17 Ekim 2012 Çarşamba

Şiir



"Çocuk olsam yeniden.
Bir tek düştüğüm için acısa içim.
Ve kalbim; çok koştuğum zaman çarpsa sadece."

 
Cemal Süreya

O şarkı BURADA

Vay Canına...




Öğlen ezanı sonrasıydı. Kabristandaydım. Etrafımda akrabalarım. Dün sevdiklerimden biri bu dünyayı terk etti.  46 yaşındaydı. Kalp krizi ilk teklemede aldı götürdü. Herkes şaşkın tabii. Geride gencecik eş ve iki çocuk. Ne söylenebilir ki?  Her ne kadar takdiri ilahi diye teselli etsek de kendimizi, "Her ölüm erken ölümdür." diyen Cemal Süreya'yı gel de hatırlama şimdi. Hoca duasını yapıyor. Son topraklar kederli yakınlar tarafından küreklenerek taze mezara atılıyor. İnceden ağlama ve hıçkırık sesleri işitiliyor. Telefonumun ışığı yanıp yanıp sönüyor. Bakıyorum. Bir düğün davetiyesi gelmiş. Sevdiklerimden biri Kasım ayında dünya evine girecekmiş. Yüreğimdeki kedere merhem süren efsunlu bir deva haberi. Seviniyorum. Nasıl bir şey bu?  Kendime izah edemiyorum. Hüznü süpürüp hayata döndüren mekanizma otomatikman işliyor. Telefonumu kapattım. Annem ve diğer akrabalarım da bu kabristanda yatıyorlar. Hepsine rahmet gönderiyorum. Kuzenlerim Ankara'dan gelmişler. Birlikte köfteciye gidiyoruz. Eskileri yad ederek köfte piyaz yiyoruz. Biz kardeşimle diğerlerinden ayrılıyoruz. Kardeşin evine gidiyoruz. Kahve içiyoruz. Hayatın geçiciliğinden basediyoruz. Annem, dayım, anneaanem birer yıl ara ile öldüler. Çocukluğumuza dönüyoruz. Anıları silkeleyip teker teker saklandıkları yerden çıkarıyoruz. Kardeş mutfağa geçiyor. Ben ise kitaplara bakıyorum. Gözüme Mustafa Kutlu adı çarpıyor. Ne tesadüf! Daha bir kaç gün önce Uzun Hikaye filmini seyrettikten sonra, Mustafa Kutlu öykülerini okumak istediğimi yazmıştım. Seviniyorum. İki kitabı oldukları yerden çıkarıyorum.  Başımı mutfağa uzatıp, elimdeki kitapları kardeşe gösteriyorum. Kardeşimin eşi kitap fuarından almış. Henüz okunmamış. Gıcır gıcırlar. "Alabilir miyim?" diye soruyorum. Kardeş "Sorulur mu ablam, al tabii," diyor. Muzip muzip gülümsüyorum. Beni biliyor. Kitaplarımı kimseye vermem. Birinden kitap alırsam da peşin peşin söylerim, asla geri vermem. En kardeş haliyle gülümsüyor. "Tamam ablam, al senin olsun. Vermezsin geri." diyor. Bir çocuk gibi seviniyorum. Koltuğa uzanıp kitap kapaklarını inceliyorum. Kitapların şifa veren gücüne inanıyorum. Huzursuz Bacak ve Kapıları Açmak... Yüreğimdeki huzursuzluğun etkisiyle belki bilmiyorum. Önce Huzursuz Bacak'ın ilk sayfasını çeviriyorum. "Vay canına..." kelimelerini fark ediyorum. Benim en çok kullandığım iki kelime! Hoşuma gidiyor. Vay canına sayın seyirciler! diye sesleniyorum.  Sadece "Vay canına!"  sönmeye yüz tutmuş enerjimi ateşlemeye yetiyor. Kalkıyorum. Abdest alıyorum.  Akşam nazmazından sonra yapılacak olan okumaya gitmeye niyetleniyorum. Kitabın son sayfasını açtım. Birkaç cümle daha okumak istiyorum. "Bu rüzgâr, bu çiçekler, bu ağaçlar benden yana." cümlesine denk geliyorum. Keder ve sevinç nasıl bir anda kardeş kardeş geçiniyor diye düşünüyorum. Sonra... İçimden geliyor... "Vay canına..." diyorum. Vay canına!

16 Ekim 2012 Salı

Nereden Nereye? Bir Filmden Bir Öyküye...



Filmlerini ilgiyle takip etmeye çalıştığım Yeşim Ustaoğlu'nun son filmi Araf, şehrimdeki sinemalara gelince, koşa koşa gidip izledim. Araf, kadınların yaşadıkları zalimlikleri  pek çok boyutuyla ve etkileyici bir dille gözler önüne serince, sevdiğim filmler arasına hemencik girdi. Bence, Araf, kadın seyirciler tarafından daha iyi anlaşılacaktır. Erkek izleyicilerin çoğu ise, Mahur rolündeki Özcan Deniz'in filmdeki varlığına takılıp kalacaktır. Oysa Araf sadece kadınların değil, çoğunlukla erkeklerin de yaşadıkları aile, çevre baskılarını, kendilerine dayatılan hayatları nasıl yaşamak zorunda kaldıklarını  anlatma gayretine girişmiş. Ve bunu usulcacık becermiş. Du bi... Ben aslında bunları değil, filmin fabrika tarafını yazmak niyetindeydim. Film Karabük'te geçiyordu ya aklıma hemen Atilla Atalay'ın Fabrıga adlı öyküsü geldi. Atilla Atalay'ın  bu öyküsü çok eski zamanlara götürür bizi. Taa 1937 lere. Atatürk hayattadır.  Başvekil İsmet İnönü'dür. Onüç hanelik Karabük Köyü'nün başına resmen “devlet kuşu” konmuştur. Bu yere Karabük Demir ve Çelik fabrikalarının temeli atılmaya karar verilmiştir.  Kurulacak fabrikalar, fennin en son gelişmelerini ve en son icadlarını ihtiva edecektir. Atilla Atalay'ın o etkili cümleleriyle büyükbabası Emiroğlu Mehmet'in taa kuruluşundan itibaren, fabrikayla paralel giden hayat öyküsünü okuruz. İşe girişini, ilk günler fabrikada çalışan gençlerde baş gösteren tuhaflıkları, köyün yemyeşil, serin sessizliğinden, ortasına düştükleri dev kor yığınının onlara cehennem gibi gelmesini, sonra dumanlara, ateş ırmaklarına, yüzleri yapış yapış isli hallerine alışmalarını, "odunun eyisi meşe, evin eyisi köşe, gızın iyisi Ayşe" diyerekten Bıçakçının Ayşe ile evlenişini okuruz. Fabrikada çalıştığı bölümün adı da Ayşe'dir iyi mi? Çünkü fabrikanın bölümlerine nedense, Ayşe, Zeynep gibi kız isimleri verilmektedir. Okuruz okuruz... Mühendis toruna kadar geliriz. Zaten o mühendis torununun, kimi güldüren kimi hüzünlendiren anlatımıyla tanıdığımız büyükbabasının ruhuna, öykünün sonunda saygıyla rahmet göndeririz. Araf da Karabük'te geçen bir filmdi.  Filmdeki öykü ise, evvel zaman içinde değil günümüzde geçmekteydi. Fabrikanın bacasından deli deli dumanlar çıkıyordu.  Karabük'te yaşayan insanlar - adeta aynı Atilla Atalay'ın öyküsünde anlattığı gibi- fabrıga'nın gizli bir işaretini taşıyordu. Demir Çelik fabrikasının Karabük'te kurulmasının üstünden nerdeyse 75 yıl geçmişti. Sanki kimselerin duyamadığı tılsımlı bir fabrika sireni çalıyor, yaşamın vardiyasını değiştiriyordu. Araf, eritilmiş demir çelik madeninin,  sanki bir lav gibi hareketle bir çukura boşaltılışıyla başlıyordu. Filmdeki insanların mütemadiyen yüzlerine baktım. Baktım ve fabrıga'nın başka bir şey değil,  biz insanlar olduğuna karar verdim. Araf'ı seyredince, o an, ağır sanayii'nin olanca ağırlığı üstüme çöktü. O koca, dumanlı fabrikaya  ait yüksek fırınların, niye Ayşe, Ülkü, Zeynep gibi kadın isimleri taşıdığını  şimdi  anladım.... Ben sustum.... Bildiğim tüm sözcükler, milyon kere uzağa uçup gitti...