20 Temmuz 2011 Çarşamba
19 Temmuz 2011 Salı
Kara Basma İz Olur Güzellerde Naz Olur!..
Geçtiğimiz kıştı. Hiç unutmuyorum. "Haydi kara yatalım!" demiştim arkadaşıma. Sanki ben ona böyle bir lakırtı sarfetmemiştim de " Haydi dilini uzat limon sürecem!" demiştim. Öyle bir ekşitmişti ki suratını anlatamam. Akabinde ne dese beğenirsin. Kaşlarını devire devire "Yoo! Aslaaa.. Soğuk olan hiçbir şeyi sevmem!" demişti. Allahım Yarabbim... Kulaklarıma inanamamıştım biliyor musun? Gerçekten. Nasıl yani? Sanki onu ilk kez tanıyormuşum, hatta hayatımda ilk kez görüyormuşum gibi, gözlerimi pörtleterek şaşkın şehla bakışımla bakmıştım. Ne diyordu Allahaşkına? O güzeller güzeli, pamuk gibi tertemiz kar bizi beklemiyor muydu? Bedenimiz ve ağırlığımız olduğunu unutarak... Hatta içimiz tamamen boş varsayarak... Öööylece kollarımızı iki yana açarak... Efendime söyleyeyim... Sanki denize sırt üstü atlarmış gibi... Kafaya hiçbir şeyi takmazmış gibi... Kendimizi karın tatlı kucağına bırakmayacak mıydık yani? O kadar şaşırmıştım ki anlatamam. İnan bana dilim tutulmuştu da bir süre konuşamamıştım. Diyebilirim ki öylece kalakalmıştım. Hatta donakalmıştım. Etraf ıssııızzz... Ve off nasıl sessizdi. Gözalabildiğine bembeyazdı. Her taraf resmen sütliman... Mevsim şimdiki gibi yaz değildi ki... Kıştı ya... Kar da yağmıştı tabii... Ahh! Düşünsene yüzümüzü ısıran tatlı bir ayaz vardı. Ne şahaneydi yarabbim... Arkadaşımla bizim köyün köyündeki kır evine gelmiştik. O soğukta niye mi? Anlatacağım bak, şöyle:
Çok eski arkadaşız biz. Komşuyuz. Acı ve tatlı paylaştığımız okadar çok şey var ki!. Yılların dostluğu. Yılların emeği. Evet, doğru. Arkadaşlık emek ister. Bu emek neticesinde biriktirdiğimiz ne çok anılarımız var. Yıllanan anılarımızın her biri naftalinlendi. Naftalinlenen anılarımız hafızalarımızın kuytu çekmecelerine itinayla istiflendi. Kimi zaman havalanmaları gerekir. Çıkartırız ilgili çekmecelerinden. Sallar silkeleriz şööyle... Sonraa hatırladıklarımıza kimi ağlar, kimi güleriz. Ama en güzeli var ya, acayip güleriz biz Dilek'le. Gerçekten. Kimi zaman gülme krizine tutulmuşluğumuz vardır,biliyor musun? Hani katılmak vardır ya gülmekten. Aynen öyle. Gülmekten sahiden katılırız. Ne güldürür ki bizi böyle? Küçük, tatlı şeyler işte. Öyle durup dururken, son anda tesadüfen denk gelinen... Ne bileyim, belki bir kelime... Başkasına söylense anlayamaz. Biz bile kimi zaman, bizi kendimizden geçirecek kadar güldüren şeye, sonra konuştuğumuzda şaşarız. Hani makaraların koyuverildiği anlar vardır ya... Sonradan anlaşılmayan. Anlık şeyler. O an içinde yaşanan. Öyle işte. Kimi zaman da içimizı acıtan anıları deşeriz. Tekinsiz gecerimiz vardır birlikte geçirdiğimiz. Hazin olaylar... Kalp hoplatan, yürek yıpratan, ömür törpüsü, yürek süprüntüsü, yıkık dökük anılar. Onlar da arada havalanmak ister. Havalandırırız korkmadan. Zamanında tüm bu anılar içinde kendimizi zavallı hissetmiş olsak da, Çanakkale geçilmemiştir arkadaşım, bak ayakta, burdayız işte! Zafer bizim demektir. Topyekün tatlıya bağlarız muhabbetimizi nihayetinde. Arkadaşlık hoş şeydir.
Bakar mısın simdi? Bu kadar yıl sonra arkadaşımın soğuğu ve karı hiç sevmediğini öğrenmiştim iyi mi? Hiç mi denk gelmemiştik biz kış günü Allahaşkına? Hiç mi kar yağdığında kar topu oynamamıştık, kardan adam yapmamıştık bizim sokakta? Şöyle bir düşünmüştüm. Hafızamı yoklamıştım. Gerçekten Dilek ve kar'la ilgili tek bir fotoğrafı gözümün önüne getirememiştim. Evet... Evet... Dilek benim tersime sıcak sever. Kedi gibidir zaten. Soba bulsa mesela, kıvrılır usulca uyur. Ah, canım ya! Ne yapmıştım ben sana? İş görüşmem akşam üzeri erken bitince, telefon etmiştim Dilek'e. "Hazırlan bebek, 10 dakika sonra yanındayım. Kaçırayım seni. Birlikte biraz anıları havandıralım." demiştim. Epeydir görüşmemiştik. Biliyordum hem kafası hem bedeni yorgundu. Anlatmayayım şimdi uzun hikaye... Bir değişiklik olsun, kafasını dağıtsın istemiştim. Gittiğimde hazırdı zaten. Demiştim ki Dilek'e: "İki saat vaktim var. Gidelim bizim kır evine. Yakalım köy ocağımızı. Ayaklarımızı uzatalım. Yandan çarklı bir kahve yapalım... Gönül muhabbet istiyor aslında... Kahve bahane tabii. Ne dersin?" demiştim. Tam teslimiyet halinde: "Nasıl istersen!" demişti. Oh ya. Ne özlemiştim arkadaşımı. Başlamıştık tatlı tatlı dedikodunun dizini belini kırmaya.. Çıtır da çıtır... Çıtır da çıtır... İşte arabada konuşa konuşa bizim kır evine gelmiştik. Kır evi biraz tepede kalıyor ya, karlar erimemişti henüz. Hatta inan bana ayak basılmamıştı. Öyle şahane! Tertemiz. Düşünebiliyor musun, göz alabildiğine kar. Eee! Sorarım şimdi sana... Yatılmaz mı kuzum, şimdi bu kara? Nasıl yatılır hemde... Şaşırmıştım ya Dilek'in söylediklerine. O kadar şaşırmıştım ki... Dünyam dönmüştü de bayılacak gibi olmuştum inan ki. Kollarımı açmıştım iki yana. Kendi ağırlığımı unutmuştum. Sırt üstü atmıştım kendimi yereee. Sonra mı? Hiiiç! Tabii uyandığımda kendimi karın kollarında bulmuştum. Heyy! Ne güzeldi!.. Bumbuzdu... Buzzz! Of! Bak gördün mü, kışı özledim gene!
Etiketler:
arkadaşlık,
dilek,
kar,
kış,
soğuk
Aşıksan Vur Saza, Şöförsen Bas Gaza!
Aşıksan vur saza, Şöförsen bas gaza!
İstedim vermediler.. Sen şöförsün dediler..
Dünya dikenli bir hayat sevenlerde mi kabahat?
Çilemse çekerim kaderimse gülerim...
Gaz, fren, şanzıman halim duman
Aşk bir sudur, iç iç kudur!
Aşkı çekene derdi bilene sor
Kabahat sen de değil seni sevende!
Sev beni seveyim seni
Sevene can feda, sevmeyene elveda!
NOT: 1976 yapımı, yönetmenliğini Martin Scorsese'nin yaptığı, Robert de Niro ve Jodie Foster'in başrollerini paylaştıkları Taksi Driver adlı filminin kareleri ile Senaryosu Yavuz Turgul'a, yönetmenliği Sinan Çetin'e ait 1982 yapımı, Şener Şen ve İlyas Salman'ın oynadıkları Çiçek Abbas adlı fimin bazı repliklerini eşleştirdim. Film repliklerini www.cilekindunyasi.blogspot.com'dan aldım.
18 Temmuz 2011 Pazartesi
17 Temmuz 2011 Pazar
Tarih Dersi Ve Reşat Ekrem Koçu
Hep söylerim... Öğrenim hayatım boyunca bir kez ikmale kaldım. O da ne yazık ki Tarih dersiydi. Şöyle fizik, kimya ne bileyim biyoloji derslerinden kalsam gam yemeyeceğim. Benim gibi hikaye seven biri Tarih dersinden ikmale kalabilir mi? Kaldım işte. Neden itiraf ettim bunu şimdi?
Orhan Pamuk'un hem Beyaz Kale kitabının ön sözünde, hem de İstanbul adlı kitabında Reşat Ekrem Koçu adı çokça geçer. 1905 yılında İstanbul'da doğan Reşat Ekrem Koçu bir Tarih öğretmenidir. Ayrıca kitapları vardır. Mutlaka İstanbul hakkında, bir ansiklopedi çıkarma gayreti içine girdiğini, İstanbul Ansiklopedisi diye başladığı kitaplar, yazarın geçim sıkıntısı sebebiyle 11. ciltte, "Gökçınar" maddesi tamamlanmadan yarım kaldığını duymuşsundur. Zaten ünlü tarihçi 1975 yılında vefat edince ansiklopedi de bitirilememiştir. Okulda Tarih dersinin ağır kıvamlı havasından içim bayılırdı. Tarihle başım hoş olmayınca, Orhan Pamuk'un kitaplarını okumadan önce bir tarihçi olan Reşat Ekrem Koçu'nun kitaplarına ellemek aklıma bile gelmemişti. Ama sonra… Sonra tadını alınca her kitabının izini sürdüğümü söyleyebilirim.
Mesela Reşat Ekrem Koçu’nun Tarihimizde Kahramanlar adlı bir kitabı vardır. Bu kitap, çoğu tarihimizde isimleri pek duyulmamış, ancak tarihi süreç içinde önemli roller üstlenmiş olduğu düşünülen kahramanlar için yazılmış küçük bir ansiklopedidir. Bak şimdi... Bizler tarih derslerinde padişahlar, sadrazamlar, paşalar falan neler yapmışlar diye okumaz mıydık? Evet, öyle okurduk. Reşat Ekrem Koçu ise tarihe iz düşmüş insanların neler yaptıklarını anlatırken, bir de onların ne tipte ve ne huyda olduklarını anlatır. Eğer tarihi olayları okurken, tarihi yaratan insanların tipleri ve davranışları gözümüzde canlandırılırsa, olay ezber olmaktan çıkar öyle değil mi? Elbette çıkar. Filmlerdeki gibi karakterler oturur yerli yerine... Zaten Reşat Ekrem Koçu'nun hayatı ile ilgili yazıları okuduğumda "Tarihi sevdiren adam" olarak anıldığı öğrenmiştim. Hayatımda ilk olarak bir tarih kitabını zevkle okumuştum. Çünkü Tarih kitabını lezzetli anlatımıyla çok güzel öyküleştirmiş ve anlattığı kişileri ilginç tasvirleriyle gözümde canlandırmıştı. Şimdi bu kitabından bazı bölümler aktarmak istiyorum. Eğer hiç Reşat Ekrem Koçu kitabı okumadıysan, bu yazdığım örnek paragraflardan sonra özel bir Tarihçi ile karşılaştıklarını anlayacaksın.
Mesela kitabın bazı paragraflarında Yavuz Sultan Selim'i şöyle anlatır: "....Muasırların yazdıklarına göre,orta boylu, vücut yapısı sağlam, pehlivan yürüyüşlüydü; kaşları ekseriya çatık, fakat çok tatlı konuşurdu. Zamanında Türkçe’yi en güzel konuşan insanlardan biri olarak tanınırdı. Posbıyıklıydı, sakal bırakmamıştı. Gayet sade giyinir, teşrifattan hazzetmezdi...”
Reşat Ekrem Koçu'nun "Aşık Şair ve Padişahlar" kitabında ise Yavuz Sultan Selim hakkında şöyle bilgi verir: "...Büyük cihangirin hayatında, kendisini tarihe geçirecek bir aşkla bağlanmış bir kadın bilinmiyor. Yavuz Sultan Selim için,ömrü boyunca, ki o ömür çok çok kısa olmuştur,tek kadınla yaşamış tek Osmanlı padişahı denebilir. Ne kadar kısa olursa olsun ,bir imparatorun hayatına tek kadın girmiş ise,ona, o kadına aşkla bağlanmıştı denilebilir....." Nasıl ama?
Peki Yıldırım Beyazid 'a bakalım bir de... “…Uzun boylu, kumral, saç ve sakalı, müheykel bir vücut yapısı ile güzel bir yüze sahip, son derece cesur, hususi hayatında zevk ve zerafet sahibi adamdı..”
Reşat Ekrem Koçu'nun fantastik anlatımının iyice zirveye çıktığı kahramanlarımız vardır. Mesela "Geyik Baba": “…gündüzleri geyiğin üzerinde cenk eder, geceleri de ulu bir kestane ağacı Geyikli Baba’yı gövdesinin içine alarak saklarmış, düşmanı gelir, babayı bulamazmış…” Ne şahane değil mi? "Geyik yapmak" deyimi buradan geliyor olabilir mi?!..
Gene "Mahmud" isimli bir kahramanımızı, başka bir tarihçi ağzından şöyle anlatıyor; "…Peçevili İbrahim Efendi, portresini şöyle çiziyor: “…Omuzlarından aşağıya dökülen uzun saçları, kulaklarının arkasına attığı palabıyıkları, kulağında küpeleriyle kendine has bir kılık kıyafeti vardı…Bir cenk narası attığı zaman bir saatlik yerden işitilirdi…" Vay canına sayın seyirciler!
Şimdi söyler misin, Tarih'i böyle anlatan bir Tarih öğretmeninin derslerini dinlememek mümkün mü? Öğrenim hayatım boyunca bir kez ikmale kaldığımı söylemiştim. Hangi ders? Tarih... Eğer Reşat Ekrem Koçu benim Tarih öğretmenim olsaydı, mümkün müydü Tarih dersinden zayıf almam? Nerdeee? Bilakis Tarihçi olurdum kesinlikle!! Aaa! Aklıma ne geldi. Reşat Ekrem Koçu'nun bu ayrıntılı anlatımı sebebiyle, kitaplarından nefis çizgi romanlar yapılamaz mı sence? Heyy! Nefis olurdu! Of, hep yapıyorum bunu işte... Gördün mü? Ben hayal ettim... Keni hayalime kendim inandım gene!
Etiketler:
aşık şair ve padişahlar,
beyaz kale,
geğik baba,
istanbul ansiklopedisi,
orhan pamuk,
reşat ekrem koçu,
tarih,
yavuz sultan selim,
yıldırım beyazıd
16 Temmuz 2011 Cumartesi
Sen "Bırak Artık Çocukluğu Yetişkin Ol Fakültesi"'ni Duymuş Muydun?
İçinde gizem barındıran her şeye meyleden bu bünyem Gizemli Şeyler Dedektifi Bol Bel'in İnanılmaz Serüvenleri adlı bir kitap çıkacağını duyacaktı ve üstelik bu kitabın yazarı Aşkın Güngör olacaktı da okumak için heves etmeyecekti öyle mi? Mümkün mü böyle bir şey? Mümkün değil elbette. Ben kendimi ağaç misali ayaklarımdan eksem şu bahçeye, ayaklarım gidemese bir yere... Ruhum uçaaar gider. Heyy!.. İlk kitabının adı ne olacakmış biliyor musun? Sözcük Korsanı. Korsan öyle mi? Hem de Sözcük Korsanı? Sorarım sana Aşkın Güngör ne yapmış böyle?
Hayal dünyamı kışkırtan her şey var bu kitapta bir kere. Sen BAÇYOF diye bir şey duymuş muydun? Bırak Artık Çocukluğu Yetişkin Ol Fakültesi... Ne hoş! Bu fakültede hangi dersler okutuluyormuş biliyor musun? Çocukları Görmeme Teknikleri, Dayağa Giriş, Üç Aşamalı Azarlama, Çizgiromanları Yakma, Fantastik ve Bilimkurguyu Kötüleme... Aslında ne fena dersler! Hımm... Bu ders isimlerini öğrendiğimde içimdeki kara kuğu coşmuştu gene... O kadar hoşuma gitmişti ki, ne yalan söyleyeyim "acaba sadece bazı derslere dışarıdan girebilir miyim?" diye aklımdan geçirmiştim. Üç Aşamalı Azarlama ve Dayağa Giriş derslerine mesela... Düşünsene kimi zaman göz dağı vermek için, "Ben Kill Bill filmlerinin müptelasıyım. Kill Bill filmindeki tüm dövüş tekniklerini bildiğim gibi, Zagor dövüş tekniklerini de sular seller gibi bilirim" demek istemiyor muyum birilerine... Demek istediğimi itiraf etmeliyim. Eee... Şimdi "Ben BAÇYOF'tan öyle bir Dayağa Giriş dersi aldım ki gözüme görünme istersen bir süre" desem fena mı olur yani... Böyleyim işte. İlla bir bela çıkaracağım. Ya da bela çıkarmak için işime yarayacak şeyin üzerine balıklama atlarım. Kaçırır mıyım bu dersleri. İlla alacağım.
Oysa Bol Bel benim gibi değilmiş. Bu derslere hiç girmek istememiş. Uyumsuz bir adammış Bol Bel. Uyumsuz olunca BAÇYOF'tan atılıyormuş tabii. Ne ceza veriliyormuş Bol Bel'e biliyor musun? ÖBÇOK cezası... Yani Ömür Boyu Çocuk Olarak Kalma cezası. Bu cezayı seve seve kabullenince ne olmuş peki? Yetişkinlerin çalıştığı hiç bir işte çalışamamış tabii... Aşkın Güngör'ün kitabını tanıttığı yazısında okuduğum şu işleri görünce bayılmıştım. Bakar mısın? Bol Bel bir müddet Tilki Tilki Saatin Kaççılık, El Yakmacılık, Kaydırakçılık, Yakan Topçuluk gibi işlerle iştigal etmiş. Yazarların hayal güçlerini o kadar kıskanıyorum ki. Nereden akıllarına geliyor böyle şeyler? Ne hoş iştigal alanları değil mi? Ben de çalışmak istiyorum bu işlerde. Ama nerdee? Nanananooomm... Sonunda Bol Bel dedektif olmaya karar vermiş. Dedektif Bol Bel, İstanbul’un Anadolu Yakası’nda, Fillibaba Yolu 11 numaradaki deniz mavisi rengindeki kulübecikte yaşamaya başlamış. Haftaya İstanbul'a gittiğimde, bu adresi arasam bulabilir miyim sence?
Of! Mutlaka görmeliyim Dedektif Bol Bel'in ofisini. Çünkü ofisinin dekarasyonu çok ilgimi çekti. Bak şimdi... Şekli de üzerindeki yazılar da değişebilen tabelası varmış mesela... Ayrıca papağan sesli kapı zili varmış. Of, Babil Taşı, Boyut Anahtarı ve daha nicesi… Haydi bunlar seni benim gibi etkilemedi... Ya Genişleyen Oda adını verdiği, bütün bu nesneleri koyduğu, zamanla başka bir boyuta dönüşen odasına ne demeli? O boyuttan gelen Hayal Gücü Varlıkları zaman zaman bir olayı çözmesinde yardımcı oluyormuş Bol Bel'e... Zaman zaman da kendileri bir olaya dönüyormuş. Müthiş bir hikaye değil mi bu?
Bakma ilk paragrafta bela çıkarmak için yazdıklarıma. Zamanında ben de Bırak Artık Çocukluğu Yetişkin Ol Fakültesi'nde uyumsuzluk göstermiştim. Ömür Boyu Çocuk Olarak Kalma cezamı seve seve kabullenmiştim. Ömür boyu çocuk kalmamış olsam bu yaşta Türk Çocuk ve Gençlik Edebiyatı'na büyük bir katkı yapacağını düşündüğüm Dedektif Bol Bel'in maceralarını çocuğu olan herkes alsın diyeceğime, bir an önce satışa çıksın da okuyayım diye dua eder miyim? İşte bak... Dinledim yüreğimi... Nasıl bir çocuk heyecanı ve merakıyla çırpınıyor... Hele Sözcük Korsanı adlı ilk kitabını nasıl sabırsızla bekliyorum anlatamam... Heyy! İçim içime sığmıyor... Bol Bel geliyor Bol Bel! Ne güzel!
15 Temmuz 2011 Cuma
Bu Gece Gene Hayal Etme Gecesi...
Hiç akaşa yada levh i mahfuz diye kelimeler duymuş muydun? Ne demekmiş bu kelimeler biliyor musun? Yaşamımızda olup bitenlerin bir yere kayıt edilmeleri demekmiş. İlk öğrendiğimde bu durum aynı bilgisayarın kayıt etmesi gibi gelmişti bana. Zaman şu andır ya bizim için, şimdidir yani. Ama bir de geçmiş ve gelecek var. Akaşik kayıtlar bireysel ya da evrensel olarak yaşananların bir kayda geçirilmesi, levh i mahfuz'da yani korunmuş levha'da tüm kayıtların toplanması durumuymuş. Bir nevi yaşam arşivi gibi. Veya yaşananların ve yaşanacakların bir sinema şeridi gibi saklanması durumu sanki. İnsan iç sesi ile düşünce akışlarını etkileyebilir ve bu arşive erişebilir mi acaba? Bu durum edebiyata ve sinemaya fazlasıyla konu ediliyor aslında. Kimi zaman, daha önce sanki ben bunu yaşamıştım deriz. Hissederiz. Hani 6. his vaziyeti. Ya da kimi zaman gelecekte olacak bir durumu sanki önceden kestiririz. Sezeriz. Daha ehliyetli kişilerin ya da iç sesini geliştirenlerin bu sezgi ve hislerinin hat safhada olduğu söylenir. Tasavvuf da Levn i mahfuz, evrende olan biten her şeyin kayıdı anlamına gelmekteymiş. Kişi bazında düşünülürse, yapılan iyilikler ve günahların tutulduğu bir sicil defteri, tüm ömrün, yaşananların, söylenenlerin ve düşünülenlerin bir hard diskte saklanması durumudur sanki.
Peki berat ne demek? Berat kelimesinin Türkçe karşılığı, aklanmak, temize çıkmak demekmiş. İnancımıza göre Muhammed Peygamber’e Şaban ayının 15. gecesi, inananların günah yüklerinden kurtulabileceği bir gece olarak müjdelenmiş. Hani Levh i Mahfuz'da yani Korunmuş Levha'da geçmiş ve gelecek kayıtlı deniyor ya... İşte bu gece Korunmuş Levha’da, yazılan geçmiş günahların silinmesi mümkün kılınıyor ve önümüzdeki bir yıl için rızıklar, zenginlik, fakirlik, ölümler, doğumlar hep bu gece kaydediliyormuş. Yani bir nevi rahmet gecesi. İnananlar için önemli bir gece Berat gecesi. Bence gene bu gece hayal etme gecesidir. Hatalarımız neler gözden geçirmeli... Bu gece bolca dua etmeli... Sevdiğine yaranmak için güzel sözler söylemez mi insan, en harikulade kelimeleri seçer hem de değil mi? Belki bir şiir söylemeli... Demeli ki "Rabbim! Her şey için çok teşekkür ederim. İyilik ve doğruluk ver bizlere... Sağlık, afiyet... Gönüllerimize sevgi ve merhamet... Dünyaya barış ve adalet.. Lütfen günahlarımızı affet. Bir de bolca hayal gücü lütfet..." Amin!
"Büruc suresi 21.-22.ayet : " o, şanlı bir kur’an’dır. o, levh-i mahfuz’da korunmuştur."
NOT: Fotograflar Numan Serteli'nin fotoğraf arşivinden alınmıştır.
14 Temmuz 2011 Perşembe
Zagor Ve Sophie'nin Rüyası...
Ben uzaklarda hasretle inlerken
Ben ümit dolu bir haber beklerken
Duydum ki artık beni unutmuşsun
Sen hergün bir başka dala konmuşsun
Ben ümit dolu bir haber beklerken
Duydum ki artık beni unutmuşsun
Sen hergün bir başka dala konmuşsun
Hiç şimdi anladım beni sevmedin
Ben uğruna senin neler vermedim
Yok bir daha aldatamazsın
Herşey bitecek mani olamazsın
Ben uğruna senin neler vermedim
Yok bir daha aldatamazsın
Herşey bitecek mani olamazsın
Bak hatıralar hayal oldu
Dur desem dönmez ki gitti kayboldu
Dönemez artık mutlu günler
Dur desem dönmez ki gitti kayboldu
Dönemez artık mutlu günler
Açılmadan solacak tomurcuklar
Her yanını saracak karanlıklar
Son bir gemi kalkacak bu limandan
Mendil sallanmayacak ardından
Bitecek hayat elveda, elveda
Her yanını saracak karanlıklar
Son bir gemi kalkacak bu limandan
Mendil sallanmayacak ardından
Bitecek hayat elveda, elveda
Mutluluk Neydi Ki?
Dün İstanbul'da günüm pek verimli geçmedi ne yalan söyleyeyim... Artık gizlimiz saklımız yok ki seninle, neyi gizleyeyim? Sabah erken çıkmıştım evden. Kahvaltı yapmamıştım. Sadece bir bardak portakal suyu içmiştim. Yaptığım görüşmeden sonra canım o kadar sıkılmıştı ki yemeği aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Alışıktım aslında... Kendilerine insan diyen fakat insanlıktan nasibini almamış bazı yaratıklardan her an her şey beklenirdi nasılsa. Yapmışlardı yapacaklarını işte. Bütün emeklerimi heba etmişlerdi gene. Bunu farkettiğim anda toplantıya nasıl dayandığımı bir Allah biliyor bir ben. Bir ara yaslandım arkama... İçimden ama içimin dayanabildiği en yüksek sesle "toplantı bir an önce bitse," diye dua ettim. Çene balatalarım talimliydi esasında... Böyle münasebetsizlik yapanlara öyle bir girşirdim ki girişmesine, nedense anlayamadığım bir hanımlık çökmüştü üstüme. İyi huylu hanım olma hususunda yıllardır hiç bu kadar ileri gitmemiştim. Biraz daha sabır edersem sonu kabirde biteceğini anladığım anda çiviye oturmuşcasına fırladım sandalyemden. Yüksek müsaadeleriyle ayrılmak için izin istedim. Bu ben miydim Allahaşkına? Halen hangi nezaketin derdindeydim? Neden hem yaptıkları densizliği hem de kendi suratlarına benzeyen koca kapılarını çarpıp çıkmamıştım ki dışarıya... Bu neyin kibarlığıydı? Olsa olsa kibarlık budalalığı olabilirdi anca. Toplantıdan çıkıp da sıcak yaz rüzgarını suratıma şamar gibi yiyince kızgınlığım iyice arttı. O sinirle arabama bindim. Hışımla araba kullanmaya başladım. En kısa yoldan otobana daldım. Müziği açtım. Asabım çok bozuktu. Biliyordum. Aslında otobanda değil kendi ruh halimin karanlık sokaklarında araba kullanıyordum. Göz açıp kapayana kadar bizim şehre varmıştım çoktan.
İzmit'teki işlerime aynı suskunlukla devam ettim. Canım bir şey yapmak istemiyordu. Ofise hiç gitmedim. Bir ara aniden silkelendim. Neden acaba bu kadar mutsuz hissediyordum ki kendimi? İş hali ya da insanlık hali... Gün verimsiz geçmişti... Birşeyler ters gitmişti... Eee! Ne olacak ki... Hiç mi görmedim, yaşamadım böyle çapariz halleri? Beterlerini yaşamışımdır... Hatırlamıyorum şimdi... Sildim hafızamdan gitti... Bugün bir kapı kapanır... Yarın başka kapı açılır... Felsefemiz bu değil mi? Sağlık olsun illa ki! Tamam bunları düşünüyordum düşünmesine ama hala mutsuzdum... Kendimi bir türlü çözemediğim çok bilinmeyenli denklem gibi hissediyordum ki, o ara telefon çaldı... Benim kardeş... Nerde olduğumu sordu... İzmit'te olduğumu söyledim. "Hemen bize gel abla"dedi. Cuma günü bir seyahate çıkacağımı biliyor... Görüşemiyeceğiz bir kaç gün. "Çok özlerim sonra son bir görüşelim," dedi... Kıyamadım. "Tamam," dedim. Aaaa! Saat akşamın altısı olmuş... İyi de bu saate kadar ben hiç yemek yemedim ki. Anladım işte.. Mutsuzluğumun buldum nedenini... Açtım.. Aç... Kurt gibi açtım hem de... Birden ellerim titremeye başlamadı mı açlığımı hissedince... Dün gece nasıl güzel zeytinyağlı yemekler yapmıştım anlatamam... Döktürmüştüm inan ki... Oyy! Aklım evde kaldı şimdi... Kardeşin kapı zilini parmağımı kaldırmadan çaldım. Kapıyı açmasıyla ayakkabılarımı fırlattığım gibi selam melam vermeden hemen mutfağa daldım. İster inan ister inanma çantamı bile mutfak kapısının girişine atmışım. Öyle bir hışımla girince korktu tabii benim kardeş. "Hayrola abla?" dedi. Cevap vermedim. Sadece "Yemeeeek...Yemeeekkk!" diye inledim. Yüzüme hicranlı hicranlı baktı... "Az önce kalktık sofradan. Bütün yemekler bitti." dedi. Öyle bir "Neeeee!" demişim ki yer gök sesimden inledi. İçimin bir kısmından gelen kahkalarla mı güleyim yoksa kardeşimin yüzünü gözünü mü tırmalayayım bir an bilemedim. Dişlerimi sıktım. Ellerimi yumruk yaptım. Boğazıma kadar gelen öfkemi tuttum. Gözüm kimseyi görmüyordu inan ki. Delirmiş gibiydim. "Dur dünden kalma biraz makarna var dolapta. Onu ısıtayım bari" dedi. Bu sözleri duyunca birden yüzümün ifade kontrolünü kaybettiğini hissettim. Bir şeyler söylemek istiyordum esasında. Söyleyemiyordum da, sanki Japon balıkları gibi ağzımı açıp açıp kapatıyordum o anda. Bir kaç kez derin derin nefes aldığımı hatırlıyorum o kadar. Sonra hangi ara buzdolabının kapısını açtım... Nasıl becerdim bilmiyorum... Saniyeler içinde makarnayı ısıttım... Tabağa koydum... Çekmeceden çatalı kaptığım gibi mutfak masasına oturdum. Ellerim titreye titreye, her hüplemede "hımmm.. hımmm" diye inleye inleye tabağı sildim süpürdüm. Keşke jüri falan olaydı mutfakta.. Guiness rekoru kırardım valla. Ohh yaa! Anca kendime geldim. Baktım ki o ne? İki yeğen önde babalarının dizlerine sarılmışlar, koca koca açmışlar gözlerini, dehşet içinde bakıyorlardı bana. Kardeşim... Son gördüğüm yerde, mutfak kapısının girişinde donakalmıştı sanki ayakta. "Hayrola?" dedim. "Hayrola çocuklar? Ne seyrediyorsunuz öyle? Korku filmi mi çeviriyoruz burada?" Sesleri çıkmadığı gibi bir süre daha kıpırdamadan kaldılar. Bir tablo gibiydiler adeta. Ben... Şöyle bir içime döndüm. Artık kendimi mutsuz hissetmiyordum. Ohh! Yemek yemiştim. Mutluluk neydi ki? Mutluluk galiba kocaman bir tokluk hissiydi.
19.10.2010
19.10.2010
13 Temmuz 2011 Çarşamba
Kahve Molası - Türk Edebiyatı'ndaki Sevdiğim Umutsuz Romantik Adamlar
Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi adlı romanıyla evin bir yerlerinde sürekli karşılaşırım. Okuduğum yerde kitap bırakma, yerine koymama gibi fena bir adetim olduğu için, bu kez yatak odasının yan komidininin üzerinde rastladım kitaba... Sabah erkendi. Yeni uyanmıştım. Yeni uyanmanın verdiği mahmurlukla hemen fırlamadım da, yatakta doğrulduğum yerden bir süre odadaki eşyalara baktım. Önce her evin kendine has bir kokusu olduğunu düşündüm. O evde yaşayan insanların kokusu sinmez mi eve? Siner bence. Sigortacı olarak eşyaları yangın ya da su baskını sebebiyle hasar gören sigortalılarıma söylediğim bir söz vardır… “Sigortaladığımız için ödeyeceğimiz tazminatla eşyanızın yerine yenisini alabilirsiniz. Ama anılarınızı gizlediğiniz eşyanızın ruhunu, yenilerine geçirmek size düşüyor.” Çoğu güler bu sözlerime. Çünkü güldürmek için söylediğimi zannederler. Oysa inanarak söylerim. Çünkü insan nesnelerle yaşar hayatı bence… Ve o nesneler dokunuldukça, üzerinde oturulup, kalkıldıkça, yenilip, içilip, okunup, yazılıp, gülünüp, ağlanıp, öfkelenip, kahkaha atılıp, kırılıp, dökülüp onunla yaşanılan anılar biz fark etmeden lıkır lıkır içine akıtıldıkça, o nesne ya da ev, sahiplerinin kokusunu alır. Neyse…
Masumiyet Müzesi tam zamanında elime gelmişti. Zaten bugün bazı bölümlerini okumayı aklımdan geçirmekteydim. Halil Gökhan’ın Umutsuz Romantik Bir Adamın Günlük Acıları adlı yeni romanı satışa çıktığını duyduğumdan beri nasıl bir hikayesi olduğunu çok merak ediyorum. İstanbul’a gidemeyince alamadım kitabı tabii. Türk Edebiyatının başka bir umutsuz romantiği olan Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal’i hatırlamak istemiştim bu durumda. Okumayı arzuladığım bir kitaba ön hazırlık yapmak niyetindeyim yani. Kitap okumayı bir şölene çevirmeyi seviyorum. Okuyacağım yeni kitaba kendimi hazırlamayı… Daha okumadan sadece kitap adından esinlenerek, başka bir roman kahramanıyla yeni kitap arasında kendimce ilişki kurmayı... Yani yeni kitabı okumak için içimdeki merak duygusunu kışkırtmayı seviyorum ben. Tahmin ediyorum ki bambaşka bir umutsuz romantik adamdır Halil Gökhan’ın kahramanı. Ne Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nin Kemal’ine… Ne de Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sının Raif Bey’ine benzeyecektir. Ne de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unun Mümtaz’ına… Biliyorum bambaşka umutsuz romantik bir adamın anılarını okuyacağım. Bir okur için edebiyatın güzelliği bu değil midir zaten? Mesela bir kadın için duyulan umutsuz romantik acıları farklı farklı lezzetlerde okuyup hissedebilme… Müthiş!
Neyse... Şimdi elimde Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi kitabı var... Daha önce Hayal Kahvem'e yazdığım romanın 166. sayfasındaki "Aşk Acısının Anatomik Yerleşimini" hem kahvemi hüpletip hem okuyacağım. Bir umutsuz romantik adamın bildiğim öyküsünden, başka bir umutsuz romantik adamın bilmediğim anılarına hazırlık yapacağım. Belki akşam eve gittiğimde Kürk Mantolu Madonna ve Huzur'un cümleleriyle dans ederim bir süre... Kitaplar tüketmek için değil... Nesnelere duyguları geçirmek gerek bence. Hımmm... Elimdeki kahve var ya... Şahane!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)