9 Şubat 2011 Çarşamba

Cahit Sıtkı Tarancı Ve Suretler


Ben var ya, Suretler adlı filmi seyredince, keşke bu filmde Bruce Willis yerine şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı oynasaydı diye düşündüm. Keşke... Neden mi? Anlatacağım. Bak şimdi, filmin konusu kısaca şöyle... Gene gelecek yıllardayız.. Yok başka bir gezegende değiliz. Dünyadayız. Teknoloji iyice gelişmiş. Robot bilimi almış başını gitmiş. Öyle ki, robotla insanı neredeyse ayırmak mümkün değil. Bilim insanları öyle sahici robotlar ya da bu filmde söylendiği gibi  öyle sahici insan suretleri imal etmeyi becermişler ki dizim dizim, çeşit çeşit, cins cins robotlar piyasada ucuza satılmaya başlamış. Sende cebindeki parana göre istediğin model ve cinste robot alabiliyorsun. Evde uzanıyorsun koltuğuna. Kafana taktığın bir aparatla, beyin dalgalarının sinyalleriyle robotuna erişiyorsun.


Sen bir beyazsın da zenci olmak istiyorsun misal... Al bir zenci suret, senin yerine geçsin. İri kıyım, kallavi bir kızsın aslında, hep japonlar gibi çekik gözlü, ince, narin olaydım keşke derdin ama... Bu isteğini gerçekleştirebilirsin. Satın aldığın robotun kafasının arkasına bir cip geçireceksin. Sen evde yattığın yerde ne düşünüyorsan, düşündüklerini suretin yoluyla gerçekleştirebileceksin. Mesela sen gitmeyeceksin de, o güzel biçimli suretin işe gidecek. Ne güzel değil mi? Aslında hoşuma gider böyle alengirli işler. Bu nedenle Suretler filminin konusuna bayıldım önce. Dedim ki ne güzel ya! Ben yatsam evde, benim yerime suretim işe gitse. Mesela.. Ya da yapmak istemediğim bir işi suretime yaptırabilsem diye düşünürken... Düşünürken... Cahit Sıtkı Tarancı aklıma gelmesin mi birden? Ne ilgisi mi var? Var... Var... Vallahi var. Bak şöyle:


Cahit Sıtkı Tarancı'nın en ünlü şiiri ne? 35 yaş. Peki şair bu şiirinde ne anlatır? Yaşı 35 olmuştur. Kendini Dante gibi ömrünün ortasında hissetmektedir. Şakaklarına kar yağmıştır.Yüzündeki çizgilerin varlığından ziyadesiyle rahatsız olmaktadır. Hele göz altındaki mor halkalar yüzünden dertli dertli hayıflanmaktadır. Yıllar yılı dost bildiği aynalar ise şairimizin gözüne düşmanmış gibi görünmektedir. İşte bütün bunları hissettiği için Cahit Sıtkı Tarancı Suretler filmine çok uygun düşmektedir. Madem hoşnut değil yaşından, kırışığından, göz altındaki mor halkalarından... Böyle umuma çıkmak hoşuna gitmiyor... Rahatsız oluyor fiziki durumundan... Piyasada satılan bütün suretler genç, güzel, yakışıklı, güler yüzlü, incecik, atletik ya da manken gibi falan. İnsanlar o kadar hallerinden Cahit Sıtkı Tarancı gibi hoşnut değiller ki, her birinin suretleri var. Sokağa bakıyorsunuz diyorsunuz ki, "Bu ne? Bu mahallede hiç mi çirkin, yaşlı, şişman, kısa, kılıksız, makyajsız, asık suratlı, mutsuz insan yok! Nasıl yani!" oluyorsunuz... Aslında bilim insanları bu suretleri felçliler, engelliler için icat etmişler. Suretleri icat eden "güçsüzlere güç vermek için bunu tasarladım" diyor. Niyet şahane. Sonra ağır işlerde, savaşlarda kullanılmaya başlıyor. Nihayetinde suretler iyice ucuzlayınca hemen herkes bir ya da bir kaç suret sahibi olabiliyor.


Tamam herşey çok güzel görünüyor buraya kadar. Keyifler keka! Ama o kadar basit değil aslında. Diyelim ki arada şarj ettiğin suretin senin yerine her şeyi yapacak, sen yaşıyor sayılır mısın bu durumda? Sadece evde yaşayarak geçer mi bir ömür? Açık havada yürümeyeceksin, koşmayacaksın, yüzmeyeceksin, ne bileyim güneşin batışını ve doğuşunu görmeyeceksin. Sen hep evdesin. Sadece yiyip, içip, yatacaksın. O kadar. Her şeyi senin yerine suretin yapacak. Düşünsene senin suretinle, kız arkadaşının sureti arkadaşlık edecek. Ya da şu anda arkadaşlık ettiğin kızın gerçeği, belki de yaşlı, çirkin, gudubet bir erkek. Ne bileceksin? Aman Tanrım di mi? Yaa! Şimdi işin rengi değişiyor değil mi? İşte madalyonun arka yüzü... Peki sen evdeyken başına bir şey gelse ne olacak? Zaten film, beyinlerine gönderilen sinyallerle evdeki bazı insanların öldürülmeleriyle hareketlenmeye başlıyor.


Ancak benim bu yazıyı yazmaktaki niyetim filmi anlatmak değil. Filmin bir çizgi romandan senaryolaştırıldığından, Alex Proyas'ın Ben Robot ya da Steven Spielberg'in Yapay Zeka adlı filmleri ile ortak paydalarından, suretlerin haklarından, konunun içindeki kimi tutarsızlıklarından, şahane makyaj tekniklerinden, oyuncuların rol kabiliyetlerinden falan bahsetmek hiç değil. Niyetim ne şakayla karışık yazdığım gibi gelecekteki suretli günlere heves etmek, ne de aman ne feci bir vaziyet demek... Hiç biri değil. Ben sadece şunu düşündüm bu filmi seyrederken.. Eğer Cahit Sıtkı Tarancı oynayabilseydi Suretler adlı bu filmde Bruce Willis yerine.. 35 yaş şiirini yazardı belki gene ama... Yazmazdı üzüntülü bir şekilde. Çünkü derdi ki: "Her yaşın kendine göre güzelliği var arkadaş! Mesele insan sureti değil, mesele insan olabilmekte!" (02.10.2009)
 

8 Şubat 2011 Salı

Biraz Mola... Hayalcilerin Dünyasına Küçük Bir Yolculuk...




Şimdi işe biraz mola vereceğim. Bir elimde yandan çarklı kahvem. Diğer elimde Murathan Mungan'ın ilaç niyetine okuduğum kitabı Meskalin 60 Draje. Tamam. Bugün yüreğim Tasavvur adlı  drajesini kahveyle birlikte hüpletmek istiyor. Dinleyeceğim yüreğimi. Şifa niyetine okuyup içeceğim. Murathan Mungan diyor ki: "Galiba en acısı, insanların artık "tasavvurlarını" yitirmiş olmaları. Gündeliğin baş döndürücü hızı, gelecek endişesi, yarın korkusu, şimdiki zaman mutsuzlukları arasında bütün bütüne yitirilen hayal kurma gücü, hepimizin elinden geleceği alıyor... Gelecek kimseye kalmıyor." Ne kadar doğru tespitler değil mi? Murathan Mungan'ın şiirlerinin tam manasıyla müptelasıyım. Deneme kitapları ise resmen ruhuma ilaç...  Yeminle böyle hissediyorum. Kendisi farkında olmalı ki şu anda elimde tuttuğum kitabına Meskalin adını vermiş. Bu kitapla gözümüzün önünde duran olgulara bakarken, gerçekliğin  değişik ve farklı boyutlarıyla yüzleşmeyi, yanlış öğrenmelerin kirlettiği algılarla gözümüzün bizden sakladıklarını yeniden tartışabilmeyi amaçlamış.  Bana göre Murathan Mungan günümüz Türk Edebiyatının en güçlü şairlerinden, düşünürlerinden biri. Ortalarda yok. Adı çok fazla duyulmuyor. Biliyorum ki onun Türkçe'sinin lezzetini alan asla peşini bırakamıyor. Sonra ben bir Murathan Mungan ideolojisinin var olduğuna inanıyorum. Ve bu ideoloji bana çok yakın, çok tanıdık  geliyor. İşte şimdi Tasavvur ile ilgili yazısını okuyorum. Ve yazdıklarına yürekten katılıyorum. Günü yaşamaya, günü kurtarmaya, günü yakalamaya çalışmaya akortlanmış insanlar olarak  yanlızca zamanımızı değil, aklımızı ve hayallerimizi  de daralttığımıza inanıyorum. Gene bir başka şairi hatırlamanın vakti. Gülten Akın'ın o güzeller güzeli dizesi.. "Ah, kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya." Bu dizeyi sık sık yazmak istiyorum. Günümüzün dört bir koldan akan görüntü kirliliği, resmen bizlere görüntü hipnozu yaratıyor. Ve  artık uyuşmuş gözlerle hiçbir şey görmez, hissetmez oluyoruz. Yazar gibi bu durum  beni çok korkutuyor. Kimi zaman gördüğümüz şeyler asıl görmemiz gerekenleri kapatıyormuş gibi  his veriyor. Ve gözlerimizin önünde yenileşme diye gerçekleşenler, kişisel ve toplumsal  tarihimizi bir bir yok etmekle kalmıyor, hayallerimizi, ortak tasavvurlarımızı yok ediyor. "Tasavvurlarının arkasında hayatlarıyla duranların, durabilenlerin sözlerinin dolaşımında zenginleşebileceği bir çağa, hiçbir hayalin gerçeklikle sınanmadığı, "gerçekçi olmamakla" suçlanmadığı kolektif bir çağa hazırlandığımızı düşünüyorum. Hayatı, sanat gibi yaşamak isteyen büyük hayalcilerin korkusuz tasavvurları, rüya zenginlikleri, içinde bulunduğumuz  tıkanıklığı aşabilecek en büyük kaynak bence." diyor Murathan Mungan.. Mola bitti. İşe dönmeliyim. Ama önce illa ki  büyük bir hayalcinin hayalini dinlemeliyim. John Lennon söylüyor... İmagine... HAYAL ET!

Giden Sonbahara Elveda De - Gary Moore Ölmüş.


one day

falling in love with you



 
 



7 Şubat 2011 Pazartesi

Kabak Çiçeği'nin Çiko Aşkı - Vazgeçmem!

Umrumda değil yaşamak ölmek
Canımdan geçerim senden vazgeçmem
Olur mu bu aşkı bir anda silmek
Canımdan geçerim senden vazgeçmem





Dünya tersine dönse vazgeçmem
Gökteki güneş sönse vazgeçmem
Sensizlik inan ki ölümden beter
Canımdan geçerim senden vazgeçmem
Senden vazgeçmem ölsem vazgeçmem






Artık bundan sonra sensiz olamam
Kendime başka bir dünya kuramam
Mümkün değil benim sensiz yaşamam
Canımdan geçerim senden vazgeçmem 
Senden vazgeçmem ölsem vazgeçmem!



 NOT: Zagor çizgi roman kareleri ile Müslüm Gürses'in söylediği Vazgeçmem adlı şarkının sözlerini eşleştirdim:)

Of, Ne Tatlılar! Say Say Say...


say say say

Okuduğum Romanı Sinemada Seyretmek

Kitapçılar, kütüphaneler, sahaflar mabed gibidir. Büyülü mekanlardır buralar. Tuhaf bir huzur duyarım. Gün içinde canımı sıkan bir durum olduysa, hemen arabama atlarım. Müzik açarak bir süre arabamla yol alabilir ve kolaylıkla kafamı  dağıtabilirim. Ama beni en fazla rahatlatan kitapçıya ya da sinemaya gitmektir. Kitapçılar ve sinema salonları kalabalık mekanlar gibi görünseler bile, değillerdir aslında. Her iki mekanda da kendime ait mahremiyet alanım olduğunu hissederim. Kitapçıda avucumun içindeki kitabın, sinemada gözümün önündeki filmin illüzyonuyla, birdenbire değişik dünyalara ışınlanabilirim. Sihirli mekanlardır kitapçılar ve sinemalar...

Peki, ya  okuduğum romanın filme uyarlanmış halini seyrediyorsam beyaz perdede… Değmeyin artık benim keyfime! Şimdi anlatacağım böyle bir durum işte. Kıskanmak! Nahit Sırrı Örik tarafından 1946 yılında yazılmış romanı yıllar önce okumuştum. İnsan hallerini anlatmaz mı kitaplar ve filmler? Anlatırlar tabii ki… İşte Kıskanmak adlı romanda, çirkin bir kadının halinde kıskanmanın ne dehşetli durumlara yol açabildiği etkili bir dille kaleme alınmıştı. Romanı okuğumda çok etkilendiğimi hatırlıyorum.

2006 yılında Kader adlı filmi ile Altın Portakal’da “En İyi Film” Ödülünü kazanan Zeki Demirkubuz’un, bu romanı aynı adla senaryolaştırdığını ve filme çektiğini duyunca sabırsızca filmin vizyona girmesini beklemiştim. Roman bir dönemi anlatıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında geçiyordu. Yönetmen acaba kitapta anlatılan dönemi, atmosferi canlandırabilmiş miydi? Yönetmene göre  çirkin olmak nasıl bir haldi? Çirkin biri yönetmene göre güzellikleri nasıl görüyordu? Kitabın okura geçirdiği duyguları film seyircisine anlatabilecek miydi? Romanda yazar, nasıl bir öykü anlatıyorsa, filmde de yönetmenin öykü anlatıcılığı söz konusu değil midir? Romanı okurken anlatılanların hayal dünyamda canlanması benim muhayyilemle sınırlıdır. Okuduğum romanın sinemada yönetmen tarafından nasıl anlattığı çok merak ederim. İşte bu sebeplerle Kıskanmak romanının sinemaya uyarlanması bende inanılmaz bir merak uyandırmıştı. Ve filmi büyük bir zevkle seyrettim. Kıskanmak, 2009 'da seyrettiğim en hoş ve etkili Türk filmlerinden biridir. (10.01.2010)

Barış Manço ve İmkansız Aşklar


Kalabalık bir grup arkadaşla, 1970 den günümüze nostaljik şarkıların hatırlanıp söyleneceği geceye gittiğimizde, gecenin olmazsa olmazı Barış Manço şarkılarıydı. Barış Manço benim çocukluğum, gençliğim, bugünüm... Ve geleceğimde de olacağı kesin. Şarkılarıyla, tarzı ve duruşuyla, "Yediden yetmişe" adlı özel televizyon programlarıyla, herkesin gönlüne taht kurmuş, çok sevip çabuk yitirdiğimiz bir efsane isim. "Bugün bayram erken kalkın çocuklar, Giyelim en güzel giysileri, Elimizde mavi kır çiçekleri, Dinleyelim bugün annemizi" şarkısıyla güzelleşmez mi bayram sabahları Barış Manço sayesinde? Hem sevinci, hem de hüznü barındıran bir şarkıdır.


Barış Manço'nun çok bilindik şarkılarının dışında iki şarkısının bende özel bir yeri vardır. Hem müzikleri hem de tasavvuf kokan sözleriyle şahane iki şarkısı: "tuz ekmek hakkı bilene / sofra kurmasan da olur / ılık bir tas çorba yeter rızkım buymus der icerim/ kadir kıymet anlayana sandık acmasanda olur / kırk yamalı hırka yeter idris biçmis der giyerim " Diğer şarkısı da " bir sen var ki benim içimde benden öte benden ziyade /bir sen var ki senin içinde senden öte senden ziyade"


Gençlik yıllarının platonik aşklarına merhem olmuş bir şarkısı da "Unutamadım"dır. Barış Manço biraz imkansız aşkların şarkıcısıdır aslında. Sevgilinle yolların ayrılmıştır. Sevgili giderken unutmak kolay demiştir. Alışırsın demiştir. Yapayalnız, yağmurlarda ıslanmış bomboş yollarda dolaşırsın. Heyhat! Gözlerindeki yaş ve kalbindeki sızı onu unutamadığını itiraf eder ya hani ve sevgilinin seni unutabileceğini ama senin asla onu unutamayacağını anlamasını beklersin. Şarkı sözlerinde yıllar sonra karşılaşırsın eski sevgilinle ve yıllar ikinizden de ne çok şey götürmüştür. O bir yuva kurmuştur ama sen paramparça bölünmüşsündür. Tekrar anlarsın ki onu unutman mümkün değildir.


Diğer sevdiğim  şarkısı ise unutulmaz müziği ve sözleriyle "Kol Düğmeleri" dir. Hani son gece sevgilisinden bir çift küçük kol düğmesi hediye almıştır. Sessizdirler. Geriye konuşulacak bir şey kalmamıştır ya hani.. Kol düğmeleri aşklarının simgesidir artık. Yalnız gece buluşup, yaşlı gözlerle sabah ayrılan, ayrı yollardaki sevgililer için yazılmış bir şarkıdır. Bazı insanlar vardır tanışmazsınız ama hayatınıza renk katan, dünyayı daha yaşanılır kılan insanlardır onlar. Barış Manço hayatımın renklerinden biridir. Nur içinde yatsın.  Şarkılarını dinlemek bünyeme daima iyi gelir.  (02.02.2010)

6 Şubat 2011 Pazar

Onsuz Asla Olmazdı... Yeri Dolmazdı..

 
Günümüzden 147 yıl önce doğmuş bir yazar. İnanamıyorum.. O kadar yıl geçmiş mi sahiden? Acaba yukarıdaki fotoğrafından kim olduğunu hatırlamak mümkün mü? Bugün minibüsle İzmit’e gidecektim. Araba kullanmayacağım ya yanıma bir kitap alayım istedim. Hep ucu ucuna yaşadığım için gene pür telaş içindeydim. Kitaplığın yanından geçerken bahtıma ne denk gelirse diye rafların birinden bir kitap çektim. Kitabı çantama koydum.. Koştura koştura yola koyuldum.. Arabaya bindiğimde kitabı çıkardım ki.. Aa! O ne? Yılardır okumadığım bir kitap! İnan varlığını bile unutmuşum.. Heyy! Bu Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın öykü kitabı.. Ne kadar sevindim anlatamam! Oy, önce şöyle bir kitabı hasretle kucakladım.. Canım ya.. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç.. Hatırlamaz mıyım hiç? Hımm.. Bu epeyce uzun bir öykü.. İzmit'e varana kadar bitiremem.. Bitirmeden bırakırsam yazara ayıp olur diye arabadan inemem.. İyisi mi ben bu öyküyü usulca atlayayım da kısa olan ikinci öyküye geçeyim dedim.. İkinciyi sevinçle okumaya başladım.. Bu öyküsünün adı ne biliyor musun? Melek Sanmıştım Şeytanı.
 
 
Aradan bu kadar zaman geçmiş. Dile kolay. Nerden baksan aramızda bir buçuk asır var. İyi bir edebiyatçı yaşlanır mı hiç? Hele ölür mü peki?  Mümkün mü? Tekrar anladım ki mümkün değil!.. Öyküde kibarca bir ailenin yanında üç yıldır içgüveysi olan Hüsnü, kendi başından geçenleri anlatıyordu. Öyle eğlenceli bir lisanla, öyle tatlı bir mizahla anlatıyordu ki, bir an karşımda gencecik yaşında Hüseyin Rahmi Gürpınar oturuyor sandım. Evet.. Hayal değil hem de gerçekten. O samimi üslubuyla sırlarını bana döküyordu resmen. Dırdırcı kaynana, altına iç takkesi giymekle kafasındaki şapkanın günahını hafiflettiğine inanan kayınbaba ve kıskanç bir eş. Yan bastığı, öne baktığı, aksırdığı, öksürdüğü affedilmez kabahat olan sığıntı durumda bir damat. Asıl önemlisi o devirlerin aile ve sosyal hayatını gözler önüne seren eğlenceli bir tasvir. Bu kadar etkilisini hangi tarih kitapları anlatabilir? Sanki Hüseyin Rahmi Gürpınar anlatıyor, ben de dinledikçe dayamıyor kıkır kıkır gülüyordum. Sırlarını anlatıyordu anlatmasına ama ayrıca tatlı tatlı da akıl veriyordu. Öykü bitince yazarın diğer öykülerini düşündüm. Biliyorum öyküleri aklıma geldikçe minibüsteki yolcuların tuhaf bakışlarına aldırmadan kendi kendime güldüm. O çocukluğumda okuduğum perili Gulyabani, Cadı öyküleri mesela... Tekinsiz öykülere onunla alışmıştım galiba. Şimdi ne düşündüm biliyor musun? İyi ki doğmuş, iyi ki bu öyküleri yazmış Hüseyin Rahmi Gürpınar! İyi ki! Ruhuna Rahmet!.. Onsuz ne eksik olurduk değil mi? Yeri tam bir boşluk olurdu. Kesin! Sen hiç Hüseyin Rahmi Gürpınar'sız bir Türk Edebiyatını düşünebiliyor musun? Hey! Aslaaa! Mümkün değil!

Dylan Dog Çizgi Roman Kareleriyle - Bülent Ortaçgil Şarkısı

 
Olmalı mı olmamalı mı
Yoksa hiç değişmemeli mi
Ama ben değişmezsem,
Ben olamam ki



Görmeli mi görmemeli mi
Yoksa hiç bakınmamalı mı
Ama ben bakınmazsam,
Hiç göremem ki




Sevmeli mi sevmemeli mi
Yoksa hiç beğenmemeli mi
Ama ben beğenmezsem,
Hiç konuşmam ki

5 Şubat 2011 Cumartesi

Acaba Bu Kez Ölçüyü Mü Abarttım?


Ben var ya az önce bir şey yaptım... Bir şey... Ne bu? Ne demeliyim bilmiyorum ki... Şahane bir şey! Bak şimdi. Kendi yaptığını kendi beğeniyor deme olur mu? Olağanüstü oldu inan ki. Önce elma payı gibi bir hamur hazırladım. Cam tepsiye incelterek  yaydım. Önceden ısıtılmış fırına bu hamuru attım. Bu arada bir paket çikolatayı erittim. Aynı anda dövülmüş fındığı tavada şöyle bir kavurarak döndürdüm. Fırından çıkardığım  hamurun üzerine erittiğim çikolatayı sürdüm. Üzerine kavrulmuş fındıkları serptim. Dayanamadım. Bir parça kesip ağzıma attım. Oy oy oy! Enfes... Nefaseti yerinde, lezzeti fevkaladenin fevkinde bir şey  oldu yemin ederim. Ya kokusu.. Hımm.. Hepsini saymayayım da sadece çikolata ve kavrulmuş fındık kokusunun insanın nasıl başını döndürdüğünü söyleyeyim. Buna ben ne diyeyim? Ne diyeyim? Goflet gibi bir şey bu... Ne bu? Bilmiyorum. Ama çok sevdim. Çok sevdim.  Biliyorsun abartma sanatında üzerime yoktur. Acaba malzemenin içine kattığım  iki tutam sefkat, üç tutam sevginin ölçüsünü mü abarttım:)

Suçum Büyük... Üstelik Taamüden...


Nasıl heyecanla kitapçıya girdim anlatamam. İçim içime sığmıyordu! Bilmediğim sihirli bir el  sırtımdan  iterek gideceğim istikameti belirliyordu sanki.  Dergilerin olduğu bölüme yöneldim. Özellikle aradığım o dergi var ya o dergi… Bulmalıydım! Bulmalıydım illa ki!   Göz radarlarımı sonuna kadar açtım. Dergileri hızla taradım. Hey! İşte aradığım dergiyi bulmuştum. Merakla elime aldım. Ne fena! Dergi naylon poşet içindeydi. Kapağına merakla baktım. Resmini kapak yapmamışlar iyi mi? Onun yerine  Kurtlar Vadisi  filmlerinin baş jönünün kurşun ve silahlara kuşanmış  halini kapak resmi niyetine koymuşlar.  Aldırmadım.  Hatta hiç şaşırmadım bile diyebilirim. Derginin kapağındaki yazıları tek tek inceledim. Aaa! Aradığım kişi ile ilgili hiç iz bulamadım.  Hayret edilecek şey! Allahım, yoksa  bu dergide değil miydi? Yanlış hatırlıyor olabilir miydim? Bu dergide röportajı olacaktı ya, bloğunda yazıyordu hani. Emindim. Kapakta adından hiç iz yoksa bu dergide olamaz diye aklımdan geçirdim. Birden nevrim döndü.  Tam dergiyi yerine bırakacakken fikir değiştirdim. Naylon poşeti yırttım ben. Dergiyi çıkardım yırttığım naylon poşetin içinden. Heyecanla sayfalara hızlı hızlı bakmaya başladım. Yok.. Yoktu işte. Bu dergi değildi demek ki... Of! Bakar mısın  şu olana bitene? Kendimi kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz kalmışım gibi hissettim.  Umutsuzluğum o denli büyüdü ki  sırtımdan aşağıya bir buz kalıbı attılar sanki... İçimdeki buz kalıbı bünyemin ısısıyla suya dönüştü. İçimde fokurdamaya başlayan su dışarıya çıkmaya çalıştı tabii. En uygun çıkış yeri gözlerimdi.  Ansızın gözlerimden pıtır pıtır yaşlar  dökülmedi mi?  Aaa! Ağlıyor muydum yoksa ben?  Evet ağlıyordum ne olacak ki? Tam bu dergi değildi demek, bulamadım işte diye düşünürken… Tam dergiyi yerine bırakacakken... Umutsuzca derginin son sayfalarına bakıyordum ki... Nanananomm! Buldum. Oydu işte! Dergide yarım sayfa fotoğrafını gördüm önce. Mecnun Kuleleri üzerinde uçan bir zeplin görmüş gibi  sevinç  içinde ağzım açık bakakaldım bir süre. Hemen kitapçıdaki mor pufu ayağımla yanıma çektim. Eteklerimi topladım.  Mor pufa sevinçle hoplayarak  oturdum. İçime tatlı bir serkeşliğin çöreklenmeye başladığını hissettim. Hey! Senin yüreğin yaramaz yaramaz çırpınır mı bazen? Hani  misal bu ya, aklından geçirdiğin muzipliği tam gerçekleştirmek üzereyken...  Hele kaç yaşına gelirsen gel, benim gibi uslanmaz bir yüreğe sahipsen... Bak şimdi... Çantamı ayağımın yanına yere fırlattım. Sonra dergideki fotoğrafına iyice baktım. Gülümsüyordu. Elim büyük bir arzuyla çantama gitti. Çantamdan çıkarttım önceden hazır ettiğim tükenmez kalemimi. Haşarı bir okuruyum ben… Evet… Feciyim feci! Hiç acımadım. Hiiç! Bunu uzun zamandır düşünmekteydim. Düşündüğümü bile isteye gerçekleştirdim. Tükenmez kalemimle Atilla Atalay'ın  yüzüne bıyık çizdim. İnan kitapçı kalabalık olmasa mutluluktan kahkaha ile gülecektim. Hımm.. Suçsa bu... Suçumu kabul ediyorum hakim bey... Tamam... Suçum büyük...  Ve üstelik taamüden.  Hemen Aktüel dergisindeki Atilla Atalay'ın röportajını okumaya geçtim. Tam o anda şehrin yükselen yıldızı, kuyruğuyla dünyayı devirip kayıplara karıştı. Havanın boşluğunda birbirine çarpıp yankılanan keder ve  sevinç, yer kabuğunu boydan boya yararak ilerledi ilerlemesi de bir şey sorabilir miyim?  Ağlamakla gülmek kardeş mi sahiden?

4 Şubat 2011 Cuma

Hayatımızı Renklendiren İnsanlara İhtiyacımız Var.


Bugün akşam iş çıkışı arabamla eve doğru gidiyorum. Oh! Haftasonu gelmiş. Yaşasın! Sıkı çalışmıştım bu hafta. Hafta sonu  ayak uzatacağım ya. Seviniyorum.  Müziğin sesini açıyorum. Mazhar Alanson söylüyor. Hüzünlü bir müzik. Sözlerini dinlemiyorum. Şarkının ezgisinin tınılarında hafif salınarak araba kullanıyorum. Şarkı bitti. Doyamadım galiba. Başka bir şarkı dinlemek istemedim.  Aynı şarkıyı tekrar başa aldım. Bir daha dinliyorum. Bu kez sözleri kulağıma değmeye başlıyor. Sözleriyle şarkıyı daha çok seviyorum. Uzun zamandır dinlemediğim bir şarkı bu. Üstelik MFÖ'nün popüler şarkılarından biri değil. Hani bazı şarkılar vardır ya. Ne zaman dinleseniz, üzerinize bir hüzün çöker.  Bir garip olursunuz.  İşte bu, o şarkılardan. Diyor ki...

Bütün kabile kızar bana
Derler bu adam çalışmaz mı
Bu adam hep düşünür mü
Bir kuş ölmüş diye üzülür mü

Tam burada aklıma Sait Faik düşüyor iyi mi? Evet, bu şarkı Sait Faik'in bir öyküsünü anımsatıyor. Bak şimdi... Sait Faik'in 1952 yılında yayımlanan Son Kuşlar adlı kitabında, Sivriada Geceleri adlı bir öykü vardır. Bu öyküde yazar, balıkçı Kalafat ve yamağı Sotori ile birlikte, bir nisan akşamı balığa çıkar. Deniz dümdüzdür. Ebemkuşağı zaman zaman görünüp kaybolmaktadır. Yazarın deyimi ile sanki dünyanın kuruluşundan bir gün yaşıyor gibidirler. Adaya gelirler. Güneş batmaktadır. Martılar haykırmaktadır. Karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını deli gibi çırpmaktadırlar. Öyküde şahane betimlemeler vardır. Uzatmak istemiyorum. Sonunda balıkçılar ve yazar artık ateş yakıp, dinlenecekler. Herkes çalı çırp toplamak için koşuştururken, yazar oturduğu yerden arkaüstü yatmış, kırmızı bacakları ile havayı dövmekte olan bir martıyı izlemektedir. Martının yanına gider.  Hayvanın gözleri açıktır.  O sırada Sotori elindekilerle yanına gelir. Martının ölmekte olduğunu söyler.  Az sonra gerçekten ölür martı.  Balıkçılar için çok doğal bir durumdur martının ölmesi. Ne olacak, insanlar da ölmüyorlar mı? Yazar ise martının ölmesinden çok etkilenir.  Ağlamaklı gibidir. Diğerleri ateş üzerinde yemek pişirme gayetindeyken, yazar halen martının başındadır.  Hayale dalar.  Sanki dünyanın yaradılışındadır şimdi. İnsanların ilk zamanlarını yaşamaktadırlar. Onlar avlıyor ve ateş üstünde yakıyorlar. Yazar ise bir martıya belki türkü yazmış, ateşin karşısında onlara okumak üzeredir. Bütün kabile kızmıştır ona. Çalışmıyor ya!.. Hep kayalara oturup düşünecek mi? Martı ölmüş diye üzülecek mi? İşte öykü böyle başlıyordu. Şarkının sözleri gibi. Devamı da aynı şarkıda olduğu gibi sürüyordu..


Gündüz böyle diyenler
Gece olunca
Ateşler yakılınca
Denizler coşunca
Ben bir şarkı söylerim yorgun insanlara
Bakın bakın martılar uçar
Bakın bakın yıldızlar koşar
Bakın ne güzel bir hayat var dünyamızda

Bir hüzün çöker bir garip olur insanlar
Yaklaşırlar birbirlerine
Şarkım sürer sabaha kadar
Melekler uçar üstünüzde
Şarkım sürer sabaha kadar
Melekler uçar üstünüzde

Evet, gündüz çalışmadığı için yazara söylenenler, gece olup da çalı çırpı yanınca, rüzgar denizi homur homur söyletirken, martılar deli gibi bağrışırlarken, geceleyin yazardan martının ölümünün türküsünü dinlerler.. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, birbirine sokulma hissi sarar. İşte bu hal belki de işe yaramaz diye düşünülen adamın bir vazifesi olarak kabul edilir. Bir kaç gün yazar gündüz ağ tamir eder, balık tutar, beceremez, bu durumda akşamları balıkçılara sevinme veya üzülme duyguları veren türkülerinden söyleyemez. Hıımm.. Anlaşılır durum. Ertesi gün balığa çıkarken, yazarı uyandırmazlar. Onu kendi haline bırakırlar. Şarkının devamı gibi..

Bu sabah uyandırmamışlar beni
Ava giden dostlar
Ava giden dostlar
Ne güzel

"Eee!" der Kalafat, anlat bakalım şu martının ölümünü..." Yazar şiirsel bir dille anlatmaya başlar hayalinden bir hikaye.. "..... Güneş yeni batmıştı. Doğudan mavi bir karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı." İşte böyle... Martının öyküsü de öyle dokunaklıdır ki anlatamam. Doğa ile insan ilişkisini en güzel anlatan öykülerden biridir bu. Mazhar Alanson'un müziği eşliğinde anlatabilsem keşke. Hani o ölen martı var ya, balıkçı Tahir'in martısıdır yazarın hayali öyküsüne göre. Balıkçı Tahir ile martı arasında garip bir ilişki vardır.  Martı, Tahir'in yemesi için attığı balıklardan başka bir şey yemez. Kimi zaman Tahir, fırtına sebebi ile birkaç gün denize çıkıp balık tutmadığı zamanlarda bile, martı çöp karıştırıp yemez. Tembel midir, şair midir acaba? Hep Tahir'in ona balık atmasını bekler. Hatta zaman zaman martı ve Tahir aralarında konuşurlar.  Peki martı neden ölmüştür biliyor musun? Tahir ölmüştür de ondan.  Tahir'in ölümünden sonra, martı kimsenin elinden yemek yememiştir. Aslında ne o Tahir'siz ne de Tahir onsuz yaşayabilirdi. Yaşayamamıştır. İşte yazar, martının ölümünün ardından böyle bir öykü hayal eder. İnsanlar yazarın öykülerini severler. Anlarlar ki çalışmasa da, avlanmasa da, hayal gören, bir martının ardından hüzünlenen, öyküler yazan, şarkılar, türküler söyleyen bu insana ihtiyaçları vardır. Bütün gün kendileri çalışırlar. Sabah balığa giderken yazarı uyandırmazlar. Bilirler ki akşam ateşin başına geçtiklerinde, onlara üzülme veya sevinme duyguları veren türküler, öyküler dinleyecekler.  Akşam işten eve dönerken, Mazhar Alanson'un şarkısı eşliğinde bunlar düştü aklıma işte. Mazhar Alanson "Sanatçının Öyküsü" adlı şarkısından, Sait Faik'in bir öyküsüne gönderme... Böyleyken böyle. (24.07.2010)

3 Şubat 2011 Perşembe

İçimden Johnny Cash Dinlemek Geldi.

 ı walk the line



Tarzan ve Metin Altıok Şiirleri


Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden, Bir yüzük bükerek hoşçakal sözcüğünden. Bir yüzük yaptım belli belirsiz, Eski bir gramafon sesinden. Bir yüzük serçe parmağın için, Bulutsuz bir gecede kayan yıldız izinden. Bir yüzük yaptım terli bir yüzük, Avucumdan geçen ince hayat çizgisinden.Yanmasını bilen bakır bir yüzük, Evime akım taşıyan elektrik telinden. Bir yüzük yaptım, bir yüzük ki; Yıllardır dinmeyen ormanların gümbürtüsünden.


Onunla iki kişiydik. Daha doğrusu bana öyle gelirdi. Tam olarak bilmiyorum.. İlk ne zaman seslendi. Sanırım bir akşam durup dururken.. Apansız çağıdı beni..... Bazen karıştırırdım.. Onunla kendi sesimi. Susar yeniden başlardım söze.. Çünkü yüzüme uygun değildi. Ama o kurnaz ve çocukça biraz da.. Hep benim sesime gizlenirdi.... Onunla bir kişiydik, iki kişi gibi. Benden ona, ondan bana.. İnce bir kanal gibi geçirildi. Biledi paslı direncimi  Umutsuzlukla.. Ve beni hiç terk etmedi.



Bilmemem gereken Şeyler öğrendim.. Sorular sordum Sormamam gereken.. Gördüm apaçık Görmemem gerekeni.. Söylenmezi söyledim. Suçum büyük.. Ve taamüden.


NOT: Yukarıdaki yazılar Metin Altıok'un
1- Ormanların Gümbürtüsünden adlı şiirinin tamamı.
2-İki Kişi Gibi adlı şiirinden bazı dizeler
3-Sürgün  adlı şiirinden bazı dizler 
düz yazı haline getirilerek hazırlanmıştır.

"İKİ"li Deyimlerle Bir Deneme Yazısı


Bu gece… Tam bilgisayarımı kapatıp, yatacaktım... Arkadaşım Dilek msn’den önce “Merhaba!” deyip, akabinde benimle iki çift laf etmek istediğini söylemesin mi? Önce uykulu gözlerle heyecanlandım birden, ne diyeceğimi bilemedim. İnan bana… İki gözüm önüme aksın ki, telaştan resmen iki ayağım bir pabuca girdi. Dilek en iyi arkadaşlarımdan biri… İki kere iki dört yani.. İkili oynayamam… Yüzüne gülüp, msn de görmemezlikten gelemem ki. İki ahbap çavuş gibiyizdir biz. Teklifsiz birbirimize gider geliriz. "Tamam" dedim. Lafladık biraz. Uykum açıldı bu durumda tabi... Laf lafı açtı… Bir süre Hayal Kahvem’deki yazılarım hakkında konuştuk. İki arada bir derede, bana “Deyimlerle deneme yazıları yazmaya çalışıyorsun ama çok baştansavma oluyor yazdıkların haberin olsun!" gibi bir şeyler demesin mi? Vay canına sayın seyirciler! Demek deyimlerle deneme yazılarım hakkında, aklından geçenler böyleyken böyleydi.  İki elim şakaklarımda düşündüm. İki gözümün nuru arkadaşım bu gece yarısında, neden bana böyle şeyler söylüyordu ki? Tutamasaydım kendimi, iki gözüm iki çeşme ağlayacaktım vallahi! Hatta üzüntüden bir ara dünyam döndü de bayılıp iki seksen yere uzanmaktan zor kurtardım kendimi.. Dedim ki Dilek’e… “ Uykum geldi. Kusura bakma.. Ya uyuyacağım… Ya uyuyacağım… İki şıktan biri!..

2 Şubat 2011 Çarşamba

Şöhret + Hayranlık + Merhamet


Bu sabah Defne Joy Foster'in ölüm haberinin ardından yapılan söylentileri duyup okuduğumda, gencecik bir insanın hayatını kaybetmesine üzüldüğüm kadar insanların acımasızlığına üzüldüm. Bir durun değil mi? Bari  ölüm halinde bu denli acele etmeyin. Kızın öldüğü daha  yeni duyurulmuş. Dedikodu kazanları  derhal kaynamaya başlamış. Kimin evinde ölmüş? Evli, çocuklu kadın neden kendi evinde değilmiş? İçkili miymiş? Ne zalimce tavır! Murathan Mungan bir yazısında memleketimizde ya da dünyadaki müzik, sinema, futbol, edebiyat dünyasındaki şöhret sahibi insalara duyulan hayranlıktan bahsediyordu. Sonra üzeri yıldıztozuyla kaplı şöhret sahibi insanlara duyduğumuz hayranlık kadar, onlara şefkat ve merhamet duyuyor muyuz diye soruyordu?  Ne demek istiyordu ki yazar? Hayranlık duyduğumuz şöhretlere neden merhamet ve şefkat hissedelim? En renkli ve görkemli hayatları onlar yaşamıyorlar mıydı? Defne Joy Foster'in ölümünden sonra yapılan acımasızca söylentilere üzülünce, Murathan Mungan'ın ne kadar haklı olduğunu anladım. Şöhret sahibi insanların  sadece tökezlenip düştüklerinde, savunmasız kaldıklarında, itelendiklerinde, haksızlığa uğradıklarında  ve  öldüklerinde değil herdaim merhamete ve şefkate gerçekten  ihtiyaçları var.

1 Şubat 2011 Salı

Bazen Düşünür Müsün, Başka Bir Şeymiş Gibi Kendini?

"

Kimi zaman çocuğum, Bir müzik kutusu başucumda. Ve ayımın gözleri saydam. Kimi zaman gardayım. Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar. Ne zaman bir dosta gitsem. Evde yoklar. Bekliyorum bir kapının önünde, Cebimde yazılmamış bir mektupla. Bana karşı ben vardım, Çaldığım kapıların ardında. Ben açtım, ben girdim, Selamlaştık ilk defa. 

Bazen düşünür müsün, Başka birşeymiş gibi kendini? Şimdi bilmiyorum yaşımı, Kaç boğumluydu kuyruğum, Zehirim ne kadar keskindi! Çevremde kızıl bir ateş çemberi, Kaldırıp kuyruğumu bir gün, Sokmayı düşündüm kendimi. 

Bazen düşünür müsün sen de, Başka bir şeymiş gibi kendini? Kendi kendini gören bir, Göz gibi oldun mu hiç.  İçe dönük bir göz gibi? Gözünün bebeğinden, Kaç fersah gördün içini? Nereye kadar sürdü yolculuğun, Dehlizin sanıldığından derin miydi? Söyle nerede buldun kemiklerimi? Yüzüğüm herhalde parmağımda değildi! 

Bazen düşünür müsün sen de, Başka bir şeymiş gibi kendini?


-NOT-
yazı - metin altıok'un ruhununa rahmet. şair affetsin beni,  evde yoklar ve gibi adlı şiirlerinden bazı dizeleri düz yazı haline getirdim. çünkü yazanın elinden çıktıktan sonra, o şiir artık şairin değil okurundur, ihtimalini hep sevdim.
 
fotoğraf - yazar affetsin beni, gene atilla atalay blogtan aşırdım.
 
 

Ben Mahcubum Hakim Bey!


Tamam, mahcubiyet duyuyorum. Kabul ediyorum  gözüm dönüyor çoğu zaman nefsime hakim olamıyorum. Tamam, iştahlı biriyim. Neler oluyor diyorsun değil mi? Tamam acele etme içimden gelenleri tek tek söylüyorum. Bak şimdi. Geçtiğimiz cuma günü gerçekten işlerim çoktu. Haftanın son çalışma günü ya  iki ayağım bir papuçta  misali koştur babam koşturuyordum. Fakat yoğun işlerimin arasında bir ara benim öğretmen kardeşe illa ki uğramak istiyordum. Cuma akşamı bir seyahate çıkacaktı zira. Bir hafta  görüşmeyecektik. Biliyorum birbirimizi çok özleyecektik. Son bir görüşüp vedalaşmaktı niyetim. Ah, bunları yazarken burnum nasıl sızım sızım sızlıyor. Çünkü kardeşim gitti. Bak benim halime şimdi...  Gerçekten ne yaptım ettim uğradım kardeşlere tamam mı? Büyük bir hevesle kapısını çaldım. Sevinçle açtı. Kapı açılır açılmaz evin içinden gelen buram buram mis gibi koku ortalığı sardı. Nasıl iştah açan bir kokuydu anlatamam...  Kokladım önce... Hımmm! Tarçın... Kesin tarçınlı bir şey... Of.. of.. of... Havuç... Hımmm... Ceviz..  Ben bu kokuyu derin derin içime çektim ya... Efendime söyleyeyim kokudan öyle bir başım döndü  ki anlatamam sana... O anda orada trafik polisi olsa ve  promilimi ölçse tavan yapardı kesin!  Kardeş kolumdan tutmasa az kalsın kapıda yığılacaktım  yani öyle söyleyeyim.  İnleyerek dedim ki: "Kardeş! Ne pişirdin? Bu ne? Bu ne?" Kardeş cevaben "Issız Adam keki yaptım," demesin mi? Benim balık burcu kardeşim. Nasıl romantiktir. Geçen sene  çocukları üst üste hastalanmışlardı bir ara. Sıkıntıdan döküntü dökmüştü  de cilt doktoruna gitmiştik. Hastalığının adı bil bakalım neydi? Rose... İnanamamıştım. O kadar romantiktir ki kızın döküntüleri bile gül şeklindeydi. Başka ne olacaktı ki?  Pişirdiği kekin adı da "ıssız adam keki" olacaktı tabii. O da bilir beni. Nasıl iştahlıyımdır. Gülümsedi. "Gel, yedireyim biraz" dedi. Yooo... Duramazdım. Asla oturamazdım. Çok işim vardı çok. Eğer hemen hareket etmezsem müşterime geç kalacaktım. Yalvararak dedim ki: "Kardeş.. Keeekk! Paket yap bana.. Paket!" Yaptı. Ben kapıda beklerken elime verdi. Paketimi kaptığım gibi fırladım. Arkamdan hayal meyal "görüşürüz abla, özleyeceğim seni" dediğini işitir gibi oldum ama ben çoktan arabaya binmiştim. İnanır mısın kekin sevdasından kardeşimle vedalaşmayı unutmuşum, iyi mi? Ama o anlarda kek aşkından vaziyetimin asla farkında değildim. Kek yanımda ya.. Keyfim keka anlatabildim mi?  Of ne fenayım ya!

İşim bitince, eve geldim. Paketi açtım. Of! Kardeş, resmen kekin yarısını bana vermiş! Canım ya! Elime aldım kahvemi ve kekimi. Salona geçtim. Elimdekileri koydum sehpaya.  Ayaklarımı toplayarak  koltuğa yerleştim. Laptop yanımda. Açtım. Bu arada ağzıma bir lokma  ıssız adam kekinden attım. Şöyle bir bakayım dedim  facebook'a ki o ne? Benim kardeş facebook'a bir şiir yazmamış mı aynen şöyle: "Kardeş demek hayat demektir... Kimi zaman aldığın nefeste diyebilmek... Kimi zaman üzüldüğün anda karşında bulabilmek... Hiçbir zaman sevgili kardeş gibi olamaz... Kardeşin aşkı sevgiliden çoktur... Sevgili terk eder, kardeş yanında baki kalır... Sevgili emreder, kardeş teselli eder... Kardeş sevgiliden çok sever... Bilir misin bizde kardeşlik nedir... Nefesin kesilirse, al benim canımı kullan ... senindir... Yolun sonu uçurumsa eğer... geri dön... İlk adım benimdir !!" Aaaa! Bunları okudum ya kek boğazımda dizim dizim oldu yemin ederim. Kalakaldım. Şaşakaldım. Hatta donakaldım bir süre. Hemen telefonumu aldım elime. Kardeşimin numarasını çevirdim. Kapatmış. Yolculuğa çıktı ya otobüste kapattı besbelli. Ben nefsime hakim olamayıp ıssız adam kekinin kokusundan sarhoş gibi olunca, üstüne bünyemde azami miktarda oburluk ta mevcut tabii.. Bu haldeyken kardeşimle vedalaşmayı medalaşmayı unutmuşum demek ki! İşte tam o anda kafama "dankkk" etti. .Karşımda ıssız adam kekiyle birlikte  bir süre öyyylecee ıssız ıssız oturdum ben... Ne fena!  Sorarım sana... Benim kardeşin yaptığı da iş  mi şimdi? Biliyorum özellikle yazdı facebook'a bu şiiri. Allahım, şiirin üstüne koyduğu resimdeki abla da bana o kadar benziyor ki! Az sonra telefonuma bir mesaj düştü. "Afiyet olsun ablam. Issız adam keki yapan kardeşten:))  Pes ama! Antenleri mi var bu kızın Allahaşkına? Aldım ıssız adam kekinin tamamını... Doldurdum ağzıma... Sen sağ ben selamet... Oh ya!