14 Eylül 2013 Cumartesi

Karnını Yardım Kazma İlen Bel İnen. Yüzünü Yırttım Tırnak İlen El İlen...


Buzdolabının kapısını araladığımda, patlıcan tek başına domateslerin kenarında yan gelmiş yatıyordu.  Şaştım kaldım. Çevrendeki birbirinden güzel kırmızı yanaklı domateslere, bi işmar et, bi yan gözle bak, bi pas ver di mi? Ne bileyim, bir ima... Bir iltifat... Nerdeee? O nasıl afilli tavır, o nasıl havalı çalım anlatamam. Yok artık!.. Kafam bi attı... Sen kimsin abicim, diye seslendim. Şu memleketin erkeklerinden kızlara hep mi tafra ya! Pes vallahi, dedim.  Tamam, A,C,B vitaminleri ile kalsiyum, fosfor, demir minarelleri olan bir sebzesin.  Sözüm ona, sinirleri yatıştırır, tansiyonu düşürür, kalp çarpıntısını giderirsin. Kandaki kolestrol seviyesini düşürür, damar tıkanıklığına iyi gelir, karaciğerin ve pankreasın çalışmasını düzenlersin. Böbrek ağrılarını ve yanmasını azaltırsın. Kilo vermeye yardımcı olursun. İyi de abicim, dünya alem biliyor, fena halde acısın işte... Haybeye mi tuzlu suda bekleterek acılığın gideriliyor söylesene? İmamlar bayılıyor vaziyetine, karnın boydan boya yarılıyor hünkar beğensin diye... Eeee...

Şu domatesler var ya...  Herbiri safın önde gideni.  Şööle havalı havalı dursalar var ya, o parlak ciltleri, bıngıl bıngıl endamlarıyla  Playboy'a kapak kızı olurlar valla.  Cazibelerinin kırıntısını farkedemiyorlar ki...  Onun yerine, dolaptaki tek patlıcana bi göz süzmeler, bi iç çekmeler... Yooo... Yok artık! Biz kadınlar ne zaman akıllanacağız ya! İlk çağları aklına getirsene... Taş devrinde erkek ava gidermiş. Döndüğünde o ne? Kadının karnı şişmiş. Tekrar ava yolculuk... Döndüğünde kadın bağır bağır bağırıyor. Erkek gözlerini pörtletmiş bakıyor. Niye? Çünkü kadının içinden bir canlı çıkıyor. Vay canına sayın seyirciler? Erkek kadını ilah gibi görürmüş o devirlerde. Taş devrindeki ilahe kadınlardan günümüzün çaresiz kadınlarına nasıl ve ne zaman dönüştük? Baksana hemcinsimiz sebzeler bile aynı vaziyette. Domateslere göz attım. Hani tv dizisi var ya... Umutsuz ev kadınları. Yeminle herbiri aynen öyle göründüler gözüme.

Hal böyleyken böyleydi işte. Patlıcanı kaptığım gibi alaca bulaca soydum. O yanık teni bi gitsin hele... Efendime söyleyeyim, karnını yardım kazma ilen bel ilen, yüzünü yırttım tırnak ilen el ilen türküsünü çığıra çığıraaa...  Sonra ne mi yaptım? İşte şu yukarıdaki yemeği... Çok açım. Şu tabağı bi silip süpüreyim...  Neler olup bittiğini anlatırım elbette:)

13 Eylül 2013 Cuma

Ve Gece Ve Müzik Ve Uzak Hayaller


“Gece, odanın ışıkları söndürülmüş yalnızca radyonun ışığında klasik sesle bu şarkıyı dinliyor, neye olduğunu bilmediğim bir hasretle uzakları, çok uzakları düşlüyorum.”

 Murathan Mungan /  Hayat Atölyesi


11 Eylül 2013 Çarşamba

Ben Yoksa Özenti Biri Miyim? Az Bile... Feciyim! -4-


 
 

Aylardır bu zamanı bekliyorum.
İşte Eylül geldi!
Leyleklerin göçme vakti...
Günlerdir gözüm gökyüzünde dolanıyorum.


Çünkü...
Leylekleri havada görürsem eğer,
Bütün yıl esintili bir kadın olup, dünyanın yollarının tozunu attıracağıma inanıyorum.


Bu yıl, yine yeni yeniden leyleklerin göçünü görmeye niyetlendim ya, 
Kısmetse göreceğim.
Ah, benim deli gönlüm! 
Sırtıma çantamı atıvereceğim...
Hemencik yolculuğa heves edeceğim!!!


Yoksa ben özenti biri miyim?
Tamam, söyleme biliyorum.
Az bile...
Feciyim!




9 Eylül 2013 Pazartesi

Her Eylül Gerçekleştirdiğim Balık Mevsimine Giriş Şölenim...



Söyleyeceğim ilk şarkıyı mutlu insanlara adıyorum. Bu şarkının benim için tatlı acı hatıraları vardır. Aşkın ne olduğunu ben bu şarkıyla öğrendim. Saadeti bu şarkıyla tattım. Bir şey daha öğrendim bu şarkıyla… Her şeye sahip olmak isteyen elindekini de kaybediyor.”

Yukarıda yazdığım sözleri, Atıf Yılmaz’ın 1970 yapımı, Karagözlüm adlı filminin sonlarına doğru o meşhur buğulu ve hüzünlü bakışlarıyla Türkan Şoray söyler.  Ve devamında rol kabiliyetinin hakkını sonuna kadar yerine getirerek, o yıllarda bıyıksız, incecik, gencecik olan Kadir İnanır’a sahiden aşıkmış gibi, Orhan Gencebay’ın dinleyeni keder girdabına sürükleyen Sevemedim Karagözlüm Seni Doyunca adlı şarkısını söylemeye devam eder. Şarkıyı asıl okuyan Türkan Şoray değildir elbette, Belkis Özener’dir. 


Şimdi nereden aklıma geldi peki bu film?  Üzgünüm ama beklediğin gibi öyyle romantik bir cevap veremeyeceğim. Yukarıdaki aşk dolu  girizgahtan sonra nereye gidecek bu yazı merak ediyorsun değil mi? İnsana verilen ömrün tek bir yaşamla geçirilmesini bir türlü kabullenemeyen bünyem kimi zaman balıkçı kız olmayı hayal eder. Sait Faik'i bu kadar sevmem, hikayelerinin beni o çok merak ettiğim balıkçıların dünyasına sokması sebebiyledir belki... Kim bilir? 

Bilirsin, Eylül'le birlikte sadece sonbahar değil, balık mevsimi de başlar. Üzerine afiyet, nasıl balık delisiyim anlatamam. Denizden babam çıksa yerim yani öyle söyliyim. İşte her Eylül ayında önce balıkçı kız olmayı hayal ederim.  Sonra açılış niyetiyle, bu filmi seyrederim. Çünkü filmin başlarında Türkan Şoray  Karadenizli, başında kırmızı beresi, kırmızı balıkçı kazağı, pantolonu ve plastik çizmeleri ve asıl mühimi şahane argo muhabbetiyle tam olmak istediğim balıkçı kız rolündedir. 

Film şöyle gelişir...  Klasik müzik eğitimi alan, besteci, romantik genç adam, arkadaşıyla birlikte balık almaya gelir. Diğer balıkçılar Azize'ye seslenirler...

-Azize Abla, küçük bey karides istiyor... 

 

-250 gr. yeter.
-Dokuz asker
-Ne askeri?
-Dokuz papel! 
-!!!???
-Dokuz lira senin anlayacağın.
-Ama tartmadınız ki.
-Benim elimin hassasiyeti eczacı terazisinde yoktur. Tastamam 260 gram verdim sana. Fazlası var eksiği yok.
-Tartsanız terazinize yapışmaz herhalde!... Ben müşteriyim siz de satıcı. Böyle göz kararı karides satıldığı nerde görülmüş?
-Eeee, balina değil, orkinos değil, sinarit değil. Alt tarafı 250 gram karides alacaksın abicim. Tutup bir gazetelik laf ediyorsun. Alırsan ne ala... Almazsan keyfin bilir!!
-Bari kağıdını değiştirin bu kesekağıdı ıslak...
-Hah, zatınızın teşrif edeceğini bilselerdi, karidesler ıslanmamak için şemsiye kullanırardı!
  ( Laf aramızda, Azize'nin bu tarz  muhabbetlerine biterim:)

 

İşte bu filmde, Türkan Şoray’ın  şık gece elbisesiyle ve her dem buğulu, hüzünlü gözleriyle Sevemedim Karagözlüm şarkısını söylemesini değil, şen şakrak, matrak,  balıkçı kız haliyle  Balıkçı Kız şarkısını söylemesini seyretmeyi daha çok  severim.  Ve dayanamam... Hemen başıma kırmızı beremi geçiririm.  Aynı balıkçı kız Azize gibi, hem oynar hem söylerim.

 
Ah! Senin şimdi beni aşağılacağını çok iyi biliyorum. Neymiş? Balıkçı kız olmayı hayal ediyorum diye küçümsüyorsun beni öyle mi? Amaann...  Keyfin bilir...



Bak şimdi... Kırmızı beremi başıma geçirdim. Az önce filmi seyrettim. Niyetine girdim. Kendi kendime azıcık üç ayak oynayacağım. Keman mi? Amaaannn! Klasik müzik seven, Şopen sende... Keman değil, kemençe eşliğinde oynayacağım... Kemençe eşliğine...  Hey! Zokayı yutmuş lodos balığı gibi bakma öyle...  Bu yazıyı yazmamın sebebi ne biliyor musun? Bu akşam balık yemektir niyetim.  Balıkk...  Anlasana... Havaya girmeliyim. Nee? Karides mi? Ne karidesi? Senin okuman yazman yok mu kuzum? Deminden beri ne yazıyorum... Balık diyorum balık!... 

Okuman yazman yoksa eğerrr...  Hadi bakalım... Marş... Marş... Mektebeee..

 

1 Eylül 2013 Pazar

Ömrümün Çok Narin Ve Çok Nadide Zamanları'nı Çoğaltma Çalışmalarım.



Araba kullanıyorum. Babam yanımda. İkimiziz. Baba kız. Kıymetli anlar... Mühim.

Felekten, beyaz tülbentlere sarılacak, hafızamın "ömrümün çok narin ve çok nadide zamanları" çekmecesine itinayla kaldırılacak bir rol kapmaya çalışıyorum.

Laflıyoruz. Bir ara sustuk.  Küçük derin bir sessizlik oldu. Aklımızdaki sessizliğe dalacağımızdan korktum. Sessizliği bozdum. Fısıltılı bir sesle ilahi söylemeye koyuldum. 

-Sevdim seni mabudumaaa, canaaan diye sevdim. Bir ben değil alem sana,  hayraaan diye sevdim.

Dayanamayacağını biliyordum. Söylediğim, en sevdiği ilahiydi. İlahiye eşlik etti. 

-Mahşerde Nebiler diler, sendeeen meded ister. Gülyüzlü melekler sana hayraaan diye sevdim.

Babam efkârlı bir türküye dönüştü. Ansızın bana dönüp...

-Sen şarkı söyleyince seviniyorum, dedi.

Bu sözü işittim ya... Kalbim hop etti. Ağlayasım geldi. Durur muyum?  Şak diye cevabımı verdim.

- Zaten sen sevin diye bu ilahiyi söylüyorum, dedim.

-Aslında neden seviniyorum biliyor musun? dedi.  

Aklıma bir şey gelmedi. Sustum.

- Çünkü sen şarkı söylediğinde, mutlu olduğunu hissediyorum, dedi.

Yüzümü yoldan  babama çevirdim. Gözlerimiz karşılaştı.  Gülümsedim.  

Babamın söylediği söz buharlaştı. Tek nefeste içime çektim. Ilık ılık yüreğime yayıldı. Bir anda dünyanın gelmişi geçmişi silindi. Topyekün iyiliğe, güzelliğe, tatlıya bağlandı hayat...

Ömrümün çok narin ve çok nadide zamanları'na bu anımı  itinayla ekledim. 

Hoşgeldin Sonbahar Ve Eylül'de Yüreğimi Titreten Şeyler


Şu yukarıdaki muhteşem "kıvırcık salata" var ya, altı ay hasretle beklediğim bir sevgili gibiydi. Sadece kışları çıkardı piyasaya benim çocukluğumda. Kendini acayip özletirdi. O kadar severdim ki anlatamam. O zamanlar mevsiminde gelmesini beklediğim bir sevgili gibiydi ya, ne zaman çıksa bizim pazardaki manavın tablasına, onu uzaktan görürdüm ve ahhh... yüreğim  titrerdi. Kıvırcık salata, sanki eylül ayında geri gelen bir Alpay şarkısıydı. Ben mevsimi gelip kıvırcık salataları gördüğüm zaman aynen şöyle olurdum: Eylül'de gelirdi. Görenler dönmüş hem de mutlu derlerdi. Ağaçlar başıma konfeti gibi yaprak dökerlerdi...


Böyleydim işte. Salata için çıldırırdım. Hâlen deli eder beni. Ne yani? Olamaz mı? Koskoca Orhan Veli Kanık haybeye söylememiş ya şu güzelim dizeleri: "Deli eder insanı bu dünya; Bu gece, bu yıldızlar, bu koku, Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç" İnsanın içinde sevgi olsun yeter... Herşey deli edebilir insanı... Herşey... Bazen deli etmek için... Bir kıvırcık salata bile yeter.


Ya domates... ya maydanoz... ya yeşil biber... ya roka.... Hepsi benim için salatayı ifade ederdi. Şimdiki gibi değildi benim çocukluğumda. Her sebze ve meyve kendi mevsimine aitti. Okulda mevsimleri öğrendiğimiz zaman, durmadan sınıflandırırdık. Yaz sebzeleri... Kış sebzeleri... Yaz meyveleri... Kış meyveleri... Her birini sadece mevsiminde yiyebilirdim. Mevsimi geçerken özleyeceğimi bilirdim ya, ardından seslenirdim. Misal, yaz geliyor ve artık lahana, karnabahar, ıspanak, marul, pazı, roka, pırasa gibi kış sebzeleri ve portakal, mandalina, elma, muz, nar, armut gibi kış meyvelerini artık göremeyeceğim Eylül'e kadar... İnanın böyleydi. Şimdiki gibi her mevsim göremezdiniz bu sebze ve meyveleri,  abartıyorum sanacaksınız biliyorum ama, tiplerini bile unuturdunuz belki...

Ben, ayrılacağımı bildiğimden arkalarından şarkı söylerdim: "Tatil geldiği zaman Ağlarım ben inan Gidiyorsun işte Arkana bakmadan Nasıl geçer bu yaz Ne olur bana yaz Sen sen sen Sen bir ömre bedel Yok yok yok Gitme gitme gel Eylülde gel!
 


Bu yazdıklarım saçma gelebilir belki kimilerine.. Ne bileyim? Benim çocukluğumda her şey mevsiminde yenirdi ya özlenirdi... Kavuşunca koklanırdı... Hangi meyve ya da sebze ise, kendisine has bir kokusu vardı... Hiç aklınıza geliyor mu şimdi elinize aldığınızda limonu koklamak? Ya domatesi... Ya maydanozu.. Ya portakalı... Ya çileği... Ya kahveyi içerken koklayanlardan mısınız? Ben koklardım... Hâlâ koklarım... Eski alışkanlık! Hem yemeden önce koklamak, o nebata saygıdır... Koklarım mutlaka. 


Şimdi, kendi usulüm olan salata tarifimle sözüme son vereceğim...
Öncelikle istediğiniz kadar kıvırcık , domates, biber, roka, maydanoz, tereotu, taze soğan ve elinizin altındaki tüm yeşillikleri itinayla doğrayıp bir derin kaseye doldurunuz. Herkes aynı şekilde yapar salatayı öyle değil mi? Bakın şimdi size gizli bir sırrımı vereceğim:

Eğer yeşil salata yapıyorsanız, mevsim sebzeleriyle renlendirilen salatanızın, limonunu eli bol'a, zeytinyağını cimri'ye koydurunuz. Ama eğer benim salatam gibi fevkaladenin fevkinde bir salata yapmak istiyorsanız: "Lütfen salatanızı ya bir deliye karıştırttınız, ya da deli gibi karıştırınız!" Eğer yağını, limonunu, tuzunu sadece üzerine döküp bırakırsanız... Onlar  yüzeyde öyylece kalırlar. Oysa bir deli çılgınca karıştırırsa, herbiri aşk ile birbiriyle hemhal olurlar. Eee sevgi ile yapılan bu işleme, bir tutam şefkat iki tutam da ilginizi katarsanız, lezzeti fevkaladenin fevkinde salata yaparsınız! Deneyin...  Esas şimdi salatanın tadına varacaksınız! 
Ah, o yüreğimi tireten şeyler....  Eylül'de geeeelll:)

30 Ağustos 2013 Cuma

Fala İnanma Falsız Kalma Derler Ya Hani... Filmekimi:)


Dün sabah ofise gelmeden Oya'ya uğradım. Uyuyordu. Parmağımı kaldırmadan zile bastım. Hiiiç acımadım. Arkadaşımı uyandırdım. Mahmur mahmur açtı kapıyı. "Rüyanda mı gördün beni." dedi. Kıkırdayarak "Bu  şahane Ağustos  sabahını kaçırmana gönlüm razı gelmedi." dedim. Yoldayken Dilek'i aramıştım. Geldi. Üç arkadaş bahçedeki şezloglara ayaklarımızı uzatıp, zamanın içine keyifle yayıldık. Bir ara elimi gözlerime siper edip gökyüzüne baktım. Uçsuz bucaksız maviliğin içinde bembeyaz  bir bulut, resmen güneşle oynuyordu. Ya güneş...  Şaşkın ya! Hani vardır ya görücüye giden   mahcup köy delikanlısı hali... Hahh işte! Başını bulutun arkasına utangaç utangaç sokup çıkararıyordu. 


Dilek'le Oya muhabbete başladıklarında, kalktım. Mutfağa geçip, şööyle yandan çarklı, mis gibi dumanı tüten  kahve yaptım. Bahçedeydik. Hem kahvelerimizi hüpletiyor, hem çekirdek çitler gibi çıtır çıtır muhabbetin dizini kırıyorduk. Rüzgar tatlı tatlı esiyordu. Güneş, bulutla oynamaya devam ediyordu. Oya, son hüplemesinden sonra fincanını tabağına kapattı. Dilek de kapattı. Geri kalır mıyım? "Fala inanma falsız kalma" derler bilirsin. Ben de  kapattım. Kapatırken ne düşünmüştüm? "Neyse halim çıksım falim!" mi demiştim, yoksa "kalbimdeki pir fincanima gir!" mi demiştim? İnan hatırlamıyorum. Bildiğim bir araya geldiğimizde geyiğine fal kapattığımız... Hayali benzetmelerimiz üzerine bolca kahkahalar attığımız... Öyle yani. Kimsenin gaipten sesler işittiği ya da görüntüler gördüğü filan yok. Oya ve Dilek şahane benzetmeler yapıyorlar o kadar.  


Biri "Aa! Senin fincanda flamenko yapan hipopotamlar görüyorum," diyor misal... Hep birlikte başlıyoruz hahaha hihihi... Ardından birbirimize bakıp soruyoruz... "Acep fincanda flamenko yapan hippopotamlar görmenin anlamı ne olabilir ki?" Geyiğe dibine kadar devam ediyoruz. Fincan üzerinden makara yapmayı öyle sürdürüyoruz ki, bir süre durulmadan mütemadiyen dalgalanı dalgalanıveriyoruz. Şimdi uzun uzadıya anlatmayayım. Kızlar sırlarını veriyorum diye bana kızarlar. Neme lazım. Yerin kulağı var. Ben... Ben var ya asla anlamam faldan maldan. Bir nebze  yetenek yok. Sahiden. Hayal Kahvem'de uydurma yazmayı beceriyorum kimi zaman. Tamam. İtiraf etmeliyim ki hayali yazılarım bolca var. Falda bişi hayal et bari mübarek! Ne bileyim, yol var de... Üç vakte kadar haber var de... Di mi? Nerdeee? Tın tın... Nato göz nato hayal!.. Hiç bir şey uyduramıyorum. Bırak uydurmayı  hiç bir şekli  hiç bir şeye benzetemiyorum. Sözün özü, fal bakmayı bile beceremiyorum. Çok fena!

 
Fakat bu sabah tuhaf bir şey oldu. Bak şimdi. Oya benim falıma bakıyordu tamam mı? Doğrusu hepimiz fincana bakıyorduk. Bu kez fincanda öyle belirgin bir şekil çıkmıştı ki anlatamam. Bööölee nasıl söylesem küçük bir kız... Mutlulukla gülümsüyor. Aaa! Sanki film şeridinden ipi olan bir salıncakta sallanıyor. Hah işte, kahve fincanında gördüğümüz aynen anlattığımın benzeri bi şeydi...  Üçümüz gözlerimizi açmış fincanın içine merakla bakıyorduk. Şekil nasıl belirgindi anlatamam. Ben bile anladığıma göre, eh sen  nasıl görünür bir şekil olduğunu anlayıver işte... O anda pek anlam verememekle birlikte, ilk kez bir şekli bir şeye benzettim ya etkilendim yeminle.  

Sonra ne oldu bil bakalım? Ofise geldiğimde işe başlamadan önce bloglar arası dolanayım istedim. Hey!.. O ne? Benim fincanda çıkan şeklin tıpkısı durmuyor mu gözümün önünde? Pes vallahi!.. İnanamadım gözlerime... Du bi... Ağustosun son günlerindeyiz ya şimdi… Sonraaa…  Eylüüül! Eylül'ün arkasından ne gelir? Ekim tabii Ekim!.. Hey, düşünebiliyor musun Filmekimi vakti geldi geliyor demek ki... Ne güzel!..  Gördüğüm bu yılki Filmekimi Festivalinin posteriydi. Evet!.. İyi ama, sanki gelmiş görmüş fincanda, benim falımda çıkan film şeridi ipli salıncakta sallanan kızın şeklini aşırmış biri... Yok artık, şaka mı bu?  İnan, şaşakaldım. Kalakaldım. Hatta donakaldım bir süre... Ne yani?  Falda çıkan şey,  Filmekimi'nin ön haberi miydi?  Yoksaaa...  Yoksa bu bana bir işaret olabilir mi? 

Yooo. Bu kadar makara yeter. Yazım bitti. Hey! Du bi... Gelmiş geçmiş Filmekimi afişlerine hemencicik bakıverelim mi?

 

 


Sevdiğim Minik Şiirler...

 Ahh
dilimin
ucundaydım
diyemedim
diyemedim
unuttum

met-üst
feci susarım
suyla alakası yok
sözedir tavrım

num-sert


  müsait bir yerde
unutur musunuz
beni lütfen


met-üst
 



ahmakıslatan değilim dedi
inandım o yağmura
  ve ıslandım tam bir ahmak gibi

num-sert

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Mailleşme Değil Mendilleşme Aşk Dili


Bu sabah  yeni gelen makineleri sigortalatmak için müşterim beni fabrikasına çağırınca, ne yalan söyleyeyim  koşa koşa  gittim. Sigorta çeşitleri arasında  en çok Makine Kırılması Sigortasını seviyorum.  Çünkü böylelikle hiç bilmediğim makine çeşitlerini tanıma olanağı buluyorum. Galiba insanların yüklerini hafiflettikleri, işlerini kolaylaştırıp daha konforlu yaşamalarını sağladıkları için makinalara sadece büyük bir sempati duymakla kalmıyorum...  Biliyorum abartıyorsun diyeceksin gene bana ama… İnanmalısın… Yüreğimden gelerek söylüyorum...  Resmen her birinin yanında önümü ilikleyip saygı duruşuna geçmek istiyorum. Hele evdeki çamaşır ve bulaşık makinelerinin benden işittikleri iltifatları anlatmaya kalksam var ya şaşırıp kalacağını biliyorum. Ben makinaların ruhu olduğuna inanıyorum. 

Neyse… Benim bu halim başlı başına bir hikaye tabii. Hele sigortaladığım  makinenin bir tarafına bir şey olup kırıldığı bana haber verildiğinde… Makina Kırılması Sigorta teminatını devreye soksam bile… Benim o makinenin illa romantik bir sebeple kalbinin kırıldığını filan hayal ettiğimi... Makine Kırılmaları hasarlarında eksperle birlikte benim de kırılan makinanın başına illa gittiğimi… Kimseye belli etmemeye çalışarak,  makinanın kulağına usulca “Kırılan kalbin hiç kimseye faydası yok.” diyerek psikolojik destek verdiğimi… Kimi zaman sadece bu kadarlık bir hissi dokunmayla bile makinanın çalışmaya başladığına defalarca  şahit olduğumundan sana bahsetmeyeyim istersen… Biliyorum artık “abartıyorsun” demeyip,  “delirmişsin sen” diyebilirsin. Her neyse…


Sabah sabah ofisten fırladığım gibi müşterimin fabrikasına gittim. Gelen makineleri hayranlıkla seyredip, fotoğrafladım. Akabinde detayları bizim ofise göndermek niyetiyle fabrikanın idari bölümüne geçtim.  Masaların arasında hâl hatır sormak için hızla dolanırken Dış Ticaret bölümünün sekreterliğini yapan, hafta sonları ara sıra buluşup hâsbihal ettiğim veya sinemaya gittiğim Selen’le birkaç dakika  oturup muhabbet ettim. Canı çok sıkkındı gene. Camekânlı bölmenin arkasındaki masada oturan çocuğu çaktırmadan başıyla işaret etti. Göz ucuyla çocuğa baktım. Selen daha önce bana bahsetmişti. Bu çocuk üç ay kadar önce, bölüm değiştiren Selen'in müdürünün yerine işe alınmıştı. Pek haz etmediğim "anan soğan baban sarmısak sen nereye gidiyon ıspanak" türü hava atmaya meraklı bir tipti. İlk ay Selen'le aralarında duygusal bir yakınlaşma olmuştu. Tam iş çıkışları buluşmaya başlamışlardı ki çocuğun nişanlı olduğu Selen'in kulağına gelmişti. Belli ki gönül eğlendirmeye meyilli hercai  erkek tiplerindendi. Zaten Haziran ayı başında evlenmişti.  Üstelik başkalarının yanında kızı umursamaz görünüyor, gözünün içine baka baka Selen'e yazdığı maillerde ise unutamadığını yazıyordu. 

İyice rüzgârına kapılmadan ucuz kurtulduğu için Selen adına seviniyordum. Eğer nişanlı olduğunu tesadüfen öğrenmeyip ilişkisini iyice ilerletseydi  etkisinin daha dehşetli olacağı kesindi.  Harbi bir kızdı Selen.  Henüz çok gençti. O güzelim kadınlık duygusallığını  kaybetmesini asla istemiyordum. Dünyada güvenilecek ve aşık olunacak erkek çoktu. Buna gönülden inanıyordum. Makinalar  kadar bile ruhu olmayan bu gereksiz adamın Selen'in üzerinde erkekler adına olumsuz etki bırakmasını asla arzu etmiyordum. Şimdi ufak sıyrıklarla atlatmıştı işte. Zaman her şeyin ilacı olacaktı. Selen olanı biteni kulağıma usulca fısfısladı. İş dışında görüşmek istemediğini defalarca anlatmaya çalıştığı halde, gene sabahtan beri  Selen’e  “akşam 7 de buluşalım.” diye mesaj atıyormuş. Malûm günümüzde teklifler artık elektronik mektup yoluyla yapılıyor  ya…  Selen'in suratı sinirden kıpkırmızıydı. Masanın üzerinde duran peçetelikten bir kağıt mendil çekti. Elinin içinde öfkeyle sıkmaya başladı. Onu eğlendirmek istiyordum. Ne dedim bil bakalım Selen’e? “Ne duruyorsun? Sen de gözünün içine baka baka mendili ortasından yırtsana!” dedim. Şaşırarak baktı suratıma. Güldüm. Ne demiştim ben Allah aşkına? Anlamayacaktı tabii beni. O mailleşmeyi biliyordu. Mendilleşmeyi –mendilnameyi- bilmiyordu ki… Bak şimdi…



“Keyfim, sen buraya gelir misin, yoksa ben mi geleyim?” Bu  söz Salâh Birsel’in bir sözüdür. Ne yalan söyleyeyim kendisi bayıldığım biridir. İşte Selen’le konuşurken  Salâh Birsel’in “Ey okur, şimdi  seni  sana gösterip, yeniden öğrenim rahlesinin önüne oturtacağız.”  diye başladığı ve Kağıthâne aşk dilini bellettiği yazısı aklıma geldi. Yazar bu yazısında resmen bir öğretmendir. Şimdi sıkı dur. Dersinimizin adı nedir bil bakalım? Kırk yıl düşünsen tahmin edemezsin. Çünkü dersimizin adı Mendilname. Yani mendileşme yoluyla haberleşme metodları… Şimdiii… Mailleşme değil mendilleşme yoluyla yapılacak teklifleri ve cevap verme metodlarını öğreniyoruz:

 

Mendili sağ elinde toplayıp onunla ağzını örtmek –  Hiç merak etme. Söz bir, Allah bir. Aşkımız aramızda sır olarak kalacak.

Elindeki mendili başına götürmek – Her ne buyurursan can ile baş üstüne… Dile benden ne dilersen..

Mendili kalbinin üstüne bastırmak –  Sevgin kalbimde yer etti, canım sana feda olsun..

Mendili kabinin üstüne bastırmanın bir anlamı daha var. – Sensiz dünya bana karanlık. Buluşmaya ne dersin?

Mendili kalbinin üstüne bastırdıktan sonra hemen başını mendille örtmek – Korkma, kimse görmez.

Şimdiii… Bir taraf mendille böyle haber edince,  muhatabın cevapları şöyle olabilir:

Mendili havada sallamak – Dolaş gel. Şimdi buluşamayız.

Sol elindeki mendilin yanında sağ elinin beş parmağını havaya kaldırmak – Şimdi olmaz. Saat 5’de buluşalım. (Eğer gece 5 de buluşulacaksa beş parmağını gösterdiği elini mendilin altına sokmalıdır.)

Mendilin iki ucunu iki elinde tutmak – Sensiz ölüyorum. Saat 5’i bekleyemem.

Mendili dize bırakmak – Zahmetten sakınma.

Nanananoooommmm….

Mendili ortasından iki parça etmek Sen yoksun artık. Benim için bittin.
 

Nasıl ama? Şahane haberleşme yolu değil mi bu? Güldürmek maksadıyla oturduğum yerden bunları Selen’e anlatınca… Kağıtlıktan bir peçete çekti. Ayağa kalktı. Camlı bölmeye döndü.  Ben çocuğa sırtım dönük oturuyordum. Ama karşımdaki camekana yansıyan görüntüden çocuğun her hareketini ayna gibi görüyordum. Tam göz göze geldiklerinde Selen iki eliyle iki ucundan tuttuğu kâğıt peçeteyi ortadan ikiyi böldü. Çocuk umursamaz bir tavırla ayağa kalktı. Cebinden bir tomar para çıkardı. Kalbinin üstüne bastırdıktan sonra başına örttü.  Şaşırma sırası bana gelmişti. Çünkü Selen beni olduğum yerde bıraktı. Bir hışımla odadan çıkıp çocuğun yanına gitti. İnan rüzgarından çıkan çizgi romanlardaki  "Whooossh!" efektini işittim.  Ne fesatsın! Hemen  “Parayı görünce Selen çocukla çıkmaya karar verdi demek ki” diye geçirdin aklından değil mi? Hayır canım.  “Sen beni sen mi sanıyorsun?” dedi. Çocuğun masasındaki peçetelikten bir kağıt mendil çekti. Ortasından ikiye böldü. Çocuğun yüzüne fırlattı. Bunu sanırım yedi defa tekrarladı. İdari bölümdeki herkes onlara baktı. Zaten neler olup bittiğini merak edenler tarafından durum öğrenilecek ve çocuk bir daha dönmemek üzere işten ayrılacaktı. Selen olduğu yerde topukları üzerinde gerisin geri döndü. Bana gülümsedi. Elindeki son mendili kalbinin üstüne bastırdı.  Güldüm.  Kendimi tutamadım. Kahkalarla güldüm.  Salâh Birsel'in ruhuna rahmet gönderdim.