başıma? İster miyim hiç ortada kalmak ipipullah sivri külah! Kim ister ki! Allah Saklaya!

NOT: Türkçe Deyimler Sözlüğünden, bir ara İP'li deyimlerle bir deneme yazayım demiştim. İşte bu hayali bir yazıyı yazmayı denemiştim.

13 Kasım 2009 Cuma

Hasbihal...

Bazan bloğa yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Mis gibi kokan kahveler ellerimizde mesela. Ben büyük battal koltukta oturuyorum, ayaklarımı toplamışım altıma... Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam. Muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, ayaklarını sallaya sallaya, anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinlemek için bekliyorsun. Bugün eski günlerden bahsetmiyorum. Hele çocukluktan hiç başlamıyorum. Bu kez, paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Sen neden bu kadar suskunum diye bana bakıyorsun. Usulca başlıyorum konuşmaya.. “Bugün işlerimin arasında iki saat kadar boş vaktim olunca, sinemaya gittim.” diyorum. “ Hani geçtiğimiz haziran ayında, Michael Jackson hayatını kaybemişti ya…” Duruyorum.. Bir nefes alıyorum. Sen ise gözlerini açıyorsun. Söylediklerimle ilgilenmiş görünüyorsun. İlginden aldığım cesaretle sözlerime devam ediyorum. “ Michael Jackson’ın son konser provalarının kayıtlarından oluşan bir film bu,” diyorum. “Hani dünya turnesine çıkacaktı ya.. Ne planlar, ne hazırlıklar yapılmış. Konser deyip geçme” diyorum.. “Nasıl ciddi bir organizasyon ve teknoloji var arkasında anlatamam sana. Mutlaka görmen lazım.

Ah!” diyorum. “Ah, o güzelim şarkılar… Hepsi de nasıl da hafızama kazınmışlar. Şarkılarının her ritmi, adeta Michael Jackson’un vücudunun bir hareketi. Hatırlasana…” diyorum sana… “Ay yürüyüşünü nasıl denerdik ayna karşısında.. Ya da kemiksizmişcesine dalgalandırılan kollar mesela… Sen ne güzel becerirdin!.. Ben yapamazdım ne kadar çabalasam da…” diye sözlerime devam ediyorum. Sanki gözlerini kaçırıyorsun benden. Üstüne gelmiyorum. “Neden başını öne eğdin?” diye hiç sormuyorum. Sadece “Biz neden böyleyiz?” diyorum sana… “Neler yazdılar, söylediler Michael Jackson hakkında.. İnanamadık senle ben valla… Radyo çocuğuyduk ya kimseyi görmez, seslerden de şüphelenmezdik. Onun için mi böyle saftorik olduk… Ya da ne bileyim Kemalettin Tuğcu kitaplarıyla büyüdük. Bırak filmleri, okuduğumuz kitaplardaki kahramanlara ağlar, üzülürdük. Şimdi bu şahane şarkıları söyleyen adam için, denilenlere inanmak bir yana, arkasından yas tutuyoruz baksana !” diyorum biraz kıkırdayarak. Kendini toparlamanı istiyorum. Eğer konuşmama devam edersem bu hüzünlü makamda, biliyorum hüngürdeyebiliriz az sonra.. Diyorum ki konuyu renklendirmek için “Biliyor musun, sinemada kimse yoktu. Yalnız ben… Sanki Michael Jackson benim için konser veriyordu… Nasıl kendimden geçmişim… Bir ara dayanamadım.. Baktım sağıma soluma.. Kimse yok ya nasılsa.. Fırladım ayağa.. Michael Jackson Billie Jean’i söylüyordu. En iyi sen bilirsin beni.. Billie Jean’ de oynamadan durabilir miyim Allahaşkına?

12 Kasım 2009 Perşembe

Şakacı



Şakacı
güler, gülümser bir şakacı,
güldürür, düşündürür,
arada-bir durur, gözleri dolar,
neler söyler, neler susar...
yoksa, çok acı bir şakayı şakadan da olsa,
çok yalın bir karanlığa mı saklar...
oynadıgı oyunsa, yaşamda oynadıgı,
oyununu mu yaşar...
oyunda yaşadıgı, yaşamını mı oynar...
yaşarcasına, oynarcasına,
sonunu mutlu bağlar,
gider evine ağlar.

Özdemir Asaf

10 Kasım 2009 Salı

Ortanca Çocuk Sendromu

Şimdi oturdum bilgisayar başına.. İnan lafa nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Bak şimdi.. Hayal Kahvem'de yazmaya başladığım bir sene ya oldu ya olacak.. Anca o kadar valla.. Nerden bilirim ben blog da yazı yazmayı Allahaşkına? Hiç yazı yazmamıştım ki bu yaşıma kadar; mektuptan, dilekçeden ya da yemek tarifinden başka! Şaşılacak şey! İnanılmaz bir okuyucu kitlesi oluşmuş peşimsıra. Hiç farkında değilim! İnanmayacaksın ama bizim köyde heryerde günün konusu benmişim. Ne yazmışım? Nereye gitmişim? Hangi kitapları okuyormuşum? Hangi filmleri seyrediyormuşum? Hatta ne yiyiyor ne içiyormuşum? Kime uğramışım? Resmen kitleleri peşimden sürüklüyormuşum! Hoppala! Bu insanların yapacak hiç işi yok mu Allahaşkına?.. Bütün bunları nerden mi biliyorum? Anlatacağım..

Dün kızkardeşim aradı. " Abla, söyler misin, sen hep beni mi yazıyorsun bloğuna?" dedi. Gene öyle bir öğretmen tonlamasıyla sordu ki bu soruyu, garip bir duyguya kapıldım o anda.. Ürperdim hatta. Sanki bir kabahat işlemişim gibi, birden kendimi suçlu hissettim. Fısıldayarak "yoooo..." diye cevap verdim. Bu aslında sorusuna cevap verme değildi, resmen miyavlamaydı diyebilirim. Hani kedi içeceği kaptaki sütü yere döker de sahibi kızmasın diye usulca miyavlar ya. İşte aynen öyle. Süt dökmüş kedi gibiydi sesim. Sonra nasılsa kendime geldim. "Nerden çıkardın kardeş?" dedim. "Ne bileyim. Dün bizim kızlarla buluşmuştuk. "Ablan Pazar sabahı haber vermeden size gelmiş. Çok uykum vardı, bu saatte gelinir mi der gibi, geldiğine pişman etmişsin." dediler. Yaptım mı sana böyle bir şey abla? Kapıyı gülerek açmadım mı? Hasretle boynuna atlamadım mı?Yazmadıysan eğer, nedir bu anlatılanlar?" dedi. Demek herkes benim yazılarımı okuyordu! Bir de yazılarım üstüne muhabbet ediliyordu. Vay canına sayın seyirciler!.. Birden afalladım. Ne deseydim ki şimdi? Tamam... Arada kardeşimle ilgili bir şeyler yazıyordum bloğuma.. Tamam.. Yazarken, her zamanki gibi biraz abartıyordum. Ne olacak ki? Orhan Boran'da hep abartarak kayınvaldesini ya da kayınbiraderini anlatmıyor muydu radyo programlarında? Anlatıyordu tabii.. Ben radyo çocuğuydum. Orhan Boran'ı dinleyerek büyüdüm. İşte ben de kardeşimi yazıyordum arada. Ne olacak ki biraz abartarak yazsam? Küçükken kardeşim hep küçük, abim hep büyüktü. Ben... en aradaydım.. Anlarsın ya, ortancaydım yani. Hiç isteklerim yapılmazdı. "Aaa! ama o senin abin.. sen küçüksün, yapma!.. Aaaa! ama o senin kardeşin, sen büyüksün, yapma! "Hep bu muhabbetlerle büyütüldüm. Zaten "ortanca çocuk" ne demek diye, bak bir sözlüğe.. Neler yazıyormuş şimdi gördüm. Abartmıyorum aynen şöyle yazıyor: "Uyum ve davranış bozukluğu gösteren çocuklar ile suçlu çocuklarda “ortanca çocuk olma” önemli bir etmendir, diyor.. İnanmıyorum ya! Ayrıca ortanca için ailesi tarfından en az şımartılan çocuk, diyor. Kim mi? Şekilde görüldüğü gibi.. Ben! Tabi ki ben!

Yüreğim cız ederek farkediyorum ki bende ortanca kompleksi vardı. Bu yaşta mı anlayacaktım? Kardeş sesini azıcık yükseltse, demek bu nedenle hemen siniyordum işte.. Allahım ne kadar ezilmişim! Şimdi farkediyorum. Hımm.. İşte.. Ayaklarımın dibinde kör kuyum canlandı gene... Anladım ki beni kör kuyularda merdivensiz bırakmışlar.. Denizler ortasında beni resmen yelkensiz bırakmışlar! Öylesine yıkmışlar ki ki bütün duygularımı... Beni hiç mi hiç şımartıp pohpohlamamışlar! Bunları düşündüğümde yıkıldım tabii.. Kendimi evrende toplu iğnenin ucu gibi hissettim... Hoppala! Bu yazdığım Ümit Yaşar Oğuzcan'ın şiirine benzemedi mi şimdi? Hani Münir Nurettin Selçuk'un bestelediği o müthiş şarkı sözü. Ben buralara gene nereden geldim? Birden sıyrıldım bu durumdan.. Nasılsa toparladım kendimi.. Sesimi yükselterek "Aaa! Ne olmuş yazdıysam! Ben ablayım kızım, hesap mı vereceğim? Okumasınlar benim bloğumu senin kızlar!" dedim. Heyyy! Oh ya! Ne güzel şey abla olmak! Ayrıca ne güzel şey, reytingi tavana vuran blog yazarı olmak tabii! Tam bu sırada cep telefonumun çaldığını farketim. Açtım. Kardeşim. "Abla ev telefonundan konuşuyorduk. Sonra sesin kesildi. O kadar merak ettim ki seni. Cep telefonundan arıyayım dedim. Telefonu açık bırakıp yemeğin altını kapatmaya falan mı gittin? Niye konuşmadın ki? Korkuttun beni!" dedi. Nasıl yani.. "Arkadaşlarınla konuşuyordunuz ya hani.. Ben bloğuma seninle ilgili abartılı yazılar yazıyorum diye.. Sinirlenmiştin bana hani... Öyle değil mi? " "Amann ablacım!" dedi. "Kim okuyacak Allahaşkına? Bizim kızlar mı? Başka işleri mi yok da senin bloğunu mu okuyacaklar? Nerden çıkardın? Güldürme beni!" dedi. Telefon galiba elimden düştü... Ben.. Evet.. Kabul ediyorum.. Ortancayım.. Ortanca kompleksim var.. Hayal kurup.. Yazıyorum... Abartıyorum... Galiba ilgi çekmek istiyorum.. Ben.. Şeyy! Or-tan-ca-yım... Az şımartıldım! Ben... Benim... Benim... Galiba ortanca çocuk sendromum var! Orta yaş sendromum yok ama.. Asla! Yooo... Derdim yok yaşla başla! Valla!.. Kardeş, harcadım gene seni ya.. Şaka... Vallahi şaka:))

Rocky2 ve Rocky3 ü de İsterim!

"Issız bir adaya düşsen yanında hangi film olsun isterdin?"diye sordu arkadaşım. Cevabımı hiç tereddütsüz ve anında verdim:"Rocky1"


Tam evden çıkıyordum ki bir şey aklıma geldi. İnan ki, kapıdan geri döndüm. Düşündüm de madem ıssız bir adada tek başıma Rocky1 filmiyle kalacağım. Bari bir iyilik yapın da, Rocky2 ve Rocky3 ü de verin yanıma... Sadece Rocky1 yetmez ki bana. Devamını çok ama çok merak ederim sonra. Bana "Issız adada hem sabrını, hem merakını törpülersin nasılsa!" mı diyorsun? Hoppala! Ben Rocky4 ve Rocky5 i istemiyorum ki ama... Sadece ilk üçünü.. O kadar.. Yeminle.. Valla! Neden Rocky'nin ilk üç filmi mi? Dönüşte anlatacağım. İnşallah!.. Gene anlatmazsam mı?

Söz! Anlatacağım bir ara! Fotoğraflara baksana!



Issız Ada ve Rocky 1

"Issız bir adaya düşsen yanında hangi film olsun isterdin?"diye sordu arkadaşım. Cevabımı hiç tereddütsüz ve anında verdim:"Rocky1"

Neden mi? Üzgünüm ama cevabını vermeye şimdi hiç mi hiç vaktim yok. Az sonra evden çıkacağım. Kısmetse,dönüşte yazacağım. Eğer ruh halim uygunsa tabii!... Daha önce bu yazıyı bir kez daha yazmıştım. Gene evden çıkmaktaydım. Dönüşte canım istemedi cevabını yazmadım!
Şimdi yazacak mıyım? Yazıp yazmayacağımı inan ki ben de tuhaf bir şekilde merak ediyorum. Unutma ama... Bazı insanlar merakına yenilir, bazıları ise merakını yener! Bazıları da merak ettirir ya da merakını kışkırtır! Eğer yazmasam cevabımı sen merakına yenilme e mi?
Merakını yen! Lütfen!

9 Kasım 2009 Pazartesi

Panik Yapma!..

Kimi zaman hayat üstüme üstüme geliyor gibi hissettiğimde, beni rahatlatan filmlerim vardır. Mesela, moralim bozuk, kendimi iyi hissetmiyorum ve gereksiz evhamlara kapılıyorum. Ya da yapmam gereken pek çok şey var ama cesaretimi kaybetmişim. Korkuyorum! Ya da yapacaklarımla ilgili endişelerim var mesela.. Olamaz mı? İnsanlık hali!.. Sanki boğazıma bir yumruk oturuyor bu durumda... Çok aşırı kaygı duyuyorum! Ne yapacağını bilmez bir haldeyim.Mesela kalbim üçbuçuk atıyor. Çaresizim! Anlayacağın, "Panik" hissediyorsam eğer, hemen "Tango&Cash" i seyretmeliyim hemen! Bu film panik hislerime sanki merhem sürer.

Filmin konusu kısaca şöyle; Los Angeles Narkotik Polis Departmanı'nda çalışan, birbirinden farklı yapıda iki polistir Tango ve Cash. Bu polislerden rahatsızlık duyan uyuşturucu çeteleri, bir cinayet suçu sebebiyle Tango ve Cash'i tutuklatırlar. Hapse giren iki kafadarın başları dertten kurtulmaz. Diğer tutuklular ve dışardaki uyuşturucu çetelerinin adamları bizimkileri işkenceye tabi tutarlar. İşte bu işkence sahneleri çok ilginçtir. Bir kere bu filmi sevmemin en büyük nedeni bir muhabbet -dialog- filmi olması. Çok severim bol muhabbetli filmleri. Ayrıca 1989 yapımı eski bir film olmasına rağmen, Tango'yu Sylvester Stallone, Cash'i de Kurt Russell oynuyor. Sizden iyi olmasın da ikisini de çok severim vallahi. Bu filmi tekrar tekrar seyretmeye doyamam!..

İşte bu bahsettiğim işkence sahnelerinde Tango ve Cash birbirlerine sürekli "Panik yapma!" derler. Etraflarında ellerinde sopalarla koca koca adamlar, üzerlerine gelmektedirler. "Panik yapma!". Yakalanırlar ve yüzlerine falçata atılacaktır o sırada. Birbirlerine bakıp her seferinde şöyle derler: "Panik yapma!". Vücutlarına bağlanan iplerle tavana asılmışlar. Altta elektrik verilen suya doğru indirilmektedirler. Birbirlerine bakarlar. Komik bir ifade ile "Panik yapma!" derler gene.. Nasıl iyi gelir bana bu sahneler. Beterin beteri var öyle değil mi? Neden bu kadar dert ediyorum ki her şeyi... "Panik yapma!" diye düşünürüm seyredince bu filmi ve kendimi daha iyi hissederim. Kendime telkin ederim: "Her şey yoluna girer!.. Panik yapma!"

8 Kasım 2009 Pazar

Edebi Bilmeceler - Halil Gökhan ve Konuşan Kadın

Bu kez Edebi Bilmeceler'imi, Halil Gökhan'ın, yeni okuduğum, Konuşan Kadın adlı romanınından çıkardım. Kitaptaki cümlelerden oluşturduğum soruları okuma zahmetine girenler, bakalım cevapları tahmin edebilecekler mi?

1- Ağaçlar rüzgarı öpebilir, etrafa koku yayabilir ve çiçeklerine arıları çekebilirler ama ne yapamazlar?

2- Bir hekim, açılan yaraları kapatmak için "dikerken" moda terzileri dünyaya bir yara olarak geldiğine inanan insanın küçük varlık yaralarını ne yapmak için "dikerler"?

3- "Acele işe şeytan karışır, derler. Ama şeytanın aceleci bir varlık olduğunu sanmıyorum;"O ancak nasıl bir yaratık olabilir?

4- Giyinen kişi için, karşısında mücadele etmesi gereken dört unsur vardır: Bunlar nedir?

5- "Hiç geri geri giden bir dalga gördünüz mü? Dalın içine batan bir çiçek? Ya mideye inen bir dil? Ben gördüm. Ucuna küçük ama çok ağır bir taş bağlanmıştı. "Bu ceza neden verilmişti ?

6- "Çünkü kaderin ve kısmetin saati dünya vaktine göre işlemezmiş; insan, dünyaya bu saati bozmak için getirilmiş; ama uğraşması boşunaymış; çünkü herşey alnımızda yazılıymış." Peki bu alnımızda yazılanlar, ne zaman bir anda sahiplerine okunacakmış?

7- "Nereye giderseniz arkanızdan gelir. Sizi hiç bırakmaz. Yakalamaya da çalışmaz. Sanki aranızda garip bir eşitlik var gibidir. Sizden bir şey istemez. Ona bir şey de veremezsiniz. Ne eksiltilebilir, ne de çoğaltılabilir. Onun hızı sizin ayaklarınızdır. Yürüme iradeniz. Hareket etme isteğiniz. Yanılıp da bir ırmağa ya da kireç kuyusuna düşseniz hiç çekinmeden peşinizden gelir. Sizi sevdiğinden değil, size mecbur olduğundan." Bu nedir?

8- "Sükutun madeni bellidir:" Nedir? Peki, ya, sessizce söylemenin madeni nedir?

9- Avrupa'da Otuz Yıl Savaşları döneminde adını paralı Hırvat askerlerinin rütbe göstergesi olarak taşıdıkları kaba kumaşlardan alan, boyunla göğsün arasındaki o yumuşak bölgede dalgalanması, erkekliğin de övgüsü yapan şey nedir?

10- "Anlamamakta ısrar ediyordum ve beliren ölüm işaretlerinin ne olduklarından çok, bana ne verdikleriyle ilgileniyorum. İşaretler ne olursa olsun sonuç değişmiyordu." Mutluluk değildi bu. Peki neydi?

1. Cevap- Bir başkasını kucaklayamazlar. (Sayfa 12)
2. Cevap- Süslemek (Sayfa 14)
3.Cevap- Acil bir yaratık (Sayfa 17)
4.Cevap- Dekor, aksesuvar, süs ve soyunma süresi (Sayfa 31)
5.Cevap- Çok konuştuğu için (Sayfa 33)
6.Cevap- Kıyamet gününde (Sayfa 99)
7.Cevap- Gölgenizin gölgesi (Sayfa 102)
8.Cevap- Altın - Gümüş (Sayfa 135)
9.Cevap- Kravat ( Sayfa 152)
10.Cevap-Huzur ( Sayfa 183)

6 Kasım 2009 Cuma

"İkileme" Kelimelerle Bir Deneme

Bak şimdi olanları bir bir anlatacağım sana. Dün abuk sabuk bir nedenden, derdimi doğru dürüst dinlemeden, ordan burdan, yalan yanlış duyduklarıyla, aşağı yukarı bir yıllık sıkı fıkı tanışıklığımıza rağmen arkadaşım küstü bana; atladı uçağa, beni terk etti gitti! Oysa iyi kötü bilirdi beni. Aşağı yukarı tahmin ederdi ne deyip ne demeyeceğimi. Ivır zıvır lakırdılar etmeyeceğimi düşünmüş olması gerekmez miydi? Böyle mi olacaktı? Düşe kalka, bata çıka sürdürdük bugüne kadar ilişkimizi. Tamam, tek tük tartıştığımız olmuştur. Ama ipe sapa gelmeyen, saçma sapan nedenlerden, anlatmaya bile değmez inan ki!.. Sağ salim gelmiştik işte bu günlere… Hiç sesimiz sedamız çıkmazdı ki… Ben biraz sesimi yükseltirsem, o kem küm eder susar, doğru dürüst karşılık dahi vermezdi. Ben tıkır tıkır söylerdim söyleyeceğimi. Çatır çatır anlatırdım düşündüklerimi. O sus pus olurdu, hiç ses etmezdi. Tamam, bazen yarım yamalak bir şeyler söylerdi. Fazla dinlemezdim ki. Böyle paldır küldür asla çıkıp gitmezdi…Akça pakça, çıtı pıtı, ufak tefek biriydi. Severdim. Güçlü kuvvetli görünen bendim. Eve gelince, ortalığı gümbür gümbür inletirdim. Pata küte girerdim mutfağa, yemekleri yapan, ortalığı temizleyen hep bendim. Kıyamazdım ki ona! Geceleri horul horul uyuduğunda dahi ses etmezdim. Odamı değiştirirdim en fazla. Öteberilerini toplamazdı, dolaşırdı eski püskü esvaplarla… "Yırtık pırtık gezilir mi bu zamanda? Malın mülkün var satsana, dolaşsana pırıl pırıl!" demezdim. Ne isterse yapsın diye düşünürdüm, yanımda ya! Eş dost, konu komşu kızarlardı, yakıştırmazlardı onu bana. Hiç dert etmezdim. Şimdi terk edip gitti ya beni allak bullak oldum valla. Kendime gelemedim. Şimdi bunları yana yakıla anlatıyorum ya sana, kusura bakma, e mi? Akıl fikir kalmadı bende. Beni biraz toparlasana!

5 Kasım 2009 Perşembe

Şu Ahir Ömrümde Kaç Renk İsmi Öğrenebildim ki?

Birkaç gündür evdeki kitaplıkta eski kitaplarıma göz atıyorum. Buna bir nevi eski dostlarla hasret giderme diyebilirim. Hatta bazılarının varlığını bile unuttuğumu şaşkınlıkla farkediyorum. Mahçup mahçup elime alıyorum tabi... Bazı kitaplarımla ne uzun olmuş görüşmeyeli!.. Bazıları o kadar eski kitaplar ki, resmen öpüp başıma koymak istiyorum. Büyükbabamın mübarek eli misali. Her biri tek tek karşıma çıkıyor. Bazılarında bir naz, bir eda, sitem ... Yüzüme bile bakmıyorlar resmen. İşte elimde tuttuğum, Fena halde Leman sözgelimi. Attila İlhan'ın 1960 larda yayımlanmış ve ortalığı toza dumana katmış romanı. Kimbilir ne zaman en son elime aldım? Kitabın ilk sayfasına baktım. 02.12.1991 yazıyor. 18 yıl önce okumuşum. Kitabın ilk iki sayfasına da, dayanamamış, o güzeller güzeli Üçüncü Şahsın Şiiri'ni yazmışım. Şimdi gözgöze geldik Fena Halde Leman'la... Anladım. Kitap resmen bana küs... Sanki başladı şiiri okumaya: "Gözlerin gözlerime deyince / Felaketim olurdu ağlardım" Nasıl mahçup oldum nasıl utandım anlatamam. Devam etti: "Beni sevmiyordun bilirdim / Bir sevdiğin vardı duyardım." Vallahi bunları duyunca neredeyse ağlayacaktım . Dedim ki ünlü romana: "Hayır, inanma! Yok öyle bir şey.. Her kitabın yeri ayrı. Senin yerini başka kitap tutar mı? Olur mu öyle şey!" Kitabın adı Fena Halde Leman ya, kitabı bir an kadın sandım. Kirpiklerini eğdi sanki, inan ki, üşüdüm içim ürperdi. "Yapma Fena Halde Leman! Unutur muyum hiç seni. Baksana içindeki cümlelere ne çok çizmişim. Şu ahir ömrümde kaç renk adı öğrendiysem senden öğrendim. Bak söyleyeyim istersen!"dedim. Dediklerim hoşuna gitti çok şükür!.. Güldü. "Söyle bakalım !" dedi. Attila İlhan'ın Fena Halde Leman romanında, altını çizdiğim renkleri tek tek saymaya başladım... Eğer kitap küsseydi bana... Ama eğer Fena Halde Leman küsseydi bana.. Eğer Attila İlhan küsseydi bana... İşte ozaman... FELAKETİM OLURDU AĞLARDIM!

Çatlkaya, zakkum pembesine çalan havai eflatun.
Deniz, Körfez’in içlerine gelindikçe, erguvan rengi.
Bu hakiki bir elektrik mavisi olup…
Asit yeşili bir masal yaratığı gibi görünüp kayboluyor.
Yangın kızılı bir loşluk..
Soğuk gri gözlerinde örümcek kızılı bir parıltı belirir.
…… durduğu yerde duramayan, çarpıcı renkler: safra yeşili, buz beyazı, deliksiz siyah, ateş kırmızısı, ölü eflatun.
…. vırt zırt yer değiştiren oje kızılı aydınlıkla kör karanlık, oturanı serseme çevriyordu.
…. batan güneşin pembe yaldıza buladığı başıboş martılar…
…. mavi yeşil bir sonsuzluğa ağır ağır demir alan, dalgın gemi…
… güzel atmaca gözleri vahşi yeşil...
delimsirek renkler ortasında yaşayan…
Gözleri porselen akı
su yeşili bir ışığa bulanmış, tavanı alçak bir salon…
Hardal sarısı bir loşluğa boğulmuş salon…
…. Ölgün renklerin doğurduğu külrengi pus, sütlü bir gece izlenimini veriyor…
kederli külrenginden subay hakisine kadar renkler, açıklı koyulu….
... örümcek kızılı ellerini uzatıp…
Şehvet kırmızısı bir aydınlıkta yüzüyorum,…
altın sarısı ve yosun yeşili
..morla eflatun arası gece!
..saçları platin beyazı
Koyu menekşe rengi, minnacık bir ağız.
Aydınlığı kükürt sarısı.
...Pere Duparc'ın masmavi kahvesinde...
Sivas ve Isparta halıları: boru çiçeğine çalan morumsu lacivert, lale ezmesi kırmızı ve ördek başı yeşil, imgelem çiçeklerinden derlenmiş bir masal bahçesi.
...yaldızlı sarı, kızılcık kızılı, yaprak yeşili, kehribar siyahı...
...şu bonbon pembesi dantelli yatak örtüleri..
... cırlak kırmızı ufak bir reno-alpine
... ışıklı reklamın kömür siyahı ve kan kızılı tokatlarını yiye yiye...
... yaldızlı lacivedden sütlü sarıya kadar...
... cesed mavisi bir kız...
... süpürge sarışını...
... ........

Mimikler ve Tikler Sözlüğünüz Var mı?

Bak ne anlatacağım sana...Biliyor musun, bu blog yazıları neler getirdi başıma? Arada Türkçe deyimlerle bir deneme yazısı yazmaya çalışıyorum ya bloğuma... En son "ev"li deyimlerle bir deneme yazısı yazmıştım... Yazımdaki kahraman evde kalmış bir kızdı. Hayalimden böyle bir senaryo kurmuş ve kızın ağzından yazıyı kaleme almıştım. Bana göre çok da şeker bir yazı olmuştu. Her yazımı hazırladıktan sonra, konuyla ilgili fotoğraf ararım sanal dünyada... Bu yazıma da arayıp bulmuştum ve yazımın üstüne koymuştum...Aman Allahım, sonra bir yorumlar geldi ki, gözlerime inanamadım... Yorumları okuyunca... İnan bana... Bakakaldım, şaşakaldım hatta donakaldım. O kadar şaşırdım yani! Bak şimdi, bloğa koyduğum fotoğrafta, yaşı geçkince bir gelin, pencereden başını uzatmış, adeta zaferle gülüyordu. Ama eliyle de şöyle bir hareket yapıyordu; sağ elini yumruk yapmış ve aynı kolu dirsekten 90 derece yukarıya gögüs hizasında kaldırmış, sol eliyle de sag kolunun üst pazısından kavramış. Ben bu fotoğrafı görünce, bayılmıştım. Yaşlıca bir kız evleniyor ya, bu hareketini "evlenmeyi başardım" anlamında yapıyor sanmıştım. Meğer bu hareket argoda pek güzel bir anlama gelmiyormuş. Bana müstehzi gülüp bunu söylediklerinde, aman nasıl kızarmıştım. Ne bileyim, bilerek koymadım ki! Yeminle bilmiyordum, tamamen masumum!

Neyse, okadar mahçup olmuştum ki , hemen yazıyı olduğu gibi blogtan kaldırmıştım. Sonra vücut dilinin keşke bir grameri, sözlüğü olsa diye düşünmüştüm. Hatta abartma sanatında ustayım ya, bu düşüncemin üstüne "kursu açılsa keşke" diye fikrimin ince gülünü eklemiştim. Ne var, olamaz mı yani? Billahi düşündüm bunları ciddi ciddi...Aslında bu konu o kadar önemli ki! Birileri her dilde anlamlarını verse mimiklerin ve tiklerin, sahane olmaz mı sence? Kaş çatmak kızmanın, kaş kaldırmak hayret etmenin, omuza el koymak dostluğun, elini beline koymak bilmişliğin, göz kısmak bazan düşünceli olmak bazan da tehditkarlığın dile gelişi olabilir. O kadar çok var ki buna benzer mimiklerimiz. Benim gelinin hareketini bilemediğim gibi, bazılarını bilemiyebiliriz tabi. Oysa bir mimik sözlüğü olsa, açıp bakardım anlamına, böyle rüsva olmazdım okuyucularıma! Sen gelinin yaptığı hareketi bilmiyorum diye, beni hepten cahil zannetme. Elbet benim de bildiğim birşeyler var vücut dilinde... Bak şimdi, iki hareket biliyorum mesela, biri hani bizde kullanılan nah işareti, Brezilya'da iyi şans dileme anlamına gelirmiş. Bir de hani bizim, elimizi yukarıya çevirip parmak uçlarımızı birleştirerek yaptığımız nefis işareti var ya, bu ise İtalya'da bilakis hakaret olarak anlaşılırmış, iyi mi? Yani anlamını bildiğini zannettiğin bir mimiği, başka bir memlekette yaparken dikkat edeceksin. Bak işte geldin mi benim sözüme? Mimiklerin anlamını gösteren bir sözlük olmalı, hatta farklı coğrafyalara göre!

Tiklere gelirsem, tikler tam manasıyla ibretlik... Göz kırpan, burun çeken, omuz yada baş tıklatan, saçıyla oynayan insanlar vardır ya hani... Tiklerin anlamını yazan bir lügatımız olaydı fena mı olurdu? diye tam düşünüyordum ki... Ay, inanmıyorum! Vücut diliyle yapılan tikleri düşünürken aklıma ne geldi biliyor musun? Konuşma dilimizdeki tikler! Şimdi düşündüm de şöyle, ne kadar çokmuş meğer! Bak şimdi... Pratik.. kritik.. dokunmatik.. etik..akustik.. erotik.. fantastik.. estetik.. domestik.. sosyetik.. otomatik.. hahha... asortik.. patik.. fanatik hatta hatta atik ve tetik.. Ha bir de bankamatik!... Bir dakka hani bir jilet yok muydu, permatik! Tamam ben konuya nereden başladım nereye geldim değil mi? Anladım benim sonum hayra alamet değil, bitik inan ki bitik!
Not: Hayal Kahvem'e yazdığım eski bir yazım.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Bazan Epeyce Alınganım...

1998 Nobel edebiyat ödüllü, Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük adlı romanını geçen yıl okumuştum. Kitabın filme çekildiğini duyunca, merakla gelmesini bekliyordum. Daha önce okuduğum Patrick Suskind’ın Koku adlı romanının, sinemaya uyarlanmış filmini seyrettiğimde, film bana o kadar büyüleyici gelmişti ki, filmi tekrar tekrar izlemiştim. Okuduğum romanların başka bir öykü anlatıcının hayalinde nasıl canlandığını merak ederim. Bu nedenle, romanların sinemaya uyarlanmış halini, beyaz perdede seyretmeyi çok severim. Acaba Körlük romanının filmi de bana aynı duyguyu verebilecek miydi?

Şehirde araba kullanmakta olan bir kişi, durup dururken kör olur. Sonra muayeneye gittiği doktoru da kör olur. Şehirde kör olan insanların sayıları artmaya başlar.Şaşkın durumdaki siyasi otorite, körlüğün bulaşarak yayılmasından korktuğu için, görmeyen insanları öncelikle bir hastanede karantina altına alır. Kesinlikle dışarıya çıkmalarına izin verilmez. Yiyeceklerini ve ihtiyaçlarını dışarıdan göndermeye çalışırlar. Bir süre sonra görmeyen insanların sayısı o kadar çoğalır ki , doktorun karısı hariç tüm şehirdeki insanlar kör olurlar.Doktorun karısı, kendisinin de kör olduğunu söyleyerek, kocasının yanında kalmayı becermiştir. Hatta kadının filmdeki en büyük başarısı budur diyebilirim.

Bazan cinsiyet konusunda alıngan olduğum hissine kapılırım. Yok.. Yok... Galiba epeyce alınganım. Misal, bu filmde yazar, görme duygusunu kaybeden insanların psikolojik profilini çıkarmayı bir kadın gözünden yapmayı tercih etmiş. Görmeyenlerin durumunu bir kadının gören gözlerinden izliyoruz. Buraya kadar çok güzel. Ama filmin devamında gören kadının güçlü olması ve iktidarı ele geçirmesi gerekirken, gözü kör olduğu halde elinde silahı olan adamı iktidara geçiriyor yazar. Bukadar mı beceriksiz olur bir kadın? Aslında burada tabii ki -sanırım(!)- bu durumun cinsiyetle bir ilgisi yok. Gören kişinin yeti eksikliği aşağılanıyor ama ben gören kişi kadın ve yetersiz profil çizildiği için biraz alınganlık gösteriyorum. Herkes kör iken senin gözün cadı gibi görecek ve çaresiz kalacaksın. Olacak şey mi ? Ama yazarın asıl vurgulamak istediği de bu belli ki. Demek ki sadece görmek yeterli olmuyor. Demek ki gözün görse de gerekli becerin yoksa, kabiliyeti olup eline güç geçiren görme özürlü biri de senin yerine iktidarı eline geçirebilir. Vurucu olan da bu zaten!

Doktorun karısının gözleri, film boyunca o kadar trajediler görüyor ki, filmin sonunda herkes görmeye başlarken, bu kez kendisinin kör olacağını düşünüyor. Aslında toplumsal, ahlaki, siyasal yapılara tersinden bakmakta fayda mı vardır acaba? Sorgulatan ve düşündüren bir kitap ve film.
Doğrusu ben öncelikle kitabı okuduğum için memnunum. Hem okuduğum kitabın sinema perdesinde şekillendiğini görmek hoşuma gitti. Hem de özellikle Körlük filminin, kitabı okunmadan tam anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Bence kitabını okumuş olmam filmin seyrini daha kolaylaştırdı. Geçen yıl satın alıp okumadığım kitaplar arasında Jose Saramago'nun Görmek adlı kitabı duruyor. Umarım, yakın zamanda film seyretmekten fırsat bulurum ve bu kitabı okurum . Çünkü sinema, galiba kitaplarımın papucunu dama attı son günlerde!
NOT: Hayal Kahvem'e yazdığım eski bir yazım.

3 Kasım 2009 Salı

Bir Köy Mezarlığına Gömün Beni...

Bazan şairler ve şiirler dost olmaz mı insana? Aynı bazı öyküler gibi... O günkü halinize göre ilaç olur da bazan, yaranıza merhem sürerler sözgelimi. İşte o dostlarımdan biri Nazım Hikmet'tir. Bu gün canım nasıl da ünlü şairin Vasiyet şiirini okumayı istedi. Bugün bir köy mezarlığına çok tatlı bir kadını gömdük de.. Şimdi bu şiiri okumak aman ne iyi geldi!

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
Ölürsem kurtuluştan önce yani,
Alıp götürün Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan Beyin vurdurduğu
Irgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan,
yanık benzin kokusu tarlalar ortamalı,
kanallarda su ne kuraklık, ne candarma korkusu
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz
toprağın altında yatar upuzun,
çürür kara dallar gibi ölüler
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemiştim ben
daha onlar düzülmeden
duymuştum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden
Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-ki öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani....

Nazım Hikmet Ran

2 Kasım 2009 Pazartesi

Bazan İnsanın İçi Üşür mü?

Hayatın sana sırtını döndüğü zamanlar vardır hani. Hatırlasana. Hiç halinden anlamaz hayat. İçin acıyordur, üşüyordur hatta. Olur mu deme? Olur, olur! İnsanın içinin üşüdüğü zamanlar olur. Sırtın dik, başın yukarıda değildir eskisi gibi. Duruşun, bakışın değişir. Omuzlar çöker... Gözler açılmaya zorlanır. İnsanlar sırtını sıvazlamak isterler, dokunsunlar bile istemezsin. İstersin ki o ara, kimse sana bir şey demesin, seni kimse görmesin... Zaman hızla geçip gitsin. Hissettiğin duygu geçmez bilirsin. İstersin ki en azından zamanla küllensin. Hatta sen şöyle bir uzun uyuyabilmek istersin. Ninenin anlattığı Eshab-ı Keyf gibi misal... Hani bir zalim hükümdardan kaçan 7 genç ve bir köpek, bir mağaraya sığınmışlar. Orada uykuya dalmışlar. Bir uyanmışlar ki, rivayet bu ya meğer 300 yıl uyumuşlar. Devir, devran değişmiş. Belki de aynen böyle. Ne dersin? İhtimal bu ya, uyandığında kurtulmuşsun o eski duygulardan. Olur mu olur, teselli bulursun bu durumlardan. Sanki kötü bir düştü geçmişte olanlar. Bitti işte... Geçti, gitti, tamam!... Hayat dönmeye başlar sana. Gülmeye başlar suratına. Halinden anlamaya başlar bir sebeple. Nedense? Sırtın dikleşmeye başlar, başın yukarıya kalkar yeniden. Duruşun bakışın değişir. Başlarsın insan içine girmeye, muhabbet etmeye. Hatta kahkaha atarsın gerektiğinde. Ama artık eski sen değilsindir.İçini üşüten şey değiştirmiştir seni, sen farketmeden. Bir kişi daha gitmiştir hayatından işte. Bir boşluk bırakmıştır o giden yüreğinde. Onun yeri hep boş kalır. Bilirsin boşalan alan kolay hava alır. Üşür. İşte içim üşür ya zaman zaman... Bu nedenle...Biri daha... Sevgili Fevziye Hanım da hayatımızdan sessizce çekip gitti.. Bilmem...Anlatabildim mi?

Sofiye Loren Samatyalı mı?

Akşam kütüphaneme şöyle muzip gözlerle bakıyordum ki Atilla Atalay’ın Ebekulak adlı kitabıyla göz göze geldik. Geçenlerde Ebekulak öyküsünü okumayı nasıl canım çekmişti. “Eyvah!” demiştim. Önce kitabı her zamanki gibi evde bulamayacağım diye endişelenmiştim. Zira evdeki kitaplık gene o kadar karışmıştı ki. Sonra “Bir dakika” demiştim… Ben Ebekulağı bloğuma yazmıştım. Bu aklıma gelince, öpebilsem kendimi alnımdan öpecektim! O kadar sevindim. Sonra hemen bloğumdan okudum öyküyü tabi. Bir öykü her okunduğunda aynı lezzeti verir mi? İnsan bıkmaz mı aynı öyküyü defalarca okumaktan? Ben Atilla Atalay’ın Ebekulak’ adlı öyküsüne bayılırım! Nasıl tatlıdır. Nasıl damardandır… Of Of.. İnsana durup dururken “arapsaçı” nı söyletir. “gönlüm söz dinlemiyoor / sevdiğimi ver diyoor / kim görse şu hâlimi / bir daha sevme diyoor / aaah aşk yüzünden / arapsaçına döndüm / çöz beni arapsaçı / çivi çiviyi söker / budur bunun ilâcı. Okumak istersen bu öyküyü. Bloğumun sol üstündeki kutuya Atilla Atalay yaz. Tıkla. Karşına çıksın öykü. Oku bak, sen de benim gibi arapsaçını söyleyeceksin. Kesin!

Neyse… Hazır bulmuşken Ebekulak adlı öykü kitabını elime aldım tabi. Ahh! canım diye hasretle kucakladım. Sonra baktım şöyle usulca içine. Bir öyküsünde takıldım kaldım. “Sıdıka’nın Senaryosu.” Sıdıka ile ilgili daha önce blogumda yazı yazmıştım. Konusu hurafelerle ilgiliydi sanırım. Sıdıka, Atilla Atalay’ın meşhur bir kahramanıdır. Ev kızıdır, annesiyle sohbetleri komik ötesidir. Annesi Sıdıka’dan daha alemdir hatta… ”İntihar edersen eğer, baban seni öldürür!” diyen şekerlikte annelerdendir.

Erol Taş

Bu öyküsünde de gene anne kız muhabbeti var. Sıdıka anladığım kadarıyla TV ye hayatını anlatan bir senaryo yazmaktadır. Annesi bunu duymuş. Resmen köpürmektedir. Eceline mi susamış. Babası kızarsa neler olurmuş. Olacakları bilmiyor muymuş? Ama Sıdıka’nın yazdığının babasıyla bir ilgisi yoktur ki. Ayrıca Sıdıka babası için Terminatör III diye bir şey yazmayı düşünmektedir. Anne anlamaz. Ne olduğunu sorar. Sıdıka, Terminatör III'ün Erol Taş’ın geliştirilmiş modeli olduğunu söyler. Hiç babaya Erol Taş denir miymiş? Babaya senaryo yazılan eller kesilmez miymiş? Hemen kaldırmalı yazdığı senaryoyu Sıdıka, şimdiki gibi halen devam ederse yazmaya, anne Sıdıka’yı saçını başını yolmakla tehdit etmektedir. Sıdıka bir kutu Diazem yazmaktadır aslında annesine. Bu küçük kutuyu kullanınca anne, her konuda anlaşacaktır eltisinle bile. Sakinleşecektir.

Bruce Lee

Anne alınır bu sözlere. Sıdıka’nın papuç dilli cadaloz olduğunu söyler ve kafasına terlik indirir! Sıdıka insanın kafasına vurmamak gerektiğini, bişi diil beyin kanaması geçireceğini, senaryosu yerine tomogrofisi çekileceğini anlatmaya çalışır annesine. Aslında Sıdıka mutlu bir aile senaryosu yazmak istemektedir. Gerçekte ise Kozbi Ailesi'nin cinnet geçirmiş bir halleri vardır resmen. Ya da annesi Bruce Lee’nin kadın olanı, babası da Muhammed Ali Kley’in parkinsonsuz halidir. Gerçek halleri filme çevrilse millet boks maçı izliyoruz zanneder. Anne Sıdıka’nın kendisini Bruce Lee ye benzetmesine çok bozulur. Sofia Loren ya da Birjit Bardor ne güne duruyordur? Sıdıka Zsa Zsa Gabor’un da olabileceğini söyleyince , annesi kolay bir şey demesini, kısaca M.M yada B B demesini ister sözgelimi.

zsa zsa gabor

Gerçekten ömür kadındır Sıdıka’nın annesi. Aslında istemektedir işte ünlü olmayı. Ne olacak sanki, Sıdıka annesine şööle güzel bir rol yazsa, annesi oynasa televizyonda fena mı olur? Zaten televizyonlar kafayı üşütmüş, neyi çekeceklerini, kimi çıkaracaklarını bilemiyorlar… Belki şans Sıdıkalar’ın ailesine güler. Anne bütün bu muhabbetten sonra heveslenir. Kızına yazmasını, babasına söylemeyeceğini, ama kısa metrajlı olmasını, çabucak oynanmasını söyler. Mesela kendisini İtalyanmış, kontesmiş gibi göstermesini ister. Sofiye Loren Samatyalı mıdır? İtalyan değil midir? Zaten gençken herkes anneyi Sofiye Loren’e benzetmedir. Gençken kocası da Körk Daglıs a benzemektdir. Rahmetli kayınvaldesi onu hamamda beğenmiştir. İyi de hamamla İtalya’nın ne ilgisi vardır? Sıdıka İtalya nın pahalı olacağını söyler. Ama anne öyle bir heves etmiştir ki, itiraz istemez. Eğer anneyi dinlerse Sıdıka, Oskar alacaktır Oskar!

Öyküde yeni bir bölüme geçeriz. Durumu baba duymuştur. Anne ağlamaktadır. Sıdıka üzüntülüdür. Çünkü anne ve babası acayip havaya girmişler. Kimin adı jenerikte üste yazılacak, kimin alta yazılacak diye kapışmaktadırlar. Annesi Sofiye Loren’in afeşlerde isminin hep en üstlerde yazıldığını söyler. Kocasına öyle öfke doludur ki Sıdıka’dan babası için bir dayak sahnesi yazmasını ister. Öyle bir sahne olmalıdır ki, Alen Delon’la Jan Pol Belmondo bir olup babasının ağzının burnunu kırmalılar, üzerlerine lazer tabancası sıkmalılar… Böyle şirin bir öyküdür işte Sıdıka’nın Senaryosu. Atilla Atalay gene hem düşündürür hem de kıkır kıkır güldürür.

1 Kasım 2009 Pazar

Film Gibi Yemek Tarifi



Sana Lucy ile Henry'nin hikayesini anlatmış mıydım? İ.Ö 3000li yıllarda başlayan, günümüze kadar hep aynı şekilde tekrarlanmakta olan hikaye vardır ya hani... Sana anlatmamış olamam. Çünkü sen seversin romantik hikayeleri. İşte bu da, o hikayelerden biri... Aslında bu hikaye aynı zamanda bir yemek tarifi. Hikayenin mutfak çeşidi yani...

Hikaye bu ya... Farzet ki senle ben Havaii'de bir evin mutfağındaymışız. Sanki bu mutfak bir beyaz perdeymiş. Mesela senle birlikte bir film izlemekteymişiz. Ne dersin? Burası zengin mi zengin bir mutfakmış mesela. Her türlü hububat,zerzevat, nebatat, sakatat mevcutmuş fazlasıyla. Etler dizim dizim diziliymiş dolaplarda. Piriçler çuval çuval yüklüymüş ambarlarda. Şenlikli mi şenlikli, eğlenceli mi eğlenceli bir mutfak. Bu mutfağın çapkın bir jönü varmış. Adı Henry! Mutfağın eti. Adeta bir kazanova gibi yaşamaktaymış. Her türlü erzakla iyiymiş arası, her türlü hububat, zerzevat, nebatat ve sakatatla hemhal olmaktaymış devamlı. Her gün başka biriyle pişiriyormuş işi, sanki daldan dala konan hercai! Kim etle birlikte pişse, lezzetini ona katıyor, ortaya şahane nefasette yemekler çıkıyormuş. Bunu öğrenen her türlü mutfak erzağı, mutlaka Henry ile pişmek istiyormuş. Zeytinyağlı yemekler özellikle, Henry ile pişirilen yemekleri nasıl kıskanıyorlarmış anlatamam. Çoğu içine limon sıktırıyormuş ki, gözyaşlarını biri görürse ve "ne oldu?" derse, bahanesi olsun istiyormuş ,"limondan" diye. O kadar kıskanıyorlarmış yani et ile pişen yemekleri, bilmem anlatabildim mi?

Henry'nin çapkınlıkları ve bu safahat hayatı Lucy ile karşılaşması ve ona körkütük aşık olmasıyla değişmiş. Lucy kim miymiş? Mutfağın akça pakça dilberi pirinç tabi. Pirinç mutfakta çuvallarda saklansa da, el üstünde tutulmaktaymış son zamanlarda. Çünkü kısa süreli bir hafıza kaybından muzdaripmiş. Henry'nin, her buluşmalarında Lucy'yi yeni baştan etkilemesi ve kendine aşık etmesi gerekmekteymiş. Tamam, et her nekadar geçmişinde bir çok erzakla beraber pişmiş olduğundan tecrübeli olsa da, pirincin kendisi gibi hissedip hissetmediğinden emin olamadığı için, sürekli stres içindeymiş, ne yazık ki. Bu derdi kendine yetmiyormuş gibi, üstüne bir de tuz biber eklenmesin mi? İyice sıkıntıdaymış yani. Tam anlatamadım mı yoksa?Acele etme lütfen, anlatacağım teker teker şimdi...

Bak şimdi, et aşık ya mutfağın akça pakça dilberi pirince... Bugün neler olacak acaba gene diye sıkıntı içindeymiş. Hergün yeniden yağda kavrulurmuş bir tencere içinde. Sıkıntısını göstermek istemezmiş pirince... Tencerede kavrulurken, suyunu bir salar bir çekermiş... Bir salar bir çekermiş. Bilen bilir halini, bu çektiği aşk acısı onu iyice pişirmekteymiş. Pirinç ise kendi halinde ayrı bir yerdeymiş. Her sabah etin çektiği çilelerden habersiz, önce derin bir tasın içindeki sıcak suya dalarmış. Yumuşar ve daha beyazlarmış. Sonra soğuk duşun altında yıkanırmış iyice, tüm nişastalarını dökermiş. Ne dert kalırmış ne kasavet! Ama bir derdi var dedim ya, yıkanırken soğuk suda akıp giden nişastalar gibi, her gün geçmişe ait tüm anıları da silinip gitmekteymiş. Bunu nasıl mı anlıyoruz? Şöyle... Bir gün önce eti tencerenin dibine sermişler kavrulmuş vaziyette. Sonra soğuk suda yıkanmış pirinci koymuşlar üzerine. Et ve pirinç bir araya gelince, üstlerini aşacak kadar sıcak su koymuşlar... Ayrıca tuz ve tereyağ eklemişler ki iyice lezzetlerine lezzet katsınlar. Her ikisini tencerede bırakmışlar ateşin üstünde. Kısmışlar ateşi ki, yanmasınlar, yavaş yavaş demlensinler. Her ikisi pişmişler sahiden beraberce. Sonra ters çevrilmişer bir tepsiye. Kavrulmuş et ve demlenmiş pilav şahane bir birliktelik oluşturmuşlar. Sevmişler birbirlerini, çılgınca aşık olmuşlar.

Ertesi sabah et ve pirinç tekrar bir araya gelince, et seslenmiş pirince "Lucy, nasılsın?" diye. Pirinç tanımamış Henry'i. Demiş " Sen kimsin? Ben tanımıyorum ki seni". Şaşırmış, kalakalmış tabi Henry. Neyse, sonra Henry öğrenmiş ki, Lucy bir kaza geçirmiş ve daha önce anlattığım gibi bir hastalıktan muzdaripmiş. Bugün yaşadıklarını yarın unutuyormuş. Henr'nin hergün yeni baştan kendini tanıtması, Lucy'i kendine aşık etmesi gerekiyormuş. Henry, eğer Lucy'nin sevgisini kazanmak istiyorsa hayatı boyunca her gün ilişkisine sıfırdan başlamak zorundamış. Henry de Lucy'i çok sevdiği ve onunla birlikte pişmek istediği için, her gün bu çileye katlanırmış. İşte bu hikayem de böyle! Onlar ermiş muradına,biz çıkalım kerevitlerine!

Ne? Sen bu hikayemi bir filme mi benzettin? 50 İlk Öpücük mü? Henry'i Adam Sandlar, Lucy'i Drew Barrymore oynuyor bu filmde öyle mi? Mümkün değil! Benim anlattığım hikaye İ.Ö 3000 yıllarına dayanıyor. Efsane olmuş bir hikaye filme çevrilmiş olabilir tabi. Ama şunu bil ki, o seyrettiğin filmin gerçek hikayesi böyle! Yiyene.... Afiyet olsun:)