18 Haziran 2012 Pazartesi

Kahve Molası - Bu Mevsimde Portakal Aklıma Gelirse:)

 
 
 



NOT: Yooo... Biliyorum... Antalya Film Festivali zamanı değil. Şeeyy... Aklıma portakal gelmişti de... İyi ama, portakal sulu bir meyva olmasına rağmen, niye yazları değil kışları manav tezgahından poz keser? Aslında portakala güzelleme yapan bir yazı yazmaktı niyetim. Şööleee afilli bir portakal fotoğrafı arıyordum ki... Aaa! İşte bu portakallı afişlere denk geldim. Her birine bayıldım. Önce afişleri tek tek sıraya koydum. Soonraa... Portakalı soydum. Başucuma koydum. Veee.... İşte bu yalanı uy dur dum... Duma duma dum...  Hey! Ben çıktım! Şimdi... Ben... Kahvemi... Hımm... Höpürtede höpürtede içeceğim.  Ah! Portakal... İnşallah en kısa zamanda  senin için bi şiler yazıciğimm:)

17 Haziran 2012 Pazar

Siyah Makamında Bir Pazar Günü Yazısı...


Elimde Gustave Flaubert'in Duygusal Eğitim adlı romanı vardı. Kaç gündür okumak için uğraşıyordum. Flaubert'in Madam Bovary adlı romanını ilk gençlik yıllarımda okumuştum. Sinemaya uyarlanmış filmini seyretmiştim. Geçen yıl çizgi romanını okuduğumu çok iyi hatırlıyorum. Şimdi nereden elime geçti acaba Flaubert'in bu romanı? Fransızca'dan çevirisini yapan Cemal Süreya idi. Belki ünlü şairin çevirisi olması beni cezbetmişti. Ya da belki kitabın bir vapurun bacasından halka halka kalın dumanlar savurmasıyla başlaması merakımı kışkırtmaya yetmişti. Kimbilir? İnsan bir romanı okumaya neden başlar? Belki seneler önce hayatını bilmeden romanı Madam Bovary'yi okuduğum Flaubert'in, annesine yazdığı bir mektubunda "Dünya, gelecek, insanların ne diyeceği, kurulu bir düzeni olmak, hatta geçmişte hayalini kurarak pek çok gecemi uykusuz geçirdiğim edebi ün bile artık umurumda değil.” demesini ilginç bulmuştum. Belki sırası geldi zannetmiş, bir kitabını daha okumak istemiştim. Madam Bovary'yi ilgiyle okuduğumu hatırlıyordum. Bu kez çapariz bir durum vardı.  Duygusal Eğitim adlı romanıyla kontak kuramıyordum. İyi de okumaya başlamıştım bir kere... Ama tüm uğraşıma rağmen ilerleyemiyordum. Sahiden romanlara karşı mesafeli duran biriyimdir. Genelde öykü kitaplarını okumayı yeğleyen bir bünyeye sahibim. Yoo... Roman okumayı severim. Okuduğum kimi romanların derin hazzını saadet içinde hissetmişimdir.  Tekrar tekrar usanmadan okuduğum romanlar vardır. Hazzına vara vara bir roman okumak müthiştir! Bu kez yapamadım. Tüm çabalamalarıma rağmen, ne yazıkki bu romanı okumayı beceremedim. Kabahat bende elbette... Koskoca yazarın, bu kitabının sırrına eremedim. Belki zamanlamam iyi değildi. Belki Flaubert'in sevmediği budala ve sıradan insan tiplerinden biriydim. Ben bu kitabın içine nüfûz etmek için debelendikçe, yazar bana yukarıdan bir yerlerden küçümseyerek bakıyordu sanki. Ezildiğimi hissettim. Flaubert'in  merhametine sığındım. Kitaba daha fazla işkence etmek istemedim. Zamanı gelince tekrar okumayı denemek üzere, dün gece  Flaubert'in  Duygusal Eğitim adlı romanını  masanın üzerine usulca bıraktım.


Bu sabah çok erken uyandım.  Köyün patika yolarında hızlı hızlı yürdüm. Yaprak hışırtıları kuş cıvıltılarını harmanlıyordu. Yeşillikler arasında farkettiğim iki gelincik çiçeği, sabah yelinin ritminde nazlı nazlı salınıyordu. Elimi gözümün üstüne siper edip gökyüzüne baktım. Kocaman beyaz bir bulut sonsuz maviliğin içinde usulca kayıyordu. Etrafta  insan eseri tek bir bina görünmüyordu ya rahatsız edici hiç bir bozuk, çarpık durum yoktu. Uzun uzun yürüdüm. Biliyorum. Sadece köyün patika yollarında yürümüyordum. Ben o şahane manzaranın  içinde yürürken, içimin kuytularında dolanıyordum. Hafıza tuhaf bir kutuydu. Ben sessizce yürürken, unuttuğumu sandığım anılarımı saklı çekmecelerinden bir bir çıkarıyordu. Eve döndüğümde çayı demledim. Uzun bir duş aldım. Yarım kollu siyah tişörtümün üzerine, siyah beyaz kareli empirme jile elbisemi geçirdim. Havalar ısındığından beri giysiler hafifledi. Pofidik terliğim rafa kalktı. Çıplak ayaklarımda parmak arası şıpıdık terliğim var  şimdi. Hararetle kitap okumak istiyordum. Gene okumaya başlayacağım kitapla ruhumun denk düşmeyeceğinden fena halde korkuyordum. Kitaplarıma baktım. Rastgele bir kitabı çektim çıkarttım. Kitabın kapağı çarptı beni. Derin derin kapağa daldım. Kitabın adı Siyah Makamı... Adı hoşuma gitti. Yazarı Ümit Kıvanç. Biliyorum. Köşe yazılarını okuyup, 16 Ton adlı vicdan kışkırtan belgeselini kaç kez seyrettiğim, memleketimin çok önemsediğim bir yazarı. Ama hiç bir kitabını okumamıştım. Bu kitabıyla Kocaeli Kitap Fuarı'nda denk gelmiştim. Acelem vardı. İncelememiştim. Diğer kitaplarla birlikte satınalmıştım. Kız belli bardağa demli çayı koydum. Bir elimde kitap diğer elimde çay balkona çıktım. Şezlonga oturdum. Kitap beyaz değil sarımsı kağıda basılmış. Eskimiş hissi vermesi hoşuma gitti. İlk bölümün adı Kuyu...  Okumaya başladım. Kelimeler sarıp sarmaladı beni... Cümlelerinin peşine düştüm. Tuhaf bir  anlatımı var. Zaman, hikmet, kudret, huzur, aşk, onur, iyilik, inanmak... Yazarın kullandığı kelimeler cezbetti... Daha çok başındayım ama Siyah Makamı galiba makamına beni kabul etti. Yoo... Kolay bir kitap zannedilmesin. Yazlık bir sinemada film seyreder gibi okumuyorum. Flaubert iyiki  Duygusal Eğitim adlı romanını okumama izin vermemiş. Şimdi düşünüyorum da Siyah Makamı'na tüm hislerimle hazırım. Ruhuma tam denk düşen bir kitap bu. İyi geldi. Edindiğim hassas aletlerle derinliklerini yoklayarak, tüm merakımla, Siyah Makamı'nı  okuma devam ediyordum ki şu cümleye denk geldim: "Onun yarattığında hiçbir çelişki ve uygunsuzluk göremezsin. İşte gözünü çevirip gezdir, herhangi bir bozukluk ve çarpıklık görüyor musun?" Gözlerimi yumdum. İçimden birkaç defa tekrarladım... "herhangi bir bozukluk ve çarpıklık görüyor musun?"  Yerimden kalktım. Bir pazar günü, siyah makamında işte bu yazıyı yazdım.

"İnsan Kendini Yalnızca İnsanda Tanır"


"İnsan kendini yalnızca insanda tanır." Keşke benim sözüm olsaydı. Değil! Goethe'nin sözü. K Dergisi okuruyum. Bu cümle K Dergisi'nin kapağının üstünde yer alır. Bir vakitler K Dergisi, Yaz özel sayısında "Limonata tadında, hafif ama lezzetli okumalar dileğiyle...", seçtikleri bazı yazarların hayatlarını, aşklarını, tutkularını; okumamız için dergilerine konu ettiklerini yazıyordu. Gerçekten de müthiş bir özel sayıydı. Dostoyevski'den, Tolkien' e, Mehmet Akif Ersoy'dan, Albert Camus'ya kadar pek çok edebiyatçının hayatını bu sayıda  tüm merakımla okumuştum..


"Derbeder Kahin" başlıklı, Cansu Yılmazçelik'in kaleme aldığı, Dostoyevski'nin hayatını okuyunca yazılanlara inanamamıştım. Fyodor Dostoyevski, o müthiş Suç ve Ceza'nın, Ecinniler'in yazarı, nefret edilecek kadar zalim bir babanın çocuğu olarak doğmuş. Bir albaymış babası, çocuklarına Latince öğretirken, ders boyunca oturmalarına izin vermeyen, topraklarını işleyen işçiler kendisine selam vermezse selam vermedikleri için, selam verirlerse işlerini astıkları için kırbaçlatan, kız kardeşlerinin odalarına erkek var mı diye gece baskınlar yapan acımasız biriymiş. Annesi altı çocuktan sonra veremden ölmüş. Babasının köylülerce hunharca öldürüldüğü haberini Dostoyevski askeri okulda alınca, belki de babasının öldürüldüğüne sevindiğindinden ilk sara nöbetini geçirmiş. Hayatı yazılmaya kalksa, resmen ibretlik roman gibi...


Babasının cimriliği nedeniyle okul hayatında hep fakirlik çeken Dostoyevski, okuldan sonra müthiş bir para savurganlığına başlar. Kumara ilgisi sebebiyle epeyce borçlanır. Ayrıca elindeki paralarla fakir insanlara yemek ısmarlayıp, hayat hikayelerini en küçük detaylarına kadar anlatmalarını ister. Bütün bu birikimlerden "İnsancıklar" adlı kitabını yazar. Yazdıkları Gogol'ün fazlasıyla etkisi altında diye nitelendirilince, neredeyse edebiyat dünyasından afaroz ediliyorken, borçları hat safhada artar ve sara nöbetleri de sıklaşmaya başlar. Bu arada belki meraktan yasa dışı bir örgüte üye olur. Tutuklanır ve idamlarına karar verilir. Tam idam mangasının karşısına dizilmiş altıncı kişiyken, Çar'dan Dostoyevski ve arkadaşlarını affettiğine ve cezalarını kürek mahkümiyetine çevirdiğine dair bir haber gelir. Kararda sadece Dostoyevski için, ilk dört yıllık kürek makümiyetinden sonra, ikinci dört yıl ordunun hizmetinde olacak diye not düşülür.


Dostoyevski dört yıllık kürek mahkümiyeti sırasında gerçek sefaletin ne olduğunu öğrenir. Ağzını çalkaladığı suyla, yüzünü yıkar, iğrenç lekeli giysilerle dolaşır. Dört yıldan sonra geri kalan dört yıllık mahkumiyeti için bir başka yere gönderilir. Etrafında cahil, görgüden yoksun insanlar olmasına rağmen, iyi geçinmeye bir yandan da ordu hizmetinde çalışmaya başlar. Bu arada bir alkolik bir öğretmenin karısına aşık olur. Her akşam yazı yazmaya başlar. Ölüler Evinden Anılar adlı kitabını yazıyorken, öğretmenin tayin olmasıyla, kadından uzaklaşınca, yazı yazamaz olur. Kadınla mektuplaşmaya başlar. Öğretmen iki yıl içinde ölünce, Dostoyevski adamın ölmesini istediği için suçluluk duyar ve sara nöbetleri tekrar başlar. Dostoyevski teğmen olur ve kadınla evlenir. Karısı, kadının oğlu ve Dostoyevski Sibirya dan Rusya'ya geçerler. Gene para sıkıntısı, gene içki, gene kumar, gene sara nöbetleri... Ve sürekli yeni birilerine aşık olmalar...


İyice sara nöbetleri artınca bir genç kızı steno yazmaktan kurtulmak için tutar. Bu kızla evlenir ve kız yazarın maddi anlamda çöküşünün tanığı olacaktır. Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Kumarbaz, Budala, Ecinniler işte yazarın sürekli sıkıntılar içinde geçirdiği bu hayatının ürünleri demek ki."Dünya ve Rus Edebiyatı'nın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından biri olan Fedor Mihailoviç Dostoyevski, kendimize bakıp unutmaya çalıştıklarımızı, hastalıklı yanlarımızı, yazmaya kalkarsak saklayacaklarımızı anlatan derbeder bir kahin gibiydi... Ve başkalarının içine bakar gibi bakıp buldukları ve anlattıklarıyla, bize, kendimizi, yeniden öğrettti" diye bitirmiş özetlemeye çalıştığım bu güzel yazısını Cansu Yılmazçelik. Bir babalar gününde anlattığım, zalim bir babanın elinde büyüyen Dostoyevski... Ve...  Nereden... Nereye... Gerçek bir hayat hikayesi... Böyleyken böyle.

16 Haziran 2012 Cumartesi

Bu Gece Hayal Etme Gecesi.


"Kulu Muhammedi geceleyin, delillerini göstermek için, Mescid-i Haramdan, 
çevresini mübarek kıldığı Mescid-i Aksâ´ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. 
O, herşeyi çok iyi işiten, çok iyi görendir."
İsra Suresi 1. ayet 

Hiç Miraç hakkında düşünmüş müydün? Miraç hadisesi bana fantastik, bilimkurgu bir film anlatımı gibi gelir. Günümüzün edebiyat, sinema ve çizgi roman evreninde hayal edilerek anlatılan sayısız kitap ve filmin varlığından haberdarız. Temelinde insanoğlunun kendilerine bahşedilen hayalgücü ve yaratıcı dehası ile ortaya konulan yapıtlardır herbiri... İşte günümüzden neredeyse 1400 sene evvel, Peygamberimizin anlattığı Miraç hadisesi en mükemmel anlatımdır bana göre. Dinlemeye doyamam. Bak şimdi... Arabi aylardan Recep ayının 27. gecesidir. Hz.Muhammed'in peygamberliği bildirilmiş, Hicret'ten de yaklaşık bir yıl öncedir. Muhammed Peygamber, Kabe'de amcasının kızının evinde uyumaktadır. Gece Cebrail melek yanına gelir, küçük bir operasyonla Peygamber'in göğsünü yarar ve kalbini zemzem suyu ve nur ile yıkar. Kalbinin içini iman ve hikmetle doldurur.

İslam'da üç kutsal mescid olduğu kabul edilir. Biri yeryüzünde yapılan ilk mabed, müslümanların kıblesi olan Beytullah yani Kabe'dir. İkincisi Müslümanların ilk kıblesi olarak bilinen Kudüs'teki, Kudus Cami yada Mescid'i Aksa'dır. (en uzak anlamına gelen mescid-aksa'nın,kabe'ye uzaklığı o zamanlar 1 aymış). Üçüncüsü de Medine'de Peygamber Muhammed'in kabrinin bulunduğu cami olan Mescid-i Nebi camiidir.


Melek Cebrail'in, Peygamberimizin kalbini nurla parlattığı gece, ilginç hadiselerle doludur. Kimileri tarafından uçan at olarak rivayet edilen, ama günümüzün zengin bilim kurgu dünyasında herkesin kendi hayalinde kurgulayabileceği, Burak adında bir vasıta verilir Peygamberimizin hizmetine. Kimbilir belki de bir nevi ışınlanma aletidir bu. Zira biraz sonra anlatacağım Mirac hadisesinde okadar fazla yere ve uzaklıklara gitmiştir ve görüşmeler yapmıştır ki döndüğünde yatağının hala soğumamış olduğu söylenmektedir. Miraç hadisesinde, zaman ve mekan kavramlarının insanın hayal gücünü oldukça kışkırttığı söylenebilir.


Peygamberimiz önce Kudüs'e Mescid-i Aksa'ya götürülür. Bir aylık mesafeyi bir andan daha kısa sürede katetmiştir. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılanır ve görüşme yaparlar. Bir nevi Yüksek Konsey toplantısı gibi. Sonra yanında melek Cebrail'le birlikte, gene Burak adlı araçları ile göğe yükselmeye başlarlar. Miraç'ın Arapça anlamı zaten yükselmek, yukarıya çıkmak demektir. Kat kat göğün katlarını dolaşırlar. Bu gezi Sidretü'l Müntena denilen, son sınıra gelinceye kadar devam eder.

Burdan sonra hem melek Cebrail hem Burak daha öteye geçemezler. Başka bir binek, Refref adında bir vasıta ile Peygamberimiz diğer tarafa geçer. Anlatılanlarda ne zaman vardır, ne mekan ne de yön... Peygamberimiz kaza ve kaderi yazan kalemin sesini duyar önce. Sonra Cennet ve niğmetlerini, Cehennem ve azaplarını gösterirler kendisine. Sonunda büyük an gelmiştir. Yüce Allah'ın huzuruna kabul edilir. Kendisine ümmetinden Allah'a şirk koşmayan herkesin Cennet'e gireceği müjdelenir, Bakara suresinin son ayetleri verilir ve beş vakit namaz farz kılınır. Sonra yeniden Refref ile Son Sınır'a gider, oradan Burak'la Kudüs'e ve oradan da Mekke'ye döndürülür. Ertesi gün olanları anlatır. Çoğu insan inanmaz Peygamberimize. Ozamanın şartlarıyla düşünsene, Mekke'den Kudüs'e bir ayda gidiliyorken, Peygamberimiz bir gecede nerelere nerelere gittiğini söylemektedir? Bu nasıl bir hayal gücüdür? Her insanın hafsalasının kolay alabileceği bir durum değildir ki! Hele bir de günümüzden 1400 sene önce olduğu düşünülürse.

Daha sonra din bilginlerinin bir kısmı Miraç olayının uyanıkken ama yalnız ruhla gerçekleşmiş olabileceğini, bazıları ise hem ruh hem de bedenle olabileceği yönünde düşüncelerini bildirmişler. Her iki şekilde de olabilir. Ama şunu biliyoruz ki Recep ayının 27. gecesi Miraç hadisesi gerçekleşmiştir. Peygamberimiz bunu anlatmıştır. Müslümanlar için kutsal bir gecedir. Bizim dinimiz hayal ettirmeyi ve hayal edenleri seven bir dindir bence. Peygamberimizin anlattıklarını düşünsene... Şahane değil mi? Bence gene bu gece hayal etme gecesi... Ne istiyoruz, neyi arzuluyoruz bir düşünmeli... Hatalarımız neler gözden geçirmeli... O halde bu gece dua etmeli... Sevdiğine yaranmak için güzel sözler söylemez mi insan, en harikulade kelimeleri seçer hem de değil mi? Belki bir şiir söylemeli... Demeli ki "Rabbim! İyilik ve doğruluk ver bizlere... Sağlık, afiyet... Gönüllerimize sevgi ve merhamet... Dünyaya barış ve adalet.. Bir de lütfen, bolca hayal gücü lütfet!" Amin!


1.fotograf- Numan Serteli'nin fotoğraf arşivinden alınmıştır.

28.06.2011

Bayan Yanı - Gencim, Güzelim, Seni Süzerim.

15 Haziran 2012 Cuma

Harbiden Denizden Gelmişim Ben!


"adımı unuttum
olmayan yerlerde
ne in
ne cin
 ne benî adem"

Asaf Hâlet Çelebi

Bugün... Yaz günü Haziran'ında... Uykuyla uyanıklık arasında, kendimden geçme halindeydim. Haftanın son çalışma günüydü. Kendimi fena halde bitkin hissediyordum. Aslında yıkanmak, arınmak ferahlamak istiyordum. Çünkü bazen yalnız seslerden kirleniyorum ben, yalnız seslerden...  Öncee... Atilla Atalay'ın "Harbiden sudan gelmişiz kardeşim biz, toprak ne ki? Yine deniz… Nasıl dingin ... Saatini bilsek, suda ölmek de olsa, razıyım ben, öyle güzel ki.” şahaneliğindeki sözlerini aklımın iplerine doladım. Gözlerimi usulca kapadım. Attım kendimi Deliler Denizi'ne... Oh! Anında ferahladım. Şöyle bi  bıraktım kendimi. Sen hiç yosunlarla bir salındın mı? Dene bak. Deniz karar veriyo. "Seni şöyle sallıyacam hacı" diyo, sen de "Peki hocam salla" diyosun. Bir sonraki hareketi bilmeden, yani deniz, yani ucu bucağı yokmuş gibi..." Hayallere daldım gene. Güneş batma ay da dolun olarak doğma şekilleri yapıyo bi taraftan. Ben burada yalnız, ben cümle planktonlar, yosunlar, şekil şekil bulutlar, kenardan dolun dolun ay ve manzaranın en kral köşesinden kendine yer bulup batmak üzere olan güneşle... İşte öyleyken yani... Az önce... Denize atladım ben. Hiç kimsenin ruhu duymadı gene... Olur mu böyle şey, sakın deme e mi? Hayal etmek özgürlüktür. Lütfen, dene.


NOT: Atilla Atalay'ın Deliler Denizi adlı öyküsünün bazı cümlelerini arakladım. Yazar affetsin beni... Cümleleriyle oynadım gene...  Hey, denize girdim ya.... Hayal bile olsaa... Aman ne ferahladım...


5 Haziran 2012 Salı

Kapalı.


Ben var ya... Dün gece rüyamda...  İki dirhem bir çekirdek giyinmiştim. Sanki içimin albatroslarını uyandırmamak niyetiyle... Veya aman aklım kaçmasın, gönlüm bir serseriliğe kaymasın diye... Kımıltısız hâlimle duruyordum. Oysa yıldızlı bir geceydi. Dışarıda ay  da vardı. Yüreğimde ise  eteğimi savura savura hayata yayılmak hayalim vardı. 

Yapamadım. 
Kendimi kendi içime sımsıkı kapadım.

Kırık dökük arazlarımla mahşeri yaralarımı rüyamın kederiyle  sıvazladım.
Sanki kendimi temize çeker gibi hüzünlü bir şarkı söylemeye başladım.



Video =  Film - Dark City    Şarkıcı - Anita Kelsey   Şarkı - Sway  Oyuncu - Jennifer Connelly


Analı Kızlı... İkisine De Bayılıyorum.




 


 

 



Yalanım Yok... Hayalim Çok:)


Ehemm! Ehemm! Övünmek gibi olmasın ama... Ben şimdi İngiltere'deyim. Kraliçe 2. Elizabeth'in tahttaki 60. yılı nedeniyle, İngiltere'nin başkenti Londra'ya bizzat kraliçe ve eşi Edinburg Dükü Philip tarafından davet edildim.  


Düşünebiliyor musun, Kraliçe 2. Elizabeth, Tayland Kralından ve eski İngiltere Kraliçesi Victoria'dan sonra, dünyanın en uzun süreli tahtta bulunan kişisiymiş. 1952 yılından bu yana 12 başbakan görmüş. 86 yaşındaki Kraliçe,  65 yıldır Prens Philip ile evli. 4 çocuk, 8 torun sahibi. 


Duymuşsundur illa ki... Kraliçenin onuruna, Buckingham Sarayı'nın hemen önündeki Kraliçe Victoria Anıtının çevresinde, bugüne kadar Londra'da görülmemiş muazzam bir konser düzenleniyor.  Bütün dünya şimdi bu görkemli konseri izliyor. Bugün uçağım gecikince, konsere geç kaldım tabii... Uçaktan iner inmez taksiye atladığım gibi  "Usta, çek Buckingham Sarayı'na! Kraliçe beni bekliyor. Hızlı gitmezsen çok gecikeceğim, ayıp olacak kadıncağıza!" dedim. Taksi şöförü galiba anlamadı dediklerimi... Hiç acelesi yokmuş gibiydi. Kalabalığı görünce, Buckingham'ın yakınlarında, apar topar indirdi. 


Baktım ki o ne? White Hall kapısında Buckingham Sarayı Süvari Birliği eşliğinde, Kraliçe Elizabeth arabasına kurulmuş, beklemiyor mu beni? Nasıl macup oldum anlatamam. Hemen kraliyet arabasına atladığım gibi, kraliçeyle birlikte konser alanına gittim. Kraliçenin eşi Prens Philip rahatsız olduğu için gelememiş. Söylediklerine göre, bana selam ve sevgisini göndermiş. "Eyvallah, Allah şifa versin" dedim. Prens Charles, oturacağımız protokol bölümüne kadar, kraliçe ile  bana eşlik etti. 

 
Topuklu ayakkabılara hiç alışkın değilim ki... Bir ara tökezledim. Prens Charles'in kolunu tutmasam, inan az kalsın düşecektim. Prens'in karısı Cornwall Düşesi Camilla,  Charles'in kolunda görünce beni, suratı allak bullak oldu, iyi mi? Hayret edilecek şey! Kadının bu kadar kıskancı çekilmez vallahi... "Eyvahh!" dedim. "Dünyanın gözü önünde kendimi rüsva etmeyeyim şimdi." Bünyemi zorla zerafete akortladım. Gülümsedim.  Sağ elimi yüreğimin üstüne koydum. Camilla'ya eğilerek... "Bizde yamuk olmaz ablacım. Prens Charles dünya ahiret abimdir." dedim. Anladı mı anlamadı mı bilmiyorum. En son gördüğümde, şaşakalmış, donakalmış, kalakalmış halde yüzüme bakıyordu. "Don't worry, be happy" dedim kendi kendime...  Camilla'yı olduğu gibi bıraktım. Hemen sahneye  döndüm. 


Of... O ne? Benim gecikmem yüzünden Kraliçe Elizabeth ile ben,  Tom Jones'u dinlemeyi kaçırmışız meğerse...  Ne fena!.. Nasıl canım sıkıldı anlatamam. Şimdi indim bana ayrılan odaya... Taktım kafama bi defa...  Tom Jones'un şarkısını dinleyeceğim. Buyrunuz... Şimdi 72 yaşında olan, bir dev adam o... Tom Jones söylüyor.... Delilah...