19 Nisan 2013 Cuma

Bir Kitabın Tadıyla Melodisini Arama Vaziyetlerim...




Acaba kitabın adı mıydı ilgimi çeken? Çünkü harikûlade bir kitap ismiydi. Günaydın Hüzün. Hüzün kelimesinin sadece anlamını değil melodisini de çok severim. İçinde hüzün barındıran her şey  ilgimi çeker.  Hilmi Yavuz'un "Hüzün ki en çok yakışandır bize. Belki de en çok anladığımız." dizeleri manifestomdur  desem gene  abarttığımı düşüneceğine eminim. Ya Attila İlhan'ın o dünyalar güzeli dizeleri...  "Hayat zamanda iz bırakmaz... Bir boşluğa düşersin bir boşluktan... Birikip yeniden sıçramak için... Elde var hüzün." Neyse. Takılmamalıyım şiirlerin hüzünlü büyüsüne. Zira şiir çarpması  için zamanlama hiç uygun değil. Şimdi bir kitabın ağına düşme, tadını sürme, melodisini arama vakti. Kitabın adı Günaydın Hüzün. Yazarı Françoise Sagan. Tanımıyorum. Sagan soyadı nedense çok tanıdık geldi. Kozmos'un yazarı Carl Sagan sebebiyle belki. Ama  Françoise Sagan'ın hiç bir kitabını okumadığımı çok iyi biliyorum. Tuhaf. Bu kitabı kitapçıdan satın almadım. İnternet üzerinden siparişle gelmişti. Bir süredir ofisteki odamda diğer kitaplarımın arasında duruyordu. Sipariş vererek satın aldığıma göre illa ki bir yerde adını duymuş ya da okumuş olmalıyım. Nerede, ne zaman hatırlamıyorum. Bugün yoğun bir iş programım vardı. İkindiden sonra rahatladım. Biraz kitap okumak istedi canım. Onca zamandan sonra bu kitabı elime aldım. Ofisteki koltuğumda iyice arkama yaslandım. Ayaklarımı yandaki kesona uzarttım.Okumaya başladım.




İlk paragrafında şöyle yazıyordu:  "Sıkıntısı, sevecenliği bir saplantı gibi peşimi bırakmayan bu bilinmedik duyguya o adı, o güzel, o ciddî hüzün adını koymaktan çekiniyorum. Bu öyle eksiksiz, öyle bencil bir duygu ki, neredeyse utanacağım geliyor, oysaki hüzün bana her zaman saygıdeğer görünmüştür. Bu hüznü tanımazdım, sadece can sıkıntısını, pişmanlığı daha da seyrek, vicdan azabını bilirdim. Bugün bir şey, ipek gibi, sinir bozucu ve sevecen, içimde kanatlanıyor ve beni ötekilerden ayırıyor." Yorgundum. Hatta oldukça debdebeli bir gün geçirmiştim. Sinirlerim gergindi. Kitabın cümleleri zorlamıyordu beni. Bilakis su gibi akıyor, bünyemde rahatlama hissi yaratıyordu. Onyedi yaşındaki Cecile'in anlattıklarıydı. Paragraf paragraf kolaylıkla ilerlemiş, yüz otuz dört sayfalık kitabın neredeyse elli sayfasını geride bırakmıştım. Sonra kitabı kapattım. Çantama attım. Spora gittim. Eve geldim.  Duş aldım. Yemek hazırladım. Yarınki yemekleri yoluna soktum. Kitap basit konusuna rağmen çekmişti beni. Okumaya kaldığım yerden devam ettim. Kitap son cümleleri gibi bir his bırakarak kolaylıkla bitti. "O zaman içimde bir şey yükseliyor, gözlerim kapalı, adıyla selamladığım bir şey: Günaydın Hüzün."

 


Tuhaf! Kitap bir tat bırakmıştı dimağımda. Ne olduğunu çözemiyordum. Mutfağa gittim. Kitabın üçüncü bölümünde Cecile'in yaptıklarını aynen yaptım. Bir fincan kahve ve bir portakalla gidip balkonun basamağına rahat rahat kuruldum: ve gecenin keyfini çıkarmaya koyuldum:  Portakalı ısırıyordum. Şekerli suyu ağzımın içini ıslatıyordu. Hemen ardından kaynar kaynar bir yudum kahve, ve yeniden meyvenin serinliği. Daha önce portakalla kahve içmeyi hiç denememiştim. Tadı damağıma uydu. Hoşuma gitti. Yok kitabın verdiği böyle bir tad değildi. Daha önce tanıyıp şimdi hatırlamadığım bir melodiydi belki. Yazarını merak ettim. Az önce sanal ansiklopediye girdim. 1935 doğumlu Fransız oyun, roman ve senaryo yazarıymış Françoise Sagan. Günaydın Hüzün'ü onsekiz yaşındayken yazmış. Şimdi sıkı durmanı istiyorum.  Günaydın  Hüzün adlı bu roman, Simon&Garfunkel'in The Sounds of Silence adlı şarkısına esin kaynağı olmuş. Gözlerime inanamadım. Hemen bu parçayı buldum. Dinleme başladım. Sessizliğin Sesi...  Günaydın Hüzün'ün, Simon&Garfunkel'e  esin kaynağı olup olmadığını bilmiyorum ama kitabın hissettiğim melodisiyle bu parçanın tanıdık melodisi birbirine  sahiden yakın.

selam karanlık, eski dostum
işte yine geldim seninle konuşmak için
çünkü yavaş yavaş büyüyen bir görüntü
tohumlarını bıraktı beynime ben uyurken
ve orada büyüyen görüntü
hala duruyor
sessizliğin sesinde

2011

17 Nisan 2013 Çarşamba

Kahve Molası - Serseri Zamanlar Mevsimi

"Evvel zaman içinde dostlar ağaçlara ev kurardık.
Tatlı bir düş içinde bir yere bir göğe bakardık.
Gönlümüz kuş gibiydi dostlar dünyaya kanat açardık.
Tutsak değildik zamana başına buyruk yaşardık."
Şimdi sen bu yazıyı okurken, ben kahvemi höpürdete höpürdete içmiş olacağım. Hiç hilafım yok... Çarşamba iş günü filan demeyip,  kendimi hovarda bir rüzgârın esintisine bırakacağım. Kırmızı eteğimi salınarak ve üşümeye razı olarak, o ada senin bu ada benim sefere çıkacağım.  Abartma huyumla, avare ruhuma, sabırsızlık kisvesi ekleyeceğim. Yooo... Yeter ama... Sabrım kalmadı! Güneşin tastamam ortaya çıkmasını mümkünü yok... Artık bekleyemeyeceğim. Çünkü bu sabah kalktığımda gün ışığı  gözümü kamaştırdı fena halde. Nasıl anlatsam bilmiyorum... Nedensiz bir sevinç, pıtır pıtır ederek çöreklendi yüreğime. Aslında Nisan ayındayız. Ayların en zalimi...  Ne gam!.. İçimdeki oyun sarayının kapısını sonuna kadar açtım. Etkilemez beni Nisan... Kendime gene bahar büyüsü yaptım... Silkeledim kirpiklerimi... Kış defterini gözyaşlarımla sildim, süpürdüm, kaldırdım. Ohh! Tüy gibi hafifledim. Bahar esintili bir kadın olmaya niyet ettim. Fena şey mi? Seni bilmiyorum ama... Bende şimdi havalar binbeşyüz!.. Gene çocuklar gibi koştuğum serseri zamanları özledim. Varsın olsun... Pencereler açık kalsın... Geceleri yağmur yağsın... Günebatan düşlerimiz yağmur sesiyle çoğalsın... Tutsak olma zamana... Başına buyruk yaşa... Haydi bakalım... Şimdi marş marş... İstikamet,  serseri zamanlar  mevisimi... Nereye mi? Elbette ilkbahara:)

"Çocuklardık parlak yıldızlardık o zaman.
Artık dönemesek de geriye.
Ardından koştuğumuz son zamandır.
O zaman bu zamandır dostlar ne ister neyi özleriz?"

2012

14 Nisan 2013 Pazar

Bahar Ve Festival Ve Hasbihal



Bazan bloğa yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Mis gibi kokan kahveler ellerimizde mesela. Ben büyük battal koltukta oturmuşum, ayaklarımı toplamışım altıma... Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam. Muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, her zamanki gibi anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinliyorsun. Bu kez, eski günlerden bahsetmiyorum. Hele çocukluktan hiç başlamıyorum. Bu kez, paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Gözlerimi dikmişim gözlerinin ortasına. 

Derin bir iç çekiyorum.  Bir solukta "32. İstanbul Film Festivali de bitti. Haftada üç günden,  toplam 20 film seyrettim. Resmen film sarhoşluğu var üzerimde. Nasıl şahane bir his anlatamam... Hey... Du bi... 33. İstanbul Film Festivali'ne yetişir miyim acaba seneye, ne dersin?" diyorum. Sen gözlerini kısıyorsun. Belli ki gene söylediklerime şaşıyorsun. Yoo, biliyorsun arada dellendiğimi. Dellenince, omuzlarımı silkip "Daha kaç bahar göreceğiz acaba?" diye söylediğimi... Böyle lafın girizgahında pattadanak söylediğim için şaşırmış olmalısın. Senin o  hayret dolu bakışların hoşuma gidiyor. Gülümseyerek "Sen dünyaya çivi çakmaya niyetlisin belli. Seni boşvereyim… Kendim için ölmeden önce yapmak istediklerimin komik bir listesini hazırlayayım bari.” diye sözlerime devam ediyorum. Şaşkınlığın bir anda siliniyor. Çocuk masumiyeti gelip yüzüne yerleşiyor. Sıcacık tebessüm ediyorsun. Tam dudaklarının kıpırdadığını anladığım an, seni konuşturmuyorum gene. Kaldığım yerden devam ediyorum sözlerime... 


Ah, şimdi... Hemen... Hiç düşünmeden... İlk trene atlasam... " diyorum.  "Yooo… Sakın ha “Nereye?” diye sorayım deme e mi? Ne bileyim? Yüreğimin değil, trenin varacağı yere gidecekmişim sözgelimi. Ah!... Şöyle bir hayal kurmalıyım...  Bak şimdi... Şımşıkırdak giyinmişim, tamam mı, hani nasıl denir, mis gibi...  Düşünsene... Yıllardır çekmecede duran inci kolyemi, boynuma takmayı bile ihmal etmemişim. Kucağımda ortasına geldiğim kitap... Elimde ise lezzeti fevkaladenin fevkinde bir fincan kahve illa  olacak... Yol var ya... Tıkır tıkır su gibi akmalı...  Tren  arada tatlı tatlı çufçuflamalı... Du bi… Sakın acele ettirme… İlkinde değil de üçüncü istasyonda inmeliyim. Bir kır kahvesinin eskimiş tahta sandalyesine ilişmeliyim. Düşünsene… Tepemde  ağaçlar varmış. İlkbaharın şu harikulade günlerindeyiz ya... Ah!.. Dalları bembeyaz ve pespembe çiçeklerle donanmış. Hey!.. Güneşin sıcacık ışınları birer eros oku gibi tenime değmeli...  Yüreğimde  ılık ılık sevda kıpırtıları hissedilmeli.


Acıkmışım. Kahvaltı yapmalıyım. "Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı."  Aynen Cemal Süreya'nın dediği gibi...  Gizliden Sezen Aksu’nun sesini duymalıyım. "Ben her bahar aşık oluruuuum." diye bir nakarat tutturmalıyım. Acaba bu şarkıyı Sezen Aksu mu söylerdi ki? Boşveeer! Neden hatırlamadım diye kafamı hiiç yormamalıyım. Sadece içime tatlı bir hüzün çöreklenmeli. Efkarlı efkarlı derinden bir "ahh!" çekmeliyim. Sonra farketmeliyim ki çayım bitmiş. Hemen kır kahvesindeki çilli çocuğa "Tazeler misin, demli olsun lütfen." diye seslenmeliyim... Kız belli bardakta tavşan kanı çayım gelmeli. Bardağı ince belinden sımsıkı kavramalıyım. Elim yansa bile bardağı tabağa bırakmamalıyım. Çayın kokusu aklımı başımdan almalı. Bir süre iç çekerek kendimden geçmeliyim." diye anlatıyorum sana. Susuyorum. O anda yüzünde hüzünlü bir bulut geziniyor. Durur muyum? Hemen sözlerimi komik makama çeviriyorum. Kıkırdıyorum. “Çayın yanında ne yiyorum bil bakalım?” diye soruyorum. Gözlerini koca koca açıyorsun. Düşünceli düşünceli yüzüme bakıyorsun. “Hiiç bilemezsin. Haybeye o güzel aklını yorayım deme.” diyorum. Şööyle gizlice etrafı kolaçan ediyorum. Sonra gizli bir sırrı paylaşıyormuş gibi usulca eğiliyorum. Kulağına… ” Elbette kendi elllerimle yaptığım, çamurdan köfte ile topraktan pasta.” diye fısıldayıveriyorum. “Hani çocukluğumda sokakta oynarken yapardım ya. Sadece ellerim değil, üstüm başım ne feci çamurlanırdı. Eve dönünce annem “ne bu pasaklı halin?” deyip kızar, koluma yumuşacık bi çimdik atardı. Ağlamazdım. Muzipliğe vururdum. Hemen gözlerimi şaşı yapardım. Şaşı gözlerle annemin gözlerinin içine nazlı nazlı bakardım. Gülerdi annem. "Deli kız! Yapma öyle!" derdi. Ah, dayanamaz, eğilir... Çamurlu yanaklarımı şapur şupur öperdi.” diyorum. Bu hayalim hoşuna gidiyor olmalı… Çünkü sadece dudaklarının değil, gözlerinin kenarları da gülümseyiveriyor. 



 “Hah şöyle! Korkacak bir şey yokmuş değil mi?” diyorum. “Görüyor musun “Acaba daha  kaç bahar göreceğiz?” diye düşünmenin tuhaf güzelliğini…  Baksana insanı durduk yerde nasıl silkeliyor. Eskimiş ömür bilgilerini, tüy gibi havalandırarak teker teker geri getiriyor. 32. İstanbul Film Festival'ine keyifle gittim. 33. süne acaba gidebilecek miyim? diye düşünmek beni kederlendirmiyor. Tam tersine hayatın harcanmayınca biriktirilmediğini farkettirerek yeni hayallere heveslendiriyor." diye sözlerimi bitiriveriyorum.



Yerimden kalıyorum. Boşalmış kahve fincanını elinden  alıyorum. İçimi ılık bir yorgunluk sarmış. O kır kahvesine gidipte dönmüşüm gibi. Üstelik karnım fena halde doymuş. Kendi ellerimle yaptığım çamurdan köfte ile topraktan pastayı, tek seferde  ağzıma atıp silip süpürmüşüm sanki:)
 

13 Nisan 2013 Cumartesi

Bilmece - Lamba Düştü "İS" dedi. Tabak Düştü "TAN" dedi. Annem Bunu "BUL" dedi:)

 
 

-gizli not-
istanbul'u mesken tuttum. gördüm istanbul'u hayal kahvem'i unuttum:)
kaldım  ben istanbul'da valla... hiç dönesim yok... eyvaaah!





9 Nisan 2013 Salı

Şşşth! Kimse Duymasın!.. - 5 -




Ne vakit  dünyanın mumunu söndürsem,
İçimden bambaşka bir ben çıkıyor.
Gözümle görsem korkacağım.
Tuhaf şey!
Yüreğim nedense hiç korkmuyor.
 
Gerçekten...


7 Nisan 2013 Pazar

Bana Söz İle Ses Arasında Bir Dostluktan Söz Ettiler.


"herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini
herkes biliyor, dövüşün hileli oldugunu
fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir
hep böyle gider
 herkes biliyor
"
Leonard Cohen




"Haydi yol önümüzde!
Korkacak, çekinecek bir şey yok-ben daha önce geçtim bu yoldan-
ayaklarım bilir bu yolu-
durmayın, geride kalmayın!
Bırak yazılmamış kağıtları masanın üstünde, kitap açılmasın, kalsın öylece!
Bırak aletleri çalıştığın yerde! Bırak, para kazanılmasın!"
Bob Dylan


 

"Küflü küflü bir adamım ben
İçim küf, küf dışım
Küflü küflü bir adamım ben
İnanmazsın arkadaşım.
Küflendim göz kürelerime dek
Küflendim ayak parmaklarıma kadar
Dans etmem utanırım pek
Böyle alçakgönüllü olanlar da var."


John Lennon


Cumartesi gecesi, 32. İstanbul Film Festivali için seçtiğim, ilk haftanın 10. ve de sonuncu filmi Bir Şarkının Peşinde idi. Çalıştığım için, öncelikle filmleri değil festivale gidebileceğim günleri seçiyorum. Sonrasında, o günlere denk gelen, ilgimi çeken filmleri... Bir Şarkının Peşinde, kendi dalında Oscar dahil pek çok ödül almış bir belgesel filimdi. 6 Nisan doğum günümdü. Bu film, doğum günüme denk gelen gecenin 21.30 seansında gösterilecekti. Yalanım yok. Maksadım, haftanın son filmini ve de doğum günümün gecesini Latin müzikleri dinleyeceğim bir filmle nihayetlendirmekti. Şöyle bir göz ucuyla filmin konusuna bakmıştım. Film, Sixto Rodriguez adlı Meksikalı bir şarkıcıyla ilgiliydi. Yooo! Müzikten anladığımdan filan değil... Nerdeee? Bu filmden önce Sixto Rodriguez adını ömrümde duymamıştım. Tamam... Müzik bilgimin feci kıt olduğunu tüm samimiyetimle  itiraf edebilirim. Fakat... Latin müziğine var ya... Resmen... Tek kelimeyle biterim! Üstelik gene feleğin şahane bir kıyağı gerçekleşmişti. Epeydir takibini sürdüğüm, o gün kitapçıda  tesadüfen gözüme ilişip, doğum günümde kendime armağan olarak aldığım, gün içinde ara ara elime alıp okuduğum kitabın adı neydi biliyor musun?  Şarkıdaki Şiir. Şimdi farkettim. Üstelik kitabın kabıyla, filmin bir afişi birbirini andırmıyor mu? Ne hoş değil mi? Felek doğum günümde oynamıştı gene bana bir oyun besbelli.


Bak şimdi... Yukarıdaki şarkı sözlerini Şarkıdaki Şiir adlı kitaptan aşırdım. Fotoğraflar ise Sixto Rodriquez adlı şarkıcının. Niye böyle bir şey yaptım biliyor musun? 1960'lı yılların sonlarına doğru taaa Amerika'nın sanayi şehirlerinden Detroit'in bir barında keşfedilmiş Meksika göçmeni Sixto Rodriquez. Gündüzleri inşaatlarda ya da fabrikalarda çalışırmış. Geceleri de barlarda kendi yazdığı şarkıları çalar söylermiş. Şarkılarının sözleri o denli güçlüymüş ki, düşünebiliyor musun Bob Dylan'ın şarkı sözleriyle mukayese edilir olmuş. 1970'te folk-rock tarzında ilk albümü çıkmış. Daha sonra ikincisi. Sonuç hüsran olmuş. Çünkü Amerika'da bu şarkılar sevilmemiş.  Ve Rodriquez ortadan yok olmuş. Öldüğüne dair muhtelif söylentiler yayılmış. Unutulmuş gitmiş. Bundan sonrası çok enteresan... Meksika göçmeni Sixto Rodriquez'in şarkılarının Amerika'da esamesi okunmazken, bir şekilde Güney Afrika'ya ulaşan albümler, sokaktaki insanın ve emekçilerin dillerine destan olmuş. Ve inanılacak gibi değil... Amerika'da Bob Dylan, Rolling Stones ya da Jimmy Hendrix ne ise, Güney Afrika'da Sixto Rodriquez'in şöhreti benzer endamda zirve yapmış.  İyi de, Rodriquez'in şarkıları var ama, kendisi hakkında hiç bir şey bilinmiyormuş ki... İyice efsaneleşmiş. Kimileri başına tabanca sıktı diyor, kimileri moral bozucu bir konser sonrasında sahnede kendini yaktı diyormuş. Peki gerçekte kimdir bu adam? Bir müzik yazarı bu esrarengiz şarkıcının peşine düşüyor. İşte Bir Şarkının Peşinde adlı belgesel film, bu arayışın hikayesinden doğuyor. Sonu çok çarpıcı. Öldü diye bilinen, kasetleri, albümleri Güney Afrika'da kapış kapış satılan ve Güney Afrika halkının direnişinin  sembolü olan Sixto Rodriquez ise, bütün bu olan bitenden hebersiz, ailesiyle Amerika'nın bir  şehrinde yaşayan ve  inşaatlarda restore işleri yapan biri olarak karşımıza çıkıyor. Hem peşinde olan müzik yazarı, hem Rodriquez ve ailesi, ve elbette  şahsen ben şaşırdım kaldım bu duruma... Düşünsene... İletişimin bu denli geliştiğini düşündüğümüz bir zamanda, olur mu sahiden böyle bir şey? Olmuş. Sixto Rodriquez, neredeyse  kırk yıl sonra Güney Afrika'da nasıl efsane bir şarkıcı olduğunu öğrenmiş.  Fazla uzatmayayım. İlla izlenmesi gereken, kurgusuyla, hikayesiyle, şarkılarıyla şahane bir belgesel filmdi. Hayret ve mutluluk hisleriyle dolu sinema salonundan çıktım. 


Yooo... İnana bana, gün içinde Hilmi Tezgör'ün yazdığı Şarkıdaki Şiir adlı kitabı okumamış olsaydım, filmi bu denli manalandıramazdım. Çünkü Hilmi Tezgör,  şarkı sözlerindeki şiiri anlatırken, kitabın pek çok yerinde örnekler vererek "içerikli şarkı" kavramını anlatıyordu. Mesela "Siyahi insan, blues, soul ve funk'ın yanı sıra regae ile de sesini duyuruyordu... Blues bir haykırıştı. Irkçılığa karşı bir haykırıştı." diyordu. Bazı şarkıların, özgürlüğü, aşkı, savaşı, ölümü, yoksulluğu, eşitsizliği, yıkımları, sömürüyü anlatan sözlerinin, insanlık tarihi içindeki kölelikten kulluğa geçişin canlı bir kaydı olduğunu söylüyordu. Politik şarkı sözü geleneğinin, edebiyatla dirsek temasını koruyarak nasıl günümüze kadar geldiğini misaller vererek anlatıyordu. 32. İstanbul Film Festivali'nde seyrettiğim, Bir Şarkının Peşinde adlı film, şarkı sözlerini kendi yazan bir şarkıcının inanılmaz yaşam sevüvenini gözümün önüne getirmişti getirmesine ama... Şarkıdaki Şiir'de öğrenmiştim ya artık... Asıl güzel olan neydi biliyor musun? Yüreğimize dokunduğu halde, çoğunlukla sözlerine dikkat etmeden  dinlediğimiz şarkıların içindeki şiirleri işitebilmek çok önemliydi. Şarkılar içindeki şiirlerle güçleniyorlardı. Böylelikle insanlık tarihinde yaşanılan, "unutulmaması ve bağışlanmaması gereken" trajik olayların hafızamızda canlı kalmalarını sağlıyorlardı. Sixto Rodriquez'ın şarkılarının içindeki şiiri Amerika insanı okumayı becerememişti besbelli. Oysa “Her devrim bir şarkıya ihtiyaç duyar.” diyen Rodriquez'in şarkıları, siyahilere uygulanan ayırımcılıkları protesto eden Güney Afrikalılar tarafından okunabilip, benimsenmişti. 

Kitapta yazdığı gibi, "müziğin empati uyandırma, dayanışma duyguları yaratma, insani bağlar kurma, kurulmuş bağları kuvvetlendirme gücü ve kapasitesi"nin sahiden müthiş olduğuna bir kez daha şahidim. Neden biliyor musun? Hakkında hiç bir şey bilmedikleri halde, şarkılarındaki şiirleriyle duygularına tercüman olan Sixto Rodriquez'u, çılgıca bir sevgi seliyle kucaklamıştı Güney Afrikalılar...  Ve bu belgesel film sayesinde, hiç tanımamış olsam bile, bir insanın yüzündeki o mutluluğu görmek, yüreğime nasıl iyi geldi anlatamam. Müthişti!
 
Ve... Çok ballıydım. Doğum günüme denk gelen gün içinde, hem İstanbul Film Festivali vardı. Hem bir şarkıcının gerçek hayatını ve  seneler sonra verdiği konserde yaşadığı mutluluğu seyretmiştim. Hem de aynı gün, dinlemeyi okumaya dönüştüren bir kitap edinmiştim. O anda biri bana "Şu dünyanın en güzel, en mutlu, en zengin insanı kimdir?" diye sorsa... "Buyrun, benim!" derdim. Tanrım, çok teşekkür ederim.




NOT - Başlık, Erzurum'da Türkü, Mehmet Taner / Şarkıdaki Şiir kitabından alıntıladım.

2 Nisan 2013 Salı

Dünya Dönüyor Sen Ne Dersen De...



Dünya güneşin etrafında dönmeye devam ediyorken, kendi etrafında gene bir tur atıvermişti. Gene anlayamamıştım nasıl olduğunu... Cüce ay Şubat derken, Mart, Nisan ayına geçivermişti. Pazartesi, kalan işlerini Salı gününe devredivermişti. Radyoda Yüksek Sadakat   "Dünya döner tek bir yana... Doğsun diye bir gün daha..." diye şarkı söylüyordu.  İyice bellemiştim. Dünya hep dönmeye devam edecekti... Yıllar, mevsimleri... Mevsimler ayları... Aylar, haftaları...  Haftalar, günleri izleyecekti... Şu fani ömrümüzde... Felek kimbilir başımıza, akla hayale gelmeyen, ne çoraplar örecekti?  Çevremde ve dünyadaki haberleriyle hâllerden hâllere geçen bünyem, "istediğin kadar plan yap, hayat kendi mecrasında akmaya devam edecektir." düsturunu çooktaan kabullenmişti. 

Barış Bıçakçı'nın romanı Bizim Büyük Çaresizliğimiz ""Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?" diye başlıyordu ya... Hafıza tuhaf bir kutuydu sahiden... Sabah iyice uyanmak için, avucumdaki buz gibi suyu yüzüme çarptığımda, aklıma işte bu cümleler gelivermişti. Kitabın bir başka cümlesi... "Hayatın gücü, tekrarın gücüdür." diyordu. Hayat güçlüydü. İnsan ise acizdi. Ölümlüydü. Hiçtik biz... Aciz yaratıklardık. 
Çoğu zaman kendimizi unutuyorduk... İyi ama hayat şakacıydı üstelik. Ağlamakla gülmek sahiden kardeşti. Felek diplere vurdururken, zirvelere uçurabilmeyi her daim becerivermişti. İnsan olmak ne tuhaf bir şeydi. O kadar duguyla, hisle, akıl ve gönül çaparizleriyle nasıl başa çıkabiliyorduk?

Hayat, tarihi Emek Sineması'nın  yıkım kararına kahrolurken, başka bir sinemada festival seyircisi olabildiğim için sevinebilmeyi  aynı anda becerebilecek bir mekanizmayla işlemekteydi. Böyleydi işte... Hayat kendi mecrasında akıp gitmeye, duygular kendiliğinden hâlden hâle değişmeye devam edecekti.

Dünya dönüyor... İstanbul Film Festivali ise, 32. kez  başladı ve sürüyor.  Henüz siftah yapmadım. Eli kulağında... Az kaldı. Gideceğim. Belki sana yazarım  sevdiğim  o şehirden... Sonra bir gün çıkarım sen artık dönmez derken... Bir şarkı fısıldarım kulağına gün batarken...