25 Nisan 2011 Pazartesi

Kahve Molası - Stairway To Heaven'lı Bir Öykü Başlangıcı



Kalabalıktık. Hayat, memat, paralel ve kesişen yollar, kadınlar, erkekler, çaylar, kahveler üzerine hasbihal ediyorduk. Kimse kimseyi dinlemiyordu esasında. Şimdi düşünüyorum da gençliğin verdiği vurdumduymazlıkla her ağızdan   neşeli sesler çıkıyor, havada  rengarenk kelimeler uçuşuyordu. Şahane bir ilkbahar ikindisiydi. Gökyüzündeki beyaz bulutlar bizi merakla  izliyorlardı sanki. Ziya Osman Saba'nın dizleri vardır ya hani... "Bu bahar güleceğiz en içten bir sevinçle... Bir melek ordan bize uzatacak elini... Beni bırakma kalbim sen bana söyle... Ümitlerin en güzelini." dizelerini tekrarlıyordum içimden.  Havada aşk  kokusu mu vardı ne?  Ben biraz  dalgındım. Gözüm yerde salladığım  ayaklarıma bakmaktaydım.  Bir an kulağıma hafiften  Led Zeppelin müziği geldi. Oturduğum yerde derhal kulak kesildim. Aramızdan biri  “Stairway to heaven... Çok güzel parça...” dedi.  Ben ise sadece “bir şarkı” ya da “çok güzel bir parça” deyip geçilmeyecek kadar müptelasıydım bu şarkının.  Her dinlediğimde önümü ilikleyip saygı duruşuna geçebilirdim.  Arka taraftan tanımadığım bir ses “ Stairway to heaven yerküre'de yazılabilmiş ve kulaklarımıza ulaşabilmiş en iyi müzik eseridir.” diye ortalığı çınlattı. Aynı erkek sesi   “Müzik ötesi musiki, ilahi ötesi ilahidir” diyerek sözlerine devam etti.  Bunun üzerine her yer derin bir sessizliğe dönüşüverdi. Biri “tıp” demişti de “tıp” oynamaya başlanmıştı sanki.  Bu şarkıya çok özel bir ilgim olmasına rağmen, herkes  sus pus olunca, içimden gülmek, hatta sadece içimden değil dışımdan da gülmek geldi ne yalan söyleyeyim. Tutamadım kendimi. Hafifçe kahkaha attım.  Aynı ses “Bu konuda çok ciddiyimdir, kesinlikle şaka yapmam ve de yaptırmam.” dedi.  “Dinlemeye başlamadan önce kendimi ona hazırlamam gerekir; öyle her yerde, her zaman dinleyemem, arkada fon müziği gibi çalınmasına da çok kızarım, ona yapılacak her türlü saygısızlığı ise hiç affetmem, kızdırmayın kafamı valla oyarım.. “ deyince sessizlik  kahkahalara dönüştü. Benim gülüşüm ise dudağımda anında dondu kaldı. Kimdi bu konuşan Allahaşkına?  O suspusun arasında sesli güldüm diye bana mı ediyordu  bu lakırdıları şimdi?  Çok sinirlenmiştim.   Sinirlenmek ne demek hırsımdan küplere bindiğimi tüm samimiyetimle söyleyebilirim. Sol kaşımı kaldırarak hışımla arkama döndüm. Gözlerimi çakmak çakmak çakarak  gözlerinin içine tüm öfkemle baktım. Tanımadığım biriydi. Onu bizim gurupta ilk kez görüyordum.  Kumraldı.  Yani kumraldı sanki. Ortadan uzun boyluydu.  Ya da ortadan uzun değildi.  Ne bileyim? İnceydi ama.. Evet, evet… Kesinlikle ince biriydi.  Muzip muzip gülümseyerek baktı öfkeyle alevlenen gözlerimin içine…  O an… Gözlerinden bir eros oku çıktı sanki... Geldi... Geldi…  “Swacch efektiyle  aniden yüreğime saplanıverdi. Şaşırdım. Sağ elimi can havliyle çırpınan yüreğimin üzerine iyice bastırdım. Sonraaa....  Sonra mı? 

  
Aslında bu öyküyü şimdi kahve molasında öyleesine karalamaya başladım.  Bazı cümleleri alıntıladım.  Bir öykü başlangıcı olabilir mi böyle?  Öncesi de olabilir devamı da belki, ne dersin? Şimdi düşündüm de şöyle devam etmeye karar verdim. Önce kızla çocuğu birbirlerine aşık edeceğim. İkisi de sanat sever olacak. Perşembe günleri İstanbul Modern'e müze gezmeye göndereceğim.  Böyle hayal ediyorum. Hayat ve sanat üzerine şahane  muhabbet edebilirler misal.  Öyküdeki herbir cümleyi  tane tane oya  işler gibi işleyeceğim. Kararlıyım. Birbirinden lezzetli paragraflar yazacağım. Sonra küstüreceğim birbirlerine... Aralara geniş  sessizlikler katacağım. Okuduğum öykülerde öğrendiğim "kavuşamayınca aşk olur" prensibi gereğince, iki sevgiliyi  çatır çatır ayıracağım öykünün ortasında.  Bir yere Numan Serteli'nin "ahmakıslatan değilim dedi.. inandım o yağmura.. ve ıslandım bir ahmak gibi" haiku dizelerini  ekleyeceğim. Biliyorum dayanamam. Çektikleri acıları yazarken  sanki ben yaşıyormuşum gibi  yüreğimin resmen acıdığını hissedeceğim. Belki o dönem bir süre yazmaya ara verebilirim.  Sonra bilirim sabredemem... Yıllar sonra ikisini rastlaştıracağım öykünün bir yerinde. Çocuğa  illa ki Atilla Atalay'ın "Eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyaya boyanmıştı. O boya tabakasındaki küçücük delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben... Hele baharda öyle güzel gözüküyordu ki... İşte seninle olmak, o bembeyaz ya da siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi." makamındaki sözlerinin benzerlerini ettireceğim.  Hatta yıllardan sonra tekrar İstanbul Modern'de buluşmaya karar bile verdirebilirim.  Şuna kesin kararlıyım ama... Murathan Mungan'ın "Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını... Takvim tutmazlığını... Aramızda bir düşman gibi duran... Zamanı... Daha o gün anlamalıydım... Benim sana erken... Senin bana geç kaldığını..."  dizeleriyle kıza bir elektronik mektup yazdıracağım.  Çocuğa telaşla "Müzedeyim." diye  kızın  telefonuna mesaj attıracağım. Sonra mı? Sonrası... Şimdi telefon geldi. Müşterim.  İş saati ya. Kahve molam bitti.  Özür dilerim ama müşterimle ilgilenmeliyim. Du bakalım... Belki sonra  öyküyü nasıl yazacağımı anlatmaya devam ederim.   “Aloo... Efendim, buyurun benim…” 

2 yorum:

  1. Harika,okudukça ve dinledikçe ilham alacağım, öykü denemenizin devamını heyecanla bekliyor olacağım...

    YanıtlaSil
  2. Sisi, bu hikayenin devamını unutmuşum ben?
    Aaa! Devamında ne oluyordu sahi:)

    YanıtlaSil