18 Nisan 2011 Pazartesi

Kahve İçmeyi Becerdiğim Edebiyat Akrabalarımla Kavgam...



"Edebiyat akrabalıkları, hiçbir zaman buluşup bir kahve içemeyeceğiniz insanların yeryüzüne dağılmış varlığını hatırlatır size. Gene de asıl buluşmanın edebiyat olduğunu bilirsiniz." der  Murathan Mungan.  Günlerden pazardı. Aylardan nisan. Beyoğlu'nun arka sokaklarından birindeydim. Ayaz mı ayaz bir rüzgâr  tatlı sert esmekteydi. Bilmesem mevsimin  ilkbahar olduğunu, sonbaharın son günlerinde olduğumu bile farzedebilirdim. Öyle böyle bir ayaz  değildi ki... Açıkta yakaladığı yerleri acıtarak ısırmaktaydı sürekli.  Sokak boyunca uzanan nostaljik  bir kafe atmosferi içindeydim. Fonda Ajda  Pekkan "Kimler geldi kimler geçti" yi söylemekteydi. Kimbilir bu sokaklardan kimler gelmiş kimler geçmişti sahi? Gecenin ilk saatleriydi. Az önce tıka basa  midye tava ve kalamar yemiştim. Şimdi tahta bir sandalyede oturmaktaydım da önümde gene tahta bir masa vardı sanki. Beyoğlu girişindeki çiçekçi kızdan aldığım şebboy avucumun içindeydi.  Tahta masanın üzerinde dört kahve fincanı vardı.  Kafamı kaldırdım.  Yıldızsız laplacivert bir geceydi. Rüyada mıydım?  Bugün İstanbul Film Festivali'nin son günü değil miydi?  Evet, son günüydü. Biliyorum. Çünkü  o sebeple İstanbul'daydım.  Ardı ardına iki film seyretmiştim. Film bitiminde Metin Üstündağ usulü  "caddeye egemen olan  o alkol, o hırs, o nefret yüklü yalnız, bekâr ve negatif elektrikten çekinerek, önümde yerden bitme gece elbiseli üvertür şarkıcılara ve dostlarına bakarak eve yollanmaya" niyetliydim aslında.  Fakat o kadar geç  değil, henüz Beyoğlu için oldukça erken saatlerdi. 
 

Elim önümdeki kahve fincanına gitti. Kulpundan tutup kaldırdım. Önce kokusunu derin derin içime çektim. Kendime geldim bir an. Fısır fısır sesler işittim. Baktım etrafıma. Masada dört kişiydik. Hey! Momentos, Nessuno, Aylardan Şubat ve ben.  Hani Murathan Mungan "Edebiyat akrabalıkları, hiçbir zaman buluşup bir kahve içemeyeceğiniz insanların yeryüzüne dağılmış varlığını hatırlatır size. Gene de asıl buluşmanın edebiyat olduğunu bilirsiniz." der ya...  Biz ise arada buluşup kahve içmeyi beceren  yeryüzüne dağılmış edebiyat akrabalarıydık işte. Bu kez buluşma sebebimiz edebiyat değil sinema olmalıydı. Öyleydi. Şiir adlı filmi birlikte izlemiştik. Sonra...  İşte sonra olanlar oldu... Dört kişiden üçü şair biri değildi. Şair olmayan bendim.  Onlara belli etmiyordum ama fena halde üzgündüm. Momentos'un şiir kitabı bile vardı. Geçmişte bir tarihte imzalı şiir kitabını bana  kargoyla yollamıştı. İyice baktım her birine. Heyecanla bir  şeyler anlatıyorlardı. Biri sözünü bitiriyor, hemen diğeri başlıyordu.  Kulak diktim dinledim. Nessuno  kendi şiirini okumaktaydı. Aylardan Şubat ise önce Tolstoy'dan çocuk öyküleri, sonra öğretmenliğiyle ilgili  kendi öykülerini anlattı sanki.  Akabinde Momentos okumaya  başlamadı mı  arka arkaya kendi dizelerini..  "ben ki "şiir" yüklemcisi... yazamadım... üzgünüm... ama... ama biraz sonra... yola çıkıp... sana geleceğim... kuş gibi yüreğim... gözlerine anlatacak... gözlerim... ve dudaklarım... kocaman bir buse... anlayacaksın... biliyorum... "   Of! Of!..   Ben... Ben ise öyyle duruyordum. Dinliyordum sadece. Ne okuyacak bir şiirim ne anlatacak bir öyküm vardı. Dayanamadım. "Ayaklarımızı getirelim mi yanyana şöyle?" dedim.  Güldüler. Hoşlarına gitti bu önerim. Ayaklarımızı yan yana getirdik.  Momentos da  fotoğrafını çekti. Sonra kıstım gözlerimi. İçimden bir siyah kuğu fırladı sanki.  Hiç acımadım hiiiç! Hepsinin ayağına bir bir sıkıca bastım. Üçünü o kadar kıskanıyordum ki. Anlıyorsun değil mi? Ayaklarını  ezdim!.. Ezdim!.. Acıdı canları tabii.  Tam bana bir şey diyorlardı ki... Mızıkcılık yaptım gene.  Omuzlarımı silkeleyerek: "ben eve gitmek istiyorum" dedim.  Onları bıraktım oldukları yerde.  Beyoğlu sanki canlıymış gibi, canı acırmış gibi, itinayla yürümeye başladım. Momentos, Nessuno ve Aylardan Şubat! Üçü de Şair'diler.  Donakaldılar... Kalakaldılar oldukları yerde. Şaşırdılar halime. Hayrete düştüler. Biliyorum...  İşittim...  Arkamdan bana acıyarak güldüler.


NOT: Fotoğraflar Momentos'un Resim Galeri'sinden alınmıştır. İnanmıyorum. Şiir ve öykü yazmakla kalmıyor. Bir de şahane fotoğraflar çekiyor. Keşke Momentos'un iki ayağına da basaymışım. Anlattıklarım harfi harfine doğrudur.  Şaka olsun diye yazdığımı  sananlar,  peşin peşin söyleyeyim, fena halde yanılırlar

17 Nisan 2011 Pazar

Şiir Çarpar Mı Seni De?

Bak ne diyeceğim. Şiir çarpar mı seni? Hiç Şiir çarpması'na uğradın mı yani? Duymadın mı yoksa? O zaman anlatayım başıma gelenleri... Hafta sonu nasıl olduysa Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun Sevgi Üstüne adlı şiirinine denk gelmiştim.. Okumaya tövbeliydim üstelik. Kendime sözüm vardı, gördüğüm anda yüz çevirecektim. Evet, tövbeliydim ne var ki? Bazı şiirler efsunludur, bilirsin… Okuyunca, insanın içini dışına çıkarırlar sanki. “Bütün kitapları yakmalı... Sevda üstüne ne söylenmişse yalandır” diye devam edince şiir… Her okuduğumda olduğu gibi, önce şöyle bir silkeledi… Gene yaptı yapacağını.. Sonra duvardan duvara çarptı beni… Ardından “Şiir denen o kalleş” diye başlayan, Aşkın Güngör'ün "Kakafona Silsilesi"ni arka arkaya okuyunca, artık benden hayır beklemesin kimse yani… Hey gidi şiir! “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın”... Hay Allahım! Siz de mi Ümit Yaşar Oğuzcan, siz de mi? Ne sözler yazmışsınız böyle damardan, anlarsınız ya hisli hisli... Ben ordan nereye gittiysem artık, bensiz kalakaldım bir süre… “Sanki ben... Öylece kalakaldım... Hepimiz kalakaldık... Elimizde tetiği çekilmeyen... Namlusu yönsüz bir tabanca gibi” Aynen böyle kalakaldım yeminle… İyi de bu bir Edip Cansever şiiri değil miydi? Yoo… Hafızamın içinde bir şiire mi çarptım gene? Gene mi şiir? Sonra kafamı çevirmemle, gözüm denk gelmesin mi bir Metin Altıok şiirine? “Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden... Bir yüzük bükerek hoşçakal sözcüğünden” diye… Yok artık.. Yok mu kurtaran? Yok mu kurtaran? İmdat! İmdat, yani? Tamam.. Dedim ki en iyisi ben içimden tekrar edeyim kerat cetvelini… Unutayım aklımın kuytularındaki tüm şiir dizelerini… Üç kere bir üç… Üç kere iki altı.. “Üç kere üç dokuz eder... Bilirsin... Birin karesi birdir...  Karekökü de... Bilirsin... Mutlu aşk yoktur... Bilirsin” Yooo… Bu kerat cetveli değil ki… Bu Turgut Uyar’ın bir şiiri… Yooo…. Yooo… Ağlıyor muyum? Daha neler? Dışarıya baksana… Bak… Bak… Dışarda dolu mu yağıyor ne? Of!.. Tamam... İtiraf ediyorum... Şiir çarpma'sına uğradım gene!

Körleşen Dünyadan Taşlaşan Dünyaya

 
1981 Nobel edebiyat ödülünü alan Elias Canetti’nin romanı Körleşme’nin ilk bölümünde, romanın baş kahramanı Prof.Kien’in,  karşılarına geçerek, kitaplarına hitaben yaptığı ilginç bir konuşması vardır. Sayıları 25.000 civarında olan evindeki kütüphanesindeki kitaplarına, öncelikle kökü yüzyıllar öncesine uzanan onurlu ve acı geçmişlerini hatırlatır. Anlattığı korkunç bir olaydır. İsa Peygamber’in doğumundan 213 yıl önce yaşayan, sadece hurafelere inanan, zalim despot Çin İmparatoru Shi-Huang-Ti’nin buyruğu ile ülkedeki tüm kitaplar yakılmış. Başbakan Li-Si, verdiği bir dilekçe ile imparatorun böyle bir karar almasına sebep olmuş. Sadece kitaplar yakılmamış. Ayrıca Çin’in klasik, lirik ve tarihsel yapıtları hakkında konuşanların da ölüm cezasına çarptırılacağı Çin halkına bildirilmiş. Amaç, yazılı yapıtların yanı sıra sözlü geleneksel edebiyatı da ortadan kaldırmakmış. Kendi zorbalık rejimine karşı gelecekleri ürkütmekmiş. Ülke ne yazık ki buram buram yanık kitap kokuyormuş. Bu olaydan üç yıl sonra imparator ölmüş. İmparatorun ölümü yanan kitapları geri getirebilir mi? Getirmemiş tabii ki. Yeni imparator bu vahim olayın esas sebebinin son otuz yıldır başbakanlık görevini yapan Li-Si olduğunu bildiğinden, ilk işi Li-Si’nin ellerini kollarını bağlatarak hapse atmak olmuş. Li-Si ayrıca bin sopa yemeye mahkum edilmiş. Sopaların bir teki bile esirgenmemiş. Sopaların sonunda Li-Si, yüzbinlerce kitap yaktırdığı gibi, daha başka iğrenç suçlar işlediğini de itiraf etmiş. Pazar meydanının ortasında, daha fazla acı çekmesi için, vücudu diri diri testere ile boydan boya kesilmiş. Ayrıca geriye kimse kalmasın diye, Li-Si’nin ailesindeki çoluk çocuk, kadın erkek herkes öldürülmüş.
 
 
Aslında Prof. Kien’e göre, öldürülenlerin hepsi kitaplar gibi yakılmalıymış. Oysa vicdanlı davranılıp kafaları kılıçla koparılmış. Körleşme adlı romanın kahramanı Prof. Kien, bir Sinolog yani Çin ve Uzakdoğu bilimleri profösörü. Romanda Çin’in tarihindeki bu kitap kıyımına fena halde sinir olduğunu söyler. Çin gibi yeryüzündeki bilge kişilerce kutsal sayılan bir ülkede, böyle bir facianın nasıl olduğuna bir türlü anlam veremez. “Bazen bilgisizliğin bataklığı, kitapları ve bilge kişileri de boğar.” der romanın ilerleyen sayfalarında. Ondan sonra tarih boyunca kitaplara yapılan, buna benzer acımasız saldırıların, kitapların iliklerini nasıl titrettiğini hissettiğinden bahseder. Romanda Prof.Kien, bunları  gerçekten kitaplarına  anlatmaktadır.  Elias Canetti kitabın bu bölümünde, kitapları halkı gibi gören Prof. Kien üzerinden, aslında kitle psikolojisinin analizini yapmaktadır. Hatta ilerleyen paragraflarda, kitaplarını köleliğe karşı savaşa davet edecektir. Körleşme, neresinden tutarsanız anlatacak çok konu çıkarılacak olan, kolay okunmayan, okuyucuyu zorlayan ama lezzeti kolay unutulmayan kitaplardandır.
 
 
Körleşme’yi  okumaya başladığımda, Prof. Kien’in anlattığı zalim imparatorun gerçek olup olmadığını merak etmiştim. Gerçekten Shi-Huang Ti yaşamış ve Çin’in ilk imparatoruymuş. Çin’i birleştiren, ortak yazıyı, parayı kullandırmaya başlayan ve Çin Seddi’ni inşa ettiren imparator Shi Hung Ti, aynı zamanda ne yazık ki, yüzbinlerce kitabı yaktıran ve farklı görüşteki bilginleri diri diri gömdüren zalim kral olarak da tarih sayfalarına geçmiş. Ayrıca aşırı para harcayarak kendi mezarını ve sarayını inşa ettirmiş. Mezar yapımı 40 yıl kadar sürmüş. 700 bin kişiyi çalıştırdığı mezarın yapımı, imparator ölünceye kadar da devam etmiş. İnanılır gibi değil... Daha yeni, 1974 yılında köylüler tarafından tesadüfen bulunan imparatorun bu muazzam mezarı, 2000’den fazla yıldır toprak altında gizli kalmış.Yapılan çalışmalar sonucunda 500 den fazla insan büyüklüğünde asker heykelleri, 18 savaş arabası, 100 den fazla at heykeli çıkarılmış. İşte İsa Peygamber’den 213 yıl önce yaşayan İmparator Shi-Huang Ti’nin, daha 36 yıl önce bulunan, bu Yeraltı Heykel Ordusu, şimdi Dünyanın 8. Harikası olarak kabul ediliyormuş. 1987 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirasları Listesi’ne alınmış. Çin’in kuruluşuna tanıklık eden imparator Shi-Huang Ti, öldüğünde çocuksuz cariyeleri ve mezarı inşa edenlerle birlikte gömülmeyi istiyormuş. Halk ayaklanmasın diye, onların yerine heykelleri yapılarak mezara konduğu ve devam etmekte olan kazılar neticesinde 8000 civarında insan heykeli çıkacağı düşülmekteymiş.
 
 
 
Körleşme, başta Prof.Kien olmak üzere, romandaki tüm karakterleriyle okuyucusuna farklı dünyalar anlatıyor. Zor kitapları seviyorsanız, bu kitabı kaçırmayın derim. Nobelli yazar Elias Canetti, Körleşme adlı romanının başkahramanı Prof. Kein'e haybeye anlattırmıyor tabii ki, İmparator She-Huang Ti'nin gerçek hikayesini. Hiç haybeye anlattırmıyor hemde. Kendi toplumuna karşı iletişimsiz olan, benmerkezli, görmeyen, duymayan, zalimce yöneten ve halkına karşı körleşen imparatorun ve askerlerinin taşlaşmış halini, Dünyanın 8. Harikası olarak seyretmek de, neredeyse olanlardan 2000 yıl sonra bize kalıyor. Ne diyelim... Bu dünya ne sana, ne de bana kalmaz. İmparator She Hung Ti'ye kalmamış işte!.. Hiçbir kitap yazmaz! Peki ya romandaki Prof. Kien'in kendi kafasında yarattığı dünya sebebiyle yaşadığı körleşme vaziyeti. Ve körleşmenin insanı nasıl taşlaştırdığını okuma vakti gelmedi mi? Sonra kendimize dönüp bir bakmalı. Farkında olmadan körleşiyor muyuz yoksa?
 

16 Nisan 2011 Cumartesi

Sevdiğim Film Müzikleri - Desperado



Lale Devri Çocuklarıyız Biz


"Çiçeklere kayıtsız kalmak mümkündür; ancak böyle olmuyor. Ruh doktorları bir hastanın çiçeklere kayıtsızlığına klinik depresyon semptomu gözüyle bakar. Anlaşılan, açmış bir çiçeğin kendine özgü güzelliği, birinin zihnindeki siyah peçeyi ya da saplantılı düşünceleri delip içine girmez olduğunda, o zihnin duyumsal dünyayla bağlantısı da tehlikeli bir şekilde aşınmış oluyor..." 


Michael Pollan'ın Arzunun Botaniği adlı kitabından
Çeviri - Sevin Okyay
Fotoğraf - Seda Çınar Ceyhan
Alıntı - Kanat Atkaya

Sinemayı Hep Sevdim...


Ortaokula o yıl başlayacaktım. İzmit'e taşınmıştık. İlk evimiz, bir açık sinemanın bahçesindeydi.. “Yok canım daha neler!” deme sakın.. Sahiden.. İzmitli olup, yaşı bana yakın olanlar bilecektir. Hoşgör Pastahanesi’nin hemen arka sokağında Oğuz Bahçe Sineması vardı. Bizim taşındığımız apartman, sinemaya bitişik bir binaydı. Birinci katta oturuyorduk. Üst katların değil de sadece bizim katın sinema salonuna doğru koca bir balkon uzantısı vardı. Sanki bir loca… Film seyretmeye bayılırdım… Bu balkon bana bir armağandı..Gözlerim o kadar bozuktu ki tam beş numara.. Haftada iki kez film değişirdi. Her akşam aynı filmi seyretmekten bıkmazdım. Annem gözlerimin bozukluğunu her gece film seyretmeme bağlardı. Çok kızardı. Ben de hemen seyrettiğim filmlerden ezberlediğim birkaç repliği taklit ederdim. Şöyle… Türkan Şoray olurdum mesela… Tek elimin tersini gözlerimin üzerine kapardım ve…

- Aman Tanrım! Nayıır! Artık göremiyorum… Göremiyorum… Artık kör oldum… Ohh! Tanrım, nedennn…nedennn bennn! Okadar bedbahtım kii!



Yada Aysecik olurdum. Annemin önünde diz çöker:
- Teyzeciğim… Sizi çok sevdim… Size anne diyebilir miyim? Derdim.

Annem dayanamaz, kızmaktan vazgeçer… Hatta kimi zaman kahkaha ile gülerdi;
- Şımarık kız! Haydi yatağa! Derdi.

Yatar gibi yapardım. Sonra gizlice balkona kaçardım. Görünmez bir köşeye tüner, gizli gizli, sanki ilk kez seyreder gibi büyük bir iştahla, o geceki filmi seyrederdim.. Annemden saklı yapıyorum ya Yarabbim o ne güzel bir histi!.. Neden anneden gizli çevrilen işler, insana bu denli haz verirdi ki? Ah ne günlerdi!


Film bazan haftada bir değişirdi. Gene de bıkmazdım. Asla usanmazdım . Sürekli aynı filmi seyredince replikleri ezberlemem tabii ki çok doğaldı. Ezberlediğim bu cümleler gerçek hayatta çok işime yarardı:)

"Seni gördüğüm zaman içimde böyle bişeyler oldu... Konuşmayı beceremem ama, anladın di mi? Canımsın be... Güneşimsin... Havamsın...Yani bu ağzımdaki izmarit yok mu be işte onun gibi benimsin be... Yani buramdasın be...Sen hayatımın tek golüsün yani..."

( Bu da Sadri Alışık'ın meşhur repliklerinden bir hatırlatma... Vallahi gerçek bu sözler! Hani Filiz Akın'la çevirdiği Şakayla Karışık filminden )

15 Nisan 2011 Cuma

"Kafa"lı Deyimlerle 30. İstanbul Film Festivali Günlüğüm


İstanbul'a gitmeyi "kafaya koymuştum" bir kere. Mutlaka gidecektim. Gitmezsem "kafayı üşütebilirdim". Yoksa ne yapardım, derdimi kime yanardım? Neylerdim, bu şehri ateşe mi vereydim? Öyle bir "kafayı takmıştım" yani öyle böyle değil! Yanıma "kafa dengi" bir arkadaş bulmalıydım ama. Buldum da. Hülya. Telefon ettim. "Geliyorum İstanbul'a. Seni alacağım birlikte Beyoğlu'na 30. İstanbul Film Festivali'ne gideceğiz. "Kafan yattı" mı  bu planıma ne dersin?" diye sordum. Her zaman ki gibi " Şahane olur." dedi.

 
Ben her yıl  Hülya ile bir gün  İstanbul Film Festivali'ne gitmeyi adet edindim. Seviyorum onunla sinemaya üzerine sohbet etmeyi. Ben hatırlatmasam  festivali unutabilir ama belki. Çünkü bana  "Biz İstanbul'da yaşayanlar kaçırıyoruz film festivalini, sen nasıl köyden İstanbul'a geliyorsun sürekli? "dedi. "Boşver, "kafa yorma" böyle şeylere, üzümünü ye bağını sorma, bana takıl hayatını yaşa!" dedim. Güldü. Arkadaşım arabaya bindiğinde önce "kafa kafaya verdik". Acaba Beyoğlu'na hangi yolla gitmeliydik? Kadıköy'e bıraksam arabamı mesela. Ordan Beşiktaş'a deniz yoluyla geçsek. Sonra ver elini  Pera! Yoksa benim arabayla mı gitsek? Bu konuya ayaküstü biraz "kafa yorduk". "Kafamızı işletmeliydik". Günü kaliteli değerlendirmeliydik. Yağmur yağıyordu feci... Sinemadan pek vakit kalmıyordu muhabbete.  İlk filme de daha çok vakit vardı. "Kafamızı kullandık." Benim sevgili düldülle gitmeye karar verdik.


İlk filmin adı Yaşamın Ritmi'ydi... 2010  İsveç-Fransa yapımı bir film. Ne yönetmenini tanıyordum, ne oyuncularını. Olsun... Nefisti. Bizim  böyle bir konuyu "kafamızda canlandırdırmamız" mümkün değil inan ki.  Müzik teröristleri diyebileceğim bir kadın ve beş erkek, ameliyathanede, bankada, iş makineleriyle konser salonunun önünde ve şehrin yüksek gerilim hatlarında protest diye nitelendirebileceğim bir karşı müzik tavrı içine giriyorlar. Kardeşi ünlü bir müzisyen olan polis Amadeus ise ne yazık ki her daim sessizlik istiyor. Nasıl enteresan bir filmdi anlatamam. İnsan düşündükçe "kafayı üşütebilir."  Hele filmin finali var ya müthişti. Yaşamın Ritmi'ne  sadece finali için bile gidilebilir.

 

Sonra İnsan Kaynakları Müdürü'ne gittik. Bu filmi seçmemin nedeni, yönetmeni Eran Riklis'in geçen yıl seyrettiğim Limon Ağacı adlı filmin de yönetmeni olduğunu öğrendiğim içindi. Yoksa bilmem yani Eran Riklis'i. İsrail-Almanya-Romanya ortak yapımı gerçekleştirilen film Kudüs'teki bir insan kaynakları müdürünün başına gelenleri konu ediyor. Kendi fabrikalarında çalışan bir kadın işçinin bir intihar saldırında ölmesinden insan kaynakları müdürü sorumlu tutuluyor. Oldukça çarpıcı bir filmdi. Bir şey yeniden kafama dank etti. Sinemanın  insan haklarını konu etmesi bence çok önemli. Bu film illa ki izlenmeli.


Üçüncü filmin adı ise  Siyah Venüs'dü. Maalesef bu filmi izleyemedik. Çünkü bana mühim bir telefon geldi. Bir müşterimin  fabrikasında iş kazası olmuş. Tam da İnsan Kaynakları  Müdürü adlı filmden çıktığımızda müşteriminin insan kaynakları müdürüyle haberleşmedik mi?  Biri bana kamera şakası mı yapıyor diye "kafayı yiyecektim" inan ki. Neyse işçinin durumu iyi. Az sonra Sisi aradı beni. Beyoğlu'ndaymış. "Görebilir miyim sizi?" dedi. Aaa! "Kafam nasıl kızdı." Sen Beyoğlu'nda olacaksın benimle aynı vakitte. "Görebilir miyim" diyeceksin öyle mi? Sorulur mu hiç böyle soru!  "Tabii!" dedim. "Tabii ki!" Allahım... Bir de yanında Hiroşima Sevgilim'i getirmemiş mi? Ne çok seyretmek istiyordum o filmi. Hani bilirsin, Marquerite Duras'ın senaryosunu yazdığı film. Sisi'ye nasıl sarılacağımı bilemedim. Oturduk bir kafeye hep birlikte. Kahvelerimizi içtik büyük bir keyifle.. Başladık filmler üzerine muhabbete... Hızımızı alamadık. Yürüdük Pera Müzesi'ndeki  İhsan Cemal Karaburçak sergisine. O resim senin bu resim benim dolandık durduk biteviye... Sonra arkadaşım  eğildi kulağıma... Dedi ki" Sen beni acilen atar mısın eve? "Kafam kazan gibi oldu! Alışık değilim bu kadar gezinmeye." Baktım Hülya'ya. Gerçekten "Kafayı bulmuş" gibiydi. "Tamam!" dedim, sen daha fazla uyma bana. Hemen eve git ve "kafayı vurup yat!" Ben daha çok gezerim bu "KAFA"yla! Sonra... Evli evine köylü köyüne. dedik.. Sisi'yle döndük bizim köye. Bir İstanbul Film Festivali günü daha böyleyken böyle bitti işte.

Kahve Molası - 30. İstanbul Film Festivali Günlüğüm



İstanbul Film Festivali'nin 30. yılı, benim ise festival seyircisi olmamın 3. yılı sebebiyle dün gene Beyoğlu'ndaydım.  Evden  daha ayağımı atar atmaz sokağa, nasıl tatlı bir ilkbahar esintisi değmişti yanağıma, anlatamam. "Heyyy! Ne oluyoruz?" diye rüzgâra muzipçe seslenmiştim. Rüzgâr dediğimi işitmişti de, tekrar tekrar yanağıma usulca ellemişti. Ben esinti seven biriyim.  Güneş enerjisiyle değil rüzgârla çalışır benim bedenim. Bu nedenle sabah esintisine çok sevinmiştim ne yalan söyleyeyim. Ayağımda bez ayakkabılarım... Üzerimde kotum, beyaz gömleğim, kadife ceketim... Tamam işte... İki dirhem bir çekirdeğim. Şenliğe gidiyorum! Şenliğe! Bir sinemadan çıkıp diğerine gireceğim. Sadece bu sebeple "bugün bayram erken kalkın çocuklar, giyelim en güzel giysileri" ruh halindeydim. Böyleyim işte. Abarttıkça abartırım duygularımı. Kalbim  bir kuş kanadı gibi çırpar. Şarkılar söylerim. Kendimi soyutlarım gerçek dünyadan. Hayal alemimin içine gizlenirim. Tadını çıkarırım yaşadığım o anın. Fena bir şey asla  görmem. Tattığım, dokunduğum, kokladığım, baktığım, işittiğim herşey şefkate, merhamete, iyiliğe dairdir sanki.. Yani diyeceğim odur ki tuhaf biriyim. Bunları neden anlatıyorum biliyor musun? Ben İstanbul'da çok ıslandım çoook! Beyoğlu'na vardığımda, bir yağmur başladı anlatamam sana. Ayaklarımda bez ayakkabılar vardı ya... Heey! Çok ıslandılar... Çoook! Olsun ben vazgeçmedim. Gene sevinçle yürüdüm.  Zaten çocukluğumdan beri severim suda cup cup yürümeyi. Evet, yürüdüm. Bu durumda ne oldu tabii? Hem ayakkabım hem kotum suyu çekti. Üşüdüm. Çok üşüdüm. Ama ben üşümeyi terlemeye  yeğleyen biriyim. Hiç bozmadım moralimi. Bir sinemadan çıktım öbürüne girdim. Aaa! Tabii filmleri anlatacağım anlatmasına da... Kahve molası vermiştim. Bir müşterim geldi. Şimdi onunla ilgilenmeliyim. Bekle beni olur mu? Bir ara döneceğim...

14 Nisan 2011 Perşembe

Orhan Veli Kanık'ın 97. Doğum Gününü Arkadaşlarıyla Kutlayalım İstedim.


Bugün gökyüzüne baktın mı bilmem? Hele ikindi ile akşam arası saatlerde baksaydın eğer, kocaman mavilikte sanki muhtelif fırça darbeleriyle, beyaz bulutların oya gibi işlenmiş olduğunu görürdün gökyüzüne... Öyle şahaneydiler. Kulağım arayınca bir melodi, elim gayri ihtiyari torpido gözüne gitti. Tek elim direksiyonda, diğeri karıştırırken cd leri, uzun zamandır dinlemediğim bir cd elime geldi. Of of of! 1997 tarihli Ataol Behramoğlu Şarkıları - Aşk İki Kişiliktir adlı albümü. Şairin bestelenmiş şiirlerinden oluşuyor. Edip Akbayram söylüyor; "Ben ölürsem akşam üstü ölürüm - Çocuklar sinemaya gider.- Yüzümü bir çiçeğe gömüp, -Ağlamak gibi isterim. -Derinden bir tren geçer. -Ben ölürsem akşamüstü ölürüm. -Uzaktan bir bulut geçer.- Karanlık bir çocukluk bulutu, -Gerçeküstücü bir ressam, -Dünyayı değiştirmeye başlar.- Kuş sesleri, haykırışlar,- Denizin ve kırların Rengi birbirine karışır. -Sana bir şiir getiririm. -Sözler rüyamdan fışkırır.- Ben ölürsem akşam üstü olürüm. " Bu şarkı sözleri, Ataol Behramoğlu'nun ama benim aklıma nedense, başka bir sevdiğim şair Orhan Veli geliyor. Hani şu meşhur fotoğrafı vardır ya, hani arkadaşlarıyla bir bankta oturuyor.


Of! Bu fotoğrafa hem bayılırım, hem de baktıkça tuhaf bir hüzün duyarım. "Dört kişi parkta çektirmişiz. Ben, Orhan, Oktay bir de Şinasi - Anlaşılan sonbahar - Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli - Yapraksız arkamızdaki ağaçlar - Babası ölmemiş daha Oktay'ın - Ben bıyıksızım - Orhan Süleyman Efendi'yi tanımamış - Ama ben hiç böyle mahzun olmadım - Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?- Oysa hayattayız hepimiz" demiş bu fotoğraf hakkında Melih Cevdet Anday. Fotoğrafta yer alan kişiler, soldan sağa Orhan Veli, Şinasi Baray, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday'dır. Orhan Veli'nin yaşamı boyunca hep dostu kalmış kişilerdir. 1914'de doğmuştur Orhan Veli. 10 Kasım 1950 akşamı Ankara'dadır. Kimbilir belki dilinin ucunda hüzünlü şiir cümleleri Ankara'nın karanlık yollarında yürümektedir. Belediyenin kazdırmış olduğu çukuru görmez ve düşer. Başından yaralanmıştır ama aldırmaz. Bir iki gün sonra İstanbul'a döner. Zaten o sıralar aklı fikri hep İstanbul'a dönmektir. Sevdiği kadın İstanbul'dadır çünkü. İstanbul'a gelir. 14 Kasım akşamı yemek yerken olduğu yere yığılır kalır. Sebep alkol sanıldığından alkol tedavisi yapılır. Oysa sevgili şair beyin kanaması geçirmektedir. O akşam hayata veda eder. 36 yaşındadır. Yüreğinde sevdiği kadın, cebinde 28 kuruş vardır.

Şairimiz Ataol Behramoğlu "Ben ölürsem akşam üstü ölürüm." diyor. Başka bir şairimiz Orhan Veli 36 yaşında bir akşam üstü ölüyor. Bu akşam araba kullanırken, Edip Akbayram'ın etkili sesinde benim aklıma işte bunlar geliyor.
 
NOT: Bu yazıyı daha önce yazmıştım. Orhan Veli Kanık'ın 97. doğum günü sebebiyle tekrar hatırlamak istedim. Hem arkadaşları da olsun yanında öyle değil mi? Hayatımızı yaşanası kılan sevgili  büyük ustaların yattıkları yer huzur ve rahmet dolsun. Ne tatlılar!

Bu Öykü Dünyanın Gidişatını Değiştirmeyecek Mi?


Şimdi anlatacağım öyküde yazar, bir televizyon programında spikerin kendisine bir soru sorması için yazarlığa başlamamıştır. Çünkü yazarlığa başladığı zaman Türkiye'de televizyon yoktur. Ona göre geçimini yazı yazarak kazanmaya çalışanlara yazar denir. Geçimini kazanmak için yazı yazmak... Yani geçimini kazanmak için araba kullanmak, berberlik yapmak, ayakkabı tamir etmek gibi... 38 yıllık yazarlık hayatında tahminen 35464789983736353637387362782 (boşuna okumayın der) kelime yazı yazarak bir rekor kırmıştır. Bu rekoru kırarken de yazıların bedeli olan paranın yüzdebirini ancak kazanmış, yüzde doksandokuz kazık yemiştir. "Beni neden bu kadar sömürdüler?" diye düşünür.

Aslında bu işin arkasında süper güçleri yani Amerika ve Rusya'yı aramıştır aramasına ama küçücük bir yazarı sömürmek için zahmete girerler mi ki bu süper güçler? Sonra yazılarını alan gazeteleri, dergileri, tiyatroları, film prodüktörlerini, şovmenleri, komikleri ve öbür kimseleri Amerikan ve Rus ajanı olarak suçlamak yakışık almaz ki. Ayrıca kendisini yıllardır sömürenlerin bu ajanlardan daha az gaddar olduklarını kanıtlayaması da mümkün değildir. Ayrıca bu kişilerin içinde yazarın eserlerinin altına kendi imzalarını atacak kadar laubali olanlar, parasını vermek için alacağı paranın yirmi katı yol parası vermesine neden olanlar, yazdığı yazılardan pasajlar araklayıp sahnede oynayanların yaptıkları bir gizli ajanın yaptıklarından ufak şey midir? Ayrıca kötü adam, ajan, yani casus kimseyi sömürmez ki! Sadece para karşılığı en adi numaralara yatar. Hatta ajanın aldatılmış ve terkedilmiş bir tarafı bile vardır diye devam eder. Çok merak etmektedir... Neden acaba Yazar, kendisini sömürenlere, yani iyi niyetini, kafasının ürünlerini, saf köylünün portakal bahçesini ucuza kapatan madrabaz gibi üç kağıda getirenlere bu kadar gıcıktır? Neden hep kendisine kazık atılmıştır? Alnında "Bu adam hıyardır." diye mi yazmaktadır?

Mesela sabahlara kadar, gözleri kan çanağına dönene değin yazı makinesi başında inekleyip yazdığı senaryoları düşünür. Paralarının onda birini dahi alamadığı, para yerine bono yada elbiselik kumaş aldığı ve tekrar tekrar yazdığı senaryoları düşünür.. Birileri kafasının içine el atmıştır. Oradaki ürünleri araklayıp para haline getirmektedirler. "Sireno Do Bercerak (doğrusunu bilen varsa yazsın der) olsaydım ve gerek zekamla, gerek kılıcımla bu herifleri hizaya getirseydim.." der. .............................

Yolda Sinir ve Ruh Hastalıkları Mütehassısı Bedri Ruhlananduman diye bir tabela görür. Tabelaya doğru birden yürümeye başlar ve içeriye girer. Randevusu yoktur tabi.. Geçerken uğramıştır. Üstelik hayatında ilk kez ruh doktoruna girmektedir. Hemşireye göre doktor içeride kendini dinlemektedir, acaba randevusuz bir hasta kabul edecek midir? Hemşire doktora sorar. Doktor hastayı kabul etmiştir. Yazar hemşireye adını söyler.. İster ki tanısın ismini. "Siz o meşhur yazar mısınız?" demesini bekler. Hemşire Yazar'ın beklediği kadar entellektüel çıkmaz. Yazar'ı tanımaz. İçeri girdiğinde doktor Yazar'a oturmasını söyler. Oturmaz. Vaziyeti normal değildir ki.. Doktor neler hissettiğini sorar Yazar'a... Cevap olarak söze aslında bir yazar olduğunu, yani işinin yazarlık olduğunu söyleyerek başlar. Bunun üzerine doktor vizitesinin bin lira olduğunu söyler. Neden yazar olduğunu söyleyince vizitesini öne sürmüştür ki doktor? .....

Mesleği yazarlıktır ya, bu meslek bu memlekette özelliği olan bir meslek midir, değil midir? Yazar bunu çok merak etmektedir. Yazdıkları ile geçinen adam olduğuna göre ve de kafa ürünü de bir ürün olduğuna göre, neden bu ürün para etmez ki bu ülkede? Bunları düşünmektedir. Doktora göre demek ki para etmez bu ürünler... İyi de hep bu ürünlerle gazeteler çıkmaktadır, kitaplar, tiyatro, televizyon oyunları, film senaryoları yazılmaktadır. Doktor anlam veremez bu konuşulanlara.. Hastalıkla ne ilgisi vardır ki bütün bu anlatılanların... Yazardır. Yıllardır yazmıştır. Parasını alamamıştır. Doktor neden almadığını, gidip almasını önerir Yazar'a. Bir fikre, bir sanata saygı yoktur ki. Gecesini gündüzüne kattığı, kafasını patlattığı bir oyun ve skeç yazıyor sonra bunu birileri araklıyor ve beş kuruş vermiyor, iş midir yapılan? Doktor hayatında iki kez tiyatroya gittiğini söyler bunun üzerine.. Bu anlatılanların hastalıkla ne ilgisi vardır ki doktora göre... Yazar nasılsa doktorun gittiği piyesin adını bilir: Cimri! Doktor şaşırır Yazar'ın nasıl tahmin ettiğine... Doktor sürekli Yazar'a hastalığının ne olduğunu sorar. Yazarın beyni sömürülmüştür ve bunun huzursuzluğunu çekmektedir. Ama doktor Yazar'ın anlatığı şeyleri bir türlü anlayamamaktadır. Yazar ters ters bakar doktora ve kendisini çamaşır mandalı sandığını söyler. Doktor hemen alıştığı cevabı patlatır: "Kendini çamaşır sepetine at!" Bunun üzerine Yazar doktora, bırak ruh doktoru olmayı, su motoru bile olamayacağını söyleyerek odadan çıkar.

Kaldığı otel odasına gider. Daktilosunun başına oturur. Yazar'a kazık atan atmıştır, artık bununla uğraşacak keyfi de hali de yoktur. Başını kaldırır ve düşünür. Gözünün önünde film sahneleri ve tiyatro galaları geçer. Ödenmeyen bonolar da yukarıdan atılan şeref çiçekleri gibi havada uçarlar. Bir arabanın üstündedir. Kiralık bir katil, gez, göz,arpacık diyerekten tetiğe basıp Yazar'ı vuracakken, burnu kaşınır ve attığını tutturamaz. Yazar gene yazacaktır. Çalacaklar, gene yazacaktır. Yaşamak için değil, yazmayı sevdiği için yazacaktır.
Bu öykünün ilk paragrafını yazımın sonuna sakladım. Şu cümleler ilk paragrafın tıpatıp aynısıdır: "Bu yazının sonunda, ortaya bazı gerçekler çıkacaktır. Bu gerçekler belki de dünyanın gidişatını değiştirmeyecektir, ama, bu satırların yazarı olan benim, Suavi Süalp'in, Türkiye'nin en çok kazıklanan yazarı olduğunu kanıtlaması bakımından ilgi çekecektir. Tabii kitap alınıp okunursa.."

Bu öykü Atilla Atalay'ın Ebekulak adlı kitabındaki ilk öyküdür. Ben Ebekulak'ta  denk gelip okumuştum. Atilla Atalay ise bu öykünün tamamını Suavi Süalp'in "Gene iyi Dayandık adlı öykü kitabından almış.  Ben ise  bu etkili öyküsünün bazı bölümünlerini yazarın cümlelerine sadık kalarak yazmaya çalıştım. Bugün Suavi Süalp'in 30. ölüm yıldönümüydü. Değerli sanatçının  yattığı yer huzur ve rahmet dolsun.
 

Memleketimizde absürd mizahın öncüsü olarak kabul edilen Suavi Süalp 23 Nisan  1926 yılında doğdu. Gene bir Nisan günü, 14 Nisan 1981 yılında, 55 yaşındayken dünyamızı terk etti.. Gazete ve dergilere yazılar, film senaryoları, oyunlar yazdı. Zavallı Behçet, Meşhur Rezaletler ve Gene İyi Dayandık adlı üç kitabı var. Yukarıda alıntılarla özetlemeye çalıştığım öykü, aslında yazarın  kendi hayatıdır. Ve yazdığı bu öykü günümüzde  aynı durumdaki emeği sömürülen tüm  yazar, çizerlere ithaf edilesi bir öyküdür.


Bir Çiçeğin Kokusundan Taştığını Gördün Mü Hiç?

 
Sabahleyin erkenden uyandım. Üzerimde upuzun beyaz pazen gecelik. Usulca bahçeye çıktım. Canını yakmaktan çekine çekine çıplak ayaklarımla çimlere bastım ilkin. Şezlongu yanıma çektim. Oturdum. Kimse yok. Nasıl sütliman ortalık. Koskocaman sessizlik. Bir ben varım. Bir de de göz alabildiğine yeşillik. Elimde Hasan Ali Toptaş’ın kitabı. Ben Bir Gürgen Dalıyım adı. Açtım ilk sayfasını. Okumaya başladım.
 
 
Ege toprağında gencecik bir gürgen dalı anlatıyor. Beşparmak Dağları’nın ardında, küçük bir düzlükte yaşıyor. Sabahtan akşama dek tepesinde, kuşlar, biçimden biçime giren renk renk bulutlar uçuşuyor. Ayrıca her biri birbirinden yeşil, birbirinden iyi, birbirinden güzel komşularından söz ediyor. Sözgelimi bir kambur köknardan, orta yaşlı bir gürgenden, kıpkızıl çamlardan, bulanık ardıçlardan, ladinlerden ve kestanelerden, düzlüğün sonundaki hepsinden büyük olan ak sakallı bir meşeden bahsediyor. Meşenin dalları kuruduğu için kuşlar artık konmazmış ona da uça uça yoruldular mı birazcık dinlenmek için, cıvıltılarla gelip gürgenin dallarına konarlarmış. Birkaç dakika içinde tepeden tırnağa cıvıltı ağacına dönüşürmüş gürgen de sanki omuzlarından yere doğru şapır şapır, rengarenk şarkılar dökülürmüş.Derken dayanamayıp tabi, gürgen de şarkı söylemeye başlarmış dallarına konan bu irili ufaklı kuşlarla birlikte. Çevrelerindeki otlar, sağda solda gezinen böcekler, uzun kulaklı tavşanlar, tilkiler, kurtlar ve taşlar da şarkı söylerlermiş hatta. Kısacası ormandaki her şey kendi sesiyle, kendi rengiyle, kendi duruşuyla katılırmış bu şarkıya. 
 
 
Dahası uzaklardaki kayaların sessizliği bile, mor bir ahenkle, gitgide her yana yayılan bu şarkının içinde yüzmeye başlarmış. Böylece dünya tıpatıp bir şarkı olurmuş ve hiç kuşkusuz eskisine göre daha neşeli dönmeye başlarmış. Dünya böyle neşeli ve daha güzel döndükçe, sihirli bir değnekle dokunulmuşcasına, ormandaki her şey değişiyormuş sanki. Yeşiller daha yeşil kesiyor, havada kanat çırpan kuşlar görülmemiş bir hızla uçuyor, böcekler kıpırtılarından, çiçekler de kokularından taşmaya başlıyormuş.

 
Bir çiçek kokusundan nasıl taşar diyebiliriz belki. Taşmaz olur mu, taşıyormuş işte; görüp kokladığınız çiçeğin ötesinde düşsel bir çiçek daha gördünüz mü, taşıyormuş…-Ben bir defasında görmüştüm bir çiçeğin kokusundan taştığını. Bir şebboy çiçeğiydi. Arabamı kullanıyordum. Şebboy çiçeğini yan koltuğa koymuştum. Çiçek kokusundan taşmıştı da sarhoş etmişti beni. Koku dağılsın diye camı açmıştım bu defa. Esen rüzgardan koku çıldırıp çoğalmıştı adeta. Koku o kadar başımı döndürmüştü ki trafik polisi çevirse promilim tavan yapardı kesin. Kokusundan taşan çiçek öyle çarpmıştı beni yani. Yazara katılıyorum. Oluyor böyle şeyler. Eminim. -

 
Gürgen dalı anlatmaya devam ediyordu okuduğumda. Onlar hep birlikte aşka gelip şarkı söylerken, bir çiçek değil, milyonlarca çiçek görürler o düzlükte. Nazlı nazlı sallanan sümbüllerin, lalelerde yankılandığını, lalelerin de işlerini güçlerini bırakarak kaya kekiklerine, kaya kekiklerinin çiğdemlere, çiğdemlerin de sağda solda çınlayan börtü böcek sesleriyle birlikte, gelinciklere doğru aktığını görmeye başlıyorlarmış. O yüzden de hangi kokunun kimden yayıldığını bilemezlermiş bir an. Hatta hangi rengin nereden fışkırdığını ve kime ait olduklarını da bilemezlermiş. Nar kırmızı maviler, kar beyazı morlar, uçuk sarılar, sürgün yeşiller ortada cirit atıp durularmış da onlara öylece bakakalırlarmış. Bir yandan da sarhoş olurlarmış uçuşan bu kokulardan, renklerden sarhoş olur ve bir an için kendilerinden geçerlermiş. (Bu yazı yazarın kitabındaki cümleler kullanılarak yazılmıştır.)
 
 
Peki, hep böyle neşeliler miydi acaba? Değillermiş.. Hayatta, sevinç kadar acı da vardı tabii.. Ama ben okumamı burada kestim. Kitabın kapağını kapadım. Toplayıp göğsüme ayaklarımı, kollarımla sarılıp kucakladım. Kitabın etkisiyle, şöyle bir karşıya baktım. Yeşillik... Göz alabildiğine... Yeşile sevdalanmam olabilir mi bu manzara sebebiyle? Bu sonbahar sabahında, gözümün alamadığı kadar uzaktaki bir göçmen kuşun hayalinin peşine düştüm. Hülyaya daldım. Önümdeki çınar ağacından bir yaprak düştü yere. Düşen yaprak acıtmış mıdır acaba ağacın canını? Bu duyduğum yaprağın ağaca vedası mı? Bilmem! 09.09.2010

Hasbihal - Michael Jackson'u Dinleyesim Geldi.


Bazan bloğa yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Mis gibi kokan kahveler ellerimizde mesela. Ben büyük battal koltukta oturuyorum, ayaklarımı toplamışım altıma... Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam. Muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinlemek için bekliyorsun. Bugün eski günlerden bahsetmiyorum. Hele çocukluktan hiç başlamıyorum. Bu kez, paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Sen neden bu kadar suskunum diye bana bakıyorsun. Usulca başlıyorum konuşmaya.. “"Bir film seyrettim." diyorum. “ Hani  Michael Jackson hayatını kaybemişti ya… Michael Jackson’ın son konser provalarının kayıtlarından oluşan bir filmdi seyrettiğim. Hani dünya turnesine çıkacaktı. Ne planlar, ne hazırlıklar yapılmış. Konser deyip geçme” diyorum.. “Nasıl ciddi bir organizasyon ve teknoloji var arkasında anlatamam sana. Mutlaka görmen lazım.



Ah!” diyorum. “Ah, o güzelim şarkılar… Hepsi de nasıl da hafızama kazınmışlar. Şarkılarının her ritmi, adeta Michael Jackson’un vücudunun bir hareketi. Hatırlasana…” diyorum sana… “Ay yürüyüşünü nasıl denerdik ayna karşısında.. Ya da kemiksizmişcesine dalgalandırılan kollar mesela… Sen ne güzel becerirdin!.. Ben yapamazdım ne kadar çabalasam da…” diye sözlerime devam ediyorum. Sanki gözlerini kaçırıyorsun benden. Üstüne gelmiyorum. Sadece “Biz neden böyleyiz?” diyorum sana… “Neler yazdılar, söylediler Michael Jackson hakkında.. İnanamadık senle ben valla… Radyo çocuğuyduk ya kimseyi görmez, seslerden de şüphelenmezdik. Onun için mi böyle saftorik olduk… Ya da ne bileyim Kemalettin Tuğcu kitaplarıyla büyüdük. Bırak filmleri, okuduğumuz kitaplardaki kahramanlara ağlar, üzülürdük. Şimdi bu şahane şarkıları söyleyen adam için, denilenlere inanmak bir yana, arkasından yas tutuyoruz baksana !” diyorum biraz kıkırdayarak. Kendini toparlamanı istiyorum. Eğer konuşmama devam edersem bu hüzünlü makamda, biliyorum hüngürdeyebiliriz az sonra.. Diyorum ki konuyu renklendirmek için “Biliyor musun,  bugün ofisteki odamda  bir ara kimse yoktu. Yalnız ben… Sanki Michael Jackson benim için konser veriyordu… Nasıl kendimden geçmişim… Bir ara dayanamadım.. Fırladım ayağa.. Michael Jackson Billie Jean’i söylüyordu. En iyi sen bilirsin beni.. Billie Jean’i dinlerken oynamadan durabilir miyim Allahaşkına?

13 Nisan 2011 Çarşamba

Yaz Başlangıcında Yaz Sonu Hikayesi...


yaz inceliyor, güz
bizse hiç büyümeyen rus bebekleri
bir düşte karşılaşmıştık, bir düşte kaybolduk
hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
birbirinin karanlığına kapatılmış
birbirinin içinde tipiye tutulan
her kozaya ayrı biçilen uzun kışlardan
hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
ilkgençliğin yazıları bitti. Şimdi bırakılmış çiftlikler
yağmurlarla boşalmış leylek yuvaları
elimizde sorular, gün yeniden dağıtıyor
kalanlar için yazılanları
yaz sonu yaz sonu yaz sonu
Biliyorum
yine haziran yine temmuz yine ağustos

Murathan Mungan

Martin Eden'den Meskalin'e...



Bu hafta sonu Jack London'un Martin Eden adlı kitabıyla haşır neşirdim. Aslında uzun zamandır bu kitabı okumaya niyetliydim. Fakat bir türlü yolumuz kesişmedi. Şeytanın bacağını kırdım nihayet... Okumaya başladım. Allahım bu ne tatlı bir kitap! Çok sevdim. Nasıl kızdım kendime. Dedim: "Daha önce neden Martin Eden'i okumadım ki?" Sonra gene kendim yatıştırdım kendimi.. Herşeyin bir yeri ve vakti vardı demek ki! Kitapların da öyle. Genç bir adamın, kendinden eğitimli, zengin, yaşça büyük bir kıza aşık olması ve sebep ne olursa olsun asıl mühim tarafı yazar olma yolunda verdiği inanılmaz mücadeleydi kitabın konusu. Aslında bu kitap yarı otobiografik bir roman.  Yani kitabın yazarı Jack London kendi hayatıyla paralelik kurarak bu romanı yazıya geçirmişti. Daha bitiremedim. Bu akşam bitiririm kesin. Jack London 1877 yılında doğmuş ve 1916 yılında ölmüş Amerikalı gazeteci ve yazar. Hayatını bir okusan sanal ansiklopedide, kim bilir kaç roman çıkar. Hani hayatı roman olabilecek insanlar var ya, onlardan biri de Jack London işte..


Aslında benim yazmak istediğim ne Jack London'ın hayatı ne de Martin Eden adlı romanı. Benim anlatmak istediğim bambaşka bir şey. Bak şimdi... Murathan Mungan'ın bir kitabı vardır. Bilmem bilir misin? Adı Meskalin 60 draje. Yazarın "kafa açıcı" ya da "kafa yapıcı" diye nitelendirdiği, gazete ve dergilerde yazdığı kimi yazılarını biriktirdirdiği yazılar bunlar.  Hap gibi... Kafan bir konuya mı takıldı? Bak prospektüsüne.. Varsa içinde... Oku... Yut yani ilaç niyetine... İşte bu kitabın yutulacak bir hapının adı "Yetenek Bakım İster" adlı bölümü... Bu bölümde özetle şöyle şeyler anlatır. Şimdi... Bilirsin... Bir çok kişi yetenek Allah vergisi der ve yeteneği hep ellerinin altında tutabilecekleri şey zannederler. Allah'ın hiç bir vergisi sonsuz olmaz der yazar. Her konuda olduğu gibi yetenek bakım, geliştirmek, canlı tutulmak ister. "Doğru kullanılmayan yetenek, bir süre sonra kuru bir tekniğe dönüşerek, varlığını koruduğu izlenimi uyandırabilir. Oysa çoktan tükenip gitmiştir. Türkiye bu anlamda bir Yetenekler Mezarlığı'dır. Erken doğmuş, çabuk ölmüş, kötü kullanılmış, savrulup gitmiş büyük bir yetenekler mezarlığı."


Şimdi nerden geldin Martin Eden'den, Murathan Mungan'ın Meskalin'ine diyeceksin? Hımm.. Martin Eden yetenekli bir yazar...  Ama yetenek yetmiyor ki insana. Geliştirmek, üzerine itina ile titremek gerekiyor.  Martin Eden yazma yeteneği olan biri.  Kendini geliştirmek için sarfettiği çabayı görmek için işte bu romanı mutlaka okumak gerekiyor. Tamam, tutkulu bir aşk durumu, Martin Eden'i çok ama çok okumaya ve yazmaya sevkediyor.  Fakat yokluklar ve zor çalışma şartları içinde, kitap okuyarak ve her fırsatta yazarak, nerelerden nerelere geliyor şahit olmak lazım gerçekten. Daha romanın ortalarındayım.  Nasıl akıcı bir dil, nasıl sevimli bir anlatımı var anlatamam. Murathan Mungan Meskalin'deki "Yetenek bakım ister" başlıklı bölümü, yeteneklerinin üzerine titremeleri gerektiğini düşündüğü, kendilerini koruma altına almalarına inandığı bir kaç kişi ve henüz tanımadığı diğerleri için yazdığını söylüyor ya ben de aynı hislerle Martin Eden'in okunması gerektiğini söylemek istedim.  Gene karıştırdım mı? Anlatmak istediğimi yeterince anlatabildim mi acaba?

“Günde üç dört bin kelime yazayım dersem, gerektiği gibi çalışmış olmayacağımı biliyorum. İyi bir yazı, kalemi hokkaya daldırıp daldırıp yazılmaz. Bir duvar örermiş gibi, taş üstüne taş yerleştirircesine, neyi nereye koyacağını bilmelidir insan.”

İlginç bir rastlantıyı da paylaşmak istiyorum. Ben burada tesadüfen Murathan Mungan'ın Meskalin 60 draje kitabıyla Jack London'un kitabını yan yana getirdim ya.. Hafızamda nasılsa bu iki kitap çakıştı ve ben de yazdım işte...  Ne diyeceğim? Jack London nasıl ölmüş biliyor musun, aşırı dozda ilaçtan... Yaaa.. Bak şu  feleğin işine... Böyleyken böyle işte...